ezelinur
Sat 3 April 2010, 05:36 pm GMT +0200
Yüce Allah´a İman ve Varlığının Delilleri
Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
1- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
2- Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller
Teselsül Ve Îptalî
Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller
İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller
3-Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri
A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı
B) Bu Mezhebin Îptali
4-Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler
1 — A. Gressy Morrıson´un Cevabından Özetler
Kâinat, Allah´ın Varlığına Delildir
3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»´A Varan Fikir İncileri
İlimler Allah´a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor
5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler
6- Amerika´nın 3. Feza Adamı John Gueen Anlatıyor
İKİNCİ BÖLÜM
Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
I- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
Daha önce de belirttiğimiz gibi, «îmân» kelimesinin lügat mânası ; inanmak ve tasdik etmektir. Yâni bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek inanmak, haberin ve haber verenin doğru ve gerçek olduğunu kabul etmektir.
îsîâmî ıstılahta ise îmân; her şeyden önce, Allah´ın varlığına ve birliğine, yani Allah´dan başka Tanrı (ilâh) bulunmadığına, sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)´in Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna, yani Allahu Teâlâ tarafından kendisine vahiy yoluyla gönderilen ve dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Hz. Muhammed´in sâdık (doğru ve gerçek) olduğuna tereddütsüz inanmak, bunu kalb ile tasdik etmektir.
İslâm dînine girmenin ilk şartı olan bu iki esae, her müslüman-ca bilinen «Şahadet kelimesinde toplanmıştır. Bu kutsal cümleyi dil ile ikrar ederek, kalb ile tasdik eden kimseye, «inanmış» anlamına gelen «mü´min» adı verilir.
İşte îslâmda îmân; şahadet kelimesinde ifadesini bulan, Allah´a ve Resulü Muhammed (s.a.v.)´in Peygamberliğine îmânla başlar. «Âmentü»de belirtilen altı esasa, yani; Allah´a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kaza ve Kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların herbirini, iki cilt halinde plânlayarak hazırladığımız bu kitabın bölümlerinde ele alarak etraflıca beyan edeceğiz.
Bu bölümde; Allah´a îmânla ve Yüce Zâtı ile ilgili hususlar üzerinde duracağız.
insanlık tarihi bize gösteriyor ki, en iptidâi (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapma meyli, do-layısiyle bir din inancı vardır. Zira bütün insanlar, her asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Çünkü nereye gidilmişse orada, basit ve bâtıl da olsa bir dîne ,bir Tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi veya yıldızları takdis ederek onları kutsal sayanlar dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden ve esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri, O´na yaklaşmak için birer vesile ittihaz etmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımıyan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umûmî, Allah inancının da fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve her şeyi yaratmağa kaadir olan bir Allah´a inanmak, erginlik çağına gelmiş ve âkil hükmünde olan her insana farzdır. Allahu Teâlâ´nm varlığına, birliğine, îmân, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibinin ilk ve mutlak borcudur. Bu sebeple, ilâhî dinlerin kesintiye uğradığı fetret devrinde yaşayan insanlar dahî, kendilerine ihsan edilen akıl nimetiyle, Allah´ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah´a îmânla mükelleftirler. Uzak ve meçhul yerlerde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler, Namaz, Oruç ve Zekât gibi ibadetler ve diğer şer´î hükümlerle mükellef olmadıkları halde, Allah´a îmân etmekle mükelleftirler. Bu görüş, Mâtürîdîyye mezhebi imamlarının görüşüdür. Çünkü bunlara göre Allahu Teâlâ´ya îmân, insan fıtratının icâbıdır. Zira her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir Yaratıcısı olduğuna aklen hükmeder. Her akl-ı selîm buna şahadet eder. Yani, akıl ve nazar «MarifetuHah» da kâfidir, derler ve Kur´an-ı Kerîm´de buyurulan;
«Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah´ın varlığında şüphe mi vardır.»
Âyet-i Kerîmesini delil olarak zikrederler.
Eş´arîyye imamları ise; akıl ve nazar «Mârifetullah» da kâfideğildir, derler ve
«Biz bir kavme, Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.» Âyetini, delil olarak gösterirler.
Bu konuda Mâtürîdîyye ´nin görüşü daha kuvvetli ve kabule şayandır. Çünkü her şeyden önce, Semavî dinlerin esâsı olan, Allah´ın varlığına ve birliğine inanmadan, O´nun Kitaplarına, Peygamberlerine, Meleklerine, Din gününün sahibi (mâliki), hayır ve şerrin, hülâsa herşeyin yaratıcısı olduğuna ve sonunda O´na dönüleceğine inanmak gibi dînî esaslar, tetkik konusu dahî olamaz. Zira, Allahu Teâlâ´nm varlığına ve birliğine îmân, İslâm akidesinin ve bütün Semavî gerçek dinlerin esasını teşkil eder. Çünkü Allah, herşeyin aslı, var oluşunun sebebidir. O, her varlığın yaratıcısı ve gayesidir. Bütün dinler, bu inanca dayanır. Her türlü güzellik, hayır, adalet ve fazilet hissi, her insanda fıtrî olan bu inançtan, Allah´a îmân esasından doğmuştur.[1]
Iı _ Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
Vücûd-ı Ilâhî´yi isbat etmek; şer´î delillerle değil, ancak aklî veya vicdanî delillerle veya her ikisiyle mümkün olabilir. Çünkü ilâhî bir dîne inanmak, her şeyden önce, onu vaz´eden Allahu Teâlâ´-ya inanmakla kaabil olur. O halde, Allah´ın varlığını isbat ederken henüz isbat edilmemiş olan ve isbatı Allah´ın isbatıria tevakkuf eden dînin beyân ettiği şer´î deliller zikredilemez. Zira Allah´a inanmayan bir kimse, ilâhî bir dîne, mukaddes bir kitaba inanmıyor demektir. Bu sebeple, bu gibileri ikna etmek için, yalnız akla hitabeden aklî ve mantıkî deliller beyan etmek gerekir. İşte bunun içindir ki Kur´an-ı Kerîm, insanları Allah´ın varlığı konusunda dâima düşünmeğe, muhakeme etmeğe ve akla müracaata davet etmektedir. Ancak, Kur´an´a inanan samîmi bir müslüman için, naklî delil sayılan âyet-i kerîmeler, onun îmanını kuvvetlendiren birer kesin delildir.
Her devirde, Yüce Allah´ın varlığını inkâr eden ve yalnız maddeye inanan materyalistlerle, Allah´a ortak koşan müşrikler —az da olsa— bulunduğundan, Allah´ın varlığını isbat konusu, islâm Mütefekkirlerini ve İlâhiyatçı Filozofları çok meşgul etmiş ve bu hususta çeşitli deliller zikretmelerine sebep olmuştur.
Şimdi biz burada, Hak Teâlâ´mn yüce varhğını isbat hususunda İslâm Mütefekkir ve Kelâmcılarıyla, İlâhiyatçı Filozofların ileri sürdükleri ilmî ve felsefî delillerin en mühimlerini beyan edeceğiz. Bu´ konuda «Maddeciler»in görüşünü de kısaca izah ettikten sonra, onlar gibi maddî ilimlerle meşgul olan tabiat âlimlerinin yalnız maddeye inanıp, Allah´a inanmayan Maddecilere güzel bir cevap teşkil eden, ilmî delillerinden bazılarını zikredeceğiz.
İslâm Mütefekkirleriyle, İlâhiyatçı Garp Filozoflarının bu konuda beyan ettikleri deliller esas itibariyle bir olup, hepsi de, bu varlık âleminin ilk illetinin (yani yaratıcısının) «öncesi ve sonu olmayan, hududsuz ve mutlak kemâl sahibi bir varlık» olduğu esasına dayanır. Hepsinin hedefi, bu ilâhî varlığı isbat etmektir.
Bu konuda, seçilen çeşitli yol ve metodlar ile, zikredilen delilleri, şu üç gurupta toplayabiliriz :
A) Dış âlemden çıkarılan »Tabiî deliller»
B) Akıl yoluyla elde edilen «Metafizik deliller»
C) İnsan tabiatından çıkarılan «Ahlâkî ve Vicdanî deliller».
Şimdi bu delilleri sırasiyle görelim : [2]
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller;
«Âlem» adı verilen gördüğümüz şu varlıktan çıkarılan delilleri dört gurupta toplayabiliriz :
1- Hudûs (sonradan var olma) delilleri:Bunlar bu âlemde .görülen varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2- İmkân delilleri : Bu âlemin vücûdundan, yâni yokken var olmasından çıkarılan delillerdir.
3- Hareket delili :Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4- İbda´ ve İHet-i Gâiyye delili : Âlemdeki nizamdan, her şeyin bir gayeye göre yaratılmış olmasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunların herbirini beyân edelim. Ancak bu kitabın hazırlanmasındaki gaye bakımından, delillerin münakaşasına girmiyerek, yalnız bu delilleri izah etmekle yetineceğiz.
1- Hudûs Delilleriyle, Allah´ın Varlığını İsbat:
Bu âlemin hadis olduğu esasına dayanan hudûs delillerini beyân etmeden önce, şu hususu bilmemiz gerekir :
Biraz sonra izah edeceğimiz gibi, bu ´âlem hadistir. Yâni, yok ik#n sonradan var olmuştur. O halde evveli olmayan «Kadîm» bir faile muhtaçtır.
Yine ileride beyân olunacağı gibi, bu mümkindir. Yâni; vücûdu kendi zâtının muktezâsı (icabı) olmayıp, vücudu da, ademi de zâtına nisbetle müsavidir. O halde, bu âlem, varlığını yokluğuna tercih ederek, yok iken onu var eden bir müreccihe, bir mucide muhtaçtır. Bu mucidin de vücûdu zâtından, yâni Vâcib´ul - Vücût olması gerekir. Şu hâle göre bu âlem bir mucide (yaratıcıya) muhtaçtır.
Bu ihtiyâcın illeti (sebebi) nedir?
Bu ihtiyâcın illeti; hudûs mudur, yoksa imkân mı?
İşte bu husus, Kelâm âlimleriyle, filozofları ihtilâfa ve münakaşaya sevkeden mühim bir konudur.
Biz burada, bu önemli konuya kısaca işaret edeceğiz.
«Mâtekellimûn» diye anılan Kelâmcılarm ekserisi, bu ihtiyâcın illeti (sebebi) «Hudûs»´tur, derler.
Filozoflar ise, bu illetin hudûs olmayıp, «İmkân» olduğu ka-naatindedirler.
Bâzı Kelâmcılar, filozofların bu görüşüne iştirak etmişlerse de diğer bir kısım kelâmcı, üçüncü bir görüşe sahipdir. O da; bu ihtiyacın illeti, «İmkân ile birlikte hudûs»´dur, fikridir. Herbirinin görüşünü destekleyen deliller vardır [3]
Bu kısa bilgiden sonra «Hudûs» esasına dayanan delilleri izaha geçebiliriz :
a) Cisimlerin Hudûsu Esasına Dayanan Delil :
Mütekellimûn (İslâm Kelâmcıları), bu delili şöyle bir kıyâs yoluyla beyân ederler :
Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hadistir (Sonradan var olmuştur).
Her hadis mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır.
O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da Allahu Teâlâ´-dır.
Şimdi, nazarî ve delile muhtaç olan bu kaziyye (önerme) ´lerin herbirini açıklayarak, vardığımız neticenin doğru olup olmadığım inceleyelim.
Bu âlemin hadis olduğu müşahede (gözlem) ve aklî delillerle sabittir. Şöyle ki :
Âlem; «A´yân» denilen «Cevher»´den ve bu cevherle kaaim olan «Arazlar»´dan meydana gelmiştir. Daimî bir hareket ve değişmeler halinde olan cevherler ve arazlar hadîstir. Çünkü bir halden diğer bir hale değişen herşey, yeni oluşlar hâlinde bulunduğundan hadistir. Bu hususu biraz daha açıklayalım :
Cevherle kaaim olan arazlar, İslâm âlimleri nazarında şunlar-; dır :
Hareket; sükûn, içtima´ ve iftirâk (ayrılma) adları verilen Ek-vân-ı erbaa (dört oluş).
Her biri bir keyfiyet olan; renkler, kokular ve tadlar (yiyecek ve içeceğin verdiği lezzetler)´dir. Bunların herbirinin bildiğimiz çeşitleri vardır.
Bu arazlar, münferit veya mürekkeb cisimlere arız olan ve onlara değişik haller, şekiller veren sıfatlardır.
İşte bu arazların hepsi, hadistir, sonradan var olmuştur.
Bunlardan bazılarının hudûsu his ve müşahede (gözlem) ile sabittir. Görmekte olduğumuz; sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık gibi...
Bazılarının hudûsu da, delil ile sabittir. Hareketin gelmesiyle yok olan sükûn, aydınlıkla yok olan karanlık, siyahlıkla yok olan beyazlık gibi... Çünkü bu gibi arazlar yok olduktan sonra görülmez. Fakat, hadîs olduğu aklî delille sabittir. Zira, hadis olmasaydı, vâcib olması gerekirdi. Eğer vâcib olsaydı, zıdlarınm gelmesiyle yok olmaması gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyor. O halde vâcib değil hadîstir. Yani vücudu zâtının icabı değil, başkası tarafından sonradan var edilmiştir.
İşte böylece, bütün arazların hadîs olduğu (bazısı müşâhade, bazısı delil ile) sabit oldu.
Hudûsu sabit olan arazlar, kaaim oldukları cevherlerin de hadis olduğuna delil teşkil eder. Çünkü :
Cevherler, kendilerine ânz olan hadiselerden asla hâlî değildir. ğildir.
Hâdiseden hâlî olmayan herşey hadistir.
Bu iki kaziyyeyi isbat edersek, bütün cevherlerin hadis olduğu gerçeği de isbat edilmiş olur.
Birinci kaziyye doğrudur. Çünkü : Her cisim veya cevher hareket veya sükûnden hâlî değildir. Zira her cisim, mutlaka bir boşlukta (hayyizde) bir yerde bulunur.
Eğer orada kalır ve başka bir yere intikal etmezse sükûn halindedir. Sakindir (Sükûn; bir yerde, iki zamanda iki oluştur.
Eğer cisim, ilk yerinde kalmayıp, ikinci bir yere intikal ederse, hareket halindedir. (Hareket; iki yerde, iki zamanda iki oluştur.) Bu iki halin üçüncüsü yoktur.
O halde; «Cevherler kendilerine arız olan hâdiselerden asla hâlî değildir» diyen birinci kaziyye isbât edildi.
İkinci kaziyyenin isbâtına gelince :
Hâdiseden hâlî olmayan şey, hadis (sonradan var) olmayıp, kadîm (ezelden var) olsaydı, ondan hiçbir zaman ayrılmayan ve 1 dâima lâzımı bulunan hâdiseler de, onunla birlikte ezelde mevcut olurdu. O vakit, o hâdiseler de onun gibi kadîm olurdu ki; bu aklen * muhaldir. Çünkü hadis, yani sonradan var olan bir şey, kadîm, yani ezelî olamaz.
îşte böylece, cisim ve cevherlerin de, arazlar gibi hadis olduğu, dolayısiyle cevher ve arazlardan teşekkül eden bu âlemin de, suretiyle ve maddesiyle hadis olduğu gerçeği isbat edilmiş olur.
Bu âlemin hadis olduğu, yani bir zaman yokken bizce bilinmeyen bir müddet sonra maddesiyle, sureti ve bütün cüzleriyle var olduğu sabit olunca, sonradan var olan her hadis gibi bu âlemin de bir mnhdise, yâni bir mucide, (yaratıcıya) muhtaç olduğu sabit olur. Bu, «İlliyet» kanununun [4] tabiî bir neticesidir,
O halde bu âlem de, var oluşunda bir yaratıcıya, bir mucide muhtaçtır. O yaratıcı ise; bu âlem cinsinden olmayan, varlığı zâtının icâbı, yani Vâcibü´l - Vücût olan mutlak kemâl sahibi Aîlahu Teâlâ´dır [5]
Bu neticeye varmak, zorunlu ve kesindir. Çünkü, sonradan yaratılan bu âlemin, vâcibü´l - vücûd (varlığı zâtının îcâbı) olan Allah tarafından değil de, Allah´dan başka bir fail tarafından yaratıldığını farzetsek, sonunda mutlak kemâl ve kudret sahibi, vücûdu zâ-tıyla kaim bir Allah´ın varlığına yine ulaşırız. Zira deriz ki :
Bu âlemi yaratan varlık, vâcibü´l vücûd değilse, mümkini´l - vü-cûddur. Yâni vücûdu sonradan var olmuştur. O halde o da, varlığında başka bir faile, mucide (yaratıcıya) muhtaçtır. Şayet, o da, bu fail gibi, başka bir faile muhtaç ise, faillerin böylece sonsuzluğa doğru teselsül edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise, Kelâm-cılar ve Filozoflar nazarında bâtılda. O halde, var olduğu farzedilen bu failler silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan ekmel, vücûdu zâtının icâbı olan bir varlığa dayanması şarttır. îşte bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´dır.
Görüldüğü üzere bu netice ve Hakk Teâlâ´nın varlığını isbat eden birçok deliller, teselsülün bâtıl olduğu esasına dayanmaktadır.
Bu sebeple, teselsülün bâtıl olduğunu beyân eden birçok deliller zikredilmiştir. Biz burada «Burhân-ı Tatbik» adiyle şöhret bulan delili beyan etmekle yetineceğiz. [6]
Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
1- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
2- Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller
Teselsül Ve Îptalî
Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller
İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller
3-Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri
A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı
B) Bu Mezhebin Îptali
4-Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler
1 — A. Gressy Morrıson´un Cevabından Özetler
Kâinat, Allah´ın Varlığına Delildir
3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»´A Varan Fikir İncileri
İlimler Allah´a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor
5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler
6- Amerika´nın 3. Feza Adamı John Gueen Anlatıyor
İKİNCİ BÖLÜM
Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
I- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
Daha önce de belirttiğimiz gibi, «îmân» kelimesinin lügat mânası ; inanmak ve tasdik etmektir. Yâni bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek inanmak, haberin ve haber verenin doğru ve gerçek olduğunu kabul etmektir.
îsîâmî ıstılahta ise îmân; her şeyden önce, Allah´ın varlığına ve birliğine, yani Allah´dan başka Tanrı (ilâh) bulunmadığına, sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)´in Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna, yani Allahu Teâlâ tarafından kendisine vahiy yoluyla gönderilen ve dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Hz. Muhammed´in sâdık (doğru ve gerçek) olduğuna tereddütsüz inanmak, bunu kalb ile tasdik etmektir.
İslâm dînine girmenin ilk şartı olan bu iki esae, her müslüman-ca bilinen «Şahadet kelimesinde toplanmıştır. Bu kutsal cümleyi dil ile ikrar ederek, kalb ile tasdik eden kimseye, «inanmış» anlamına gelen «mü´min» adı verilir.
İşte îslâmda îmân; şahadet kelimesinde ifadesini bulan, Allah´a ve Resulü Muhammed (s.a.v.)´in Peygamberliğine îmânla başlar. «Âmentü»de belirtilen altı esasa, yani; Allah´a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kaza ve Kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların herbirini, iki cilt halinde plânlayarak hazırladığımız bu kitabın bölümlerinde ele alarak etraflıca beyan edeceğiz.
Bu bölümde; Allah´a îmânla ve Yüce Zâtı ile ilgili hususlar üzerinde duracağız.
insanlık tarihi bize gösteriyor ki, en iptidâi (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapma meyli, do-layısiyle bir din inancı vardır. Zira bütün insanlar, her asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Çünkü nereye gidilmişse orada, basit ve bâtıl da olsa bir dîne ,bir Tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi veya yıldızları takdis ederek onları kutsal sayanlar dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden ve esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri, O´na yaklaşmak için birer vesile ittihaz etmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımıyan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umûmî, Allah inancının da fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve her şeyi yaratmağa kaadir olan bir Allah´a inanmak, erginlik çağına gelmiş ve âkil hükmünde olan her insana farzdır. Allahu Teâlâ´nm varlığına, birliğine, îmân, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibinin ilk ve mutlak borcudur. Bu sebeple, ilâhî dinlerin kesintiye uğradığı fetret devrinde yaşayan insanlar dahî, kendilerine ihsan edilen akıl nimetiyle, Allah´ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah´a îmânla mükelleftirler. Uzak ve meçhul yerlerde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler, Namaz, Oruç ve Zekât gibi ibadetler ve diğer şer´î hükümlerle mükellef olmadıkları halde, Allah´a îmân etmekle mükelleftirler. Bu görüş, Mâtürîdîyye mezhebi imamlarının görüşüdür. Çünkü bunlara göre Allahu Teâlâ´ya îmân, insan fıtratının icâbıdır. Zira her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir Yaratıcısı olduğuna aklen hükmeder. Her akl-ı selîm buna şahadet eder. Yani, akıl ve nazar «MarifetuHah» da kâfidir, derler ve Kur´an-ı Kerîm´de buyurulan;
«Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah´ın varlığında şüphe mi vardır.»
Âyet-i Kerîmesini delil olarak zikrederler.
Eş´arîyye imamları ise; akıl ve nazar «Mârifetullah» da kâfideğildir, derler ve
«Biz bir kavme, Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.» Âyetini, delil olarak gösterirler.
Bu konuda Mâtürîdîyye ´nin görüşü daha kuvvetli ve kabule şayandır. Çünkü her şeyden önce, Semavî dinlerin esâsı olan, Allah´ın varlığına ve birliğine inanmadan, O´nun Kitaplarına, Peygamberlerine, Meleklerine, Din gününün sahibi (mâliki), hayır ve şerrin, hülâsa herşeyin yaratıcısı olduğuna ve sonunda O´na dönüleceğine inanmak gibi dînî esaslar, tetkik konusu dahî olamaz. Zira, Allahu Teâlâ´nm varlığına ve birliğine îmân, İslâm akidesinin ve bütün Semavî gerçek dinlerin esasını teşkil eder. Çünkü Allah, herşeyin aslı, var oluşunun sebebidir. O, her varlığın yaratıcısı ve gayesidir. Bütün dinler, bu inanca dayanır. Her türlü güzellik, hayır, adalet ve fazilet hissi, her insanda fıtrî olan bu inançtan, Allah´a îmân esasından doğmuştur.[1]
Iı _ Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
Vücûd-ı Ilâhî´yi isbat etmek; şer´î delillerle değil, ancak aklî veya vicdanî delillerle veya her ikisiyle mümkün olabilir. Çünkü ilâhî bir dîne inanmak, her şeyden önce, onu vaz´eden Allahu Teâlâ´-ya inanmakla kaabil olur. O halde, Allah´ın varlığını isbat ederken henüz isbat edilmemiş olan ve isbatı Allah´ın isbatıria tevakkuf eden dînin beyân ettiği şer´î deliller zikredilemez. Zira Allah´a inanmayan bir kimse, ilâhî bir dîne, mukaddes bir kitaba inanmıyor demektir. Bu sebeple, bu gibileri ikna etmek için, yalnız akla hitabeden aklî ve mantıkî deliller beyan etmek gerekir. İşte bunun içindir ki Kur´an-ı Kerîm, insanları Allah´ın varlığı konusunda dâima düşünmeğe, muhakeme etmeğe ve akla müracaata davet etmektedir. Ancak, Kur´an´a inanan samîmi bir müslüman için, naklî delil sayılan âyet-i kerîmeler, onun îmanını kuvvetlendiren birer kesin delildir.
Her devirde, Yüce Allah´ın varlığını inkâr eden ve yalnız maddeye inanan materyalistlerle, Allah´a ortak koşan müşrikler —az da olsa— bulunduğundan, Allah´ın varlığını isbat konusu, islâm Mütefekkirlerini ve İlâhiyatçı Filozofları çok meşgul etmiş ve bu hususta çeşitli deliller zikretmelerine sebep olmuştur.
Şimdi biz burada, Hak Teâlâ´mn yüce varhğını isbat hususunda İslâm Mütefekkir ve Kelâmcılarıyla, İlâhiyatçı Filozofların ileri sürdükleri ilmî ve felsefî delillerin en mühimlerini beyan edeceğiz. Bu´ konuda «Maddeciler»in görüşünü de kısaca izah ettikten sonra, onlar gibi maddî ilimlerle meşgul olan tabiat âlimlerinin yalnız maddeye inanıp, Allah´a inanmayan Maddecilere güzel bir cevap teşkil eden, ilmî delillerinden bazılarını zikredeceğiz.
İslâm Mütefekkirleriyle, İlâhiyatçı Garp Filozoflarının bu konuda beyan ettikleri deliller esas itibariyle bir olup, hepsi de, bu varlık âleminin ilk illetinin (yani yaratıcısının) «öncesi ve sonu olmayan, hududsuz ve mutlak kemâl sahibi bir varlık» olduğu esasına dayanır. Hepsinin hedefi, bu ilâhî varlığı isbat etmektir.
Bu konuda, seçilen çeşitli yol ve metodlar ile, zikredilen delilleri, şu üç gurupta toplayabiliriz :
A) Dış âlemden çıkarılan »Tabiî deliller»
B) Akıl yoluyla elde edilen «Metafizik deliller»
C) İnsan tabiatından çıkarılan «Ahlâkî ve Vicdanî deliller».
Şimdi bu delilleri sırasiyle görelim : [2]
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller;
«Âlem» adı verilen gördüğümüz şu varlıktan çıkarılan delilleri dört gurupta toplayabiliriz :
1- Hudûs (sonradan var olma) delilleri:Bunlar bu âlemde .görülen varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2- İmkân delilleri : Bu âlemin vücûdundan, yâni yokken var olmasından çıkarılan delillerdir.
3- Hareket delili :Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4- İbda´ ve İHet-i Gâiyye delili : Âlemdeki nizamdan, her şeyin bir gayeye göre yaratılmış olmasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunların herbirini beyân edelim. Ancak bu kitabın hazırlanmasındaki gaye bakımından, delillerin münakaşasına girmiyerek, yalnız bu delilleri izah etmekle yetineceğiz.
1- Hudûs Delilleriyle, Allah´ın Varlığını İsbat:
Bu âlemin hadis olduğu esasına dayanan hudûs delillerini beyân etmeden önce, şu hususu bilmemiz gerekir :
Biraz sonra izah edeceğimiz gibi, bu ´âlem hadistir. Yâni, yok ik#n sonradan var olmuştur. O halde evveli olmayan «Kadîm» bir faile muhtaçtır.
Yine ileride beyân olunacağı gibi, bu mümkindir. Yâni; vücûdu kendi zâtının muktezâsı (icabı) olmayıp, vücudu da, ademi de zâtına nisbetle müsavidir. O halde, bu âlem, varlığını yokluğuna tercih ederek, yok iken onu var eden bir müreccihe, bir mucide muhtaçtır. Bu mucidin de vücûdu zâtından, yâni Vâcib´ul - Vücût olması gerekir. Şu hâle göre bu âlem bir mucide (yaratıcıya) muhtaçtır.
Bu ihtiyâcın illeti (sebebi) nedir?
Bu ihtiyâcın illeti; hudûs mudur, yoksa imkân mı?
İşte bu husus, Kelâm âlimleriyle, filozofları ihtilâfa ve münakaşaya sevkeden mühim bir konudur.
Biz burada, bu önemli konuya kısaca işaret edeceğiz.
«Mâtekellimûn» diye anılan Kelâmcılarm ekserisi, bu ihtiyâcın illeti (sebebi) «Hudûs»´tur, derler.
Filozoflar ise, bu illetin hudûs olmayıp, «İmkân» olduğu ka-naatindedirler.
Bâzı Kelâmcılar, filozofların bu görüşüne iştirak etmişlerse de diğer bir kısım kelâmcı, üçüncü bir görüşe sahipdir. O da; bu ihtiyacın illeti, «İmkân ile birlikte hudûs»´dur, fikridir. Herbirinin görüşünü destekleyen deliller vardır [3]
Bu kısa bilgiden sonra «Hudûs» esasına dayanan delilleri izaha geçebiliriz :
a) Cisimlerin Hudûsu Esasına Dayanan Delil :
Mütekellimûn (İslâm Kelâmcıları), bu delili şöyle bir kıyâs yoluyla beyân ederler :
Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hadistir (Sonradan var olmuştur).
Her hadis mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır.
O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da Allahu Teâlâ´-dır.
Şimdi, nazarî ve delile muhtaç olan bu kaziyye (önerme) ´lerin herbirini açıklayarak, vardığımız neticenin doğru olup olmadığım inceleyelim.
Bu âlemin hadis olduğu müşahede (gözlem) ve aklî delillerle sabittir. Şöyle ki :
Âlem; «A´yân» denilen «Cevher»´den ve bu cevherle kaaim olan «Arazlar»´dan meydana gelmiştir. Daimî bir hareket ve değişmeler halinde olan cevherler ve arazlar hadîstir. Çünkü bir halden diğer bir hale değişen herşey, yeni oluşlar hâlinde bulunduğundan hadistir. Bu hususu biraz daha açıklayalım :
Cevherle kaaim olan arazlar, İslâm âlimleri nazarında şunlar-; dır :
Hareket; sükûn, içtima´ ve iftirâk (ayrılma) adları verilen Ek-vân-ı erbaa (dört oluş).
Her biri bir keyfiyet olan; renkler, kokular ve tadlar (yiyecek ve içeceğin verdiği lezzetler)´dir. Bunların herbirinin bildiğimiz çeşitleri vardır.
Bu arazlar, münferit veya mürekkeb cisimlere arız olan ve onlara değişik haller, şekiller veren sıfatlardır.
İşte bu arazların hepsi, hadistir, sonradan var olmuştur.
Bunlardan bazılarının hudûsu his ve müşahede (gözlem) ile sabittir. Görmekte olduğumuz; sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık gibi...
Bazılarının hudûsu da, delil ile sabittir. Hareketin gelmesiyle yok olan sükûn, aydınlıkla yok olan karanlık, siyahlıkla yok olan beyazlık gibi... Çünkü bu gibi arazlar yok olduktan sonra görülmez. Fakat, hadîs olduğu aklî delille sabittir. Zira, hadis olmasaydı, vâcib olması gerekirdi. Eğer vâcib olsaydı, zıdlarınm gelmesiyle yok olmaması gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyor. O halde vâcib değil hadîstir. Yani vücudu zâtının icabı değil, başkası tarafından sonradan var edilmiştir.
İşte böylece, bütün arazların hadîs olduğu (bazısı müşâhade, bazısı delil ile) sabit oldu.
Hudûsu sabit olan arazlar, kaaim oldukları cevherlerin de hadis olduğuna delil teşkil eder. Çünkü :
Cevherler, kendilerine ânz olan hadiselerden asla hâlî değildir. ğildir.
Hâdiseden hâlî olmayan herşey hadistir.
Bu iki kaziyyeyi isbat edersek, bütün cevherlerin hadis olduğu gerçeği de isbat edilmiş olur.
Birinci kaziyye doğrudur. Çünkü : Her cisim veya cevher hareket veya sükûnden hâlî değildir. Zira her cisim, mutlaka bir boşlukta (hayyizde) bir yerde bulunur.
Eğer orada kalır ve başka bir yere intikal etmezse sükûn halindedir. Sakindir (Sükûn; bir yerde, iki zamanda iki oluştur.
Eğer cisim, ilk yerinde kalmayıp, ikinci bir yere intikal ederse, hareket halindedir. (Hareket; iki yerde, iki zamanda iki oluştur.) Bu iki halin üçüncüsü yoktur.
O halde; «Cevherler kendilerine arız olan hâdiselerden asla hâlî değildir» diyen birinci kaziyye isbât edildi.
İkinci kaziyyenin isbâtına gelince :
Hâdiseden hâlî olmayan şey, hadis (sonradan var) olmayıp, kadîm (ezelden var) olsaydı, ondan hiçbir zaman ayrılmayan ve 1 dâima lâzımı bulunan hâdiseler de, onunla birlikte ezelde mevcut olurdu. O vakit, o hâdiseler de onun gibi kadîm olurdu ki; bu aklen * muhaldir. Çünkü hadis, yani sonradan var olan bir şey, kadîm, yani ezelî olamaz.
îşte böylece, cisim ve cevherlerin de, arazlar gibi hadis olduğu, dolayısiyle cevher ve arazlardan teşekkül eden bu âlemin de, suretiyle ve maddesiyle hadis olduğu gerçeği isbat edilmiş olur.
Bu âlemin hadis olduğu, yani bir zaman yokken bizce bilinmeyen bir müddet sonra maddesiyle, sureti ve bütün cüzleriyle var olduğu sabit olunca, sonradan var olan her hadis gibi bu âlemin de bir mnhdise, yâni bir mucide, (yaratıcıya) muhtaç olduğu sabit olur. Bu, «İlliyet» kanununun [4] tabiî bir neticesidir,
O halde bu âlem de, var oluşunda bir yaratıcıya, bir mucide muhtaçtır. O yaratıcı ise; bu âlem cinsinden olmayan, varlığı zâtının icâbı, yani Vâcibü´l - Vücût olan mutlak kemâl sahibi Aîlahu Teâlâ´dır [5]
Bu neticeye varmak, zorunlu ve kesindir. Çünkü, sonradan yaratılan bu âlemin, vâcibü´l - vücûd (varlığı zâtının îcâbı) olan Allah tarafından değil de, Allah´dan başka bir fail tarafından yaratıldığını farzetsek, sonunda mutlak kemâl ve kudret sahibi, vücûdu zâ-tıyla kaim bir Allah´ın varlığına yine ulaşırız. Zira deriz ki :
Bu âlemi yaratan varlık, vâcibü´l vücûd değilse, mümkini´l - vü-cûddur. Yâni vücûdu sonradan var olmuştur. O halde o da, varlığında başka bir faile, mucide (yaratıcıya) muhtaçtır. Şayet, o da, bu fail gibi, başka bir faile muhtaç ise, faillerin böylece sonsuzluğa doğru teselsül edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise, Kelâm-cılar ve Filozoflar nazarında bâtılda. O halde, var olduğu farzedilen bu failler silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan ekmel, vücûdu zâtının icâbı olan bir varlığa dayanması şarttır. îşte bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´dır.
Görüldüğü üzere bu netice ve Hakk Teâlâ´nın varlığını isbat eden birçok deliller, teselsülün bâtıl olduğu esasına dayanmaktadır.
Bu sebeple, teselsülün bâtıl olduğunu beyân eden birçok deliller zikredilmiştir. Biz burada «Burhân-ı Tatbik» adiyle şöhret bulan delili beyan etmekle yetineceğiz. [6]