- Yeni Türkiye’ Derken

Adsense kodları


Yeni Türkiye’ Derken

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Rüveyha
Sat 1 November 2014, 12:06 pm GMT +0200
Yeni Türkiye’ Derken

İsmail Taha | Eylül 2014 | DÜNYA HALİ   

Kurulduğu günden bu yana “demokratik bir ülke” olduğu üzerinde ısrarla durulan, “ileri demokrasi”, “modern demokrasi”gibi kavramlara sık sık atıf yapılan Türkiye’de demokrasinin hakikaten işlediğini, yerleştiğini söylemek pek mümkün değildi. Daha önce de vurguladığımız gibi, 91 yıldan bu yana askerî darbe ve muhtıraların sıradanlaştığı, toplumun tercihlerine görünür ya da görünmez eller tarafından müdahale edildiği bir ülkede demokratik bir sistemin hakim olduğunu iddia etmenin gerçekçi bir tarafı olamaz. Yıllarca halkın tercihlerine, taleplerine rağmen yönetmeyi marifet saymış kişi ve kurumların kontrolünde olan devlet, sözün millette olduğu iddiasıyla siyasî hayatımıza bir illüzyonu hakim kıldı. En küçük bir tepkiyle karşılaştığı anda da bastırmak, sindirmek için akıl almaz yollara başvurdu. Yakın tarihimizi birazcık resmî söylemin dışına çıkarak okuduğumuzda bunun örneklerini saymakla bitirmek mümkün değil.

“Demokratik hayata adım atıyoruz, artık tek parti iktidarı söz konusu olmayacak.” cümlesinin kurulduğu yıllardan itibaren bu ülkede demokrasi, söylemden öte geçmedi; gerçekten var olmasına, hele de kurumsallaşmasına asla izin verilmedi. 1950’de sandıkta tecelli eden millet iradesine 1960’ta darbe vuruldu, bir başbakanla iki bakanın hayatına son verildi. 1971’deki muhtıra, hem bir artçı sarsıntı hem de 1980’de gerçekleşecek büyük darbenin ayak sesleri gibiydi. “Olgunlaştırılan şartlarla” 1980’de halk iradesine bir kez kez daha el konuluyordu. Yine de bağrında taşıdığı olağanüstü potansiyelle Türkiye kısa zamanda kendini toparlıyor, millet yeniden tepkisini ortaya koyuyor, sivil irade de vazifesini icra etmeye çalışıyordu. Derken, 90’ların başından itibaren ülkenin ekonomik kriz ve terörle “hizada tutulma” operasyonları başladı.

Ve 28 Şubat… İrtica tehdidi bahane edilerek yüzlerce kişinin en temel haklarının elinden alınması suretiyle Türkiye yeniden içinden çıkılması zor görünen bir dehlize sürükleniyordu. Bin yıl süreceği iddia ediliyordu 28 Şubat “post-modern” darbesinin. Ama hepi topu 7 yıl sürebildi ve 3 Kasım 2002’de milli irade yeniden tecelli etti.

Türkiye’nin kronik hale gelmiş sistem sorunları, iç meseleleri ve uluslararası arenadaki pozisyonu için 12 yıldan bu yana mücadele ediliyor. Hayli yol alındığı da söylenebilir. Bu durumdan rahatsız olan iç ve dış unsurlar, Türkiye’nin yürüyüşüne engel olmak, set çekmek için türlü girişimlerde bulunsa da artık “Eski Türkiye” yok! Televizyonlarda, gazetelerde yapılan uydurma haberlere, mesnetsiz ve spekülatif iddialara, provakasyon denemelerine artık kimse inanmıyor. Bir şey daha var: Bu toprakların özüne aykırı, dışarıdan enjekte edilmeye çalışılan politikaların, kişilerin ve kurumların mayası eskiden olduğu gibi tutmuyor.

10 Ağustos’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde  Cumhuriyet tarihinde ilk defa halk oyuyla Cumhurbaşkanını seçtik. Seçimi tartışmanın, seçilmiş Cumhurbaşkanına sempati veya antipati duygusuyla yaklaşmanın ötesinde asıl fark etmemiz gereken hakikat şu: Anadolu coğrafyasında yaşayan, derin tarihî köklerden beslenen bu halk, iradesine saygı duyan, o iradeyi iç ve dış siyasî arenaya taşıyan, inancına, tarihine, kültürüne ve refahına hizmet etmeyi amaç edinmiş kişi ve yapılara destek veriyor. Aynı zamanda yarınına, istikrar ve güvene…

Türkiye’nin geçirdiği değişimi, izlemeye başladığı “ortak kültür coğrafyası” odaklı dış politikasında da görmek mümkün. Türkiye son yıllarda yüzünü sadece Batı’ya değil, ortak tarihî ve kültürel bağlarımız olan Doğu’ya da çevirdi. Bir zamanlar Osmanlı egemenliğinde olan ve bugün kan kusturulan toplumlar Türkiye’nin yeniden gündeminde. Ortadoğu’yu bataklık olarak gören düşüncenin aksine yeni vizyon, Bağdat’ı, Halep’i, Şam’ı, Orta Asya’yı, Bosna’yı, Kırım’ı, Kosova’yı, Arakan’ı, Gazze ve Ramallah’ı, İslâm dünyasının merkezi olan kutsal topraklarımız Mekke ve Medine’yi kendinden ayrı saymıyor. Buralarda yaşayan mazlumların dertlerini dert ediniyor. Yalnızca bir zamanlar müşterek bağlar tesis ettiği toplumları da değil; dünyanın herhangi bir yerinde zulme maruz kalan insanlara kucak açmamız gerektiğini düşünüyor.  

Bu Yeni Türkiye vizyonu, yalnızca bu topraklarda refahın, barışın, huzur ve güvenin değil, kendisine komşu olan coğrafyalarda da sulh ve selahiyetin egemen olması gayesini güdüyor. Bizi hâlâ kendilerini himaye eden, kol kanat geren güçlü bir topluluk olarak gören herkes Yeni Türkiye’den çok şey bekliyor. Ve bu beklenti, bu ülkede yaşayanların büyük çoğunluğunda karşılık buluyor.

Gazze Kan Ağlamaya Devam Ediyor

Bu köşede defalarca İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırılardan bahsettik ve insanlığın gözü önünde cereyan eden bu akıl dışı kıyımın bir an önce bitmesi temennisinde bulunduk. Maalesef İsrail bir türlü durmuyor, durdurulamıyor. Bu satırların kaleme alındığı dakikalarda Gazze’ye fosfor bombaları yağmaya devam ediyordu. Şehit olanların sayısı 2000’i geçti. Önüne gelen her canlıyı hedef olarak gören siyonizmin neferleri, acımasızca katletmeye devam ediyor, dünya da seyretmeye… İsrail Başbakanı Netanyahu hiç yüzü kızarmadan öldürdüğü yüzlerce bebeği görmezden gelerek ölen İsrail askerleri için intikam yemini ediyor.

Öte yandan Hamas’ın kendini savunma amaçlı kullandığı füzelerden bir kısmı imha edilmiş olsa da bir kısmı İsrail topraklarına düşüyor. Siyonist rejimin silahları kadar tesirli olmasa da Gazzeliler artık sapan taşlarıyla mücadele etmek zorunda değil. Üzerinde asıl durulması gereken nokta ise uluslararası kamuoyunun sessizliği.

Türkiye’de Gezi Parkı’nda yaşananları an be an canlı yayınla dünyaya aktaran Batı, ABD’de Ferguson’da yaşananlara nasıl duyarsız kalıyorsa İsrail’in gerçekleştirdiği katliamlarla ilgili de beylik lafların dışında tek kelime etmiyor. İsrail de başta Türkiye olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinden yükselen seslere kulak vermiyor. Kendilerini kıyasıya savunuyorlar üstelik. “Hamas’ın terör eylemlerinden” birkaç İsrailli’nin burnunun kanamasının bedeli olarak binlerce Gazzeliyi vahşice öldürmeye devem ediyor. Arkalarına taktığı dünyanın “süper güçleri” de boyunlarına gem vurulmuşçasına İsrail’in kendini savunma hakkından bahsediyorlar.

Uluslararası toplantılarda, İsrail Cumhurbaşkanının yüzünde en ufak bir kızarma olmaksızın yaptıkları insanlık dışı muameleleri hunharca savunmasına alkış tutuyorlar. Kuzu postu giymiş İsrail kurdu bir tiyatro oynuyor milyonların önünde, hiç kimse de çıkıp “hikâye anlatıyorsunuz” diyemiyor. Üstüne üstlük İsrailli yetkililer çaldığı minareye kılıf uydurmaya çalışırcasına katıldığı bütün toplantılarda, verdikleri bütün demeçlerde masum olduklarından dem vuruyorlar. Verdiği destekle zulme çanak tutan devletler de İsrail’in haklı olduğu üzerine kuruyorlar bütün tezlerini.

Sabra ve Şatilla’da, Beyrut’ta, Ramallah’ta yaşanan barbarlığa, insanlık tarihinin yüz karası saldırılara sesini çıkarmayan “insan hakları savunucuları”, bugün gözleri önünde Gazze’de gerçekleşen insanlık dramında “üç maymun”u oynuyorlar. Birilerinin artık olan bitene gerçekten “dur” demesi gerekiyor. Bütün dünyanın şahitlik ettiği İsrail terörünün kesin bir şekilde nihayete ermesi için insanlığın yok olan vicdanının yeniden ihyası zaruri hale geldi. Bu zarureti gidermek adına daha 50 yıl önce Kuzey Afrika’da,  Orta Avrupa’da, 10 yıl önce Afganistan’da ya da Irak’ta İsrail’in bugün yaptığı zulme benzer icraatlara imza atan demokrasi havarilerinin adım atmasını beklemek elbette anlamsız. Kuşkusuz en büyük görev yine Ortadoğu’ya yüzyıllarca adaletle hükmetmiş geleneğin mirasçılarına düşüyor.

Eski Dost mu Daimî Düşman mı?

Osmanlı İmparatorluğu’nu 1. Dünya Savaşı’na sürükleyen mihrakların başında Almanya geliyordu. Sultan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin ardından İttihat ve Terakki hükümeti iktidarı devralmıştı. Bu kadrolar Almanya’yı güçlü görüyor, Alman “dostlarının” yönlendirmesiyle de kaybettikleri toprakları geri alma bahanesiyle ayakta kalma mücadelesi veren koca bir toplumu savaşa sürüklüyorlardı.

Sultan Abdülhamit’in denge siyaseti, yerini hırslı ve gözü kara bir kitlenin dengesizlik politikasına bırakmıştı. Sultan, 33 yıl boyunca İngilizler, Fransızlar ve Almanlar arasında müthiş bir denge kurmuş, Devlet-i Aliyye’ye tehdit unsuru olan güç odaklarına birbiriyle mücadele edecek zemin hazırlamış ve çöküşü geciktirmişti. Ancak muhteris İttihatçılar bu siyaseti anlayamadılar ve imparatorluğu savaşın ortasına çektiler.

Sonrası malum… Yüzyıllar boyu kazanılan beldeler bir bir elden çıktı ve üç kıtaya hükmeden bir devletten geriye Anadolu’ya sıkışmış bir Türkiye kaldı. O da “süper güçler”in çizdiği senaryoda verilen rolü kabullenerek…

Tarih kendisinden ders çıkaralım, ibret alalım diye var. O gün şayet bu hengamenin dışında kalsak, savaşta taraf olmasak yüzbinlerce vatan evladını kaybetmeyecektik. Tarih belki başka türlü şekillenecekti. İttihatçıların müttefik ilan ettikleri, dost belledikleri Almanya ile, Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte ilişkiler gayet sıcak devam etti. Zaman zaman kısa sureli krizler yaşansa da Türkiye Almanya’ya karşı soğuk tavır almaktan çekindi.

Bizimle aynı derdi paylaşmayan, aynı kültürel kodlara sahip olmadığımız milletler ile ortak paydada buluşmamız zor, hatta imkansız. Devletler arasında elbette diplomatik, ekonomik ve ticarî ilişkiler olabilir. Ancak bu iki devletin çıkar ilişkisinden öteye geçemez. 1. Dünya Savaşı’nda Almanlar da Osmanlı’yı sahip olduğu bir takım kaynaklardan istifade etmek, savaştaki yükü tek başına omuzlamamak için yanına çekmişti.

İşte bugünlerde yine Almaya ile bir takım ortak çalışmalar yürütüyoruz. Fakat bu Türkiye ile Almanya’nın birbirini çok sevdiği anlamına gelmiyor. Bu yargıya delil teşkil edecek en güzel örnek Alman İstihbaratı BND’nin Türkiye’yi beş yıl boyunca dinlemesi! Alman hükümeti Türkiye’yi açık bir hedef olarak gördüğü için dinlediğini de itiraf etti. Bir takım gerekçeleri var dinlemelerin. Buna göre aşırı sağ ve sol gruplar Türkiye’yi üs olarak kullanıyor, Türkiye üzerinden uyuşturucu ve insan kaçakçılığı yapılıyor, Suriye’den gelen “cihatçılar” Türkiye’yi geçiş noktası olarak kullanıyor. Bunlar bahane elbette. Alman hükümetinin resmî yayın organı gibi çalışan Der Spiegel dergisinin Türkiye ile ilgili yaptığı haberler ortada.

Manzaradan anlaşılan o ki Türkiye’nin dostunu düşmanını iyi tanıması gerekiyor. En önemlisi de takılan çelmelerle sendelemeyecek kadar güçlü ve istikrarlı şeklide yürüyüşüne devam etmesi hayatî önem taşıyor.


Kısa Kısa

Türkiye, pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış tarihin en eski yerleşim yerlerinin üzerinde bulunuyor. Anadolu’da binlerce yıl öncesinde yaşamış medeniyetlerin kalıntıları gün yüzüne çıkarılıyor. Geçtiğimiz günlerde Nevşehir’in Gülşehir ilçesinin Ovaören köyünde yedi bin öncesinde yaşamış medeniyetlere ait kalıntılar bulundu. Gazi Üniversitesi Arkeoloji bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Yücel Şenyurt bölgede, günümüzden 3 bin yıl öncesine ait toplumların yaşadığı dönemi kazıdıklarını, orada 13 hektarlık bir kent kurulduğunu, etrafı 7 metre yüksekliğinde surlarla çevrili olduğunu, kentin genişliği 5 metre olan ana kapısının bulunduğunu ifade ediyor. Bunun iki kanatlı devasa bir kapı olduğunu düşündüklerini söyleyen Şenyurt, kapının eski savaş arabalarının kente girişine izin verecek büyüklükte olduğunu vurguluyor. Bütün bu bulgular, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın geçmişte de sıradan bir yer olmadığını gösteriyor.

***

Osmanlı’nın bir Balkan medeniyeti olduğunu defaatle ifade etmiştik. Bosna’da, Kosova’da, Kırım’da, Makedonya’da pek çok Osmanlı eserini görüyoruz. 1. Dünya Savaşı’nın ardından pek çoğuna zarar verilen bu eserlere Türkiye sahip çıkıyor. Mostar Köprüsü bu bakımdan sembol haline gelmişti. Çalışmalar da aralıksız devam ediyor. Bosna’nın Biyelyina kentinin en eski camilerinden biri olan Sultan Süleyman Camii ibadete açıldı. Bosna Hersek’i oluşturan iki unsurdan biri olan Bosna Sırp Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan Biyelyina kentinde gerçekleştirilen açılış törenine, Bosna Hersek Reis-i Uleması Hüseyin Kavazoviç, Türkiye’nin Saraybosna Büyükelçisi Cihad Erginay, Gorajde Müftüsü Remziya Pitiç, İslâm Birliği Meclisi temsilcileri ile çok sayıda vatandaş katıldı. Ortadoğu’da ve Balkanlar’da öncü devlet statüsüne ulaşmaya başlayan Türkiye olması gerekeni yapıyor. Geçmişimizle bağlarımız ne kadar kuvvetli olursa, geleceğe dair o denli sağlam ve geniş bir bakışımız olabilir.

***

“Medyamızın usta kalemleri” içerisinde bulunduğumuz dönüşüme ayak uyduramıyorlar. Birçok gazetenin meşhur kalemi 1940’ların zihin dünyasında yaşıyor maalesef. Devlet dönüşüyor, siyaset dönüşüyor, toplum dönüşüyor ama kendileri dönüşemedikleri gibi yaşananlara burun kıvırmayı da ihmal etmiyorlar. Bir çark dönüyor ve zamanı okuyamayanlar saf dışında kalıyorlar. Bir zamanlar attıkları manşetlerle gündem belirleyen, hükümet kurup hükümet deviren “duayenler”e artık itibar edilmiyor. Köşelerinde başbakan ve bakanlar hakkında akla hayale gelmeyecek ithamlarda bulunan yazarlar, kendileriyle çeliştiklerini de kabul etmiyorlar. Memleket meselelerine fildişi kuleden bakıp yargılamaya kalkanlar mazide kaldı. Tarih onları hayırla yadetmiyor. Umarız kendilerini bu ükenin “aydınları” olarak görenler, olan bitenden yeterince ders çıkarmaya başlamışlardır.

***

Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilmesinin ardından 600 yıllık birikim organize bir şekilde yok edilmeye çalışıldı. Osmanlı arşivleri boşaltılarak vagonlarla Bulgaristan’a gönderildi. Pek çok padişaha ev sahipliği yapmış Topkapı Sarayı’nda da henüz gün yüzüne çıkmamış belgelerin olduğu biliniyordu. Bugüne kadar kimsenin görmediği 118 resimli belge gün yüzüne çıkarıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.’den yapılan açıklamaya göre, “Resimli Belgelerde Topkapı Sarayı” adlı kitapta toplanan 118 resimli belgede, sarayın bölümlerini gösteren, çeşitli törenleri konu edinen minyatürler, İstanbul’a gelmiş sanatçıların gravürleri ve son dönem cam fotoğraflar yer alıyor. Saklı kalan mirasımızı ortaya çıkarmak için tarih araştırmacılarına önemli vazifeler düşüyor. Bakalım önümüzdeki günlerde ne gibi sürprizlerle karşılaşacağız.