hafizvuslat
Tue 3 November 2009, 02:53 pm GMT +0200
10-YUNUS SURESİ
Bu sûre'î celîle, Kur'an'ı Kerimin onuncu süresidir, sahih görülen kavle göre bütün âyetleri Mekke'i Mükerreme'de nazil olmuştur. (109) âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bir rivayete göre de (40 41) âyeti kerimesi ve diğer bir rivayete göre de 94, 95 ve 96)'ıncı âyetleri Medine'i Münevvere'de inmiştir.
Bu mübarek süre de, birçok mühim meseleleri aydınlatmaktadır. Hz. Nuh'a, Hz. Musa'ya dâir de bilgi vermektedir. Fakat bu süre'i celîlenin birçok âyetleri Allah'ın "ahmetinin azabından daha fazla tecelli ettiğini bildirmektedir. Hz. Yûnus aleyhisselâm'ın kavmi hakkında da bu ilâhî rahmetin tecelli etmiş olduğunu bu süre'i celîlede zikredildiğinden bu münasebetle buna "Yûnus Süresi" adı verilmiştir. Nitekim Uz. Yünü s'a dair ileride verilecek bilgiler, bu hususu aydınlatacaktır.
1. Elif, Lâm, Ra. İşte onlar, hikmetli olan kitabın ayetleridir.
1. Bu mübarek âyetler, ilâhî âyetlerin yüceliğini bildirmektedir. İnsanları müjdelemek ve Allah'ın azabından korkutmak için Yüce bir Peygamberin ilâhî vahye m az har olmasının şaşılacak bir şey olmadığını ihtar ve kâfirlerin bâtıl iddialarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Elif, lâm, ra) Müteşabihatdan olan bir mübarek kelimedir. Bunun mânâsını Allah'ın ilmine havale ederiz. Buna dâir "Bakara süresr'inde bilgi verilmiştir. Maamafih Ibni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğine göre bunun mânâsı: "Ben Allah Teâlâ'yım, görürüm" demektir. Veya "Rab olan benim, benden başka Rab yoktur" meâlindedir. (İşte onlar) Bu süredeki veya bundan evvelki sürelerdeki muazzam âyetler (hikmetli olan kitabın ayetleridir.) Yani: Onlar, bütün hikmet dolu Kur'an'ın ayetleridir. Veya onlar dinî meselelere, Hz. Peygamber'in risaletindeki doğruluğuna hükmeden ve manevî yönden hikmetli olan ilâhî kitabın ayetleridir. Veya onlar, nice hikmetleri, hakikatları içeren lâvh-ı mahfuzda sabit olan ayetleridir. Artık bu mübarek kutsî, âyetleri kim inkâr edebilir?.
2. İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele ki, şüphesiz onlar için rabbleri katında yüksek bir doğruluk makamı vardır, diye onlardan bir erkeğe vahyetmiş olmamız insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, kâfirler, bu şüphe yok ki bir apaçık sihirbazdır, dediler.
2. Vaktiyle Mekke ahalisi. Peygamber Efendimizin Peygamberliğini inkâr etmişler, Cenâb-ı Hak, başka birisini bulamadı mı ki. Ebü Tâlib'in yetimini insanlara Peygamber gönderdi, diye cahilce lâkırdılarda bulunmuşlardı. İşte onları red için buyruluyor ki: (İnsanları uyar) Onlara dünyevî ve uhrevî felâketleri bildirerek kendilerini uyanmaya davet et (ve imân edenleri) de maddî ve manevî nice mükâfatlara kavuşacaklarını kendilerine bilirerek (müjdele ki: Şüphesiz onlar için) o imân sahiplerine mahsus (rableri katında) âhiret âleminde, Cenâb-ı Hak'kın manevî katında (bir kademe sıdk vardır.) yani: Onlar için güzel amellerinden dolayı bir hayırlı son vardır veya yok olmayacak bir yüce makam vardır veyahut onların haklarında Rasülullah'ın şefaat edeceği bildirilmiştir (diye onlardan) o Mekke ehlinden (bir erkeğe) onların seçkin bir grubundan olan Kureyş kabilesine mensup Hz. Muhammed'e (vahyetmiş olmamız) onu Peygamberlik şerefine kavuşturmamız (insanlar için şaşılacak birşey mi oldu ki) o hayrete düşen kâfirler, o mübarek Peygamberin risaletini uzak görerek inkâra cür'et ettiler. O (kâfirler) Hz. Muhammed Aleyhisselâm hakkında (bu) Peygamberlik iddiasında bulunan (apaçık bir sihirbazdır dediler!.) onun gösterdiği mucizeleri, Kur'an âyetlerini birer sihir sandılar, onda tecelli eden mükemmellikler! görmekten mahrum kaldılar. Halbuki: Kur'an'ı Kerim'in bir sihir eseri değil, bir mucize kitap olduğu parlayıp durmaktadır. O sihir değil, ilâhî bir vahyin neticesidir. Onun bütün beyanları, hikmete, fazîlete, insanlık âdabına, sosyal ve siyasî hükümlere ve diğer hususlara aittir. Artık ona nasıl bir sihir denilebilir?. Onu tebliğ etmekle emrolunan zâta da nasıl sihirbaz vasfı verilebilir?
3. Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu. Her işi idare ediyor. Hiçbir şefaat edici yoktur. ancak onun izninden sonra. İşte sizin Rabbiniz Odur. Artık ona ibâdet ediniz, siz hiç. düşünmez misiniz?.
3. Bu mübarek âyetler. Kâinatın Yaratıcısının varlık alanına getirdiği eşsiz yaratılıştaki eserlerini insanlığın dikkatlerine sunuyor, bütün mahlûkatı hakkında yalnız onun emir ve takdirinin cereyan etmekte olduğunu bildiriyor, ve ebediyet âleminde mü'minlerin mükâfata kavuracaklarını kâfirlerin de elem verici azaplara uğrayacaklarını haber veriyor. Allah'ın kudretiyle ne hârikaların meydana geleceğine işaret ederek ilâhî vahiyden dolayı hayrete düşmeye mahal bulunmadığını jöylece gösteriyor: (Muhakkak ki. Rabbiniz) Sizi yaratan, yaşatan, terbiye eden (o Allah Teâlâ'dır ki,) Yüce kudretiyle (gökleri ve yeri altı günde yarattı) yani: Dünya günlerinin altısına eşit bir zaman içinde meydana getirdi. Aslında Cenâb-ı Hak, dileseydi bunları bir anda da yaratabilirdi. Fakat bir takım hikmetlerden dolayı ve kısacası halka sağlam yapmayı ve yavaş davranmayı öğretmek için böyle altı günlük bir müddet içinde yaratmıştır ki, bunların herbiri o Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve yüceliğine birer delil makamında bulunmaktadır. (Sonra arş üzerine istiva buyurdu) Bütün bunların üstünde irâdesi ve kudreti hüküm sürüp durdu. O Hikmet Sahibi Yaratıcı (her işi) her dilediği şeyi (idare ediyor) bunların hakkında hikmetinin gereğine göre kudreti ve irâdesi hükümran oluyor. Göklerin ve yerin durumunu düzenliyor, bunlardan dilediğini meydana getiriyor, dilediğini de mahvediyor. Bütün kâinatın işlerinin idaresi o Yüce yaratıcıya ait bulunuyor, (hiçbir şefaat edici yoktur) Hiçbir kimse, başkası hakkında şefaate, onu kurtarmaya bizzat selâhiyetli değildir, (ancak onun) O Kâinatın Yaratıcısının (izninden) müsaadesinden (sonra) şefaat edebilir. Çünki bütün mahlûkat üzerinde müstakil olarak hâkimiyet, o Kâinatın Yaratıcısına aittir. Onun müsaadesi olmadıkça hiçbir kimse bir şeye kaadir ve selâhiyetli olamaz. Artık bir takım müşriklerin, putlarından şefaat urumaları nasıl doğru olabilir?. Bu âyeti celîle, o müşriklere karşı bir reddiye mahiyetindedir. Ancak Cenâb-ı Hak'kın salih kulları, Hak Teâlâ'nın müsaadesi şartiyle bazı günahkârlar hakkında şefaatte bulunabileceklerdir. Bu âyeti kerîme, buna da işaret buyurmaktadır. Çünki böyle bir şefaatin Allah'ın izni ile mümkün olacağını göstermektedir. (İşte sizin Rabbiniz o'dur) O ilahlık ve rablık sıfatiyle vasıflanmış, bütün Kâinatın Yaratıcısı bulunan o Yüce Mabuddur, (artık) Ey insanlar!. Hepiniz (ona) o Yüce yaratıcıya (ibâdet ediniz) onu birleyin ve teşbih edin, ona hiçbir kimseyi ortak koşmayın. (Siz hiç düşünmez misiniz?.) Ey gafil insanlar!. Gözlerinizin önündeki bu kadar yaratılış eserleri, Cenâb-ı Hak'kın varlığına, birliğine, kudret ve yüceliğine işaret edip dururken siz bu hususta hiç tefekküre dalmaz mısınız? Ondan başka Rablığa, mâbudluğa lâyık bir kimsenin bulunamayacağını anlayamaz mısınız ki, öyle bir takım putlara, insanlara tapınıp durmayasınız?. O Kerem Sahibi Yaratıcının Peygamberlerini, kitaplarını, ilâhî vahyini inkâra cür'et gösterip tasdik edesiniz.
§ Bu âyeti celîledeki istivadan maksat, lügat anlamı itibariyle olan bir istiva, bir istikrar yani, birşey üzerinde yerleşmek, bir seviyede bulunmak demek değildir. Çünki Cenâb-ı Hak böyle bir istivadan uzaktır. Bütün mevcudat daha yaratılmamış iken O Yüce Yaratıcı yine var idi. Onun mekâna ihtiyaçtan uzak olduğu binlerce delil ile sabittir. O halde bu istivadan maksat, Hak Teâlâ'nın bütün kâinata sahip, onların üstünde hükmedici olması ve hepsi hakkında ilâhî kudretinin cereyan etmesi demektir.
§ Arş: Lügatte, çardak, kubbe, taht gibi mânâları ifade eder. Şeriat dininde Arş: Göklerin üstündeki bir yüce âlemden ibarettir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyeti kerimedeki arştan maksat, bütün göklerin üstünde bulunan büyük ve yüce bir âlemden ibarettir. Cenâb-ı Hak'kın arş üzerine istivasından, maksat ise, böyle muazzam bir âlem üzerinde de ilâhî hükmün cereyan ettiğini beyandan, ilâhî hakimiyetin yüceliğini tasvirden ibarettir. Artık bunun aşağısındaki âlemlerde de o ilâhî hükmün geçerli olacağı pek edebî bir şekilde anlatılmış bulunmaktadır. Veyahut bu arştan maksat, mutlaka ilâhî mülktür ki, bütün bu kâinat, Cenâb-ı Hak'kın kudret ve hâkimiyeti altında bulunduğu için bunların üzerine istivadan maksat, bütün bunların üzerinde ilâhî hakimiyetin cereyan ettiğini beyandan ibarettir. Yoksa Allah T e âlâ Hazretleri ezelî ve ebedî olduğundan sonradan olan herhangi bir makam üzerinde bulunmak ihtiyacından uzaktır. Buna inancımız tamdır.
4. Dönüşünüz cümleten O'nadır. Bu, Allah Teâlâ'nın kesin olan vadidir. Şüphe yok ki, o mahlûkatı önce meydana getirir, sonra da geriye çevirir ki, imân etmiş ve Salih amellerde vardır.
bulunmuş olanları adaletle mükâfata kavuştursun. Kâfir olanlar için de küfretmekle oldukları şeyler sebebiyle kızgın sudan bir içki ve pek acıklı bir azap
4. Ey insanlar!. Bir kere düşününüz; şüphe yok ki: (Dönüşünüz cümleten o'nadır) Hepiniz öleceksiniz, hepiniz mahşere sevkedileceksiniz, Cenâb-ı Hak'kın muhakemesine tâbi olacaksınızdır. (Bu) O Yüce Mâbud böyle dönüşünüz (Allah Teâlâ'nın kesin olan vâdîdir) bu bir hakikattir, bunda bir yalan düşünülmüş değildir, (şüphe yokki, o) Yüce Yaratıcı (halkı önce meydana getirir) hayata kavuşturur (sonra da geri çevirir) öldürür, tekrar hayata erdirir (ki) dünyada iken Allah'a (imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları) bu dindarca hareketlerinden dolayı (adaletle) onları lâik oldukları sevaplarından birşey noksan etmeksizin (mükâfata nail buyursun) kendilerini ebedî selâmete, saadete erdirsin (kâfir olanlar için de) dünyada iken Yüce Yaratıcıyı birlemek ve tasdik etmekten mahrum olarak (küfretmekte oldukları şeyler sebebiyle) âhirette (kızgın sudan) son derece hararetli, yakıcı (bir içki ve pek acıklı) fevkalâde tesirli (bir azap vardır) onlar herhalde bu azaba uğrayıp duracaklardır. Artık inkarcılar, o ilâhî vahyi garip bulup tasdik etmeyenler, bu pek korkunç akıbetlerini düşünmeli değil midirler?.
5. O, o -Yüce Yaratıcı- dir ki: Güneş'i bir ışık, Ay'ı da bir nur kıldı. Ve ona menziller tâyin etti ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah T e âlâ bunları ancak hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak beyan buyuruyor.
5. Bu mübarek âyetler de âlemin yaratıcısının kudret ve azametine pek parlak bir surette işaret eden bir kısım eserlerine dikkatleri çekmektedir. Kâinatın Yaratıcısının yaratmış olduğu bu eşsiz eserlerdeki hikmet ve menfaata işaret ederek insanlığı şöylece uyanmaya davet buyurmaktadır. Ey insanlar!, (o) ezelî ve kerem sahibi mabudunuz (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) hergün ufukları aydınlatan (Güneşi bir ışık) bizzat parlak bir mahiyette yarattı. (Ay'ı da bir nur) güneşin ışığıyla yüzü nurlar içinde kalan bir parlak küre (kıldı) onunla geceleri aydınlattı. (Ve ona) O ay'a veya güneş ile aydan herbirine (menziller tâyin etti) heyet ilminde beyan olunduğu üzere güneşin çeşitli doğuş yerleri vardır. Vakit vakit doğarak yerküresinin muhtelif kısımlarını ışıklar içinde bırakır. Bir muhitte batarak diğer bir muhitte doğmaya başlar, böylece geceleri ve gündüzleri meydana getirir. Güneşin hareketiyle dört mevsim de meydana gelir.
Ayın da gökte çeşitli menziller! konak yerleri vardır. Çeşitli yerlerden doğmaya başlar. Güneşle karşı karşı geldiği oranda ışık peyda eder. Yeryüzünde olanlara çeşitli şekilde yüzünü gösterir, kâh hoş bir hilâl şeklini alır, kâh tamamen yüzü ışıklar içinde kalır. Bu sayede insanlar ayların, haftaların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. Ayın görünen tarafı dâima muhtelif vaziyetlerde bulunduğundan bununla muhtelif vakitleri tâyin etmek şehir halkı için de, çöl halkı için de kolay bulunmaktadır. Ayın görünen kısmındaki değişiklik, vakitlerin miktarını bilmek için sonuç çıkarma vasıtasıdır. Bunun içindir ki, İslâm dininde ay yılı kabul edilmiştir. Omç gibi ibadetlerde, bayram gibi dinî günlerde hilalin görülmesine itibar edilir. Senelerin müddeti de şer'an
oniki kamerî aydan ibarettir. Niteldm bir âyeti kerime de ayların sayısı on ikidir... (Tevbe, 9/36) buyurulmuştur.
Kısacası: Cenâb-ı Hak güneş için ve özellikle ay için öyle çeşitli menziller, yaratmıştır, (ki senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz) Evet... İnsanlar bu sayede ayların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. (Allah Teâlâ bunları) Bu bildirilen gök cisimlerin! vesaireyi (hak ile yarattı) bunları boş yere yaratmadı, belki kullarının faideleri için yarattı. Kendi kudret ve azametini, birliğinin delillerini göstermek için meydana getirdi. İşte Cenâb-ı Hak (bilen bir kavim için) hak ve hakikati düşünen, bu yaratılış alemindeki hikmet ve faydayı düşünebilen, zekâsını ilm ve irfan nurlariyle aydınlatmak isteyen bir insanlık cemiyetinin istifadesi için (âyetlerini) birliğine, azamet ve yüceliğine, şahitlik eden açık delilleri, bu kâinattaki güzel eserleri (ayrıntılı olarak) açık, tafsilatlı, birbirini müteakip bir surette (beyan buyuruyor) artık insanların vazifesi de bu kutsî âyetleri, bu harikulade eserleri nazarı İtibara alarak inançlarını amellerini güzelce tanzime çalışmaktan ibarettir.
6. Şüphe yok ki, gece ile gündüzün birbirini takib etmesinde ve Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerlerde yaratmış olduğu şeylerde sakınan bir kavim için elbette âyetler vardır.
6. (Şüphe yok ki gece ile gündüzün) ihtilâfında (birbirine takib etmesinde) gündüzlerin ve gecelerin devam etmeyip dâima değişip durmasında; müddetlerin azalıp çoğalmasında (ve Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylerde) kısacası gök kubbesini süsleyen binlerce ışıklı, aydınlık yüce cisimlerin varlığında, yeryüzündeki çeşitli denizlerin, ırmakların, dağların, sahraların, madenlerin, bitkilerin, ağaçların, hayvanların varlıklarında (sakınanlar) Allah Teâlâ'dan korkan, kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışan (bir kavim için elbette âyetler) Allah'ın kudretine işaretler, şahitlikler (vardır) takva sahibi, hakikaten aydın olan zatlar elbette bunları görür, bunlardan yararlanırlar. Kalplerinde irfan nuru daha fazla parlamaya başlar durur.
7. O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümit etmezler ve dünya hayatına razı olmuşlar ve onunla mutmain olmuşlardır ve o kimseler ki onlar bizim âyetlerimizden gafillerdir.
7. Bu mübarek âyetler, âhireti inkâr edip dünya hayatına tutkun olan dinsizlerin nasıl felâketlere uğrayacaklarını bildirmektedir, İmân ve salih amel sahiplerinin de nasıl bir saadete ereceklerini, nasıl yüce bir teşbih ve tehlil ile kulluk lisanlarını süsleyeceklerini şöylece beyân buyurmaktadır: (O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümid etmezler) Ahiret âlemine sevkedilerek hesaba muhakemeye tâbi olacaklarına inanmazlar veyahut ilâhî azabı düşünerek ondan korkmazlar (ve dünya hayatına razı olmuşlar) bu hayatın yok olmayacağına kanaat getirmiş gibi ona sarılmış durmuşlar, ebedî hayatı düşünmez bir hâle gelmişlerdir (ve onunla) dünya hayatı ile (mutmain bulunmuşlardır) bütün arzularına kavuşmuşlar gibi bir emniyet içinde gaflete dalmış durmuşlardır, (ve o kimseler ki, onlar bizim âyeücrimîzden gafillerdir) Cenâb-ı Hak'kın birliğine, mabutluğuna, insanlığın O Yüce Yaratıcıya ibâdet ve itaatle mükellef olduğuna, dünya hayatının çabucak yok olup başka âlemlerin varlığına vesâireye ait olan ayrıntılı ilâhî âyetlerden, ihtarlardan gaflete dalmış, onları asla düşünmemişlerdir.
8. İşte onların varacakları yer, kendi kazanmış oldukları şey sebebiyle ateştir.
8. (İşte onların) O yukarıda dört türlü vasıfları bildirilen günahkâr, inkarcı, gafil kimselerin yarın âhirette (varacakları yer) onların bir daha ayrılamayacakları yurtları, karargâhları (kendi kazanmış oldukları şey) şirk ve isyanları (sebebiyle ateştir) cehennem azabıdır. Artık dünyada iken ne kadar yanlış bir kanaatde bulunmuş olduklarını o zaman anlayacaklardır. Ne yazık ki artık yapacakları pişmanlık, kendilerine asla fâide vermeyecektir.
9. O kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular, muhakkak ki, onları imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir, nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.
9. Fakat (O kimseler ki) o düşünen: Aydın zatlar ki, daha dünyada iken (imân ettiler) Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, kudret ve azametini bilip tasdik eylediler. onun dinine kavuşup gafletten kaçındılar (ve s alili amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz gibi oruç gibi kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalıştılar, dünya varlığına kalplerini bağlayarak ebediyet âlemini hiç hatırlamayan dinsizler gibi bir bâtıl kanaatde bulunmaktan sakındılar. (Muhakkak ki, onları) da öyle doğru, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde (imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir) onları selâmet ve saadete kavuşturur, nice ebedî nimetlere kavuşturur. Özellikle (naim cennetlerinde) birer nimet, selâmet, hoş dirlik mahallerinde, gayet güzel bahçelerde, bostanlarda tahdlar üzerinde otururlar, önlerinden, alt taraflarından nehirlerin güzel güzel akıp gitmekte olduklarını görürler. Evet... Onların böyle (altlarından ırmaklar akar) gider, onlar da bu ırmakların öyle pek hoş, zevk veren akışlarını seyrederek bir büyük manevî şevk ve zevk ile Cenâb-ı Hak'ka hamd ve şükr eder dururlar.
10. Orada duaları: Sübhanekâllahümme = Ya ilâhî!. Seni teşbih ve tenzih ederiz'dir. Orada sağlık temennileri de: "selâm = selâmette olunuz" dur. Dualarının sonu da: Elhamdülillah! Rabbilâlemîn = Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'ya mahsustur.
10. Evet... Böyle cennetlere kavuşan mes'ud kulların (Orada) o cennet âleminde, o ebedî nimetlere kavuşmaları sırasında Kerem Sahibi Yaratıcıyı kutsamak için (duaları) kulluk arzında bulunmaları (Sübhanekâllahümme) demeleridir. Yani: Ey Allah'ım!. Seni tespih ve tenzih ederiz, diye saygı göstermeye devam etmeleridir, lisanlarını böyle bir ilâhî zikr ile süslemeleri ve aydınlatmalarıdır. (Ve orada) O cennetler âleminde (sağlık temennileri de selâmdır) yani: Birbirine karşı ve melekler de onlara yönelerek selâmette olunuz, her türlü çirkin, hoş olmayan şeylerden selâmet içinde bulunarak ebedî bir saadet içinde yaşayınız, diye iltifatta bulunmaktır. Nitekim bir âyeti kerime de: Cennet ehlinin yanına meleklerin her bir kapıdan girerek "selâmün aleyküm" diye selâm vereceklerini beyan buyurmaktadır. Cennet ehlinin dualarının sonu da (Elhamdülilâhî Rabbilâlemîn) demekten ibarettir. Yani: Cennetlere kavuşan zatlar, ulaştıktan sonsuz nimetlerden dolayı kerem ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak'ka karşı şükürlerini sunmaya çalışırlar, "hamd ve şükr âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ Hazretlerine mahsustur" diyerek kulluk lisanlarını süslerler. Binaenaleyh her mü'min için lâzımdır ki, kavuştuğu bütün maddî ve manevî nimetlerden dolayı daima Cenâb-ı Hak'ka hamd ve şükre çalışsın, onun kutsî emirlerine, yasaklarına uymayı bir kutsal kulluk vazifesi bilsin.
11. Eğer Allah Teâlâ, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de alelacele verecek olsa idi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Artık bize kavuşmalarını ummayanları kendi azgınlıktan içinde şaşkın bir halde bırakırız.
11. Bu mübarek âyetler, bir'an evvel faideli şeylere kavuşmalarını aceleyle isteyen bir takım insanlara eğer lâyık oldukları cezaları da Cenâb-ı Hak, onların istemesi üzerine aceleyle verecek olsa idi hepsinin de derhal ölüp gitmiş olacaklarını hatırlatmaktadır. Ve insanların başlarına bir belâ gelince hemen Cenâb-ı Hak'ka yalvardıklarını ve bundan kurtulunca da hiç yalvarmamış gibi nankörce bir vaziyet almakta olduklarını ve böyle beyinsizce bir vaziyetin ise kendilerince güzel bir hareket imiş gibi görünmekte olduğunu kınama makamında beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer Allah Teâlâ insanlara) Allah'a kavuşmayı ümid etmeyen cahil inkarcı kimselere (hayrı çarçabuk istedikleri gibi) hayır hakkındaki dualarının aceleyle kabulünü arzu eder oldukları gibi (şerri de alelacele verecek olsa idi) yani: Onların şer ile, azap ile tehdit edildikleri zaman o şerrin azabın kendilerine hemen gelmesini bir alay yoluyla istemeleri üzerine Cenâb-ı Hak o şerri de derhal onların üzerine yöneltseydi (elbette onların ecellerini yitirivermiş) onları hemen helak kılmış (olurdu.) Velâkin onlara bir müddet mühlet vermektedir, (artık bize kavuşmalarını urumayanları) Allah'a kavuşmayı ümit etmeyen, mahşer âlemine, uhrevî cezaya inanmayan fasıkları (kendi azgınlıkları içinde) öyle dikkafalılıkları, inatlan içinde (şaşkın) çapkın, şaşkın (bir halde bırakırız) artık o sapıklıktan asla kurtulmuş olamazlar.
§ Rivayete göre "Nadir İbnül Hırs" gibi bir takım müşrikler. Peygamberimizin risâletini inkâr etmişler ve "Allah'ım!. Eğer Muhammed'in -Aleyhisselâm- peygamberlik iddiasındaki sözü doğru ise üzerimize gökten hemen ta; yağdır veya bize acıklı bir azap getir" demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur. Evet... Cenâb-ı Hak, onların üzerine o azabı vermemiş, hikmet gereği sonraya bırakmış, bilahara lâyık oldukları felâketlere onları uğratmıştır.
12. Ve insana bir sıkıntı dokununca da yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat, ondan o sıkıntıyı kaldırınca sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte haddi aşanlar için yapmakta oldukları şeyler böyle süslenmiştir.
12. (Ve insana) Yani: Kâfir olan bir şahsa (bir sıkıntı) hastalık, fakirlik gibi bir zarar, bir üzüntü (dokununca da) onun bertaraf olması için duaya başlar (yanı üzerine yatarken veyahut otururken veya ayakta iken) herhangi bir vaziyette bulunarak (bize dua eder) o zaman Cenâb-ı Hak'ka muhtaç olduğunu anlayarak o belânın giderilmesini ondan istirhamda bulunur. Bu sırf bir şahsî menfaat düşüncesiyle mecburiyet karşısında yapılmış bir istirhamdır. (Fakat ondan o sıkıntıyı kaldırınca) o uğramış olduğu musibeti giderince (sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider) yine küfr ve inkâr üzerine devam eder, başına gelen belâyı ve onun giderilmesi için Cenâb-ı Hak'ka yalvarmış olduğunu sanki unutmuş gibi bir vaziyet alır durur. (İşte haddi aşanlar için) Nefislerini bâtıla hizmetle zâyetmiş, mallarını gayrı meşru yerlere, putlara sarfetmekle telef eylemiş kimseler için (yapmakta oldukları şeyler) Allah'ı zikirden kaçınmaları, hayvânî arzularına düşkün olmaları vesair ahlâkî olmayan hareketleri (böyle süslenmiştir.) Onlar bu çirkin hareketlerini insaniyet eseri, bir medeniyet alâmeti, bir yükselme örneği gibi görür dururlar.
Bunlara o çirkin hareketlerinin öyle süslü gösterilmesi, ya kendilerinin kötü inançlarından, bâtıl hareketlerinden dolayı haklarında cezaya vesile olmak, kendilerini horluğa düşürmek, yardımdan mahrum bırakmak hikmetinden dolayı Allah tarafından vâki olmaktadır. Veyahut şeytan tarafından bir vesvese, bir yalan yere aldatma neticesi olarak vuku bulmaktadır.
13. Andolsun ki, biz sizden evvelki nice nesilleri zulmettikleri zaman helak ettik. Halbuki, onlara Peygamberleri mucizeler ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte günahkâr kavimleri biz böyle cezalandırırız.
13. Bu mübarek âyetler, geçmiş bir çok kavimlerin yapmış oldukları küfr ve zulm yüzünden helak olup gitmiş olduklarını beyan ile müslümanları uyanmaya davet ediyor, onların yerlerine geçen Muhammed ümmetinin de artık o geçmiş ümmetler gibi hareket etmemelerini şöylece ihtar buyuruyor. (And olsun ki) Yüce zatıma and olsun ki. Ey Mekke ehli!. Ey Hz. Muhammed'in Peygamberliğini tasdik ile mükellef olan kimseler!. (Biz sizden evvelki nice nesilleri) Nuh kavmi, Ad kavmi ve benzerleri gibi bir çok eski kavimleri (zulmettikleri) Peygamberlerini yalanlayıp, sapıklıklarına devam edip durdukları (zaman helak ettik) kendilerini lâyık oldukları cezalara mutlaka kavuşturduk, (halbuki onlara Peygamberleri mucizeler ile) sözlerinde doğru olduklarını gösterir açık ve parlak delillerle (gelmişlerdi) artık onlarca şüphe edilecek bir taraf kalmamıştı. Ona rağmen yine yalanlamalarında devam ediyorlardı. Evet... (Onlar ise) O helake uğramış miletler ise (imân eder olmadılar) onlar kabiliyetlerini, yaratılışlarını kötüye kullanmış oldukları için imân edecek bir yetenekte değillerdi, onların küfr üzere ölecekleri Allah katında biliniyordu. (İşte günahkâr kavimleri) Peygamberlerini yalanlayan, küfr ve şirk üzere devamda bulunan herhangi bir topluluğu (biz böyle) eski kavimleri helak ettiğimiz gibi (cezalandırırız) helake uğratırız. Artık ey son Peygamberi inkâra cür'et eden, cahil guruplar!. Siz de bunu düşünüp de o inkânnıza nihayet veriniz. Yoksa sizin akıbetiniz de geçmiş kavimlerin akibeti gibi helakten ibaret olacaktır.
14. Sonra onları müteakip sizi yeryüzünde halifeler yaptı ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.
14. Ey kendilerine Peygamberlerin en şereflisi gönderilmiş olan Muhammed Ümmeti!. (Sonra) O eski kavimleri helak etmemizi müteakip (sizi yeryüzünde halifeler yaptık) onların yerlerine sahip oldunuz, tarihî hallerini öğrendiniz. Sizi bu durumda bulundurdu (ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.) yeryüzünde hayır mı yoksa şer mi işleyeceğiniz meydana çıksın, hayat tarzınız görülsün, ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza verelim. Yani: Hal ve tavırlarınıza bakıp gören bir zâtın vereceği hükm, yapacağı muamele gibi bir hükmde, bir muamelede bulunalım, tâki hiçbir mazeret, bir bahane ileri sürmenize mahal kalmasın. Yoksa Kâinatın Yaratıcısı bütün mahlûklarının kabiliyetlerini, neler yapacaklarını daha meydana gelmelerinden evvel de bilmektedir. Şüphesiz buna inanıyoruz.
15. Onlara bizim açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşacaklarını ummayanlar dedi ki: Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için doğru olamaz. Ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum, başkasına değil. Şüphe yok ki, ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım.
15. Bu mübarek âyetler, bir takım inkarcıların Kur'an'ı Kerim hakkındaki cahilce taleplerini red etmektedir. O Kitab-ı Kerim'in ilâhî vahye dayanmış olup kimse tarafından değiştirilemeyeceğini ve bozulamayacağını ve Rasûlü Ekrem'in hayat tarzı bilindiğinden onun gerçeğe aykırı bir iddiada bulunmayacağını bildirmektedir. Cenâb-ı Hak'ka ve onun âyeti celîlesine karşı iftiracı şekilde harekette bulunanların da en zalim, kurtuluş ve selâmetten en mahrum kimseler olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlara) O müşriklere, inkarcılara (bizim açık ayetlerimiz) Hz. Muhammed'e indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim (okunduğu zaman) Allah'ın birliğine, Muhammed peygamberliğinin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden Kur'an âyetleri okununca (bize kavuşacaklarını urumayanlar) yani: Cenâb-ı Hak'kın azabından korkmayanlar, sevabına kavuşma arzusunda, ümidinde bulunmayanlar (dedi ki:) Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (bundan) bize okuduğun Kur'ân'dan tertibi ve mânâsı itibariyle (başka bir Kur'an) kendi tarafından (getir) bize onu oku (veya bunu değiştir.) bunların mânâlarını başka başka lâfızlar ile bildir. Başka bir tarzda tebliğ et. Resulüm!. Onlara (de ki: Onu) o Kur'an-ı Kerim'i (kendi tarafımdan değiştirmek) bozmak ve değiştirmek (benim için doğru olamaz) bu hiçbir şekilde düşünülmüş değildir, (ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Ben ona göre emir ve yasaklamada bulunurum, (başka değil) Ben hiçbir âyeti kendiliğimden değiştiremem ve yürürlükten kaldıramam, (şüphe yok ki) Öyle arzunuz doğrultusunda bir değiştirme ve bozmaya cür'et ile, (Rabbime isyan eder olursam büyük bir günün) kıyamet âleminin (azabından korkarım) ilâhî açıklamaların aksini iddiaya cür'et eden herhangi bir şahsın öyle büyük bir azaba uğrayacağına inanmış bulunmaktayım, artık öyle bir azabı gerektirecek bir şeye nasıl cür'et edebilirim?.
16. De ki: Eğer Allah Teâlâ dilese idi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Muhakkak ki, ben ondan evvel sizin aranızda bir ömür sürmüştüm. Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.
16. Resulüm!. Senden Kur'an-ı Kerim'in değiştirilmesini isteyen müşriklere (De ki: Eğer Allah Teâlâ dileseydi onu) o Kur'an-ı Kerim'i (size okumazdım) onu bana indirmezdi, onu size okumakla beni mükellef kılmazdı (ve onu size bildirmezdi) o Kur'an-ı Kerim'in lisanımla, tebliğim ile size bildirmiş olmazdı. Binaenaleyh onun size bildirilmesi, bir ilâhî bir iradeye dayanmaktadır, (muhakkak ki, ben ondan evvel) o Kur'an'ı Kerim'in bana vahyinden önce (sizin aranızda bir ömür sürdüm) kırk sene beraber yaşamıştık, bu müddet içinde ben ne bir kitap mütalâa etmiş, ne bir kimseden bir şey okumuş öğrenmiş değildim. Siz benim o halimi pekâlâ biliyordunuz. Şimdi böyle fevkalâde edebî, bir çok ilimleri, içeren, hikmetli bir kitabı size tebliğ edişim, bir harikadan, bir mucizeden başka neye yorumlanabilir?. (Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.) bir tefekkür ve mülâhazada bulunmaz mısınız ki, böyle belagat ve fesahati karşısında bütün âlimlerin, fasih beliğ ediplerin âciz kalmakta oldukları pek yüce bir kitabı, hayatı boyunca tahsil görmemi; bir kimse kendi tarafında tertip ve tanzim edemez. Artık öyle bir kutsal kitap nasıl inkâr edilebilir?. Onun değiştirilmesi ve bozulması, bir insandan nasıl istenilebilir?. Bu ne kadar cahilce bir iddia, bir temenni değil midir?.
17. Artık Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?. Şüphe yok ki, suçlular kurtuluşa eremezler.
17. (Artık Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunan) Cenab'ı Hak'ka ortak veya evlât isnadına cür'et eden ve o Yüce Mâbııd a ait olmayan bir kitabı ona isnat eyleyen kimseden (veya onun âyetlerini yalanlayandan) o ezelî yaratıcının birliğine delâlet eden hârikaları, onların doğruluğunu kabul etmeyen bir şahıstan (daha zalim kim vardır) elbette ondan daha zalim kimse yoktur. Artık (şüphe yok ki,) öyle müşrik, inkarcı olan (suçlular) hiçbir şekilde (kurtuluşa) onlar ebedî olarak azap görüp duracaklardır. Ne büyük bir felâket!.
18. Ve onlar. Allah Teâlâ'yı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda veremiyecek olanlara ibâdet ederler ve derler ki: Bunlar Allah Teâlâ'nın yanında bizim şefaatcilerimizdir. De ki: Allah Teâlâ'ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?. O -Yüce Yaratıcı- onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.
18. Bu âyeti kerime müşriklerin hiçbirşeye güçleri yetmeyen bir takım putlara ne kadar ahmakça bir kanaatle tapınmakta olduklarını bildiriyor. Mevcut olmadıklarından dolayı Allah'ın ilminin teallukuna mahal olmayan asılsız şeyleri var sanarak ne yanlış lâkırdılarda, ne müşrikçe hareketlere bulunduklarını teşhir ediyor. Şöyle ki: (Ve onlar) O müşrikler (Allah Teâlâ'yı bırakıp kendilerine ne) ibâdet edilmediği takdirde (zarar ve ne de) ibâdet edildiği takdirde (menfaat veremiyecek olanlara) bir takım putlara (ibâdet ederler) öyle ibâdete lâyık olmayanları mabut edinirler, (ve) O ibâdet ettikleri şeyler hakkında (derler ki, bunlar Allah Teâlâ'nın yanında bizim şefaatcilerimizdir.) Biz bunlara tapıyoruz ki, yarın âhirette bize şefaat etsinler. Resulüm!. O cahillere (de ki: Allah Teâlâ'ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mî) yani: Hiç bir yerde mevcut olmayıp vehm edilmiş bulunan, asla vücudu bulunmayan bir şefaatçi mi (haber veriyorsunuz?.) o putlar öyle bir şefaate kaadir selâhiyetli değildirler ki, onların yapacakları şefaate ilâhî İlim lâyık olsun. Böyle bir şefaat asla olamaz, (o) Yüce Yaratıcı (onların) o müşriklerin Yüce Allah'a (ortak koştukları şeylerden) ve onların küfr ve şirkinden (uzaktır, yücedir.) Evet... Cenâb-ı Hak'kın o kendisine ortak kabul edilip şefaatleri beklenilen putlardan ve bütün noksanlık lekelerinden yüce olduğu apaçıktır. Onun bütün kâinattan yüce olduğu hakikatin kendisidir. Bütün insanların en önde gelen vazifesi de o Yüce Yaratıcı Hazretlerini böyle bilip böyle inanmaktadır, ondan başka hiç bir şeye ibâdet etmenin caiz olmadığını kesinlikle bilip ancak o ezelî ve kerem sahibi mabuda ibâdet ve taatte bulunmaktır.
§ Tefsiri Kebirde ve Essiracül Münir'de bildirildiği üzere bir takım müşrikler, şu gibi bâtıl ihtimallerden dolayı putlara, heykellere tapmakta, onları kendileri için şefaatçi kabul eylemektedirler.
(1) Bir kısım müşriklere göre bu âlemin çeşitli iklimlerinden her biri için eflâk âleminin ruhlarından belirli bir ruh vardır. Artık bu ruh için bir put tayin etmişler, bu ruha ibâdet etmek maksadıyle o puta ibâdetle meşgul olmuşlardır. Sonra da şöyle inanırlar ki, o ruh. Yüce Allah'ın kuludur, ona ibâdette bulunur.
(2) Bir kısım müşrikler, yıldızların da Cenab'ı Hak gibi ) I ah lığa lâyık olduklarına kaani bulunmuşlar, sonra yıldızların doğduğu, battığı ve dâima karşılarında bulunmadıkları için yıldızlar için muayyen putlar yapmışlar, bu putlara ibâdet ederek bununla o yıldızlara ibâdet kasdinde bulunmuşlardır.
(3) Bir kısım müşrikler de yapmış oldukları putların üzerine tılsımlar = sihir nevinden kuruntu şeyler koymuşlar, sonra onlara bu şekilde yaklaşmak isteyerek tapınmışlardır.
(4) Bir takım müşrikler de putlarını kendi Peygamberlerinin, büyüklerinin birer sureti olmak üzere tertib etmişler ve iddia eylemişler ki, bu heykellere ibâdetle meşgul olurlarsa o büyükleri kendileri için Allah katında şefaatçi olurlar.
(5) Bir takım müşrikler de Cenâb-ı Hak'kın bir en büyük nur, meleklerin de birer nur olduklarına inanmışlar, artık Allah'ın zatı için en büyük bir put, meleklerin suretleri için de birer başka suretler vücude getirmişler, bunlara tapınmakta bulunmuşlardır.
(6) Bir kısım müşrikler de ihtimâl ki, Hululiye mezhebinde bulunmuşlar, Allah Teâlâ'nın bazı yüce, şerefli cisimlere girdiğine inanmışlar, o cisimler adına putlar yaparak onlara tapınıp durmuşlardır.
Müslümanların bazı din büyüklerinden şefaat beklemeleri, onların kabirlerini ziyaret ve imar eylemeleri ise onlara bir ibâdet maksadıyle değildir. Allah'ın izni olmadıkça onların şefaatte bulunamıyacaklarını bilirler. Artık öyle din büyüklerine sadece sahip oldukları dinî faziletten dolayı hürmet etmek, Cenâb-ı Hak'kın müsaadesi ile onların şefaatde bulunabilmelerini ümit eylemek, elbette ki putperestlerin o cahilce halleriyle mukayesesi asla mümkün değildir. Her müslüman bilir ki, hiçbir mahlûka karşı ibâdet maksadiyle saygıda bulumak asla caiz olamaz.
Müşriklerin putlara, mahlûklara karşı ibâdette bulunmalarının ne kadar bâtıl bir kanaat neticesi olduğunu bu âyeti kerime göstermiş bulunuyor. Şöyle ki:
(1) Putlar, heykeller bütün cansız varlıklar kabilinden şeylerdir. Bunlar bir kimseye ne fâide ve ne de zarar verecek bir mahiyette değildirler. Kendilerini parça parça edenlere karşı bile müdafaaya asla kaadir olamazlar. Artık bunlardan ne beklenir?.
(2) Mâbııd olan, ibâdet edenden daha ziyade kudretli bulunmalıdır. Halbuki putlara tapanlar, o putlardan daha kudretlidirler. O putları kendileri yapıyorlar, kendileri yürütüyorlar, kendileri muhafaza ediyorlar. Kendileri böyle harekete, faaliyete, nefislerini muhafazaya kaadir oldukları halde taptıkları putlar bundan mahrumdurlar. Artık böyle âciz şeylerden ne beklenebilir?.
(3) İbâdet, saygı türlerinin en büyüğüdür. Böyle bir saygıya ise kendisinden en büyük nimetlerin sâdır olduğu zâttan başkası lâyık olamaz, insanlara hayatı, akıllı, kudreti, hayat ve âhirete ait faydalan ihsan eden ancak Allah Teâlâ Hazretleridir. Artık ondan başkasına öyle son derece bir saygı nasıl yapılabilir?. "Ondan başka ilâh yoktur..."
19. Ve insanlar bir ümmetten başka değildir. Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbin tarafından geçmiş bir kelime bulunmasa idi onların arasında ihtilâfa düştükleri şey huşunda elbette ki -derhal-hükmolunurdu.
19. Bu âyeti kerime, insanların vaktiyle bir millet halinde olup daha sonra ihtilafa düşmüş olduklarını, bu ihtilâfın cezasına bir hikmet gereği derhal kavuşturul m ayıp onlara bir müddet mühlet verilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve insanlar) Vaktiyle (bir ümmetten) aralarında birlik bulunan bir cemaatden (başka değildi) yani: hepsi de Islâmiyetten ibaret olan hak bir din üzere idiler. Çünki Alanın birliği esasına sahip olan İslâmiyet, selim fıtrat gereğidir. İşte insanlar, başlangıçta bu yaratılış üzere idiler. Aralarındaki bu birlik Hz. Adem'den itibaren Habil'i, Kabil'in öldürdüğü zamana kadar devam etmiştir. Veya İdris veya tufandan sonra Nuh Aleyhisselâm'ın zamanında tahakkuk etmiştir. (Sonra ihtilâfa düştüler) yani: Bir kısmı dinde sebat etti, bir kısmı da küfre düştü. Selîm yaratılışa aykırı bir vaziyet aldı, (eğer Rab'bin tarafından geçmiş» ezel âleminde beri takdir buyurulmuş (bir kelime) ilâhî bi hüküm, bir kısım hadiseler, ihtilaflar hakkındaki mükâfatların ve cezaların tehirine, kıyamet gününe bırakılmasına ait bir ilâhî takdir (bulunmasa idi) böyle bir tehir, hikmet gereği olmasa idi (onların) o insanların (arasında ihtilâfa düştükleri şey) ilâhî din (hususunda elbette ki) derhal (hükm olunurdu) sözlerinde, hareketlerinde doğru olanlar yaşatılır, bâtıl yapanlar da hemen helake mâruz bırakılırdı. Fakat Cenâb-ı Hak'kın rahmeti gazabına sabk etmiştir. İnsanlara düşünüp hallerini ıslah edebilmeleri için bir yaşayış müddeti verilmektedir. Bu da bir ilâhî merahmet eseridir. Ve böyle bir müddet verilmesi, insanların bir mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmamak hikmetini de içermektedir.
20. Ve derler ki: Ona Rabbi tarafından bir mucize indirilmeli değil midir?. De ki: Gayıp ancak Allah içindir. Artık siz bekleyiniz, şüphe yok ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
20. (Ve) Mekke'deki müşrikler, (derler ki: Ona) yani peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed Aleyhisselâm'a (Rabbi tarafından bir mucize) bir harika (indirilmeli değil midir?.) o da diğer Peygamberlerin göstermiş oldukları âsâ, beyaz el, ölüleri diriltmek gibi bir harika meydana getirmelidir ki, peygamberliğini tasdik edelim. Resulüm!. O inatçı inkarcılara (de ki: Gayıp ancak Allah içindir) insanlar için hikmet ve menfaat görülemeyecek hususları bilmek Cenâb-ı Hak'ka mahsustur. Bir takım hârikaların meydana getirilip getirilmemesi de O Yüce Yaratıcının iradesine, hükmüne aittir. Ben ona nasıl karışabilirim. Benim vazifem İslâm dinini tebliğdir. (Artık) Ey inkarcılar!, (siz bekleyiniz) Bakınız ki, sonunuz ne olacak, nasıl azaplara uğrayacaksınızdır, (şüphe yok ki, ben de, sizinle beraber) hakkınızda Cenâb-ı Hak'kın ne yapacağını (bekleyenlerdenim) bakalım ne gibi azaplara mâruz kalacaksınızdır?. Evet... Kur'an gibi bir eşsiz kelâm, bir ebedî mucize meydandadır. Bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuz açıktır. Artık başka bir mucize istemenize ne lüzum var?. Sizin bu haliniz, en büyük bir cehalet eseridir, en açık bir inâdî küfürden başka değildir. Binaenaleyh bunun cezasını bekleyiniz, şüphe yok ki, ergeç bu cezaya kavuşacaksınızdır.
Bu sûre'î celîle, Kur'an'ı Kerimin onuncu süresidir, sahih görülen kavle göre bütün âyetleri Mekke'i Mükerreme'de nazil olmuştur. (109) âyeti celîleden meydana gelmektedir. Bir rivayete göre de (40 41) âyeti kerimesi ve diğer bir rivayete göre de 94, 95 ve 96)'ıncı âyetleri Medine'i Münevvere'de inmiştir.
Bu mübarek süre de, birçok mühim meseleleri aydınlatmaktadır. Hz. Nuh'a, Hz. Musa'ya dâir de bilgi vermektedir. Fakat bu süre'i celîlenin birçok âyetleri Allah'ın "ahmetinin azabından daha fazla tecelli ettiğini bildirmektedir. Hz. Yûnus aleyhisselâm'ın kavmi hakkında da bu ilâhî rahmetin tecelli etmiş olduğunu bu süre'i celîlede zikredildiğinden bu münasebetle buna "Yûnus Süresi" adı verilmiştir. Nitekim Uz. Yünü s'a dair ileride verilecek bilgiler, bu hususu aydınlatacaktır.
1. Elif, Lâm, Ra. İşte onlar, hikmetli olan kitabın ayetleridir.
1. Bu mübarek âyetler, ilâhî âyetlerin yüceliğini bildirmektedir. İnsanları müjdelemek ve Allah'ın azabından korkutmak için Yüce bir Peygamberin ilâhî vahye m az har olmasının şaşılacak bir şey olmadığını ihtar ve kâfirlerin bâtıl iddialarını gözler önüne sermektedir. Şöyle ki: (Elif, lâm, ra) Müteşabihatdan olan bir mübarek kelimedir. Bunun mânâsını Allah'ın ilmine havale ederiz. Buna dâir "Bakara süresr'inde bilgi verilmiştir. Maamafih Ibni Abbas Hazretlerinden rivayet edildiğine göre bunun mânâsı: "Ben Allah Teâlâ'yım, görürüm" demektir. Veya "Rab olan benim, benden başka Rab yoktur" meâlindedir. (İşte onlar) Bu süredeki veya bundan evvelki sürelerdeki muazzam âyetler (hikmetli olan kitabın ayetleridir.) Yani: Onlar, bütün hikmet dolu Kur'an'ın ayetleridir. Veya onlar dinî meselelere, Hz. Peygamber'in risaletindeki doğruluğuna hükmeden ve manevî yönden hikmetli olan ilâhî kitabın ayetleridir. Veya onlar, nice hikmetleri, hakikatları içeren lâvh-ı mahfuzda sabit olan ayetleridir. Artık bu mübarek kutsî, âyetleri kim inkâr edebilir?.
2. İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele ki, şüphesiz onlar için rabbleri katında yüksek bir doğruluk makamı vardır, diye onlardan bir erkeğe vahyetmiş olmamız insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, kâfirler, bu şüphe yok ki bir apaçık sihirbazdır, dediler.
2. Vaktiyle Mekke ahalisi. Peygamber Efendimizin Peygamberliğini inkâr etmişler, Cenâb-ı Hak, başka birisini bulamadı mı ki. Ebü Tâlib'in yetimini insanlara Peygamber gönderdi, diye cahilce lâkırdılarda bulunmuşlardı. İşte onları red için buyruluyor ki: (İnsanları uyar) Onlara dünyevî ve uhrevî felâketleri bildirerek kendilerini uyanmaya davet et (ve imân edenleri) de maddî ve manevî nice mükâfatlara kavuşacaklarını kendilerine bilirerek (müjdele ki: Şüphesiz onlar için) o imân sahiplerine mahsus (rableri katında) âhiret âleminde, Cenâb-ı Hak'kın manevî katında (bir kademe sıdk vardır.) yani: Onlar için güzel amellerinden dolayı bir hayırlı son vardır veya yok olmayacak bir yüce makam vardır veyahut onların haklarında Rasülullah'ın şefaat edeceği bildirilmiştir (diye onlardan) o Mekke ehlinden (bir erkeğe) onların seçkin bir grubundan olan Kureyş kabilesine mensup Hz. Muhammed'e (vahyetmiş olmamız) onu Peygamberlik şerefine kavuşturmamız (insanlar için şaşılacak birşey mi oldu ki) o hayrete düşen kâfirler, o mübarek Peygamberin risaletini uzak görerek inkâra cür'et ettiler. O (kâfirler) Hz. Muhammed Aleyhisselâm hakkında (bu) Peygamberlik iddiasında bulunan (apaçık bir sihirbazdır dediler!.) onun gösterdiği mucizeleri, Kur'an âyetlerini birer sihir sandılar, onda tecelli eden mükemmellikler! görmekten mahrum kaldılar. Halbuki: Kur'an'ı Kerim'in bir sihir eseri değil, bir mucize kitap olduğu parlayıp durmaktadır. O sihir değil, ilâhî bir vahyin neticesidir. Onun bütün beyanları, hikmete, fazîlete, insanlık âdabına, sosyal ve siyasî hükümlere ve diğer hususlara aittir. Artık ona nasıl bir sihir denilebilir?. Onu tebliğ etmekle emrolunan zâta da nasıl sihirbaz vasfı verilebilir?
3. Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu. Her işi idare ediyor. Hiçbir şefaat edici yoktur. ancak onun izninden sonra. İşte sizin Rabbiniz Odur. Artık ona ibâdet ediniz, siz hiç. düşünmez misiniz?.
3. Bu mübarek âyetler. Kâinatın Yaratıcısının varlık alanına getirdiği eşsiz yaratılıştaki eserlerini insanlığın dikkatlerine sunuyor, bütün mahlûkatı hakkında yalnız onun emir ve takdirinin cereyan etmekte olduğunu bildiriyor, ve ebediyet âleminde mü'minlerin mükâfata kavuracaklarını kâfirlerin de elem verici azaplara uğrayacaklarını haber veriyor. Allah'ın kudretiyle ne hârikaların meydana geleceğine işaret ederek ilâhî vahiyden dolayı hayrete düşmeye mahal bulunmadığını jöylece gösteriyor: (Muhakkak ki. Rabbiniz) Sizi yaratan, yaşatan, terbiye eden (o Allah Teâlâ'dır ki,) Yüce kudretiyle (gökleri ve yeri altı günde yarattı) yani: Dünya günlerinin altısına eşit bir zaman içinde meydana getirdi. Aslında Cenâb-ı Hak, dileseydi bunları bir anda da yaratabilirdi. Fakat bir takım hikmetlerden dolayı ve kısacası halka sağlam yapmayı ve yavaş davranmayı öğretmek için böyle altı günlük bir müddet içinde yaratmıştır ki, bunların herbiri o Yüce Yaratıcının varlığına, kudret ve yüceliğine birer delil makamında bulunmaktadır. (Sonra arş üzerine istiva buyurdu) Bütün bunların üstünde irâdesi ve kudreti hüküm sürüp durdu. O Hikmet Sahibi Yaratıcı (her işi) her dilediği şeyi (idare ediyor) bunların hakkında hikmetinin gereğine göre kudreti ve irâdesi hükümran oluyor. Göklerin ve yerin durumunu düzenliyor, bunlardan dilediğini meydana getiriyor, dilediğini de mahvediyor. Bütün kâinatın işlerinin idaresi o Yüce yaratıcıya ait bulunuyor, (hiçbir şefaat edici yoktur) Hiçbir kimse, başkası hakkında şefaate, onu kurtarmaya bizzat selâhiyetli değildir, (ancak onun) O Kâinatın Yaratıcısının (izninden) müsaadesinden (sonra) şefaat edebilir. Çünki bütün mahlûkat üzerinde müstakil olarak hâkimiyet, o Kâinatın Yaratıcısına aittir. Onun müsaadesi olmadıkça hiçbir kimse bir şeye kaadir ve selâhiyetli olamaz. Artık bir takım müşriklerin, putlarından şefaat urumaları nasıl doğru olabilir?. Bu âyeti celîle, o müşriklere karşı bir reddiye mahiyetindedir. Ancak Cenâb-ı Hak'kın salih kulları, Hak Teâlâ'nın müsaadesi şartiyle bazı günahkârlar hakkında şefaatte bulunabileceklerdir. Bu âyeti kerîme, buna da işaret buyurmaktadır. Çünki böyle bir şefaatin Allah'ın izni ile mümkün olacağını göstermektedir. (İşte sizin Rabbiniz o'dur) O ilahlık ve rablık sıfatiyle vasıflanmış, bütün Kâinatın Yaratıcısı bulunan o Yüce Mabuddur, (artık) Ey insanlar!. Hepiniz (ona) o Yüce yaratıcıya (ibâdet ediniz) onu birleyin ve teşbih edin, ona hiçbir kimseyi ortak koşmayın. (Siz hiç düşünmez misiniz?.) Ey gafil insanlar!. Gözlerinizin önündeki bu kadar yaratılış eserleri, Cenâb-ı Hak'kın varlığına, birliğine, kudret ve yüceliğine işaret edip dururken siz bu hususta hiç tefekküre dalmaz mısınız? Ondan başka Rablığa, mâbudluğa lâyık bir kimsenin bulunamayacağını anlayamaz mısınız ki, öyle bir takım putlara, insanlara tapınıp durmayasınız?. O Kerem Sahibi Yaratıcının Peygamberlerini, kitaplarını, ilâhî vahyini inkâra cür'et gösterip tasdik edesiniz.
§ Bu âyeti celîledeki istivadan maksat, lügat anlamı itibariyle olan bir istiva, bir istikrar yani, birşey üzerinde yerleşmek, bir seviyede bulunmak demek değildir. Çünki Cenâb-ı Hak böyle bir istivadan uzaktır. Bütün mevcudat daha yaratılmamış iken O Yüce Yaratıcı yine var idi. Onun mekâna ihtiyaçtan uzak olduğu binlerce delil ile sabittir. O halde bu istivadan maksat, Hak Teâlâ'nın bütün kâinata sahip, onların üstünde hükmedici olması ve hepsi hakkında ilâhî kudretinin cereyan etmesi demektir.
§ Arş: Lügatte, çardak, kubbe, taht gibi mânâları ifade eder. Şeriat dininde Arş: Göklerin üstündeki bir yüce âlemden ibarettir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyeti kerimedeki arştan maksat, bütün göklerin üstünde bulunan büyük ve yüce bir âlemden ibarettir. Cenâb-ı Hak'kın arş üzerine istivasından, maksat ise, böyle muazzam bir âlem üzerinde de ilâhî hükmün cereyan ettiğini beyandan, ilâhî hakimiyetin yüceliğini tasvirden ibarettir. Artık bunun aşağısındaki âlemlerde de o ilâhî hükmün geçerli olacağı pek edebî bir şekilde anlatılmış bulunmaktadır. Veyahut bu arştan maksat, mutlaka ilâhî mülktür ki, bütün bu kâinat, Cenâb-ı Hak'kın kudret ve hâkimiyeti altında bulunduğu için bunların üzerine istivadan maksat, bütün bunların üzerinde ilâhî hakimiyetin cereyan ettiğini beyandan ibarettir. Yoksa Allah T e âlâ Hazretleri ezelî ve ebedî olduğundan sonradan olan herhangi bir makam üzerinde bulunmak ihtiyacından uzaktır. Buna inancımız tamdır.
4. Dönüşünüz cümleten O'nadır. Bu, Allah Teâlâ'nın kesin olan vadidir. Şüphe yok ki, o mahlûkatı önce meydana getirir, sonra da geriye çevirir ki, imân etmiş ve Salih amellerde vardır.
bulunmuş olanları adaletle mükâfata kavuştursun. Kâfir olanlar için de küfretmekle oldukları şeyler sebebiyle kızgın sudan bir içki ve pek acıklı bir azap
4. Ey insanlar!. Bir kere düşününüz; şüphe yok ki: (Dönüşünüz cümleten o'nadır) Hepiniz öleceksiniz, hepiniz mahşere sevkedileceksiniz, Cenâb-ı Hak'kın muhakemesine tâbi olacaksınızdır. (Bu) O Yüce Mâbud böyle dönüşünüz (Allah Teâlâ'nın kesin olan vâdîdir) bu bir hakikattir, bunda bir yalan düşünülmüş değildir, (şüphe yokki, o) Yüce Yaratıcı (halkı önce meydana getirir) hayata kavuşturur (sonra da geri çevirir) öldürür, tekrar hayata erdirir (ki) dünyada iken Allah'a (imân etmiş ve salih amellerde bulunmuş olanları) bu dindarca hareketlerinden dolayı (adaletle) onları lâik oldukları sevaplarından birşey noksan etmeksizin (mükâfata nail buyursun) kendilerini ebedî selâmete, saadete erdirsin (kâfir olanlar için de) dünyada iken Yüce Yaratıcıyı birlemek ve tasdik etmekten mahrum olarak (küfretmekte oldukları şeyler sebebiyle) âhirette (kızgın sudan) son derece hararetli, yakıcı (bir içki ve pek acıklı) fevkalâde tesirli (bir azap vardır) onlar herhalde bu azaba uğrayıp duracaklardır. Artık inkarcılar, o ilâhî vahyi garip bulup tasdik etmeyenler, bu pek korkunç akıbetlerini düşünmeli değil midirler?.
5. O, o -Yüce Yaratıcı- dir ki: Güneş'i bir ışık, Ay'ı da bir nur kıldı. Ve ona menziller tâyin etti ki, senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah T e âlâ bunları ancak hak ile yarattı. Bilen bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak beyan buyuruyor.
5. Bu mübarek âyetler de âlemin yaratıcısının kudret ve azametine pek parlak bir surette işaret eden bir kısım eserlerine dikkatleri çekmektedir. Kâinatın Yaratıcısının yaratmış olduğu bu eşsiz eserlerdeki hikmet ve menfaata işaret ederek insanlığı şöylece uyanmaya davet buyurmaktadır. Ey insanlar!, (o) ezelî ve kerem sahibi mabudunuz (o) Yüce Yaratıcı (dır ki) hergün ufukları aydınlatan (Güneşi bir ışık) bizzat parlak bir mahiyette yarattı. (Ay'ı da bir nur) güneşin ışığıyla yüzü nurlar içinde kalan bir parlak küre (kıldı) onunla geceleri aydınlattı. (Ve ona) O ay'a veya güneş ile aydan herbirine (menziller tâyin etti) heyet ilminde beyan olunduğu üzere güneşin çeşitli doğuş yerleri vardır. Vakit vakit doğarak yerküresinin muhtelif kısımlarını ışıklar içinde bırakır. Bir muhitte batarak diğer bir muhitte doğmaya başlar, böylece geceleri ve gündüzleri meydana getirir. Güneşin hareketiyle dört mevsim de meydana gelir.
Ayın da gökte çeşitli menziller! konak yerleri vardır. Çeşitli yerlerden doğmaya başlar. Güneşle karşı karşı geldiği oranda ışık peyda eder. Yeryüzünde olanlara çeşitli şekilde yüzünü gösterir, kâh hoş bir hilâl şeklini alır, kâh tamamen yüzü ışıklar içinde kalır. Bu sayede insanlar ayların, haftaların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. Ayın görünen tarafı dâima muhtelif vaziyetlerde bulunduğundan bununla muhtelif vakitleri tâyin etmek şehir halkı için de, çöl halkı için de kolay bulunmaktadır. Ayın görünen kısmındaki değişiklik, vakitlerin miktarını bilmek için sonuç çıkarma vasıtasıdır. Bunun içindir ki, İslâm dininde ay yılı kabul edilmiştir. Omç gibi ibadetlerde, bayram gibi dinî günlerde hilalin görülmesine itibar edilir. Senelerin müddeti de şer'an
oniki kamerî aydan ibarettir. Niteldm bir âyeti kerime de ayların sayısı on ikidir... (Tevbe, 9/36) buyurulmuştur.
Kısacası: Cenâb-ı Hak güneş için ve özellikle ay için öyle çeşitli menziller, yaratmıştır, (ki senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz) Evet... İnsanlar bu sayede ayların, günlerin vakitlerini, müddetlerini bilerek muamelelerini, hareketlerini tâyin ve tanzime muvaffak olurlar. (Allah Teâlâ bunları) Bu bildirilen gök cisimlerin! vesaireyi (hak ile yarattı) bunları boş yere yaratmadı, belki kullarının faideleri için yarattı. Kendi kudret ve azametini, birliğinin delillerini göstermek için meydana getirdi. İşte Cenâb-ı Hak (bilen bir kavim için) hak ve hakikati düşünen, bu yaratılış alemindeki hikmet ve faydayı düşünebilen, zekâsını ilm ve irfan nurlariyle aydınlatmak isteyen bir insanlık cemiyetinin istifadesi için (âyetlerini) birliğine, azamet ve yüceliğine, şahitlik eden açık delilleri, bu kâinattaki güzel eserleri (ayrıntılı olarak) açık, tafsilatlı, birbirini müteakip bir surette (beyan buyuruyor) artık insanların vazifesi de bu kutsî âyetleri, bu harikulade eserleri nazarı İtibara alarak inançlarını amellerini güzelce tanzime çalışmaktan ibarettir.
6. Şüphe yok ki, gece ile gündüzün birbirini takib etmesinde ve Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerlerde yaratmış olduğu şeylerde sakınan bir kavim için elbette âyetler vardır.
6. (Şüphe yok ki gece ile gündüzün) ihtilâfında (birbirine takib etmesinde) gündüzlerin ve gecelerin devam etmeyip dâima değişip durmasında; müddetlerin azalıp çoğalmasında (ve Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylerde) kısacası gök kubbesini süsleyen binlerce ışıklı, aydınlık yüce cisimlerin varlığında, yeryüzündeki çeşitli denizlerin, ırmakların, dağların, sahraların, madenlerin, bitkilerin, ağaçların, hayvanların varlıklarında (sakınanlar) Allah Teâlâ'dan korkan, kulluk vazifesini yerine getirmeye çalışan (bir kavim için elbette âyetler) Allah'ın kudretine işaretler, şahitlikler (vardır) takva sahibi, hakikaten aydın olan zatlar elbette bunları görür, bunlardan yararlanırlar. Kalplerinde irfan nuru daha fazla parlamaya başlar durur.
7. O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümit etmezler ve dünya hayatına razı olmuşlar ve onunla mutmain olmuşlardır ve o kimseler ki onlar bizim âyetlerimizden gafillerdir.
7. Bu mübarek âyetler, âhireti inkâr edip dünya hayatına tutkun olan dinsizlerin nasıl felâketlere uğrayacaklarını bildirmektedir, İmân ve salih amel sahiplerinin de nasıl bir saadete ereceklerini, nasıl yüce bir teşbih ve tehlil ile kulluk lisanlarını süsleyeceklerini şöylece beyân buyurmaktadır: (O kimseler ki, bize kavuşacaklarını ümid etmezler) Ahiret âlemine sevkedilerek hesaba muhakemeye tâbi olacaklarına inanmazlar veyahut ilâhî azabı düşünerek ondan korkmazlar (ve dünya hayatına razı olmuşlar) bu hayatın yok olmayacağına kanaat getirmiş gibi ona sarılmış durmuşlar, ebedî hayatı düşünmez bir hâle gelmişlerdir (ve onunla) dünya hayatı ile (mutmain bulunmuşlardır) bütün arzularına kavuşmuşlar gibi bir emniyet içinde gaflete dalmış durmuşlardır, (ve o kimseler ki, onlar bizim âyeücrimîzden gafillerdir) Cenâb-ı Hak'kın birliğine, mabutluğuna, insanlığın O Yüce Yaratıcıya ibâdet ve itaatle mükellef olduğuna, dünya hayatının çabucak yok olup başka âlemlerin varlığına vesâireye ait olan ayrıntılı ilâhî âyetlerden, ihtarlardan gaflete dalmış, onları asla düşünmemişlerdir.
8. İşte onların varacakları yer, kendi kazanmış oldukları şey sebebiyle ateştir.
8. (İşte onların) O yukarıda dört türlü vasıfları bildirilen günahkâr, inkarcı, gafil kimselerin yarın âhirette (varacakları yer) onların bir daha ayrılamayacakları yurtları, karargâhları (kendi kazanmış oldukları şey) şirk ve isyanları (sebebiyle ateştir) cehennem azabıdır. Artık dünyada iken ne kadar yanlış bir kanaatde bulunmuş olduklarını o zaman anlayacaklardır. Ne yazık ki artık yapacakları pişmanlık, kendilerine asla fâide vermeyecektir.
9. O kimseler ki, imân ettiler ve salih amellerde bulundular, muhakkak ki, onları imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir, nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.
9. Fakat (O kimseler ki) o düşünen: Aydın zatlar ki, daha dünyada iken (imân ettiler) Allah Teâlâ'nın varlığını, birliğini, kudret ve azametini bilip tasdik eylediler. onun dinine kavuşup gafletten kaçındılar (ve s alili amellerde bulundular) üzerlerine düşen namaz gibi oruç gibi kulluk vazifelerini yerine getirmeye çalıştılar, dünya varlığına kalplerini bağlayarak ebediyet âlemini hiç hatırlamayan dinsizler gibi bir bâtıl kanaatde bulunmaktan sakındılar. (Muhakkak ki, onları) da öyle doğru, Allah'ın rızasına uygun bir şekilde (imân etmiş olmaları sebebiyle Rableri hidayete erdirir) onları selâmet ve saadete kavuşturur, nice ebedî nimetlere kavuşturur. Özellikle (naim cennetlerinde) birer nimet, selâmet, hoş dirlik mahallerinde, gayet güzel bahçelerde, bostanlarda tahdlar üzerinde otururlar, önlerinden, alt taraflarından nehirlerin güzel güzel akıp gitmekte olduklarını görürler. Evet... Onların böyle (altlarından ırmaklar akar) gider, onlar da bu ırmakların öyle pek hoş, zevk veren akışlarını seyrederek bir büyük manevî şevk ve zevk ile Cenâb-ı Hak'ka hamd ve şükr eder dururlar.
10. Orada duaları: Sübhanekâllahümme = Ya ilâhî!. Seni teşbih ve tenzih ederiz'dir. Orada sağlık temennileri de: "selâm = selâmette olunuz" dur. Dualarının sonu da: Elhamdülillah! Rabbilâlemîn = Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'ya mahsustur.
10. Evet... Böyle cennetlere kavuşan mes'ud kulların (Orada) o cennet âleminde, o ebedî nimetlere kavuşmaları sırasında Kerem Sahibi Yaratıcıyı kutsamak için (duaları) kulluk arzında bulunmaları (Sübhanekâllahümme) demeleridir. Yani: Ey Allah'ım!. Seni tespih ve tenzih ederiz, diye saygı göstermeye devam etmeleridir, lisanlarını böyle bir ilâhî zikr ile süslemeleri ve aydınlatmalarıdır. (Ve orada) O cennetler âleminde (sağlık temennileri de selâmdır) yani: Birbirine karşı ve melekler de onlara yönelerek selâmette olunuz, her türlü çirkin, hoş olmayan şeylerden selâmet içinde bulunarak ebedî bir saadet içinde yaşayınız, diye iltifatta bulunmaktır. Nitekim bir âyeti kerime de: Cennet ehlinin yanına meleklerin her bir kapıdan girerek "selâmün aleyküm" diye selâm vereceklerini beyan buyurmaktadır. Cennet ehlinin dualarının sonu da (Elhamdülilâhî Rabbilâlemîn) demekten ibarettir. Yani: Cennetlere kavuşan zatlar, ulaştıktan sonsuz nimetlerden dolayı kerem ve merhamet sahibi olan Cenâb-ı Hak'ka karşı şükürlerini sunmaya çalışırlar, "hamd ve şükr âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ Hazretlerine mahsustur" diyerek kulluk lisanlarını süslerler. Binaenaleyh her mü'min için lâzımdır ki, kavuştuğu bütün maddî ve manevî nimetlerden dolayı daima Cenâb-ı Hak'ka hamd ve şükre çalışsın, onun kutsî emirlerine, yasaklarına uymayı bir kutsal kulluk vazifesi bilsin.
11. Eğer Allah Teâlâ, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de alelacele verecek olsa idi elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Artık bize kavuşmalarını ummayanları kendi azgınlıktan içinde şaşkın bir halde bırakırız.
11. Bu mübarek âyetler, bir'an evvel faideli şeylere kavuşmalarını aceleyle isteyen bir takım insanlara eğer lâyık oldukları cezaları da Cenâb-ı Hak, onların istemesi üzerine aceleyle verecek olsa idi hepsinin de derhal ölüp gitmiş olacaklarını hatırlatmaktadır. Ve insanların başlarına bir belâ gelince hemen Cenâb-ı Hak'ka yalvardıklarını ve bundan kurtulunca da hiç yalvarmamış gibi nankörce bir vaziyet almakta olduklarını ve böyle beyinsizce bir vaziyetin ise kendilerince güzel bir hareket imiş gibi görünmekte olduğunu kınama makamında beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Eğer Allah Teâlâ insanlara) Allah'a kavuşmayı ümid etmeyen cahil inkarcı kimselere (hayrı çarçabuk istedikleri gibi) hayır hakkındaki dualarının aceleyle kabulünü arzu eder oldukları gibi (şerri de alelacele verecek olsa idi) yani: Onların şer ile, azap ile tehdit edildikleri zaman o şerrin azabın kendilerine hemen gelmesini bir alay yoluyla istemeleri üzerine Cenâb-ı Hak o şerri de derhal onların üzerine yöneltseydi (elbette onların ecellerini yitirivermiş) onları hemen helak kılmış (olurdu.) Velâkin onlara bir müddet mühlet vermektedir, (artık bize kavuşmalarını urumayanları) Allah'a kavuşmayı ümit etmeyen, mahşer âlemine, uhrevî cezaya inanmayan fasıkları (kendi azgınlıkları içinde) öyle dikkafalılıkları, inatlan içinde (şaşkın) çapkın, şaşkın (bir halde bırakırız) artık o sapıklıktan asla kurtulmuş olamazlar.
§ Rivayete göre "Nadir İbnül Hırs" gibi bir takım müşrikler. Peygamberimizin risâletini inkâr etmişler ve "Allah'ım!. Eğer Muhammed'in -Aleyhisselâm- peygamberlik iddiasındaki sözü doğru ise üzerimize gökten hemen ta; yağdır veya bize acıklı bir azap getir" demişlerdi. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuştur. Evet... Cenâb-ı Hak, onların üzerine o azabı vermemiş, hikmet gereği sonraya bırakmış, bilahara lâyık oldukları felâketlere onları uğratmıştır.
12. Ve insana bir sıkıntı dokununca da yanı üzerine yatarken veya otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat, ondan o sıkıntıyı kaldırınca sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte haddi aşanlar için yapmakta oldukları şeyler böyle süslenmiştir.
12. (Ve insana) Yani: Kâfir olan bir şahsa (bir sıkıntı) hastalık, fakirlik gibi bir zarar, bir üzüntü (dokununca da) onun bertaraf olması için duaya başlar (yanı üzerine yatarken veyahut otururken veya ayakta iken) herhangi bir vaziyette bulunarak (bize dua eder) o zaman Cenâb-ı Hak'ka muhtaç olduğunu anlayarak o belânın giderilmesini ondan istirhamda bulunur. Bu sırf bir şahsî menfaat düşüncesiyle mecburiyet karşısında yapılmış bir istirhamdır. (Fakat ondan o sıkıntıyı kaldırınca) o uğramış olduğu musibeti giderince (sanki kendisine dokunmuş olan bir sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider) yine küfr ve inkâr üzerine devam eder, başına gelen belâyı ve onun giderilmesi için Cenâb-ı Hak'ka yalvarmış olduğunu sanki unutmuş gibi bir vaziyet alır durur. (İşte haddi aşanlar için) Nefislerini bâtıla hizmetle zâyetmiş, mallarını gayrı meşru yerlere, putlara sarfetmekle telef eylemiş kimseler için (yapmakta oldukları şeyler) Allah'ı zikirden kaçınmaları, hayvânî arzularına düşkün olmaları vesair ahlâkî olmayan hareketleri (böyle süslenmiştir.) Onlar bu çirkin hareketlerini insaniyet eseri, bir medeniyet alâmeti, bir yükselme örneği gibi görür dururlar.
Bunlara o çirkin hareketlerinin öyle süslü gösterilmesi, ya kendilerinin kötü inançlarından, bâtıl hareketlerinden dolayı haklarında cezaya vesile olmak, kendilerini horluğa düşürmek, yardımdan mahrum bırakmak hikmetinden dolayı Allah tarafından vâki olmaktadır. Veyahut şeytan tarafından bir vesvese, bir yalan yere aldatma neticesi olarak vuku bulmaktadır.
13. Andolsun ki, biz sizden evvelki nice nesilleri zulmettikleri zaman helak ettik. Halbuki, onlara Peygamberleri mucizeler ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte günahkâr kavimleri biz böyle cezalandırırız.
13. Bu mübarek âyetler, geçmiş bir çok kavimlerin yapmış oldukları küfr ve zulm yüzünden helak olup gitmiş olduklarını beyan ile müslümanları uyanmaya davet ediyor, onların yerlerine geçen Muhammed ümmetinin de artık o geçmiş ümmetler gibi hareket etmemelerini şöylece ihtar buyuruyor. (And olsun ki) Yüce zatıma and olsun ki. Ey Mekke ehli!. Ey Hz. Muhammed'in Peygamberliğini tasdik ile mükellef olan kimseler!. (Biz sizden evvelki nice nesilleri) Nuh kavmi, Ad kavmi ve benzerleri gibi bir çok eski kavimleri (zulmettikleri) Peygamberlerini yalanlayıp, sapıklıklarına devam edip durdukları (zaman helak ettik) kendilerini lâyık oldukları cezalara mutlaka kavuşturduk, (halbuki onlara Peygamberleri mucizeler ile) sözlerinde doğru olduklarını gösterir açık ve parlak delillerle (gelmişlerdi) artık onlarca şüphe edilecek bir taraf kalmamıştı. Ona rağmen yine yalanlamalarında devam ediyorlardı. Evet... (Onlar ise) O helake uğramış miletler ise (imân eder olmadılar) onlar kabiliyetlerini, yaratılışlarını kötüye kullanmış oldukları için imân edecek bir yetenekte değillerdi, onların küfr üzere ölecekleri Allah katında biliniyordu. (İşte günahkâr kavimleri) Peygamberlerini yalanlayan, küfr ve şirk üzere devamda bulunan herhangi bir topluluğu (biz böyle) eski kavimleri helak ettiğimiz gibi (cezalandırırız) helake uğratırız. Artık ey son Peygamberi inkâra cür'et eden, cahil guruplar!. Siz de bunu düşünüp de o inkânnıza nihayet veriniz. Yoksa sizin akıbetiniz de geçmiş kavimlerin akibeti gibi helakten ibaret olacaktır.
14. Sonra onları müteakip sizi yeryüzünde halifeler yaptı ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.
14. Ey kendilerine Peygamberlerin en şereflisi gönderilmiş olan Muhammed Ümmeti!. (Sonra) O eski kavimleri helak etmemizi müteakip (sizi yeryüzünde halifeler yaptık) onların yerlerine sahip oldunuz, tarihî hallerini öğrendiniz. Sizi bu durumda bulundurdu (ki, nasıl amelde bulunacağınıza bakalım.) yeryüzünde hayır mı yoksa şer mi işleyeceğiniz meydana çıksın, hayat tarzınız görülsün, ona göre hakkınızda mükâfat veya ceza verelim. Yani: Hal ve tavırlarınıza bakıp gören bir zâtın vereceği hükm, yapacağı muamele gibi bir hükmde, bir muamelede bulunalım, tâki hiçbir mazeret, bir bahane ileri sürmenize mahal kalmasın. Yoksa Kâinatın Yaratıcısı bütün mahlûklarının kabiliyetlerini, neler yapacaklarını daha meydana gelmelerinden evvel de bilmektedir. Şüphesiz buna inanıyoruz.
15. Onlara bizim açık ayetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşacaklarını ummayanlar dedi ki: Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için doğru olamaz. Ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum, başkasına değil. Şüphe yok ki, ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım.
15. Bu mübarek âyetler, bir takım inkarcıların Kur'an'ı Kerim hakkındaki cahilce taleplerini red etmektedir. O Kitab-ı Kerim'in ilâhî vahye dayanmış olup kimse tarafından değiştirilemeyeceğini ve bozulamayacağını ve Rasûlü Ekrem'in hayat tarzı bilindiğinden onun gerçeğe aykırı bir iddiada bulunmayacağını bildirmektedir. Cenâb-ı Hak'ka ve onun âyeti celîlesine karşı iftiracı şekilde harekette bulunanların da en zalim, kurtuluş ve selâmetten en mahrum kimseler olduğunu ihtar buyurmaktadır. Şöyle ki: (Onlara) O müşriklere, inkarcılara (bizim açık ayetlerimiz) Hz. Muhammed'e indirilmiş olan Kur'an-ı Kerim (okunduğu zaman) Allah'ın birliğine, Muhammed peygamberliğinin doğruluğuna işaret ve şahitlik eden Kur'an âyetleri okununca (bize kavuşacaklarını urumayanlar) yani: Cenâb-ı Hak'kın azabından korkmayanlar, sevabına kavuşma arzusunda, ümidinde bulunmayanlar (dedi ki:) Ya Muhammed!. -Aleyhisselâm- (bundan) bize okuduğun Kur'ân'dan tertibi ve mânâsı itibariyle (başka bir Kur'an) kendi tarafından (getir) bize onu oku (veya bunu değiştir.) bunların mânâlarını başka başka lâfızlar ile bildir. Başka bir tarzda tebliğ et. Resulüm!. Onlara (de ki: Onu) o Kur'an-ı Kerim'i (kendi tarafımdan değiştirmek) bozmak ve değiştirmek (benim için doğru olamaz) bu hiçbir şekilde düşünülmüş değildir, (ben ancak bana vahy olunana tâbi olurum) Ben ona göre emir ve yasaklamada bulunurum, (başka değil) Ben hiçbir âyeti kendiliğimden değiştiremem ve yürürlükten kaldıramam, (şüphe yok ki) Öyle arzunuz doğrultusunda bir değiştirme ve bozmaya cür'et ile, (Rabbime isyan eder olursam büyük bir günün) kıyamet âleminin (azabından korkarım) ilâhî açıklamaların aksini iddiaya cür'et eden herhangi bir şahsın öyle büyük bir azaba uğrayacağına inanmış bulunmaktayım, artık öyle bir azabı gerektirecek bir şeye nasıl cür'et edebilirim?.
16. De ki: Eğer Allah Teâlâ dilese idi onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Muhakkak ki, ben ondan evvel sizin aranızda bir ömür sürmüştüm. Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.
16. Resulüm!. Senden Kur'an-ı Kerim'in değiştirilmesini isteyen müşriklere (De ki: Eğer Allah Teâlâ dileseydi onu) o Kur'an-ı Kerim'i (size okumazdım) onu bana indirmezdi, onu size okumakla beni mükellef kılmazdı (ve onu size bildirmezdi) o Kur'an-ı Kerim'in lisanımla, tebliğim ile size bildirmiş olmazdı. Binaenaleyh onun size bildirilmesi, bir ilâhî bir iradeye dayanmaktadır, (muhakkak ki, ben ondan evvel) o Kur'an'ı Kerim'in bana vahyinden önce (sizin aranızda bir ömür sürdüm) kırk sene beraber yaşamıştık, bu müddet içinde ben ne bir kitap mütalâa etmiş, ne bir kimseden bir şey okumuş öğrenmiş değildim. Siz benim o halimi pekâlâ biliyordunuz. Şimdi böyle fevkalâde edebî, bir çok ilimleri, içeren, hikmetli bir kitabı size tebliğ edişim, bir harikadan, bir mucizeden başka neye yorumlanabilir?. (Siz hiç akıllıca düşünmez misiniz?.) bir tefekkür ve mülâhazada bulunmaz mısınız ki, böyle belagat ve fesahati karşısında bütün âlimlerin, fasih beliğ ediplerin âciz kalmakta oldukları pek yüce bir kitabı, hayatı boyunca tahsil görmemi; bir kimse kendi tarafında tertip ve tanzim edemez. Artık öyle bir kutsal kitap nasıl inkâr edilebilir?. Onun değiştirilmesi ve bozulması, bir insandan nasıl istenilebilir?. Bu ne kadar cahilce bir iddia, bir temenni değil midir?.
17. Artık Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır?. Şüphe yok ki, suçlular kurtuluşa eremezler.
17. (Artık Allah Teâlâ'ya karşı yalan yere iftirada bulunan) Cenab'ı Hak'ka ortak veya evlât isnadına cür'et eden ve o Yüce Mâbııd a ait olmayan bir kitabı ona isnat eyleyen kimseden (veya onun âyetlerini yalanlayandan) o ezelî yaratıcının birliğine delâlet eden hârikaları, onların doğruluğunu kabul etmeyen bir şahıstan (daha zalim kim vardır) elbette ondan daha zalim kimse yoktur. Artık (şüphe yok ki,) öyle müşrik, inkarcı olan (suçlular) hiçbir şekilde (kurtuluşa) onlar ebedî olarak azap görüp duracaklardır. Ne büyük bir felâket!.
18. Ve onlar. Allah Teâlâ'yı bırakıp kendilerine ne zarar ve ne de fayda veremiyecek olanlara ibâdet ederler ve derler ki: Bunlar Allah Teâlâ'nın yanında bizim şefaatcilerimizdir. De ki: Allah Teâlâ'ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?. O -Yüce Yaratıcı- onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.
18. Bu âyeti kerime müşriklerin hiçbirşeye güçleri yetmeyen bir takım putlara ne kadar ahmakça bir kanaatle tapınmakta olduklarını bildiriyor. Mevcut olmadıklarından dolayı Allah'ın ilminin teallukuna mahal olmayan asılsız şeyleri var sanarak ne yanlış lâkırdılarda, ne müşrikçe hareketlere bulunduklarını teşhir ediyor. Şöyle ki: (Ve onlar) O müşrikler (Allah Teâlâ'yı bırakıp kendilerine ne) ibâdet edilmediği takdirde (zarar ve ne de) ibâdet edildiği takdirde (menfaat veremiyecek olanlara) bir takım putlara (ibâdet ederler) öyle ibâdete lâyık olmayanları mabut edinirler, (ve) O ibâdet ettikleri şeyler hakkında (derler ki, bunlar Allah Teâlâ'nın yanında bizim şefaatcilerimizdir.) Biz bunlara tapıyoruz ki, yarın âhirette bize şefaat etsinler. Resulüm!. O cahillere (de ki: Allah Teâlâ'ya ne göklerde ve ne de yerde bilmediği bir şeyi mî) yani: Hiç bir yerde mevcut olmayıp vehm edilmiş bulunan, asla vücudu bulunmayan bir şefaatçi mi (haber veriyorsunuz?.) o putlar öyle bir şefaate kaadir selâhiyetli değildirler ki, onların yapacakları şefaate ilâhî İlim lâyık olsun. Böyle bir şefaat asla olamaz, (o) Yüce Yaratıcı (onların) o müşriklerin Yüce Allah'a (ortak koştukları şeylerden) ve onların küfr ve şirkinden (uzaktır, yücedir.) Evet... Cenâb-ı Hak'kın o kendisine ortak kabul edilip şefaatleri beklenilen putlardan ve bütün noksanlık lekelerinden yüce olduğu apaçıktır. Onun bütün kâinattan yüce olduğu hakikatin kendisidir. Bütün insanların en önde gelen vazifesi de o Yüce Yaratıcı Hazretlerini böyle bilip böyle inanmaktadır, ondan başka hiç bir şeye ibâdet etmenin caiz olmadığını kesinlikle bilip ancak o ezelî ve kerem sahibi mabuda ibâdet ve taatte bulunmaktır.
§ Tefsiri Kebirde ve Essiracül Münir'de bildirildiği üzere bir takım müşrikler, şu gibi bâtıl ihtimallerden dolayı putlara, heykellere tapmakta, onları kendileri için şefaatçi kabul eylemektedirler.
(1) Bir kısım müşriklere göre bu âlemin çeşitli iklimlerinden her biri için eflâk âleminin ruhlarından belirli bir ruh vardır. Artık bu ruh için bir put tayin etmişler, bu ruha ibâdet etmek maksadıyle o puta ibâdetle meşgul olmuşlardır. Sonra da şöyle inanırlar ki, o ruh. Yüce Allah'ın kuludur, ona ibâdette bulunur.
(2) Bir kısım müşrikler, yıldızların da Cenab'ı Hak gibi ) I ah lığa lâyık olduklarına kaani bulunmuşlar, sonra yıldızların doğduğu, battığı ve dâima karşılarında bulunmadıkları için yıldızlar için muayyen putlar yapmışlar, bu putlara ibâdet ederek bununla o yıldızlara ibâdet kasdinde bulunmuşlardır.
(3) Bir kısım müşrikler de yapmış oldukları putların üzerine tılsımlar = sihir nevinden kuruntu şeyler koymuşlar, sonra onlara bu şekilde yaklaşmak isteyerek tapınmışlardır.
(4) Bir takım müşrikler de putlarını kendi Peygamberlerinin, büyüklerinin birer sureti olmak üzere tertib etmişler ve iddia eylemişler ki, bu heykellere ibâdetle meşgul olurlarsa o büyükleri kendileri için Allah katında şefaatçi olurlar.
(5) Bir takım müşrikler de Cenâb-ı Hak'kın bir en büyük nur, meleklerin de birer nur olduklarına inanmışlar, artık Allah'ın zatı için en büyük bir put, meleklerin suretleri için de birer başka suretler vücude getirmişler, bunlara tapınmakta bulunmuşlardır.
(6) Bir kısım müşrikler de ihtimâl ki, Hululiye mezhebinde bulunmuşlar, Allah Teâlâ'nın bazı yüce, şerefli cisimlere girdiğine inanmışlar, o cisimler adına putlar yaparak onlara tapınıp durmuşlardır.
Müslümanların bazı din büyüklerinden şefaat beklemeleri, onların kabirlerini ziyaret ve imar eylemeleri ise onlara bir ibâdet maksadıyle değildir. Allah'ın izni olmadıkça onların şefaatte bulunamıyacaklarını bilirler. Artık öyle din büyüklerine sadece sahip oldukları dinî faziletten dolayı hürmet etmek, Cenâb-ı Hak'kın müsaadesi ile onların şefaatde bulunabilmelerini ümit eylemek, elbette ki putperestlerin o cahilce halleriyle mukayesesi asla mümkün değildir. Her müslüman bilir ki, hiçbir mahlûka karşı ibâdet maksadiyle saygıda bulumak asla caiz olamaz.
Müşriklerin putlara, mahlûklara karşı ibâdette bulunmalarının ne kadar bâtıl bir kanaat neticesi olduğunu bu âyeti kerime göstermiş bulunuyor. Şöyle ki:
(1) Putlar, heykeller bütün cansız varlıklar kabilinden şeylerdir. Bunlar bir kimseye ne fâide ve ne de zarar verecek bir mahiyette değildirler. Kendilerini parça parça edenlere karşı bile müdafaaya asla kaadir olamazlar. Artık bunlardan ne beklenir?.
(2) Mâbııd olan, ibâdet edenden daha ziyade kudretli bulunmalıdır. Halbuki putlara tapanlar, o putlardan daha kudretlidirler. O putları kendileri yapıyorlar, kendileri yürütüyorlar, kendileri muhafaza ediyorlar. Kendileri böyle harekete, faaliyete, nefislerini muhafazaya kaadir oldukları halde taptıkları putlar bundan mahrumdurlar. Artık böyle âciz şeylerden ne beklenebilir?.
(3) İbâdet, saygı türlerinin en büyüğüdür. Böyle bir saygıya ise kendisinden en büyük nimetlerin sâdır olduğu zâttan başkası lâyık olamaz, insanlara hayatı, akıllı, kudreti, hayat ve âhirete ait faydalan ihsan eden ancak Allah Teâlâ Hazretleridir. Artık ondan başkasına öyle son derece bir saygı nasıl yapılabilir?. "Ondan başka ilâh yoktur..."
19. Ve insanlar bir ümmetten başka değildir. Sonra ihtilâfa düştüler. Eğer Rabbin tarafından geçmiş bir kelime bulunmasa idi onların arasında ihtilâfa düştükleri şey huşunda elbette ki -derhal-hükmolunurdu.
19. Bu âyeti kerime, insanların vaktiyle bir millet halinde olup daha sonra ihtilafa düşmüş olduklarını, bu ihtilâfın cezasına bir hikmet gereği derhal kavuşturul m ayıp onlara bir müddet mühlet verilmiş olduğunu bildirmektedir. Şöyle ki: (Ve insanlar) Vaktiyle (bir ümmetten) aralarında birlik bulunan bir cemaatden (başka değildi) yani: hepsi de Islâmiyetten ibaret olan hak bir din üzere idiler. Çünki Alanın birliği esasına sahip olan İslâmiyet, selim fıtrat gereğidir. İşte insanlar, başlangıçta bu yaratılış üzere idiler. Aralarındaki bu birlik Hz. Adem'den itibaren Habil'i, Kabil'in öldürdüğü zamana kadar devam etmiştir. Veya İdris veya tufandan sonra Nuh Aleyhisselâm'ın zamanında tahakkuk etmiştir. (Sonra ihtilâfa düştüler) yani: Bir kısmı dinde sebat etti, bir kısmı da küfre düştü. Selîm yaratılışa aykırı bir vaziyet aldı, (eğer Rab'bin tarafından geçmiş» ezel âleminde beri takdir buyurulmuş (bir kelime) ilâhî bi hüküm, bir kısım hadiseler, ihtilaflar hakkındaki mükâfatların ve cezaların tehirine, kıyamet gününe bırakılmasına ait bir ilâhî takdir (bulunmasa idi) böyle bir tehir, hikmet gereği olmasa idi (onların) o insanların (arasında ihtilâfa düştükleri şey) ilâhî din (hususunda elbette ki) derhal (hükm olunurdu) sözlerinde, hareketlerinde doğru olanlar yaşatılır, bâtıl yapanlar da hemen helake mâruz bırakılırdı. Fakat Cenâb-ı Hak'kın rahmeti gazabına sabk etmiştir. İnsanlara düşünüp hallerini ıslah edebilmeleri için bir yaşayış müddeti verilmektedir. Bu da bir ilâhî merahmet eseridir. Ve böyle bir müddet verilmesi, insanların bir mazeret ileri sürmelerine selâhiyetleri kalmamak hikmetini de içermektedir.
20. Ve derler ki: Ona Rabbi tarafından bir mucize indirilmeli değil midir?. De ki: Gayıp ancak Allah içindir. Artık siz bekleyiniz, şüphe yok ki, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.
20. (Ve) Mekke'deki müşrikler, (derler ki: Ona) yani peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed Aleyhisselâm'a (Rabbi tarafından bir mucize) bir harika (indirilmeli değil midir?.) o da diğer Peygamberlerin göstermiş oldukları âsâ, beyaz el, ölüleri diriltmek gibi bir harika meydana getirmelidir ki, peygamberliğini tasdik edelim. Resulüm!. O inatçı inkarcılara (de ki: Gayıp ancak Allah içindir) insanlar için hikmet ve menfaat görülemeyecek hususları bilmek Cenâb-ı Hak'ka mahsustur. Bir takım hârikaların meydana getirilip getirilmemesi de O Yüce Yaratıcının iradesine, hükmüne aittir. Ben ona nasıl karışabilirim. Benim vazifem İslâm dinini tebliğdir. (Artık) Ey inkarcılar!, (siz bekleyiniz) Bakınız ki, sonunuz ne olacak, nasıl azaplara uğrayacaksınızdır, (şüphe yok ki, ben de, sizinle beraber) hakkınızda Cenâb-ı Hak'kın ne yapacağını (bekleyenlerdenim) bakalım ne gibi azaplara mâruz kalacaksınızdır?. Evet... Kur'an gibi bir eşsiz kelâm, bir ebedî mucize meydandadır. Bunun benzerini getirmekten âciz olduğunuz açıktır. Artık başka bir mucize istemenize ne lüzum var?. Sizin bu haliniz, en büyük bir cehalet eseridir, en açık bir inâdî küfürden başka değildir. Binaenaleyh bunun cezasını bekleyiniz, şüphe yok ki, ergeç bu cezaya kavuşacaksınızdır.