ezelinur
Mon 5 April 2010, 08:30 pm GMT +0200
Yüce Allah´ın Fiilleri
Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
HALKI EF´AL-İ İBAD
Cebriye Mezhebi
B) Kaderiyye Ve Cumhurr Mü´tezile Mezhebi
C) Eş´ariyye Mezhebi
D) Matürîdîyye Mezhebi
Hayır Ve Şer
A) Mutezile Mezhebi
B) Ehli Sünnet Mezhebi Ve Delilleri
Kaza Ve Kader
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zât llâhî´nin muktezâsı ve icabı olmayıp, İlim, İrade, Kudret ve Tekvin sıfatlarının birer taallûku olarak «mümkinât» denilen câizâttandır. Hikmet-i ilâhiyye´ye uygun olarak vukua gelen bu fiiller, sıfât-i zâtiyye gibi «vâcibat» dan değildir. Çünkü Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zâtullah´dan, îcâb tarikiyle zarurî olarak sudur etmez. Zira; hayat, ilim ve kudret sahibi olan Allah´ın Fiilleri, şüphe yok ki O´nun kudret, irade ve ihtiyarıyla meydana gelir. Esasen, kudret ve irade eseri olmayan fiillere, fiil demek caiz değildir. Meselâ güneşten çıkan ışık ve ısı, güneşin fiili midir? Hayır. Çünkü fiil, irade ve kudretle yapılır. Işık ve ısı ise, güneşten zarurî ve tabiatı icabı olarak meydana geldiği için, ışık ve ısı güneşin fiili olmayıp, ancak Hak Teâlâ´mn ona verdiği tabiat ve kuvvetin bir eseridir. Şüphe yoktur İd Allah´ın Fiilleri, güneşin ışığı cinsinden zaruri bir eser olmayıp, Hak Teâlâ´mn irade ve ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir. Esasen fiil, hayat ve şuuru olmayan cansız varlıklardan değil, hayat, irade ve kudreti olan canlı varlıklardan meydana gelir. O halde her hayat sahibinin kendine mahsus bir fiili vardır. Hak Teâlâ, en yüce ve en mükemmel hayatın sahibi olduğu için, O´nun fiilleri de en yüce ve en mükemmeldir.
Sıfatullah bahsinde Hak Teâlâ´mn bütün kemal sıfatlarla mut-tasıf, en mükemmel ve en yüce varlık olduğunu gördük. Bütün peygamberler, bütün mukaddes kitaplar ve her akl-ı selim, Hak Teâlâ1* mn en mükemmel bir hayat, en geniş bir ilim ve en kuvvetli bir irade ve kudret sahibi, dolayısıyla dilediği fulleri yapan «Fâil-i Muhtar»
olduğuna şahadet etmektedir. Hülâsa bu kâinattaki her türlü canh ve cansız varlıklar, O´nun bir «Fâil-i Muhtar» olduğuna delâlet eder.
Hakk Teâlâ´nım Fiilleri Zât-i ilâhî ile kaaimdir. Selef ulemâsına göre bu fiillerin herbirinin birer hakikati vardır. Bu fiiller başlıca tiç gurupta mütalâa olunabilir :
Halk ve icâd : Yaratma´nın her türlüsü,
Bi´set : Peygamberler göndermek,
Ba´s : Ölüleri diriltmek ve kabirlerinden çıkarmak.
Peygamber göndermek, Peygamberlik ve onunla ilgili konular geniş olduğundan ve Özel bir önem taşıdığından «Nübüvvât» adı verilen kısımda, Ölümden sonra dirilmek, dirilmenin keyfiyyeti,_Haşir ve Nesir, Sırat ve Hesap, Cennet ve Cehennem gibi Ba´s ve İkine? Hayat´Ia ilgili «Galbiyyât» denilen konular da, özellik ve önemlerinden, «Sem´îyyât» adı verilen diğer bir kısımda olmak üzere, kitabımızın ikinci cildinde incelenecek ve bu konularda etraflı bilgiler verilecektir.
Bu bölümde ise, halk ve icâd denilen «yaratmak» fiili ile ilgili en önemli konulan göreceğiz. Bu konuların başında, kâinatın yaratılması gelmekte ise de, Kelâmcılar ve Filozoflar arasında uzun ve çetin tartışmalara sebebiyet verdiğinden, bu konunun incelenmesini daha geniş ve müsait bir fırsata bırakmayı uygun buluyoruz.
Bundan sonra dikkatle incelenmesi gereken konu, Kelâmcılar arasında «Malk-ı erâl-i ibâd» adıyla anılan, «Kulların ihtiyari olarak yaptıkları fiillerin yaratılması» meselesidir. Bu konu önemli olduğu kadar da, zor ve insan aklını acze düşüren çetin ve karışık bir konudur. Fakat, îmân esaslarından biri olarak inanmamız gereken «Kas» ve Kader» meselesini anlamak, bu konuyu anlamaya ve çeşitli görüşlerin esasını kavramaya bağlıdır. Bundan başka, Hayır ve Şer, Bızık ve Ecel mes´eleleri «Ef âl>i Ibâd» konusundaki mez-heb ve görüş ayrılıklarından doğan ve aynı esas ve ihtilâfa dayanan fer´î mes´elelerdir. İşte bütün bu sebeblerle, Hak Teâlâ´nm halk etme (yaratma) fiili ile ilgili olan bu konuyu öne alarak inceliye-ğiz.[1]
I HALKI EF´AL-İ İbad
(Kulların Yaptığı îşlerin Yaratılması)
Kelâmcılar arasında çeşitli görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebebiyet veren bu mühim kelâm mes´elesini incelemeye, her mezhebin görüşünü ve delillerini beyâna geçmeden önce, bu mes´e^ lenin hangi esastan ve nasıl doğduğunu kısaca belirtmeyi lüzumlu buluyoruz.
Malûm olduğu üzere insan, kâinatta mevcut yaratıkların en mükemmelidir. İnsan, Yüce Allah´ı bilmek ve O´na ibadet etmek için olduğu kadar, bu dünyayı îmâr etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple Hak Teâlâ insana, her türlü maddî vasıflar yanında, onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl ve ruh gibi iki manevî cevher vermiştir. O, akıl ve iradesiyle, diğer varlıkların yapamayacağı birçok işleri yapma kudretine sahiptir. İnsana verilen bütün bu melekelerin menşei ve maadan. Allah´ın kemâl sıfatlarıdır.
Fakat gerçek şudur ki; insana verilen bu sıfatların hiçbiri, tam ve sınırsız olmayıp, Allah´ın Kemâl Sıfatlarına nazaran çok noksan ve pek mahduttur. Zira insan, gerek aklı ve gerekse diğer beşerî sıfatlan, belirli sınırlar içinde ve muayyen bir dereceye kadar kullanabilir.
Yani insan, iradesini ve diğer sıfatlarını kullanırken, muayyen ölçülere ve ilâhî kanunlara tâbidir. Gerçi iradesini kullanırken çeşitli engeller ile karşılaşabilir. Fakat bu engellere rağmen insan, iradesini kendi sınırlan içinde kullanmakta ve dilediği istikamete yönelmekte serbesttir.
Hülâsa insan, muayyen ölçü ve sınırlar içinde hareket edebile» hür bir varlıktır. O halde insanın kendi ihtiyariyle yaptığı bir takım işler vardır. Ve yaptığı bu gibi işlerden de sorumludur.
İşte bu sebebledir kî ilâhî dinler, akıl, irade ve ihtiyar sahibi olan insanları, bir takım ibadet ve vazifeleri .yapmakla mükellef tutmuş ve yaptığı her iş karşılığında ceza veya mükâfat verileceğini bildirmiştir.
O halde din nazarında insanlar, irade ve ihtiyarlan sebebiyle mükelleftirler ve bu «teklif esası» na istinaden sevab ve ikaba müstahak olurlar. Aksi halde insanlar, mükellef ve yaptıkları işlerden mes´ul ve sorumlu olmazlar. Teklif ve mes´uliyet (sorumluluk), sevap ve ikab esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilâhî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, eğer insanlar yaptıkları her işi mecburî oîaraji yaparlar diye düşünsek, cebir lâzım gelir. Yani insanlar, ihtiyarlan olmadan yaptıkları işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki, bu, ilâhî adalete aykırıdır.
İşte kulların kendi ihtiyarları ile yaptıklan işler, bir tarafdan çok mühim dînî bir esas olan «Teklif ve Mes´uliyet» kâidesiyle ilgilidir. Diğer tarafdan da, Hak Teâlâ´nın Vahdaniyyeti ve yaratma. (icad ve halk) sıfatında yegâne Halik olmasiyle ilgilidir.
Bu bakımdan insan, birbiriyle zor bağlaşan iki esaslı inanç-karşısmda kalıyor :
Birincisi : «Allah her şeyin halikı (yaratıcısı) dır.» [2] âyetine uyarak, Hak Teâlâ´nın yegâne yaratıcı olduğuna ve bu sıfatda hiç bir ortağı bulunmayacağına inanmaktır.
İkincisi ise: Kul, Allah´ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmakla mükellefdir. Emirlerine uyarsa sevaba, nehiylerinden kaçınmazsa ikâba müstahak olur, diye inanmak... Fakat bu ikinci inanç bizi, kulun ihtiyariyle yaptığı işlerden sorumlu olabilmesi için, o işleri bizzat kendisinin îcadetmesi gerekir, neticesine götürebilir. Bu netice ise, «Allah her şeyin yegâne halikıdır.» diyen birinci esasa aykırıdır.
İşte inanmamız gereken bu iki esas arasındaki bu çelişkinin kaldırılmasının zorluğu, insan aklını tereddüde ve ihtilâfa düşürmüş ve bu konuda bir çok mezheblerin doğmasına sebebiyet vermiştir.
İhtilâfın Esası :
İnsanların «Ef´âl-i ihtiyariye» denilen, kendi irade ve ihtiyar-lariyle yaptıkları işleri yaratmak, Allah´ın fiillerinden midir? YaniE bu ihtiyarî fiillerin halikı Hak Teâlâ mıdır, yoksa bizzat o işin sahibi olan kul mudur? mes´elesidir.
Bu konudaki bütün mezhebler şu hususlarda ittifak halindedirler :
1- Hak Teâlâ, birdir, ortağı (şeriki) ve benzeri (nazîri) yoktur. O, ibâdete lâyık olan müstakil ve tek yaratıcıdır,
2- Allah, bütün yaratıkların zatları ile, kullann (uyumak, büyümek, hazmetmek gibi) iradeleri olmadan izdırârî ve zorunlu olarak yaptıkları fiillerin yaratıcısıdır.
3- Kullann kendi irade ve ihtiyarlanyla yaptıkları fiiller, bizzat Allah´ın fiilleri olmayıp, o kulun fülidir. Çünkü fiil, hakikat-, ta, o işi bilfiil yapan zâta isnad edilir. Meselâ yemek fiili, yiyen insana, içmek fiili, içen insana, yazmak ve okumak fiilleri de, bizzat okuyan ve yazan insanlara izafe ve isnâd edilir. Zira bir fiili "işlemek başka, o fiili yaratmak başkadır. O halde Kelâmcılar ve Filozofların ihtilâf ettikleri husus, «Kulların kendi ihtiyarlanyla yaptıkları işlerin yaratıcısı kimdir?» meselesidir.
Bu konudaki en meşhur görüşler, şu dört mezhebdedîr :
1- «Cehmiyye» adıyla anılan Cehm b. Safvan´ın mezhebi.
2- Mû´tezile ulemâsının büyük çoğunluğunca da benimsenen «Kaderiyye» ve «Cumhûr-ı Mû´tezile» mezhebi.
3- «Cebr-i Mutavassıt» olduğu söylenen «Eş´ariyye» mezhebi.
4- Cebir ve ihtiyarın tam ortasında görülen «Mâtürîdîyye»mezhebidir.
İlk iki mezheb, birbirinin nakîzi olan mutlak cebir ve mutlak ihtiyar esaslanna dayanan ve Cumhuru Ulema´ya göre bu konuda ifrat ve tefrite kayan bâtıl mezheblerdir.
Son iki mezheb ise, ifrat ve tefrit arasında bulunan mutavassıt hak mezheblerdir. Her ikisi de Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil ederler.
Şimdi bu mezheblerin her birini delilleri ile birlikte beyan ederek, bu konuda inanmamız gereken en doğru görüşün nasü olması gerektiğini izah edelim. [3]
Cebriye Mezhebi
1- Mezhebin Beyanı ve Delilleri :
Bu mezhebin görüşü ve delilleri şöylece özetlenebilir :
İnsan, kudret ve iradesi olmayan, âdeta, cansız ve hareketsiz bir varlık durumundadır. Havada sağa, sola rastgele hareket eden bir tüy, bir yaprak gibidir. Işığın güneşe isnad edilmesi gibi, yaptığı işler de ona mecazen isnad edilir. Gerçekte ise, bu fiillerin hâ~ lıkı (Yaratıcısı) Allah´dır. Her fiil, Allah´ın mutlak kudret ve iradesiyle insandan sudur eder. İnsan, bütün bu işleri yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur. Vani; yaptığı işlerde kendisinin hiçbir rolü yoktur. O işleri halkeden kendisi olmadığı gibi, kesbedip kazanan da kendisi değildir. Çünkü insan hiçbir kudret ve İradeye sahip değildir. O halde, hiçbir fiili Allah´dan başkasına, herhangi bîr mahlûkuna isnad etmek caiz değildir. Yüce Allah, insan üzerinde, her türlü hareketlerini ve sükunları fiilen icra edip düzenler. Bu icraat ve hakimiyetin eseri insanda görülür. Hayır olsun, şer olsun, güzel veya çirkin olsun herşeyi yaratan Yüce Allah´dır.
2- Tahlil ve Tenkid :
Akl-ı selimin ve sağduyu sahiplerinin asla kabul edemiyeceğt bu görüş ile Cebriye, Hak Teâlâ´ya. hâşâ zulüm İsnad etmiş oluyor. Çünkü onlara göre, küfür, zina, adam öldürmek, hırsızlık ve her türlü kötülüğü yaratan Allah´dır. Bütün bu kötülükleri işlemekde insanın hiçbir rolü, kudret ve iradesi yoktur. Çünkü insan, o işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen Allah, bu gibi fena işleri yapanlara azab verecektir!..
Böyle bir iddia, Yüce Allah´a zulüm isnad etmekten başka bir-şey değlidir. Çünkü Allah (onlara göre hiçbir kudret ve iradesi olmayan) kula hem ?meselâ? zina yaptırmış, hem de, niye yaptın ziye azab etmiş oluyor. Bunun zulüm olduğu aşikârdır. Allah´a zulüm isnâd etmek ise küfür ve dalâlettir. Çünkü Allah, her türlü noksandan münezzeh ve beridir. Çok kötü bir sıfat olan zulüm, pek büyük bir noksanlıktır. Zât-ı ilâhî böyle bir noksandan kesinlikle uzaktır. Nitekim Hak Teâlâ, birçok âyetlerde zulümden Zât-ı İlâhîsini tenzih buyurmuştur.[4]
Cebriye; böyle küfrü gerektiren bir sonuca varmamak için «insan, yaptığı işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen, irade ve kudreti bulunmadığı için, mükellef ve sorumlu değildir.» dese, mühim bir dînî esas olan «Teklif ve Mes´ûliyet», «Sevab ve îkâb», «Hesap, Cennet ve Cehennem» mefhumlarını inkâr durumuna düşer ki, bunun nasıl bir küfür ve dalâlet (sapıklık) olduğu aşikârdır.
İnsana mutlak cebri isnad etmek suretiyle, onu cansız bir varlıktan farksız ve değersiz bir hale düşüren bu mezhebin bâtıl olduğunu beyan hususunda, daha fazla söz söylemeğe lüzum görmüyoruz.
Bu sebeple, bu çarpık fikir müslümanlar arasında tutunamamış, kısa bir zaman sonra münkariz olmuş ve ortadan kalkmıştır.
Hayret edilecek bir cihettir ki :
Cebriye böyle yanlış ve bâtıl bir görüşe, Hak Teâlâ´yı tenzih ve O-nu tebcil etmek isterken düşmüştür. Çünkü, «Allahu Teâlâ bir takım sıfatlarla muttasıftır» dersek, Zât-ı îlâhî´yi mahlûkâtma benze´iniş oluruz. Bu bakımdan Yüce Allah, yalnız, mahlûkâtm asla vasıflandırılamıyacağı «fiil ve halk» sıfatlarıyla muttasıftır. O halde her türlü fiil ve icâd, yalnız Allah´a mahsustur. Kul hiçbir fiili yapmak ve yaratmak kudretine sahib değildir.» demişlerdir.
Mutlak cebir fikrini benimsemelerine delil olarak da; bazı âyetlerin zahirî mânâlarım ve ilm-i ezelîyi göstermişlerdir. Yânî :
«Allah ilm-i ezelîsiyle, her şeyi ve insanların neler yapacaklarını ezelde bilir, tnsan, Allah´ın ilm-i ezelîsinin taallûk ettiği, ezelde belli, sabit ve mukadder olan şeyler dışında bir şey yapamaz. Onları aynen yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur» demişlerdir.
Halbuki, Yüce Allah´ın, her şeyi daha Önceden ve vâki olmadan bilmesi, o işi yapanın irade ve tercihi üzerinde hiçbir tesir yapmaz. Çünkü ilim; bilinmeyeni ortaya çıkarmak ve onu keşfettiren bir sıfat olduğundan, iradeye tesir ederek, ihtiyar ve seçme melekesini kaldıran bir kuvvet değildir. Yani Allah´ın ezelde herşeyi bilmesi, ilminin herşeyi ihatası (kapsaması) insan iradesini ortadan kaldırıp, cebri icabettirmez. Zira, hâdiseler ve kulun yaptığı İşler, Allah´ın onları ezelde bilmesinden dolayı vukua gelmez. Belki Allah onları, vukua geleceği için bilir. Nitekim Astronomi ilmine vâkıf olan bir âlim senelerce sonra belirli gün, saat ve dakikada güneşin tutulacağını hesap ederek bilir. Zamanı gelince de güneş tutulur. Şüphe yok ki bu hâdise, Astrologun bilmesinden ve daha önce onu tesbit etmesinden dolayı vukua gelmedi. Gerçekte astrolog, o hâdisenin olacağım bildiği için yazdı, işte bunun gibi, Hak Teâlâ´nın meselâ benim ilerde neler yapacağımı ezelde bilip yazması, o işi irademle yapmama mâni olup, beni o işi yapmağa mecbur etmez.
Bütün bu gerçekler, Cebriyenin görüşlerinin ne kadar mesnetsiz ve yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. [5]
Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
HALKI EF´AL-İ İBAD
Cebriye Mezhebi
B) Kaderiyye Ve Cumhurr Mü´tezile Mezhebi
C) Eş´ariyye Mezhebi
D) Matürîdîyye Mezhebi
Hayır Ve Şer
A) Mutezile Mezhebi
B) Ehli Sünnet Mezhebi Ve Delilleri
Kaza Ve Kader
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zât llâhî´nin muktezâsı ve icabı olmayıp, İlim, İrade, Kudret ve Tekvin sıfatlarının birer taallûku olarak «mümkinât» denilen câizâttandır. Hikmet-i ilâhiyye´ye uygun olarak vukua gelen bu fiiller, sıfât-i zâtiyye gibi «vâcibat» dan değildir. Çünkü Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zâtullah´dan, îcâb tarikiyle zarurî olarak sudur etmez. Zira; hayat, ilim ve kudret sahibi olan Allah´ın Fiilleri, şüphe yok ki O´nun kudret, irade ve ihtiyarıyla meydana gelir. Esasen, kudret ve irade eseri olmayan fiillere, fiil demek caiz değildir. Meselâ güneşten çıkan ışık ve ısı, güneşin fiili midir? Hayır. Çünkü fiil, irade ve kudretle yapılır. Işık ve ısı ise, güneşten zarurî ve tabiatı icabı olarak meydana geldiği için, ışık ve ısı güneşin fiili olmayıp, ancak Hak Teâlâ´mn ona verdiği tabiat ve kuvvetin bir eseridir. Şüphe yoktur İd Allah´ın Fiilleri, güneşin ışığı cinsinden zaruri bir eser olmayıp, Hak Teâlâ´mn irade ve ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir. Esasen fiil, hayat ve şuuru olmayan cansız varlıklardan değil, hayat, irade ve kudreti olan canlı varlıklardan meydana gelir. O halde her hayat sahibinin kendine mahsus bir fiili vardır. Hak Teâlâ, en yüce ve en mükemmel hayatın sahibi olduğu için, O´nun fiilleri de en yüce ve en mükemmeldir.
Sıfatullah bahsinde Hak Teâlâ´mn bütün kemal sıfatlarla mut-tasıf, en mükemmel ve en yüce varlık olduğunu gördük. Bütün peygamberler, bütün mukaddes kitaplar ve her akl-ı selim, Hak Teâlâ1* mn en mükemmel bir hayat, en geniş bir ilim ve en kuvvetli bir irade ve kudret sahibi, dolayısıyla dilediği fulleri yapan «Fâil-i Muhtar»
olduğuna şahadet etmektedir. Hülâsa bu kâinattaki her türlü canh ve cansız varlıklar, O´nun bir «Fâil-i Muhtar» olduğuna delâlet eder.
Hakk Teâlâ´nım Fiilleri Zât-i ilâhî ile kaaimdir. Selef ulemâsına göre bu fiillerin herbirinin birer hakikati vardır. Bu fiiller başlıca tiç gurupta mütalâa olunabilir :
Halk ve icâd : Yaratma´nın her türlüsü,
Bi´set : Peygamberler göndermek,
Ba´s : Ölüleri diriltmek ve kabirlerinden çıkarmak.
Peygamber göndermek, Peygamberlik ve onunla ilgili konular geniş olduğundan ve Özel bir önem taşıdığından «Nübüvvât» adı verilen kısımda, Ölümden sonra dirilmek, dirilmenin keyfiyyeti,_Haşir ve Nesir, Sırat ve Hesap, Cennet ve Cehennem gibi Ba´s ve İkine? Hayat´Ia ilgili «Galbiyyât» denilen konular da, özellik ve önemlerinden, «Sem´îyyât» adı verilen diğer bir kısımda olmak üzere, kitabımızın ikinci cildinde incelenecek ve bu konularda etraflı bilgiler verilecektir.
Bu bölümde ise, halk ve icâd denilen «yaratmak» fiili ile ilgili en önemli konulan göreceğiz. Bu konuların başında, kâinatın yaratılması gelmekte ise de, Kelâmcılar ve Filozoflar arasında uzun ve çetin tartışmalara sebebiyet verdiğinden, bu konunun incelenmesini daha geniş ve müsait bir fırsata bırakmayı uygun buluyoruz.
Bundan sonra dikkatle incelenmesi gereken konu, Kelâmcılar arasında «Malk-ı erâl-i ibâd» adıyla anılan, «Kulların ihtiyari olarak yaptıkları fiillerin yaratılması» meselesidir. Bu konu önemli olduğu kadar da, zor ve insan aklını acze düşüren çetin ve karışık bir konudur. Fakat, îmân esaslarından biri olarak inanmamız gereken «Kas» ve Kader» meselesini anlamak, bu konuyu anlamaya ve çeşitli görüşlerin esasını kavramaya bağlıdır. Bundan başka, Hayır ve Şer, Bızık ve Ecel mes´eleleri «Ef âl>i Ibâd» konusundaki mez-heb ve görüş ayrılıklarından doğan ve aynı esas ve ihtilâfa dayanan fer´î mes´elelerdir. İşte bütün bu sebeblerle, Hak Teâlâ´nm halk etme (yaratma) fiili ile ilgili olan bu konuyu öne alarak inceliye-ğiz.[1]
I HALKI EF´AL-İ İbad
(Kulların Yaptığı îşlerin Yaratılması)
Kelâmcılar arasında çeşitli görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebebiyet veren bu mühim kelâm mes´elesini incelemeye, her mezhebin görüşünü ve delillerini beyâna geçmeden önce, bu mes´e^ lenin hangi esastan ve nasıl doğduğunu kısaca belirtmeyi lüzumlu buluyoruz.
Malûm olduğu üzere insan, kâinatta mevcut yaratıkların en mükemmelidir. İnsan, Yüce Allah´ı bilmek ve O´na ibadet etmek için olduğu kadar, bu dünyayı îmâr etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple Hak Teâlâ insana, her türlü maddî vasıflar yanında, onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl ve ruh gibi iki manevî cevher vermiştir. O, akıl ve iradesiyle, diğer varlıkların yapamayacağı birçok işleri yapma kudretine sahiptir. İnsana verilen bütün bu melekelerin menşei ve maadan. Allah´ın kemâl sıfatlarıdır.
Fakat gerçek şudur ki; insana verilen bu sıfatların hiçbiri, tam ve sınırsız olmayıp, Allah´ın Kemâl Sıfatlarına nazaran çok noksan ve pek mahduttur. Zira insan, gerek aklı ve gerekse diğer beşerî sıfatlan, belirli sınırlar içinde ve muayyen bir dereceye kadar kullanabilir.
Yani insan, iradesini ve diğer sıfatlarını kullanırken, muayyen ölçülere ve ilâhî kanunlara tâbidir. Gerçi iradesini kullanırken çeşitli engeller ile karşılaşabilir. Fakat bu engellere rağmen insan, iradesini kendi sınırlan içinde kullanmakta ve dilediği istikamete yönelmekte serbesttir.
Hülâsa insan, muayyen ölçü ve sınırlar içinde hareket edebile» hür bir varlıktır. O halde insanın kendi ihtiyariyle yaptığı bir takım işler vardır. Ve yaptığı bu gibi işlerden de sorumludur.
İşte bu sebebledir kî ilâhî dinler, akıl, irade ve ihtiyar sahibi olan insanları, bir takım ibadet ve vazifeleri .yapmakla mükellef tutmuş ve yaptığı her iş karşılığında ceza veya mükâfat verileceğini bildirmiştir.
O halde din nazarında insanlar, irade ve ihtiyarlan sebebiyle mükelleftirler ve bu «teklif esası» na istinaden sevab ve ikaba müstahak olurlar. Aksi halde insanlar, mükellef ve yaptıkları işlerden mes´ul ve sorumlu olmazlar. Teklif ve mes´uliyet (sorumluluk), sevap ve ikab esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilâhî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, eğer insanlar yaptıkları her işi mecburî oîaraji yaparlar diye düşünsek, cebir lâzım gelir. Yani insanlar, ihtiyarlan olmadan yaptıkları işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki, bu, ilâhî adalete aykırıdır.
İşte kulların kendi ihtiyarları ile yaptıklan işler, bir tarafdan çok mühim dînî bir esas olan «Teklif ve Mes´uliyet» kâidesiyle ilgilidir. Diğer tarafdan da, Hak Teâlâ´nın Vahdaniyyeti ve yaratma. (icad ve halk) sıfatında yegâne Halik olmasiyle ilgilidir.
Bu bakımdan insan, birbiriyle zor bağlaşan iki esaslı inanç-karşısmda kalıyor :
Birincisi : «Allah her şeyin halikı (yaratıcısı) dır.» [2] âyetine uyarak, Hak Teâlâ´nın yegâne yaratıcı olduğuna ve bu sıfatda hiç bir ortağı bulunmayacağına inanmaktır.
İkincisi ise: Kul, Allah´ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmakla mükellefdir. Emirlerine uyarsa sevaba, nehiylerinden kaçınmazsa ikâba müstahak olur, diye inanmak... Fakat bu ikinci inanç bizi, kulun ihtiyariyle yaptığı işlerden sorumlu olabilmesi için, o işleri bizzat kendisinin îcadetmesi gerekir, neticesine götürebilir. Bu netice ise, «Allah her şeyin yegâne halikıdır.» diyen birinci esasa aykırıdır.
İşte inanmamız gereken bu iki esas arasındaki bu çelişkinin kaldırılmasının zorluğu, insan aklını tereddüde ve ihtilâfa düşürmüş ve bu konuda bir çok mezheblerin doğmasına sebebiyet vermiştir.
İhtilâfın Esası :
İnsanların «Ef´âl-i ihtiyariye» denilen, kendi irade ve ihtiyar-lariyle yaptıkları işleri yaratmak, Allah´ın fiillerinden midir? YaniE bu ihtiyarî fiillerin halikı Hak Teâlâ mıdır, yoksa bizzat o işin sahibi olan kul mudur? mes´elesidir.
Bu konudaki bütün mezhebler şu hususlarda ittifak halindedirler :
1- Hak Teâlâ, birdir, ortağı (şeriki) ve benzeri (nazîri) yoktur. O, ibâdete lâyık olan müstakil ve tek yaratıcıdır,
2- Allah, bütün yaratıkların zatları ile, kullann (uyumak, büyümek, hazmetmek gibi) iradeleri olmadan izdırârî ve zorunlu olarak yaptıkları fiillerin yaratıcısıdır.
3- Kullann kendi irade ve ihtiyarlanyla yaptıkları fiiller, bizzat Allah´ın fiilleri olmayıp, o kulun fülidir. Çünkü fiil, hakikat-, ta, o işi bilfiil yapan zâta isnad edilir. Meselâ yemek fiili, yiyen insana, içmek fiili, içen insana, yazmak ve okumak fiilleri de, bizzat okuyan ve yazan insanlara izafe ve isnâd edilir. Zira bir fiili "işlemek başka, o fiili yaratmak başkadır. O halde Kelâmcılar ve Filozofların ihtilâf ettikleri husus, «Kulların kendi ihtiyarlanyla yaptıkları işlerin yaratıcısı kimdir?» meselesidir.
Bu konudaki en meşhur görüşler, şu dört mezhebdedîr :
1- «Cehmiyye» adıyla anılan Cehm b. Safvan´ın mezhebi.
2- Mû´tezile ulemâsının büyük çoğunluğunca da benimsenen «Kaderiyye» ve «Cumhûr-ı Mû´tezile» mezhebi.
3- «Cebr-i Mutavassıt» olduğu söylenen «Eş´ariyye» mezhebi.
4- Cebir ve ihtiyarın tam ortasında görülen «Mâtürîdîyye»mezhebidir.
İlk iki mezheb, birbirinin nakîzi olan mutlak cebir ve mutlak ihtiyar esaslanna dayanan ve Cumhuru Ulema´ya göre bu konuda ifrat ve tefrite kayan bâtıl mezheblerdir.
Son iki mezheb ise, ifrat ve tefrit arasında bulunan mutavassıt hak mezheblerdir. Her ikisi de Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil ederler.
Şimdi bu mezheblerin her birini delilleri ile birlikte beyan ederek, bu konuda inanmamız gereken en doğru görüşün nasü olması gerektiğini izah edelim. [3]
Cebriye Mezhebi
1- Mezhebin Beyanı ve Delilleri :
Bu mezhebin görüşü ve delilleri şöylece özetlenebilir :
İnsan, kudret ve iradesi olmayan, âdeta, cansız ve hareketsiz bir varlık durumundadır. Havada sağa, sola rastgele hareket eden bir tüy, bir yaprak gibidir. Işığın güneşe isnad edilmesi gibi, yaptığı işler de ona mecazen isnad edilir. Gerçekte ise, bu fiillerin hâ~ lıkı (Yaratıcısı) Allah´dır. Her fiil, Allah´ın mutlak kudret ve iradesiyle insandan sudur eder. İnsan, bütün bu işleri yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur. Vani; yaptığı işlerde kendisinin hiçbir rolü yoktur. O işleri halkeden kendisi olmadığı gibi, kesbedip kazanan da kendisi değildir. Çünkü insan hiçbir kudret ve İradeye sahip değildir. O halde, hiçbir fiili Allah´dan başkasına, herhangi bîr mahlûkuna isnad etmek caiz değildir. Yüce Allah, insan üzerinde, her türlü hareketlerini ve sükunları fiilen icra edip düzenler. Bu icraat ve hakimiyetin eseri insanda görülür. Hayır olsun, şer olsun, güzel veya çirkin olsun herşeyi yaratan Yüce Allah´dır.
2- Tahlil ve Tenkid :
Akl-ı selimin ve sağduyu sahiplerinin asla kabul edemiyeceğt bu görüş ile Cebriye, Hak Teâlâ´ya. hâşâ zulüm İsnad etmiş oluyor. Çünkü onlara göre, küfür, zina, adam öldürmek, hırsızlık ve her türlü kötülüğü yaratan Allah´dır. Bütün bu kötülükleri işlemekde insanın hiçbir rolü, kudret ve iradesi yoktur. Çünkü insan, o işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen Allah, bu gibi fena işleri yapanlara azab verecektir!..
Böyle bir iddia, Yüce Allah´a zulüm isnad etmekten başka bir-şey değlidir. Çünkü Allah (onlara göre hiçbir kudret ve iradesi olmayan) kula hem ?meselâ? zina yaptırmış, hem de, niye yaptın ziye azab etmiş oluyor. Bunun zulüm olduğu aşikârdır. Allah´a zulüm isnâd etmek ise küfür ve dalâlettir. Çünkü Allah, her türlü noksandan münezzeh ve beridir. Çok kötü bir sıfat olan zulüm, pek büyük bir noksanlıktır. Zât-ı ilâhî böyle bir noksandan kesinlikle uzaktır. Nitekim Hak Teâlâ, birçok âyetlerde zulümden Zât-ı İlâhîsini tenzih buyurmuştur.[4]
Cebriye; böyle küfrü gerektiren bir sonuca varmamak için «insan, yaptığı işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen, irade ve kudreti bulunmadığı için, mükellef ve sorumlu değildir.» dese, mühim bir dînî esas olan «Teklif ve Mes´ûliyet», «Sevab ve îkâb», «Hesap, Cennet ve Cehennem» mefhumlarını inkâr durumuna düşer ki, bunun nasıl bir küfür ve dalâlet (sapıklık) olduğu aşikârdır.
İnsana mutlak cebri isnad etmek suretiyle, onu cansız bir varlıktan farksız ve değersiz bir hale düşüren bu mezhebin bâtıl olduğunu beyan hususunda, daha fazla söz söylemeğe lüzum görmüyoruz.
Bu sebeple, bu çarpık fikir müslümanlar arasında tutunamamış, kısa bir zaman sonra münkariz olmuş ve ortadan kalkmıştır.
Hayret edilecek bir cihettir ki :
Cebriye böyle yanlış ve bâtıl bir görüşe, Hak Teâlâ´yı tenzih ve O-nu tebcil etmek isterken düşmüştür. Çünkü, «Allahu Teâlâ bir takım sıfatlarla muttasıftır» dersek, Zât-ı îlâhî´yi mahlûkâtma benze´iniş oluruz. Bu bakımdan Yüce Allah, yalnız, mahlûkâtm asla vasıflandırılamıyacağı «fiil ve halk» sıfatlarıyla muttasıftır. O halde her türlü fiil ve icâd, yalnız Allah´a mahsustur. Kul hiçbir fiili yapmak ve yaratmak kudretine sahib değildir.» demişlerdir.
Mutlak cebir fikrini benimsemelerine delil olarak da; bazı âyetlerin zahirî mânâlarım ve ilm-i ezelîyi göstermişlerdir. Yânî :
«Allah ilm-i ezelîsiyle, her şeyi ve insanların neler yapacaklarını ezelde bilir, tnsan, Allah´ın ilm-i ezelîsinin taallûk ettiği, ezelde belli, sabit ve mukadder olan şeyler dışında bir şey yapamaz. Onları aynen yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur» demişlerdir.
Halbuki, Yüce Allah´ın, her şeyi daha Önceden ve vâki olmadan bilmesi, o işi yapanın irade ve tercihi üzerinde hiçbir tesir yapmaz. Çünkü ilim; bilinmeyeni ortaya çıkarmak ve onu keşfettiren bir sıfat olduğundan, iradeye tesir ederek, ihtiyar ve seçme melekesini kaldıran bir kuvvet değildir. Yani Allah´ın ezelde herşeyi bilmesi, ilminin herşeyi ihatası (kapsaması) insan iradesini ortadan kaldırıp, cebri icabettirmez. Zira, hâdiseler ve kulun yaptığı İşler, Allah´ın onları ezelde bilmesinden dolayı vukua gelmez. Belki Allah onları, vukua geleceği için bilir. Nitekim Astronomi ilmine vâkıf olan bir âlim senelerce sonra belirli gün, saat ve dakikada güneşin tutulacağını hesap ederek bilir. Zamanı gelince de güneş tutulur. Şüphe yok ki bu hâdise, Astrologun bilmesinden ve daha önce onu tesbit etmesinden dolayı vukua gelmedi. Gerçekte astrolog, o hâdisenin olacağım bildiği için yazdı, işte bunun gibi, Hak Teâlâ´nın meselâ benim ilerde neler yapacağımı ezelde bilip yazması, o işi irademle yapmama mâni olup, beni o işi yapmağa mecbur etmez.
Bütün bu gerçekler, Cebriyenin görüşlerinin ne kadar mesnetsiz ve yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. [5]