- Yaşadığı Dönem

Adsense kodları


Yaşadığı Dönem

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Sat 9 July 2011, 02:16 pm GMT +0200
Yaşadığı Dönem Ve Dönemin Düşünce Akımları


Emevî saltanatı (hilafeti), Horasan'dan gelen Şuubî unsurların saldırıları sonucu H. 132 yılında Zab suyu üzerinde yıkılmıştı. Şu­ubî unsurları harekete geçiren bir çok etken bulunmakla birlikte bunların en önemlileri:

Emevîlerin Arab milliyetçiliği yapması; yönetimin Arab olma­yan Şuubî unsurları aşağılaması; Fars kökenli müslüman unsurla­rın Şiilere destek olmaları ve Ehl-i Beyt'in hilafet hakkının nasslardan kaynaklandığını savunmalarıdır. Ne var ki ırk üstünlüğü dü­şüncesinden kaynaklanan bu faylanmayı derinleştirerek çatışmayı alevlendiren en önemli etkenlerden biri Fars uygarlığının silkinişi­dir. Fatihlerin bayraktarlığında bu silkinişle birlikte Şuubî unsurlar bu yeni uygarlığın ön saflarında yer almak için harekete geçmiş ve eskiden beri sahip oldukları dinî inançları, siyasî, içtimaî ve gele­neksel değerleri bu yeni uygarlığa aktarmaya başlamışlardı. Bütün bunlar eskiden beri yaşadıkları dinî, siyasî ve içtimaî birlikteliğin yara almamasını amaçlayan toplumsal bir çaba ve Fars uygarlığı­nın Arab uygarlığına biçtiği yeni bir kisve niteliğinde idi.

Bu küskünler topluluğu arasında gelişen mezhep ve düşünce akımlarının Emevîlere karşı isyanı tırmandırması ve bu isyanlar­dan birinde daha önce Yezîd b. Muaviye döneminde (H. 61-65) Hüseyin b. Ali ve Hişam b. Abdülmelik döneminde (H. 105-125) oğlu Yahya liderliğinde Arab Şiasının yapamadığını yaparak Eme­vî devletini yıkması yadırganmamalıdır.

Emevîlerin bu döneminde bir şekilde bastırılmış olan Şii isyan­larının karşılaştığı akıbet ile; daha önce Abdülmelik b. Mervan dö­neminde Kurra isyanı (H. 80) ve oğlu Velid ve Mervan b. Muhammed dönemlerinde birbiri ardınca patlak veren Haricî isyanları da karşılaşmıştı.

Bu noktadan hareketle açıkça görebiliriz ki, Emevî idaresi bir kaç cephede birden mezhep ve düşünce hareketleri ile boğuşurken; Şia'nın, fıkıh (teşri') ve akide alanında temel ilkelerini tesise odak­lanmaya başladığı bu dönemde, Hasenu'l-Basrî'nin iki öğrencisi Mabed el-Cühenî ve İbn-i Yesar, irade özgürlüğüne davet ediyor, insanın eylemlerinde tamamen hür olduğunu söylüyor, Kurra'dan isyan edenlerle birlikte, kaderci (cebir) mezhebi savunan Emevîlere isyan ederek, iki taraf arasındaki çatışmayı başlatıyor ve bu ça­tışmanın her iki tarafı, son derece radikal fikirler ortaya koyarak sürekli uçlara kayıyordu.

İrade Özgürlüğünü savunanlar "Kader yoktur, emr her hangi bir dış etkiden bağımsızdır [1] derken, karşı taraf ise bütün eylemlerin bir zorunluluk sonucu ortaya çıktığını ve iradî olmadığını savunu­yorlardı. Bu ikinci tezi savunanların başında kendi tezini destekle­mek ve mezhebinin temel ilkelerini vaz'etmek amacı ile Kur'an ve Sünnet'in zahirî anlamlarından oldukça radikal fikirler ortaya ko­yan Cehm b. Safvan'ı görmekteyiz ki hocası Ca'd b. Dirhem de aynı yöntemi benimsemişti.

Birbiri ile kavgalı olan bu gruplar arasında ve çatışmanın tam ortasında iki mezhep daha bulunmaktadır ki bunlardan biri bu tartış­manın dışında kalmayı tercih ederek tartışmaya neden olan sorunu kıyamete erteleyen, Allah'a bırakan Mürcie'dir. Mürcie'nin bu tutu­mu negatif (selbî) bir tutumdur. Buna karşılık o dönemde bu tartış­manın dışında kalmayı tercih eden diğer fırka el-Hasanu'l-Basrî ön­derliğindeki Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat de bu konuda olumlu ve den­geli bir tutum sergileyerek orta yolu izlemeyi tercih etmişti.

Sosyal, ekonomik ve itikadı alanlarda sürüp giden bu kavga ortamı H. ikinci asra gelindiğinde; el-Hasanu'l-Basrî çizgisinden ayrılan Vâsıl b. Ata (H. 131) ve Amr b. Ubeyd liderliğinde daha sonra Mutezile ismi ile tanınacak olan yeni bir mezhebin doğum sancılarına tanık oldu. Her ne kadar Mutezile ölçülü bir tavır orta­ya koymaya gayret etmişse de vaz'ettiği ilkeler Ehl-i Sünnet fırka­larının vaz'ettiği ilkelerden farklıdır. Kaderîye'den irade hürriyeti­ni, Cehmiye'den de aklî te'vil ilkesini alan Mutezile, kuruluşunun ilk asrında Abbasîler tarafından benimsenip uygulanan yeni uygar­lığın temel ilkelerini vaz'etmiş oldu.

Bir tarafta Mutezile'nin temel ilkeleri kesin şeklini alırken di­ğer yanda Ehl-i Sünnet, Mutezile'den uzak akaid ve fıkıh (teşri') alanında kendi mecrasını oluşturmakta ve gün geçtikçe derinleş­tirmekteydi. Ebu Hanife (H. 150), Mâlik (H.179) ve Şafii (H. 204) gibi fakihler ve el-Hasanu'l-Basrî okulundan ayrılarak kendi çizgi­lerinde yollarına devam eden abid ve zahidlerde bu durumu açıkça gözlemleyebiliriz.

el-Hasanu'l-Basrî okulu zühd ve takvada cennet umudu ve ce­hennem korkusunu temel alırken, buna karşılık Rabia okulu sevgi ve özlemle Allah'a yönelme ilkesini temel alıyordu. Daha sonra zühd ve takva, tasavvufun genel eğilimine paralel bir çizgi izlemiş ve tasavvuf salikleri de -elbette- farklı oranlarda Hristiyanlık, Me­cusîlik, Hint ve Platon felsefesi'inden etkilenerek kendi içinde farklı eğilim, yol ve yöntemler benimsemişlerdi.[2]


[1] Yani Allah (c); fiillerin meydana gelişini takdir etmez ve ortaya çıkmadıkça fiilleri bilmez.

[2] Haris El- Muhasibi, El- Akl Ve Fehmü’l Kur’an, İşaret Yayınları, İstanbul, 2003: 13-15
.