- Yazarın Derdi

Adsense kodları


Yazarın Derdi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 7 June 2012, 02:34 pm GMT +0200
Yazarın Derdi
Celil CİVAN • 54. Sayı / EDEBİYAT GÜNDEMİ


Sadece Osmanlı şiirinin değil Osmanlı toplumunun da varlık dizgesi, temel paradigması tasavvuftu. Tasavvuf toplumun ana mayası olarak entelektüel uğraşlar kadar, gündelik hayatın da ana eksenini, kültürel zemini oluşturuyordu. Osmanlı şiirini niteleyen seçkinci şiir-halk şiiri ayrımı 19. yüzyılda ortaya çıkan yüzeysel, yapay bir ayrımdı, zira edebiyatın anlamsal ve sözlüksel nabzı tasavvuf damarında atıyordu. Ortak payda yerine yüzeysel ikiliğe önem veren böylesi bir tutumun ardında elbette ideolojik gerekçeler vardı.

Oysa Osmanlı şiiri, resmî kültür politikasının iddialarının aksine toplumsal olanla etkileşim halindeydi. Hem tasavvuf hem dil sayesinde şairle halk ortak bir paydada buluşabiliyor, böylece şiir sadece estetiği değil, tefekkür ve siyaseti de çerçeveliyordu.

Düşünceyi, toplumsal ve kişisel olanı tasavvuf mayasıyla pişiren Osmanlı şiiri, Türk modernleşmesiyle ortadan kaybolsa da şiirle düşüncenin arasındaki yakınlık varlığını korumayı sürdürdü. Cumhuriyet şairlerinin birçoğu ister doğrudan ister dolaylı yollarla olsun sadece şiir yazmadılar; poetikaları estetik kadar etik ve siyasal imâlar da içeriyordu. İkinci Yeni şiiri “dışarıdan” bakıldığında entelektüel, seçkinci bir şiirdi, ama bu kapalı poetikanın altında şehrin yalnızlığından taşra sıkıntısına kadar birçok dert ve mesele de dile getiriliyordu. Dahası modernleşmeyle birlikte şiire düzyazı da katıldı. Resmî ideolojinin baskısı yüzünden kamusal muhalefet zordu. Resmî söylem eksenindeki ideolojik kavga, yansımalarını roman ve hikâyede buldu.

Oysa bugün için yazarın çok satmak dışında başka bir derdi ve meselesi yok gibi görünüyor. Hem etrafta görünmek hem de satmak anlamında “piyasa yapmak” isteyen yazar için estetik, değer olmaktan çıktığı gibi politika da bir etik ve ontolojik kaygıdan çok yine pazara açılmayı, satmayı hedef alan bir “girdi”den başka bir şey değil.

Yazarın meselesinin kalmaması, yazdıklarından estetiğin, etiğin ve politiğin, başka bir anlatımla “şiir ve tefekkür”ün silinmesi, yok olması anlamına gelmez mi? Dahası “dil Varlığın evidir. İnsan onun evinde barınır. Düşünenler ve şiir yazanlar bu barınağın muhafızlarıdır” diyen Heidegger’e inanacak olursak yazıdan şiir ve tefekkürün silinmesi dilin de yok olmasını göstermez mi?

Şiirin ve tefekkürün kaybolmasıyla bugün için dil, estetik niteliğini kaybedip sadece tüketilebilen bir dizge haline geldi. Böylesi bir kayıp ise sadece yazarın değil okurun da ölümünü ima eder. Zira bugün ontolojik kaygılar üzerine kurulu estetik bir nesneyi alımlayan okurun yerini çoksatar kitapları tüketen basit bir özne aldı.

Bu durum sadece ülkemize özgü olmadığı gibi meselenin modernliğin tarihsel dönemeçleriyle de koşut giden yönleri var. Edebiyatın dilin üstüne kıvrılmasıyla romanın kitle kültürünün bir parçası haline gelmesi, modernliğin çaresizce kabul etmesi gereken bir ikilem oldu. Bu sebeple şimdilerde çoksatar türün roman olmasıyla şiirin yeraltına inmesi rastlantı değil. Modernliğin gündoğumunda okura “ikiyüzlü kardeşim” diye seslenen yazar daha 1976’da okurunu kaybetmişti bile: “Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?”

Oğuz Atay’dan sadece birkaç yıl önce, 1971’de Derrida şunu söylüyordu: “[Yazı] namevcut bir şeyle iletişim kurmak için yazılır.” Derrida’ya göre yazıyla ve yazmakla sadece gönderen, yazan, iletici, kısacası yazar değil ama yazı ile okur da yok olur. Yazı, varlığının ötesine, anlamın mevcut güncelliğinin ötesine gider; uzanır: Bu yokluk “her yazı’nın yapısına ait”tir.

Olumsuz bir açıdan bakılırsa Derrida yazarla okurun ölümünün felsefesini, hatta tüketim kültürünün ideolojisini yapar gibi görünür. Ancak bu yokluk “öte”ye yaptığı atıfla ikili bir gelecek tasarımını, sadece şiirle tefekkürün yatağında akan bir yazarın yüklenebileceği paradoksu imâ etmez mi?

“Sözümü geleceğe bırakıyorum” gibi bir umuttan, “gelecek” (l’avenir) değil de “istikbâl” (le futur) olan, asla gelmeyecek, Kant’ın ifadesiyle “asla şimdi olmayacak”, öngörülemez, belirsiz, tekinsiz bir geleceğin bekleyişini işaret eden bir zaman tasavvuru, tasarımı, dahası hayaline atıf yapan böylesi melankolik bir düşünce ancak Nietzsche gibi eserini “pazar yerinden ve şöhretten uzakta”, yarına bırakan bir tavrın, tutumun, üslubun savunması, korunması, muhafaza edilmesiyle mümkün olabilir. Dahası böyle bir bekleyiş paradoksal olduğu için bir inanç düzlemini de içerir.

Edebiyatçının muhafaza etmesi, muhafızı olması gereken barınak bugün “varlık evi” olan dildir. Okur “orada bir yerde” olsa da olmasa da, okur düpedüz “yok” bile olsa… Zira bir düşünce ve şiir ancak burada ikamet edebilir. Böylesi bir muhafızlık da doğrusu sadece gönülle, gönüllü yapılabilir. Dil de zaten gönül demek değil midir?