- Yabancı gizli servisler

Adsense kodları


Yabancı gizli servisler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 9 August 2012, 03:27 pm GMT +0200
Yabancı gizli servisler ve Türkiye uzantıları
Alper Çeker • 86. Sayı / TARİH


Geçtiğimiz Şubat ayında Milli İstihbarat Teşkilatı Hatay bölge eski müdürü, Türkiye’ye sığınan Suriyeli bir muhalif albayı ülkesine -para karşılığı- teslim ettiği iddiasıyla tutuklandı. Böylesi bir istihbarat eyleminin -emekli de olsa- üst düzey bir MİT görevlisini kullanarak yapılması ilk anda sizlere şaşırtıcı gelebilir; ama Türkiye için bu son derece alışılagelmiş bir durum.


Son aylarda Türkiye’ye yönelik istihbarat faaliyetleri ile ilgili haberlerde yoğun bir artış var. Üstelik “intihar” ya da “kaza” süsü verilerek öldürülen ASELSAN mühendisleri ile ilgili gerçekler de henüz gün ışığına çıkıp bu haberlere eklenmedi.

Tüm bu olaylar incelendiğinde, yabancı gizli servislerin Türk kamu görevlileri arasında çok iyi yuvalandığı görülüyor. Basın da bu tür faaliyetler için kamuoyu oluşturmakta uzun zamandan beri ustalıkla kullanılıyor.

Nuri Paşa’nın ölümü ve Türk basınının sakladığı gerçekler
Türkiye’de gerçekleştirilen ve hem kamu görevlilerinin hem de basının kullanıldığı en büyük istihbarat faaliyetlerinden biri, Nuri Killigil’e ait Sütlüce silah fabrikasının havaya uçurulması işiydi.

Murat Bardakçı Habertürk gazetesinde 18 Eylül 2011 tarihinde çıkan yazısında bu patlamayı Türkiye’nin 11 Eylül saldırısı olarak nitelendirmişti. I. Dünya Savaşı’nın Bakü fatihi, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, 1930’ların sonlarında İstanbul’da bir silah fabrikası kurdu. Zeytinburnu’nda satın aldığı bir atölyede temellerini attığı bu tesisi anlaşılan yalnızca Savunma Bakanlığı’nın bilgisinde, yani gizlice Sütlüce’ye taşıdı. Tesisin ruhsatı doğrudan Savunma Bakanlığı’ndan alınmıştı, İstanbul Belediyesi’nin konuyla ilgili bilgisi yoktu. Haberlere bakılırsa çevrede burası soba fabrikası olarak biliniyordu.

Nuri Killigil zaman içinde işi büyütmüş, yalnızca Savunma Bakanlığı’nın ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, ihracata da başlamıştı. Paşa, 1949 yılında Hindistan’dan ayrılan Pakistan ve İsrail ile savaş halindeki Mısır ve Suriye’den Güvenlik Konseyi’nin bu ülkelere uyguladığı ambargoya rağmen silah siparişi almıştı. Hatta Nuri Paşa öldüğü sırada eşi, kendisinin bir silah fabrikası kurmayı planladığı Mısır’daydı.

1949 yılının Türk basını, hemen her gün iç ve dış odaklı komünizm tehlikesini manşetlerine taşımaktaydı. Sürekli olarak dünyada ve Türkiye’de komünist casuslar ele geçmekte, komünist ihtilal hazırlığı içindeki örgüt mensupları zabitlerimiz tarafından yakalanmaktaydı. Bu ortamda, 2 Mart 1949 tarihinde Sütlüce’deki silah fabrikasında gerçekleşen ve işçileriyle birlikte Nuri Paşa’nın da canına mâl olan patlamanın gerekçesi, ertesi günkü gazetelerde İstanbul Valiliği’nin yaptığı basın açıklaması doğrultusunda “kimya laboratuarında ameliye yapılmakta iken kimyevi maddelerin yanması” olarak verilmişti. Hürriyet, Tasvir ve Cumhuriyet gazeteleri olayı hemen hemen aynı ifadelerle sayfalarına taşımışlardı. Yalnızca Tan gazetesi 5 Mart 1949 tarihli manşetinde önce “Faciadan kim mesul?” sorusunu dile getirmiş, bunu alt satırda “Arapların silah siparişi şüphe uyandırdı” diyerek yanıtlamıştı. İstanbul Cumhuriyet Savcısı İhsan Köknel’in “Arap-İsrail mücadelesinin hâdisede bir rolü olması ihtimali üzerinde duruyoruz” şeklindeki beyanı da Türk basınında yalnızca Tan gazetesinin o günkü nüshasında yer bulabilmişti.

Patlamanın ardından Hürriyet gazetesi, Nuri Paşa’nın Kafkaslarda uzun zaman Bolşeviklerle mücadele ettiğini yazdı; 19 Mart 1949 tarihinde de Cumhuriyet, Hürriyet ve Tasvir gazeteleri, İstanbul’da Boğaz ve Haliç’e ait haritalar, sanayi tesislerinin filmleri ve Rusça propaganda yayınları ile ele geçen Romen asıllı iki komünist casusu haber yaptılar. 24 Mart günü ise Başbakan Şemseddin Günaltay’ın infilakın ihmalden kaynaklandığını ifade eden açıklaması yayımlandı ve olay kapandı. Bundan 4 gün sonra Türk hükümeti İsrail’i tanıdı, aynı günlerde ordu Suriye’de darbe yaparak yönetime el koydu ve bu ülke Arap-İsrail savaşının tarafı olmaktan çıktı.

İçte şaki, dışta terörist!
Türk basınının en meşhur komünistleri arasında Mahir Çayan ismi yer alıyor. Tutuklu bulunan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla takas etmek için NATO’ya ait radar üssünden İngiliz ve Kanadalı rehineleri kaçıran Mahir Çayan, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de vurulmuştu. Bu olay da çeşitli ifadelerle basında yer almıştı. Örneğin Hürriyet gazetesi ertesi gün “Üç masum İngiliz’i öldüren şakiler ölü ele geçtiler” manşetini atmıştı. Ancak hiç bir Türk gazetesi, buradaki Amerikalı muhabirlerin ülkelerine geçtiği şekliyle, yani “İsrail başkonsolosu Ephraim Elrom’u öldüren terörist” olarak yer vermemişti sayfalarında Mahir Çayan’a.

Londra’dan bildiren Jan Devletoğlu 12 Mart 2010 günü Vatan gazetesinde şu haberi yayımladı: “Türkiye’de tarihler Mayıs 1971 gününü gösterdiğinde İsrail İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom, işe giderken Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi üyeleri Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir tarafından kaçırıldı. Mahir Çayan, konsolosun serbest bırakılmasına karşılık arkadaşlarının salıverilmesini istedi. Talepleri kabul edilmeyince, Başkonsolos 22 Mayıs 1971 günü sabaha karşı vurularak öldürüldü. Aradan bir hafta geçtikten sonra, Çayan ve Cevahir, İstanbul Maltepe’de bir evde kuşatıldı. Evde bulunan 14 yaşındaki bir kızı rehin aldılar. Çayan ve Cevahir’i ikna edebilmek için, anne ve babaları ile aile büyükleri olay yerine getirildi. 1 Haziran’da eve yapılan operasyonda Cevahir hayatını kaybetti, Mahir Çayan ise yakalandı. Rehine kız zarar görmedi. İngiliz Büyükelçiliği’nin Dışişleri’ne gönderdiği Maltepe baskınıyla ilgili bilgi notunda olayla ilgili şu bilgiler yer aldı: İsrail Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Laor, militanların aile üyeleriyle bağlantı kurulması, mesajların yayınlanması için olağanüstü hâl komutanı ve TRT’yle anlaşılmasını bizzat organize ettiğini söyledi. Ben bundan İsrail istihbaratının olaya müdahil olduğu sonucunu çıkardım. İsrail istihbaratı, Başkonsolos Elrom’un öldürülme planının bir yıl önce Irak ya da Ürdün’deki bir kampta yapıldığını düşünüyor. Laor şu detayları da anlattı: ‘Konsolosu kaçıran altı kişi uzun bir tartışma sonucunda Elrom’u serbest bırakmaya karar verdi. Ancak daha sonra örgüt lideri ve bir arkadaşı gelip karara karşı çıktı. Sert bir tartışma yaşandı. Altı kişi ortamı terk etti. Bunun üzerine örgüt lideri ve arkadaşı yazı-tura atarak Elrom’u öldürüp öldürmeyeceklerine karar verdi.’ Şunu güvenle söyleyebiliriz ki Elrom’un öldürülmesi ve kızın rehin alınması olayları halkı ordu ve hükümetin arkasında olmaya yönlendirdi.”


Teşkilat-ı Mahsusa’dan geriye kalan…
Teşkilat-ı Mahsusa’nın önde gelen isimlerinden olan Eşref Kuşçubaşı, araştırmacı P. H. Stoddard’a I. Dünya Savaşı’ndaki istihbarat faaliyetlerini, savaşı kaybedeceklerini bildikleri halde yaptıklarını anlatıyor. Bu işin sonunda büyük bir maddî kayba uğrayacak olan İngilizler’in yeni harekât yapmak için gücü kalmayacaktı. Gerçekten de Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinin öngörüsü doğru çıkmış, İngilizler Milli Mücadele sırasında devreye girememişti. Hatta İngiliz casusu Gertrude Bell günlüklerinde Kürt aşiretlerinin bir avuç Kemalist Türk subayı ile işbirliği yapmasından şikâyet etti. Ancak görünüşe bakılırsa Cumhuriyet’in ardından devletin bu kadroları tasfiye edilmiş ve Türkiye; KGB, Mossad ve Anayasa’yı Koruma Teşkilatı gibi yabancı gizli servisler için bir serbest bölge niteliği almıştı.