hafız_32
Wed 29 September 2010, 12:04 pm GMT +0200
1. BÖLÜM
(VELÂ ve BERÂ' KAVRAMI)
Kitap Ve Sünnette Bunun Tarifi Ve Önemi:
Velâ: Bu kelime lügatte aşağıdaki manâlarda kullanılmıştır. Lisanu'I Arab adlı lügatte şu ifadeler yer almaktadır: "Muvalât; İbn A'râbî-nin de söylediği gibi: "İki kimsenin bir birbirleriyle çekişmesidir ki, aralarını bulmak için üçüncü bir kimsenin devreye girmesidir. İşte araya giren bu üçüncü kimseye şöyle denir. Ona yöneldi de kendisine dostluk ve sevgi gösterdi. Meselâ falan kimse filan kimseye dostluk gösterdi denilir ki bu, onu sevdi manasınadır.
Mevlâ: Bu bir çok manâlara gelen bir kelimedir. Bu manâları şöylece sıralayabiliriz; Rabb, Malik, Seyyid, Efendi, nimet veren, azadli köle, yardım eden (yardımcı), Tabi (uyan, tabi olan), komşu, antlaş-mali (müttefik), amca çocuğu, Akîd (idareci, asker), hısımlık-akrabalık, kul (köle), azadeden (özgürlük veren), kendisine nimet verilen.
Bütün manâlara dikkat olunacak olunursa, bunun sevgi ve dostluk esasına dayandığı görülecektir.[117]
Velayet: Kişinin nesebi (soyu) üzerindeki yetkisi, yardım ve köle azadetme yetkisi gibi.
Muvalât: Herhangi bir topluma karşı sevgi ve koruma, yardımd; bulunma gibi manâlara gelir. Nitekim Peygamber (s.a)'in: "Ben kimin mevlâsı (dostu, yardımcısı) isem, AH de onun mevlasidır." ifadesi hakkında İmam Şafiî şöyle diyor: Yani bununla İslâm'a olan dost-Iuk ve saygı kasdolunmaktadır."[118] Tirmizî bu hadisin hasen, sahih ve garib olduğunu söylemiştir.)
Nitekim yüce Mevlâ da şöyle buyurmaktadır:
"Bu, Allah'ın iman edenlerin yardımcısı (velisi) olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların yardımcısı (velisi, dostu) yoktur." (Muhammed, 47/11).
Muvalât muadatın yani dostluk düşmanlığın zıddıdır. Nitekim dost da düşmanın zıddidır. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Ey babam, korkarım ki (şeytana uymanla) Rahman (olan Allah)ın azabı sana dokunacaktır da (lanet ve azâb ile) şeytanın velisi (yakını, arkadaşı ve dostu) olacaksın.’’ (Meryem, 19/45).
Bu konuda Saleb de şunları söylüyor: "Allah'tan başkasının önünde eğilip ona kulluk gösteren herkes, kesinlikle o varlığı veli (dost, arkadaş, yandaş) edinmiştir."
Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Allah iman edenlerin velisi (dostu ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257).
Bu âyetin yorumu şöyle yapılmıştır: Düşmanlarına karşı onlara yardım edip, onları zafere kavuşturmada Allah (c.c), onların velisidir. Aynı zamanda dinlerini diğer muhalif ve batıl dinler üzerine ha-kim kılmakta yine onların yardımcısı ve velisidir.
Bir diğer yorum ise şöyle yapılmıştır: "Onların velisi demek, güzel amelleri sebebiyle onların sevaplarını ve mükafatlarını yüklenir.
el-Velyriyakmak ve yakın olmak.[119] Müvalât ise mütabaat manasınadır ki, tâbi olmak, arkasından gitmek ve uymak, dostluğunu kabullenmek demektir. Nitekim Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Eğer Ondan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir." (Muhammed, 47/38).
Yani şayet sizler İslâm'a sırt çevirir, dininizi gereğince yaşamazsanız, yerinize başka bir toplum getirilecektir.
Yine Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
Bunun manası da: Kim onlara uyar ve yardımda bulunursa, demektir.[120]
"el-Misbahu'1-münîr" adıl eserin sahibi diyor ki: "el-Veliyy" Feîl ölçüsünde bir kelime olup, fail manasınadır ki, bu, başkasının velayetini üzerine alan, idare eden demektir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Allah, iman edenlerin velisi (dost ve yardımcısı) dır." (Bakara, 2/257) Veliy kelimesi ayni zamanda itaatkar olanlar için de mef'ûl manasınadır. Meselâ: Mü'min, Allah'ın velisidir denilir ki, bu, mü'minin Allah'a itaatkâr olduğunu bildirmektir. Bu kelime Mufaale babından, muvafakat etmek, yardım etmek manâlarını taşır.[121]
el-Bera' Kelimesinin Sözlük Anlamı
Sözlük manâsı: Îbnu'l-A'rabî diyor ki, kişi kurtulunca, Beri oldu denilir. Nitekim bu kelime korunup uzak olmak, uzaklaştırmak manâlarına geldiği gibi, mazur görmek, mazeret, bahane göstermek, özür sabit olmak, mazur olmak, dikkatini çekmek, uyarmak. Nitekim Rab-bimizin şu âyeti buna delildir:
"Allah ve Rasiilünden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar (kesin bir uzaklaşış, bir ültimatom ve bir uyarı) dır." (Tevbe, 9/1)
Dikkat edilirse bu âyette geçen "Berâet" kelimesi uyarı, ihtar, ikaz ve ültimatom gibi manâları taşımaktadır.
Ebû Hüreyre hadisinde bu husus şöyle ifade olunmuştur. Hz. Ömer (r.a), kendisini göreve çağırdığında, o da bundan kaçınmış, bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) şöyle söylemiştir:
"Doğrusu Hz. Yusuf da görev istemişti." Ebû Hüreyre (r.a), kendisine şu karşılığı verdiler: " Hz. Yusuf benden uzaktır, benim de onunla bir ilgim yok." Yani; her ne kadar ben onunla mukayese ediliyorsam da, hüküm bakımından bizim birbirimizle ilgimiz yoktur. Böylece kişi imanla mükellef bulunduğundan ve bununla emrolunduğun-dan dolayı, bu velayet ve muhabbetin reddi manâsına değildir."[122]
Bu arada şunu da belirtmek isteriz. Berâ ve Berî kelimesi, anlam itibariyle eşittir.
Leyletü'1-Berâ: Bu, ayın güneşten ışık almadığı ayın ilk gecesi manasınadır.[123]
Velanın Istılahı (Kavram) Manâsı
Velayet: Yardım etmek, zafer, sevgi (mahabbet), ikram, ihtiram ve açık veya gizli olsun sevilenlerle beraber olmak demektir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah iman edenlerin velîsi (dostu) dir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere gelince, onların dostları da Ta-ğut'tur, onlan aydınlıktan alıp karanlığa götürür" (Bakara, 2/257).[124]
Bu âyette geçen kâfirlere dostlukta bulunmak demek, onlara.ya-kınlık göstermek ve onlara sevgisini ortaya koymaktır. Bu davranışı sözleriyle, fiilleriyle ve niyetleriyle ortaya koyan kimseler onları dost edinmiş kimselerdir.[125]
Kavram (ıstılah) Olarak Bera'nın Anlamı
Terim olarak Berâ kelimesinin anlamı da şöyledir: Değişik şekildeki uyarılardan, ikazlardan ve tüm ihtarlardan sonra uzaklaşmak, kurtulmak, düşmanlık gibi manâları ifade eder.
Şimdi ise Velâ ve Bera ifadelerinin açıklamasını yapalım:
Şeyhu'I-îslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şunları söylüyor:
Ve âyet: "Bu adavetin yani düşmanlığın zıddı demektir, dostulk ve irade etmek manasınadır. Aslında velayet, sevgi ve yakınlık demektir. Adavet ise, buğz = kin ve uzaklık demektirî Veli ise yakın manâsına gelir ki meselâ bu şuna yakındır" gibi. Nitekim Peygamberimiz (s.a)'in şu kavli de bunu ifade buyurmaktadır: "Miras paylarını (Kur'ân'da bildirilen) sahiplerine,veriniz. Bu paylardan geri kalan herhangi bir şey de baba tarafından en yakın olan er kişiye aittir."[126] Yani ölüya akrabalıkça en yakın olan erkeğe verin, demektir.
Madem ki Allah'ın velisi O’nun sevdiği ve hoşnud kaldığı, O'nun buğzettiği ve kin güttüğü şeylerde tümüyle Allah'a muvafakat etmek ve O'na tabi olmak, emirlerini yerine getirip, yasaklarından da uzak durmak konumundadır. O halde, Allah'ın velisine, düşmanlık göstermenin Allah'a düşmanlık etmek olduğunu da bilmelidir. Çünkü Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Benîm de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine, 60/1).
Kim, Allah'ın velilerine düşmanlık edecek olursa, o kimse ya da kimseler Allah'a düşmanlık etmiş olurlar. Kim de Allah'a karşı düşmanlık gösterirse o kimse, Allah'a savaş açmış olur. Nitekim hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kim benim bir velime (dostuma), düşmanlık ederse, kesinlikle o benimle savaşa çıkmıştır (bana savaş açmıştır”[127]
Allah'ın düşmanlarına karşı dostluk gösterip onları veli edinenlere verilecek olan isim durumuna gelince bu, değişik şekillere göre adlandırılır. Öylesi sevgi, dostluk ve velayet vardır ki, irtidattır, tümüy-le İslâm'dan çıkıştır. Kimisi de bir öncekine göre daha bir alt derece-l dedir ki, büyük günahlar ve haramları işlemek bu ikinci durumda mutalaâ olunur.[128]
Allah (c.c), mü'minler arasında sevgi, kardeşlik ve yardımı gerekli kılınca aynı zamanda kâfirlere dostluk göstermekten ve onların yakınında ve yanında yer almaktan-da menetmiştir. Kâfirlerin hangileri olursa olsunlar; ister yahudiler, ister hırıstiyanlar, isterdinsizler, ister müşrikler ya da başkaları olsunlar, aralarında hiç bir fark söz konusu değildir. Kısaca müslümanlarca üzerinde ittifak olunan asıllarda herhangi bir küfür söz konusu olunca ne türden olurlarsa olsunlar hepsi de kafirdirler, bu gibilerle dostlukta bulunmak Allah tarafından kesinlikle yasaklanmıştır.
Bunun için, herhangi muvahhid (Allah'ı bir tek olarak ilah tanıyan mü'min) şer'î açıdan küfrü gerektiren şeyleri terketmesi halinde, onu sevmek, ona dostlukta bulunmak, velayetini kabullenmek ve onun yardımına koşmak gerekir. Ancak kim de bunun aksine bir davranış ve tutumun içinde ise, Allah'a yaklaşmak için böyle bir kimseye karşı kin gütmek, buğzetmek ve ona düşmanlık göstermek gerekir. Bu, zorunludur. Aynı zamanda bu tür kimselere karşı güç ve imkan nisbetinde el veya dil ile cihad etmek de vaciptir.
Velâ ve Berâ' konusunda beliren tavır şudur: Allah dostlarına ve emirlerine karşı gerekeni yapmak, onlara dostluk ve sevgi göstermek. Allah düşmanlarına, haramları ve sınırları çiğneyenlere karşı ise buğzetmek gerekir. Zira bu ikisi bu yönleriyle birbirinden ayrılamazlar.Kaldı ki, imanın aslı, Allah rızası için O'nun peygamberlerini ve onlara tabi olanları sevmektir. Aynı şekilde Allah için O'nun düşmanlarını ve peygamberlerinin düşmanlarını sevmeyip bunlara buğzetmektir.[129]
Hatta Abdullah b. Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayet olunmuştur, demiştir ki: "Kim Allah için sevgisini sürdürür, kim de Allah için buğz da bulunursa, Kim Allah için dostluk kurar ve kim de Allah'ın düşmanlarına karşı düşmanlık sürdürürse, işte bu davranışı ile Allah'ın dostluğunu kazanmış olur. Kişi böyle davranmadığı sürece ne kadar çok namaz kılar ve oruç tutarsa bile yine de imanın tadına (hazzına) erişemez (imanln tadını duyamaz). Çünkü böyle kimseler, insanlarla olan münasebetlerini sırf dünya menfaatına bağlamışlardır. Böyle bir davranış ise, kişiye hiç bir şey kazandırmaz."[130]
Bu ümmetin ilim kaynağı olan Abdullah b. Abbas (r.a), kendi zamanındaki insanların ilişkilerinin ve münasebetlerinin dünya menfaati esasına dayandığını ve böylelerinin kendileri açısından hiç bir şeye ehil olmayacaklarını söylemesi gerçekten düşündürücüdür. Çünkü bu öylesi bir çağda olmaktadır ki, Rasûlullah (s.a)'ın ifadesiyle çağların en hayırlısı olmaktadır. O halde mü'minin görevi kimleri sevmesi gerekiyor ve kimlere buğz edip uzaklaşması icabediyorsa bunları öğrenmek, bu uğurda öğreninceye dek her türlü sıkıntıya da katlanmakdir. Aynı zamanda kimleri dost edinecek ve kimlere veli olacak, kimlere karşı düşmanlık gösterecekse ise, bunları da öğrenmelidir. Daha sonrada kendisini kitab ve sünnet terazisiyle ölçmeli böylece kendisinin şeytanın Ve yandaşlarının yanında mı yoksa Rahman'in hizbuîlah olan kullarının safında mı yer alıyor görmeli? Çünkü gerçekten kurtuluşa erenler hizbuîlah planlardır. Hizbullah'ın yani Allah taraftarlarının dışında kalanlar ise hem dünyalarını ve hem de âhiretlerini kaybedenlerdir.
Değerli Şahabı Abdullah b. Abbâs (r.a)'in söylediği gibi insanların birbirlerine kardeşlik ve sevgi göterileri dünyalık esasına dayanıyorsa, bu durumda karşılıklı menfaatler ve çıkarlar ortadan kalkınca, kardeşlik ve sevgi de yok oluverir. Bu yüzden de İslâm ümmetinin, düşmanları karşısında varlık göstermesi, birlik, beraberlik içinde olmaları imkansızlaşır.
İçinde bulunduğumuz çağda insanlar arası ilişkiler tümüyle çıkar esasına, maddeye ve dünya menfaatlerine göre düzenlenmektedir. Çoğunlukla insanlar arası sevgi ve münasebetler dünyalık için olmaktadır İd, bu gerçekten bağlıları için bir kazanç değildir.
İslâm ümmeti için tek bir çare vardır. Ayakta durabilmeleri de sadece buna bağlıdır. Yeniden Allah'a dönmeliler, Allah sevgisiyle toplanıp bir araya gelmeliler. Allah için buğzetmeliler. Aynı şekilde dostluklarını ve velayetlerini Allah rızası üzere sürdürmeliler. Allah'ın emrettiklerini yapmalı, onları sevip istemeli, yetkisini velayetini o manada kullanmalı. Allah'ın emirlerini çiğnemekten, velâyetiyle çelişki meydana getirecek durumlardan da uzak bulunmalıdır. İşte böyle olmaları halinde mü'minler, Allah'ın kendilerini üstün kılışıyla mutluluk ve sevince ulaşacaklardır.
Kitap Ve Sünnete Göre Konunun Önemi
islam'da yetki konusunun Kitap ve Sünnetteki yeri nedir? Eğitimde ve telif kaynaklarda bunun yeri nedir?
Burada önemine binaen "el-Velâ ve'1-Berâ" meselesinin eski kaynaklarda ve eğitimde yerinin ne olduğunu görmek ve öğrenmek isteriz. Gerçi konu, gerek Kitabımız olan Kur'an'ı Kerim'de, gerekse Peygamberimizin hadislerinde yani Sünnet'te gerekli şekilde açıklanmış ve tüm açıklığıyla ortaya konmuştur. Ancak eski idarî akide kitapların da ve eğitimde pek fazlaca yer almamıştır. Bana göre bunun üç sebebi vardır:
1- Aslında akaidle ilgili bu kavramı, ilk müslümanlar gayet jtçık ve seçik bir^şekilde bilmekte idiler. Zira onlar ışıklı tarih ve siyer dönemleri içerisinde akaid açısından gerçekten yüksek bir derecede idiler. Akideleri gayet berraktı ve herhangi bir şekilde bulanıklık söz konusu değildi. Kendileri Allah yolunda cihadı sürdürdükleri için de bu husus onlar tarafından çok iyi bir şekilde biliniyordu. İşte bütün bunlar bu işe onların his ve duygulan açısından da bir açıklık getirmekte idi. Kaldı ki, hemen her bir konuda bizzat Kitap ve Sünnete başvuruyorlardı.
2- Doğrusu ilk müslüman toplumlarda özellikle de raşid hilafet denemi sonrasında bu konu çerçevesinde akaidle ilgili herhangi bir problemleri olmamıştır. Ancak Allah (c.c)’ın sıfatları etrafında problemler ortaya çıkmış, fırkalar bu konuya bir hayli derinlemesine dalmışlardı. Bu itibarla mutlaka Ehli Sünnet ve Cemaatin bu konuya eğilmesi, bu tür sapmaları tedavi etmesi gerekiyordu. Bunu insanlara açıklamaları ve Allah (c.c)’a yakışır manada O'nun sıfatlarını ve yüceliğini ortaya koymuş olabilmeleri bakımından önemliydi bu. Biz bütün bu sıfatları, Kitap ve Sünnetin tesbit edip bildirdiği Ölçüde kabul eder ve inanırız, aynen bunları biz de tesbit ederiz, varlığını kabulleniriz. Bu konuda herhangi bir tahrife, bir tatile, temsil, teşbih ve keyfiyete sapmaksızın aynen Kitap ve Sünnet ölçüsünde kabul ederiz.
Nitekim bu konuda, bizden öncekilerin kitapları, bu konuya ilişkin hadislerle ye ifadelerle dopduîudur. Ancak bütün bunların yanında, bu eser sahiplerinin kitaplarında "el-Velâ ve'1-Berâ" meselesinin pek az olarak yer aldığı görülür. Çok kısa ifadelerle konu geçiştirilmiştir. Meselâ: "Biz, Allah Rasûlü'nün ashabını severiz, onları severken herhangi birisinin sevgisinde ifrata ve aşırılığa gitmeyiz. Onlardan herhangi birisinden uzak durmayız. Biz onlara kin duyanlara ve onları hayırla yadetmeyenlere de kin güderiz."[131]
3- Bir de İslâmî teliflerin akaidle ilgili kaynakları arasına kelam ilminin girmesinden, bu berraklığının gitmesi ve bulanmasından sonra, artık bu konuya bir daha kesinlikle denilecek bir şekilde dönülmedi. Kaldı ki, bu, sadece işin bu yönüyle kalmayıp, aynı zamanda derinlemesine”Lâ ilahe illallah" kelimesiyle fazlaca ilgili olduğu gibi, Tevhîdî Ulûhiyetin gerektirdiği konu ile ve îsîam ile çelişki gösteren durumlarla da ilgisi olan bir konudur. Yani bu, gerçekten komple bir konudur.
Aslında müslümanlar, İslam ile çelişen meseleler üzerinde durup bunu bizzat müslümanlara açıklasalardi, bu çelişkileri gerçek anlamıyla insanlara sunsalardı, zihinle ilgili soyut şeylerle uğraşıp, gerçekle ilgisi olmayan şeylerle meşgul olacakları yerde, asıl meseleleri ele almış ve İslamm gerçek manasını aktarmış olsalardı, insanlara daha çok yararı olabilirlerdi. Böylece de, Allah (c.c)'ın bunlardan murad etmiş olduğu o şeyi yerine getirme ve ayakta tutma gücüne sahip olabilirlerdi. Aslında İslâm ümmeti, Hz. Peygamber (s.a)’ın şu ifadesiyle sıkı sıkıya bağlı kalsalardı kendileri için gerçekten çok daha iyi olurdu. Zira Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyor:
"Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydın olan (en küçük bir şüphe bile kabul etmeyen gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helak olanlar, o dinden başka yönlere sapar.”[132]
İşte müslümanlar bu prensibe sapa sağlam bir şekilde bağlı kalsalar, tüm felaket ve musibetlere karşı dişlerini sıkmış olsalardı, ne doğudan ne de batıdan hiç bir kimse kendilerine göz dikmeyecek başlarına üşüşemeyecekti. Aynı zamanda kopkoyu kör bir karanlığın ta kendisi olan düşünce sistemlerinin -ister batıdan ister doğudan esmiş olsun- hiç birisine asla kapılmayacak, O koyu karanlıklar içerisinde belirsiz bir yürüyüşe başlamayacaktı.
İlk dönem (asrı saadet) müslümanları, sadece iki vahye yani Kitap ve Sünnet'e bağlı kaldıkları için, gerçekten bunlardan örnek bir nesil ortaya çıktı ki, ne geçmişte ve ne de gelecekte o nesil gibisi olmamıştır. Bu Öyle bir nesil idi ki, sadece dinine bağlı kalmakla yücelip güçlenmiş, böylece dünyayı fethetmiş; küfrün ve şirkin tüm karanlıklarını paramparça etmiştir. Allah'ın adını batıdan ta Fransa'nın içlerine ve doğudan da ta Çin içlerine kadar yüceltmiştir.
Kurbanı Metod Ve Kelam İlmi
Ancak burada bir noktaya değinmek gerekiyor. Bu nokta, Kitap (Kur'an) ve Sünnet'in akideyi sunma yolu ve metodudur. Az da olsa genel yönleriyle bu konuya ve kelam ilmininde müslümanlar üzerinde işlediği cinayete değinmek uygun düşecektir. Evet bir nebze duralım, pencereyi biraz aralayalım ve saf Rabbani akidenin kaynağı ile kelam ilminin cehaleti arasındaki durumu görelim.
Bu ümmetin selefi (önceki tertemiz nesli) - Allah (c.c) kendilerine rahmetiyle muamelede bulunsun- Allah'ın yüce Kitab'ınm nasıl bir manâ ifade ettiğini çok iyi bir şekilde idrak etmişlerdi. Bu Kitap, bir hidâyet ve kurtuluş kitabıdır. Yoksa o bir felsefe kitabı değildir. Hiç bir gerçekle ilgisi olmayan boş nazariyelerden sözeden bir kitap ta değildir. İşte o seçkin nesil, şu gerçeği pek güzel bir şekilde anlamışlardı; Allah (c.c), bizzat beşer varlığının yaratıcısıdır. Bir tek O'dur her şeyi bilen. Dolayısıyla insan nefsini ıslah edip düzeltecek şeyi de en iyi olarak bilen yine bizzat kendisidir.
İnsanlar için bir nûr ve hidayet kaynağı olan Rasûlü Hz. Muham-med (a.s)'e indirdi, bu kitap aynı zamanda tüm hayırların ve iyiliklerin de kaynağıdsr. Bu kitap helak ve hüsran yollarına sürüklenen herkesi uyaran bir kitaptır. Diğer taraftan Kur'an'ın hitap özelliği de şöyledir: İnsana seslenirken onu, ruh ve cesetten oluşan akıllı ^e şefkat sahibi bir tek varlık olarak tanıtır. İnsanda hayrın sevgisi yer aldığı gibi, şerrin de tiksintisi yer almıştır. Nitekim Allah (c.c) Kur'an'ı Ke-rîm'inde şöyle buyurmaktadır:
"Her bir nefs ve onu (organ ve duyularla teçhiz edip) düzenleyen" "Sonra da onu (o nefsi) hem kötülüğü, hem de (ondan sakınmak olan) takvayı ilham eden (hakkı için)" "Onu (nefsini) temizleyen kişi, muhakkak felah bulmuştur. "Onu (sapıklıkla) örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." (Şems, 91/7-10)
İşte bu, Kur'an'm akideyi sunma yoludur. Bu öyle bir yoldur ki, sadece akla seslenmez. Ancak o, insanı bir bütün olarak ele alır, öncelikle ona vicdan yoluyla seslenir. Ama bu onun, aklına emre iştirakle katılmaya [mani olamaz. Aynı zamanda Kur'an ona münferid olarak ta hitab etmez. O kitap insana hitap ederken her zaman onun vicdanının derinliklerine seslenir, yani vicdanı bununla dopdoludur. Bu arada Kur'an, esas konuyla ilgili olarak telkin etme görevini alır, onda imanı harekete geçirir. Bu sadece mantıkî oyunlarla ve burhanlarla bir yarış yolu değildir. Çünkü Kur'ân'î yol böyle bir yapı taşımaz.
Kur'an, bu işi yaparken, insan fıtratına seslenir. Tıpkı Allah'ın kendisini yaratmış olduğu fıtrata.. Çünkü Allah (c.c), bu fıtratı yarattı ve Kur'an'ı her şeyi tüm açıklığıyla ortaya koyan mufassal bir kitap olarak kendilerine indirdi. Onların isteklerine cevap veren, onlara hayat veren aynı zamanda onlara güç ve dayanak veren bir açıklayıcı kitap olarak indirmiştir.
Ancak hiç kuşkusuz, akıl da bu fıtratın bir parçasıdır. Bunun iman meselesi üzerinde bir payı vardır. Fakat akıl, hayat problemlerinden herhangi bir problemi alıp öğrenmek istediğinde bu akıl için gerekli olan şartlan da ancak Allah (c.c) bilir. Bu bakımdan akıl fonksiyonunu tek başına yerine getirmek istediğinde, mutlak kainat kanunlarını bilip öğrenmesi gerekir, işini buna göre yapması mümkün olabilir. Bu hususta vicdanın herhangi bir etkisi rolü yoktur. Ancak iman meselesine gelince, bu durumda akıl tek başına değildir, bağımsız olarak hareket edemez. Burada artık devreye, vicdan ve duygular da girer.."[133]
Akaid konusunda sapmaların ne zaman başladığını öğrenmek için yaptığımız tarihi araştırmalarda, bu sapmanın kesin olarak Emevîler döneminde başgösterdiğini görüyoruz. Evet basit bir şekilde de olsa bu dönemde baş göstermiştir. Ancak bu sapmalar Abbasîler döneminde zirveye çıkmış, bu dönemde Yunan, Hind, İran kökenli ilimlerin Arap diline çevrilmiş olması bu sapmalarda itici etken olmuştur.
Daha sonra fetihler yoluyla sınırların genişlemesi, tslâm devletinin en yüksek duruma geçmiş olması, bu arada bir çok milletlerden İslama girenlerin olması, müslüman olurlarken kimilerinin içlerinde nifaklarını, zındıklıklarım gizlemiş olmaları bu sapmalara neden olmuştur. Çünkü yapılan tercemelere bu zındıkların ve münafıkların yanlış düşünceleri de bu eserlerin satırları arasına sıkıştırılıverdi. Bunlar yapılırken hangisi akideyi bozar, hangisi bozmaz, kısaca iyisi ve kötüsü ayırdedilmeksizin ve hiç bir ayıklamaya tabi kılınmaksızm bu yabancı ilimlerden ve bilgilerden alınmıştır.
Evet İslâm toplumundaki insanların tüm düşünceleri akılcı bir şekil alıp, boş süslü sözlerle meşgul olma noktasına gelince Grek kökenli cahilî çöplükleri ithal ettiler. Batıdan gelen bu akımlara kapılıp alda-nanlar buna felsefe adını koydular. Artık ithal edilen bu yabancı ve karmaşık şeylerle avunur oldular. Bir takım tuhaf ifadeler, kavramlar ve bu kavramların içerdiği manâlarla uzun uzadıya uğraşmak, bunu düşünce ve ilim hayatlarının meşgalesi yapmak gibi. İşte bu kimselerin böyle bir yola girmeleri, bu düşüncelerden etkilenmeleri, onları İslâm düşüncesi hakkında çok garip kanaatlere sürükledi. Evet İslâmın zatında bir garipliğe, yabancılaşmaya, onu tebliğde bir sunuş tuhaflığına düştüler.
Bu kimselerin böyle bir düşünce sapmasına düşmelerinin asıl nedeni ve sırrı şu husustur: Bilindiği gibi, felsefe ile İslâm akidesi arasında, metod bakımından büyük farklılıklar vardır. Aynı şekilde felsefenin üslûbu ile İslâm akidesinin üslûbu arasında da metod noktasından büyük fark vardır. İslâm inancının hakikatleriyle felsefe arasında hiç bir zaman kıyaslanamayacak manâda farklar vardır. Birisi kabalık hokkabazlık iken, diğeri yani İslâm, gerçeğin kendisidir. İşte küçük değersiz kıpırdanış ve titreyişleri vurgulayan felsefedir. Bu beşer lahutîliğinin (felsefesinin) konuları içinde yer alan şeyler demektir.[134]
Artık sormamız gerekir; Acaba, kafiri hava ve atmosferde gelişen cahili beşer felsefesi ile "Allah'ın taptaze ve tatlı olan "İslâm" dini arasında bir birleşme noktasına gitmenin sırrı nedir?
Acaba Cihad ve akidenin yeryüzünde yayılmasını gündemden çıkarmanın sonucu mu?
Acaba bu, kör bir taklidin mi, yoksa her seslenenin peşine şuursuzca takılmanın bir neticesi midir?
Acaba bu, aklî üstünlük iddiasının bir sonucu mu ve bu cedel sahipleriyle aynı üslûp ile karşılaşmak için duyulan bir istekten mi ileri gelmekte idi?
Yoksa bütün bunların ötesinde İslâm düşmanlarının saf ve berrak İslâm inanç ve akidesini bulandırma çalışmaları mı var?
Ben öyle sanıyorum ki, yukarıda sayılan sebeplerin hepsinin bu dejenerasyonda payı ve yeri bulunmaktadır. Ancak bu arada şunu da belirtmeliyim kî, ilk dönem terceme olayını incelerken gördüğüm şu olmuştur:
İslâm düşmanlarının hile ve tuzakları kimi müslümanların heva ve istekleriyle uyum sağlamış ve özellikle de Abbasî döneminin bazı idarecilerinde bu daha net bir şekilde görülmüştür. Mesela: Me'mun'u bunlara örnek olarak verebiliriz. Artık böylece Yunan sofistlerinin ve daha başkalarının kitaplarının terceme edilerek İslâm âlemine sunulması İslâm aleminde yapacağını yapmıştır.
Nitekim bunu doğrulayan bir hadiseyi nakledelim: Halife Me'-mûn, bir Hıristiyan olan Sakaliye (Sicilya) hâkimine haber göndermiş ve kendisinden, bu beldenin felsefe ile meşhur kitaplığından kitaplar göndermesini istemiştir.
Sakaliye (Sicilya) hâkimi istenilen kitapları göndermekte önce tereddüt etmiş, hemen devlet adamlarını toplamış, gelen talep hakkında onlarla meseleyi etüd etmiştir. Bunun üzerine ülkenin büyük dini lideri (Metropoliti) fikirlerini şöyle açıklamış:
"Hemen onların istedikleri kitapları gönderin. Yemin ederim ki, felsefe ile ilgili ilimler hangi ümmetin ilimleri arasına girerse, kesin olarak o ümmeti ve milleti bozar, ifsad eder"
Sicilya hakimi (devlet başkanı), mütropolitin sözlerinin doğruluğuna kesin inandı ve hemen onun işaret ettiği doğrultuda kitapları gönderme işinde gerekeni yaptı.
Daha sonra Halife Me'mûn, Huneyn b. İshak'ı getirtti[135] Bu adam çok dilbaz biri idi. Me'mun kendisine, Yunan filozoflarına ait kitaplardan gücünün yettiği tüm kitapların arapçaya çevirilmesini istedi. O da derhal verilen emre uydu, hemen terceme işine koyuldu. Me'mûn kendisini, Yunanca'dan arapçaya çevirdiği kitaplarının ağırlığınca altına boğdu. Öyle ki Huneyn, kitapların tercemelerini yaparken kalın kağıt kullanmış, yazdığı sayfaların satır aralarını da gayet açık tutmuş ve harfleri de gayet iri yazmak suretiyle durmadan alacağı aîtınlarmn hesabını yapmıştır.[136]
Gerçekten -yemin ederim ki-, Sicilya'lı metropolit çok doğru söylemiş. Çünkü o demişti ki, bu kitaplar hangi millete giderse, o toplum ve milleti sadece bozar.
Dikkat edecek olursanız, merhum Ahmed b. Hanbel (r.a)'in, Kur'-ân'ın mahlûk olup olmaması noktasında çektiği sıkıntının nereden geldiğini anlayacaksınız. Evet İslâm âlimlerinin, Ehli Sünnet âlimlerinin çektiği sıkıntılar, kendilerine karşı savaş açılması nereden kaynaklanmıştır?.. Me'mun ve daha başkaları döneminde meydana gelen bid'-atlar hep nereden gelmiştir? Ayrıca Cevher, Araz, Vacib, Mümkin ve daha benzeri yeni yeni terimler ve bid'atler acaba hep nereden gelmiştir ki?
Evet bütün bunların geldiği bir kaynak vardır. O da cahilî kelâm ilminin teceme edilmesinden ve bunun saf ve berrak İslâm akidesine karıştırılmasından meydana gelmiştir. Bütün bu tahribat ve yıkım da "İslâm Felsefesi" adı altında yapılmıştır.
öğrendik ki o dönemin tüm mütercimleri (çevirmenleri), ya da en önemlileri hırıstiyanlardan oluşmuştur. Bunlar kendi kaynaklarını Arapçaya çevirirlerken, İslâm süzgecinden geçirerek değil, kendilerinin inandıkları ve düşündükleri gibi çevirmişlerdir. Bir adam teslis akidesine inanacak, kısaca hırıstiyan olacak ve müslümanlar adına kitap çevirecek. Acaba ne kadar güvenilirdir. Kaldı ki, yazılan ve çevirilen bu kitaplardan da müslümanlar ve çocukları yararlanacaklar.[137]
Gerçekten Şair ne güzel söylemiş: Kimin ki karga olursa delili Köpekler leşine götürür o Zelili
Ayrıca Kur'ân ve Sünnet'in akideyi sunuş tarzıyla, kelam ilminin sunuş tarzı arasındaki farkın anlatılması izahtan varestedir. Çünkü aralarında çok açık mübayene (zıtlık) vardır. Ancak bütün bunlara rağmen biz bu çelişkileri belirtmek isteriz. Bunu zikretmekteki amacımız ikisi arasındaki bir karşılaştırma değildir. Gerçekte aralarında herhangi bir karşılaştırmaya gidilecek bir durum söz konusu değildir. Aslında durum şairin söylediği gibidir. Şair der ki:
Denirse ki daha keskindir kılıç asadan (bastondan) Kalır mı değri kılıcın böyle bir benzetmeden...
Ancak biz bu farkları sadece bir hatırlatma ve bir ikaz niteliğinde sunmak istiyoruz:[138] Kaynak bakımından: Kur'ân'ın sunduğu akidenin kaynağı âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'dır. Fakat Kelam İlminin kaynağı kısır olan insan aklıdır.
• Metod ve yol bakımından: Kelam ilminin amacı, Allah (c.c)'ın vahdaniyetini (bir tekliğini) isbat etmektir, O'nun ortağının ve işinin olmadığını kanıtlamaktır. Böylece Kelamcı aslında: "La ilahe illallah" kelimesinin bu olduğunu anlamaktadır. Halbuki bu kelimenin manâsı bu kadar basit değildir. Nitekim biz, Tevhid kelimesinin ne gibi bir anlam ifade ettiğini kitabımızın hazırlık ve giriş bölümünde gayet etraflı bir şekilde açıklamıştık.
Ayrıca Kelam ilmi, marifet'in (bilginin) gerçekleşmesini hedef olarak almıştır. Halbuki biz görmekteyiz ki, Kur'ân-ı Kerîm'de yol ve metod olarak sadece Marifet'i değil, hareketi de amaçlamıştır. Hem marifet hem de hareket. Böylece bu marifet, savunucu bir güce dönüşmektedir ki bu, vakıa âleminde delalet ettiğ manayı gerçekleştirmiş olabilsin. Böylece insan vicdanı coşup harekete geçebilsin. İnsan böylece yeryüzündeki varlığının gereğini, Rabbani düşüncenin ve tasavvurun kendisi için öngördüğü ve çizmiş olduğu plan içerisinde hareket etmiş olsun. İşte bu takdirde beşeriyet Rabbine tekrar dönebilir ve yine insan bu sayede asil ve temiz bir hayat yaşayabilir ki bu hayat, Allah'ın insanlar için yazmış olduğu asaletle de ittifak ve uyum içindedir.[139] Diğer taraftan Kur'ânî metod, insanı bir tek Allah'a ibadetle kulluğa çağırır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Senden önce gönderdiğimiz her peygambere ancak şunu vah-yederdik ki: Benden başka ilah yoktur. O halde ancak bana ibadetle kulluk edin (bana ortak koşmayın)." (Enbiyâ, 21/25).
Nitekim, Allah Rasûlü Hz. Muhammed (s.a) Efendimiz, Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken kendisine şu tavsiyede bulunmuştu: "Onlar'ı bir tek Allah'a kulluğa ve ibadete çağır, şayet bunu tanıyıp kabullenirlerse, bu defa onları farzları yerine getirmeye davet et.”[140]
Hz. Peygamber (s.a), burada görüldüğü gibi, bir tek Allah'a ibadet ve kulluğa çağırırken onları öncelikle ve ilk olarak şüpheciliğe ve kuşkuya çağırmamiştır, ya da onları davet ederken bu hususta kelamcıların izlediği metod olan "Şu şu delillere... dikkat et" gibi bir yola da başvurmamıştır. Yol kesindir ve nettir.
Kaldı ki Allah (c.c), insanları tekrar dirilteceği zaman, onlara hissî duyulara bağlı ilimlerle bedîhî ilimlerden, mantıktan, Tabiat bilimlerinden, cevher ve arazdan soracak değildir. Aksına Allah (c.c), bu insanlara, daha önce gönderilen peygamberlere icabet ettiler mi, davetlerini kabullendiler mi, yoksa red mi ettiler, bunları soracaktır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara, size (bu azap ile) korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?" diye sorarlar.
"Onlar şöyle cevap verirler: "Evet, doğrusu bize (bu azap ile) korkutan bir peygamber gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve Allah'ın bir şey gönderdiği yok" siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz" demiştik. "Ve Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (Şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmleri arasında olmazdık! diye ilave ederler. "Böylece günahlarım itiraf ederler. Artık (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun o alevli cehennemin mahkumları!" (Mülk, 67/8-11).[141]
Yaratıcının vahdaniyeti, yani bir tekliği meselesi Kelâm ilminin gayesini teşkil eder. Rasülulah (s.a)'a karşı savaş açan müşrikler de, Rabbimizin bildirdiği gibi Allah'ın vahdaniyetini ikrar etmekte idiler. Ancak müşriklerin bu ikrarının kendilerine hiç bir yararı olmuyordu. Nitekim Rabbuniz şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorarsan, mutlaka "Allah ..." derler. De ki: "Öyleyse ha m d da yalnız Allah'a mahsustur", ama onların çoğu bilmezler." (Lokman) 31/25).
Görüldüğü gibi yaratıcının bir tekliğini yani vahdaniyyetini bunlar da ikrar etmektedirler.
Tesir kuvveti (gücü): Bu, rabbani akidenin asıl damgasıdır. Bu, bu dini ka bu İçilenlerin ruh ve nefisleri üzerinde pek büyük bir güç ve etki bırakmaktadır. Halbuki felsefe ve kelam böyle değildir. Bu ikisi, müntesiplerinin cehaletine delildirler. Nitekim onlardan biri olan Sokrat şöyle demektedir:
"Halen bilmekte olduğum bir şey var ise, o da hiç bir şey bilme-miş olduğumu biliyor olmamdır."[142]
Üslûb: Rabbani akide, özel bir tarzda insan varlığına seslenir. Bu öyle bir üslûbdur ki, hayatiyet ve canlılıkla seçilir. O direkt bir dokunma ve temastır, büyük gerçekleri vahyeden canlı bir hayattır ki, basit olarak meseleyi sunarken, beyanda açıklığı, lafız ve manâda icazı kapsar. Böylece bu akideyi tüm beşer seviyesinde ve her kesimde anlaşılabilecek bir anlayışla sunar. İşte bütün bunların felsefe ve kelamla hiç bir ilgisi yoktur. Kelam ve felsefe meseleyi bu kadar gerçekçi ve herkesin anlayabileceği bir şekilde ortaya koyamaz. Bütün düğümlü ıstılahların ve terimlerin hilafına, sadece şüpheyi ve şüpheciliği artırmakla kalmaz. Aynı zamanda şüpheciliği, şaşkınlığı ve sapıklığı da beraberinde getirir.[143]
Kelamcıların uslûbü hemen hemen ele aldığı her mesele hakkında aynı tarzı ve uslûbü kullanır. Meselâ: "Şayet bizi denilirse ki..., Biz de onlara deriz ki..." tarzında olur. Ancak Kur'ân Üslûbuna gelince, Kur'ân akideyi iki tarzda ortaya koyar:
a- Isbat ve marifette Tevhid: Yani Allah (c.c)'ın rabb oluş hakikatim, sıfatlarım, fiilerini ve isimlerini isbati konusunda Allah (c.c), kendisi için nasıl bir haber vermişse kitabında ve aynı zamanda O*-nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a) bunu nasıl haber vermiş ise, o manâda isbatını yapar. Nitekim bu husus, Hadîd süresiyle Tâ Hâ sûresinin hemen başında yer aldığı gibi, Haşr sûresinin sonunda, Secde sûresinin, Âlu îmrân sûresinin başında ve İhlâs sûresinin tümünde yer almaktadır.[144]
b- Talep (istek) ve amaçta Tevhid: İşte bu, Kâfirün sûresinin kapsamış olduğu manâdır. Bu sûrede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammedi) de ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dînim bana." (Kâfirûn) 109/1-6).
Aynı zamanda bu ikinci husus, aşağıda mealini sunacağımız âyette yer alan Tevhid'dir. Rabbimiz buyuruyor ki:
"De ki: Ey ehli kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş = ortak tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabbler edinmesin = ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman, şahit olun ki biz miislümanız, deyiniz." (Âl-i îmrân, 3/64).
Ayrıca Teznînü'l kitab diye başlayan sûrelerin (Secde, Zümer, Mü'min (= Ğafir), Casiye ve Ahkaf) sûrelerinin baş ve son tarafları, Yunus sûresinin başı, ortası ve sonu, A'raf sûresinin başı ve sonu ile En'âm'suresinin tümü buna ait delillerle dopdoludur.
İlki, ilmî ve haberî tevhidi tanıtmakta ve bildirmekte iken, ikincisi ise iradî ve talebî tevhidi bildirmiş olmaktadır.[145]
İnsan sadece bir kez Rasûhıllah (s.a)'ın siretine ve hayatına, bu akideyi nasıl sunmuş diye göz atıverse, o değerli ashabını nasıl eğitmiş diye bir dikkai ediverse, bu, ona gerçeği görebilmesi için yeterli delildir. Zira o zaman, Kur'ân ve Sünnet dışında akideyi sunanların nasıl bir yol izlediklerini göreceklerdir. Çünkü bunlar öyle bir yol izlemişlerdir ki, bu yol hiç bir zaman Allah'ın sıratı müstakim diye adlandırmış olduğu yol ile birleşemez.
A'meş, Ebû Vail yoluyla İbn Mes'ûd (r.a)'dan rivayet etmektedir, îbn Mes'ûd demiştir ki: "Bizden herhangi bir adam, on âyet öğ-renice, onların manâlarını öğreninceye ve onlarla amel edinceye dek, onları geçemezdi."[146]
Ebû Abdurrahman es-Sülemî[147] diyor ki: "Bizi okutanların anlattıklarına göre, kendileri Hz. Peygamberden okuyup öğrenirlermiş, öğrendikleri on âyet olunca, onda yapılması gereken görevleri (ameli) yapmadıkça, yeni bir bölüme geçmezlermiş. İşte biz böylece hem Kur'ân'ı ve hem de ameli birlikte tümüyle öğrenip (yürüttük)."[148]
Merhum Seyyid Kutub da şunları söylemektedir: "Hz. Peygamberin ashabı, bu İslâm akidesini alırlarken, sank savaş alanındaki asker titizliğiyle alıp öğrenirlerdi. "Günlük emir" bunu hemen aynı gün yerine getirmek için alır ve uygulardı. Bu bakımdan onlardan herhangi biri, bir tek celseyi çoğaltmak istemezdi. Çünkü birden fazla devamı halinde sorumluluklarının artacağım da bilir. Fazlaca devamı halinde omuzundaki yüklerinin de çoğalacağını idrak ederdi. Böylece önce gelen on âyetle yetiniyor, bunları tümüyle hıfzedinceye kadar, bunlarla amel edinceye dek bekliyordu. Nitekim, Abdullah b. Mes'ûd hadisinde konuyu görmüş idik.[149]
İşte bu ümmetin ilk altın çağının insanı, akide konusunda Kitap ve Sünnet ile yetiniyor, başka hiç bir şeye gerek duymuyordu. Ancak sonraki çağlarda, akide meseleleriyle ilgili olarak ortaya çıkan sapmaların sebebi, özellikle terceme hareketi ve felsefenin revaç bulması idi. Evet Yunan felsefesi ve ilimlerinin revaç kazanması İşi böyle bir sonuca götürmüştü. Şayet bu tercemeler yapılırken, üzerinde titizlikle durulsaydı, bir süzgeçten geçirilmiş olsa idi, sadece hendese, kimya ilimi leri, tıb bilimleri gibi yararlı ilimler çevirilseydi, tercemeler yapılırken de, mutlak surette İslâm akidesi boyasıyla boyanması şartı getirilmiş olsa idi, o zaman bu tahribat ve yıkım olmazdı. Fakat yapılan yanlış ve hata, ilimlerden hiç birisi herhangi bir ayıklamaya tabi tutulmaksızın çevirisi yapıldı. Nitekim bu çeviriler arasında günümüz ifadesiyle "İlahiyat" = Teoloji da dahil olmak üzere yapıldı. Aristo, Eflatun ve daha başkalarına göre bu konular nasıl ele alınıp değerlendirilmiş ise aynen öyle alındı ve çevirisi yapıldı.
Gerçekten bu apaçık ve çok fahiş bir hata idi ki, böylece olanlar olmuştu. Yoksa putperestlerce makbul görülen ve ehli kitaba bir hizmet olan böyle bir çalışmaya yönelmeyi gerektirecek hiç bir neden yoktu.
Gerçekten bu, ümmetin en büyük ilim hazinesi Abdullah b. Ab-bas'ın (r.a) bir uyarı mahiyetinde söylemiş olduğu şu ifadelerinde yatmaktadır.
"Sizler kitap ehli olanlara şeriatten herhangi bir şeyi nasıl soruyorsunuz? Halbuki Rasûlullah (s.a) üzerine indirilmiş olan kitabınız, kitapların en yenisidir. Sizler onu halis olarak ve içine başka bîr şey karışmamış olduğu halde okumaktasınız. Bu Kur'ân sizlere, ehli ki-tab olanların Allah'ın kitabını tebdil (ve tahrif) edip değiştirdiklerim, kitabı kendi elleriyle yazdıklarını ve bununla az bir pahayı satın almaları için "Bu Allah katmdandır" dediklerini sizlere söylemiştir. Dikkat edin! Size gelmiş olan ilim, sizleri onlara soru sormaktan menetmektedir. Vallahi biz onlardan hiç bir kimseyi size indirilmiş olan kitaptan size soru sorar görmüş değiliz."[150]
Merhum Gazzalî'nin dediği gibi olan şu olmuştur: "Doğrusu bu saf ve berrak akidenin bulanması hep ecnebi (yabancı) fikirlerle olmuştur ki, rju yabancı fikirler, İsîamî hayata saldırmış ve onun üzerine abanmış olup, değişik cedel yollarıyla batıl yolda olanlar boş zamanlarını hep bununla geçirdiler.[151]
Allah'ın kullarına olan merhameti ve bu dini korumayı tekeffülü sayesindedir ki, hemen her asırda ve her bölgede değerli âlimler yetişmiş, bu âlimler Allah'a davet görevlerini, Allah yolunda cihad vazifelerini hiç durmadan sürdürmüşlerdir. Aynı zamanda ümmetin saptıkları ve uzaklaşıp yabancısı kaldıkları konuların yine onlar tarafından görülüp gerçeğe dönülmesini sağlamışlardır.
İşte bu sebeptendir ki, bu değerli ilim adamlarından ve imamlardan bir çokları müslümanlar arasında yayılıp onları .akidelerini ve düşüncelerini sarsan salgın hastalığı gördüklerinde hemen bunlara karşı cihad görevlerini yüklendirler.
Bakınız değerli âlim ve müctehid İmam Şafiî (r.a) diyor ki: "Benim kelamcılar hakkındaki hükmüm şudur onları çubuk ve ayakkabılarla dövüp, sonra da bu kimseleri aşiret aşiret ve kabile kabile gezdirip, kendileri için şöyle denilmelidir: "İşte bu, Kitap ve Sünneti bırakıp ta Kelâm ilmine yönelenlerin cezasıdır."[152]
İmam A'zam Ebû Hanife merhumun ashabından (talebelerinden) İmam Ebû Yusuf merhum diyor ki: "Kelâm ilmini bilmek = kelama olmak cehalet bakımından bir kimseye yeterlidir. Kelam ilmini bilmemek ise, ilmin ve bilginin tâ kendisidir." Daha sonra sarih Tahavî bu ifadeye şunu ekliyor: "Rasûlulİah (s.a)'ın getirdiğine tabi olmaksızın kişi nasıl olur da, usûl ilminde arzu edilene ulaşabilir?"[153]
îbn Cevzî de şunları zikretmektedi: "Doğrusu, itikad ilmine sonradan bir şeyler sokuşturulmasının temelinde felsefe vardır. Bunun sebebi, dinimize mensup bazı alimler, Hz. Peygamber (s.a.)'in Kitap ve Sünnetle yetinip buna kanaat getirdiği gibi buna kanaat getirmemeleridir.bunlar Kitap ve Sünnet yerine felsefî görüş ve düşüncelerin, nazariyelerin içine dalıp kendilerinden geçtiler. Bunlar kelam ilmine o derece daldılar ki bu, onları işi red noktasına götürecek mezhepler edinmeye götürdü, böylece de akaidi bozmuş oldular"[154]
İşte kendilerinden söz ettiğim bu kelam ehli, kitap ve Sünnete muhalif olarak davranmışlardır. Kaldı ki Selef ve müctehid imamlar da hep bunları yermişlerdir. Çünkü Kelamcılar gereğince imanı kavrayamamışlar, kâmil manâda bir imana neredeyse sahip olamamışlar ve yine bu anlamda cihada sarılmamışlardır. tam aksine bunlar kâfirlerden bir takım kavimlerle ve bid'atçılarla münazaraya girişmişlerdir. Bunlar ise Sünnetten olduğunca uzak kalmışlardır. Eksik bazı yöntemlerle işe girişmişler ve böylece Hz. Peygamber'in getirdiği bazı şeyleri de reddetmişlerdir. İşin bu yönü bu kâfirleri akılcılıkla da kesinliğe ulaştıramamıştır. Allah Rasûlünün getirmiş olduğu şeye de hakkıyla iman etmemişlerdir, ne tam olarak akılcılığa bağlı kalmışlar, ne de Hz.Peygamberdin getirdiğine. Aynı zamanda bunlar gereğince kâfirlerle cihada da girişmemişlerdir. Hep şöyle söyleyip durmuşlardır:
"Aslında peygambere iman etmek mümkün değildir, kâfirlerle cihada da imkân yoktur.Mülhidlerîn ve bidatçılann görüşlerini red imkânı da yoktur. Bütün bunların yapılabilmesi ancak bizi uygulaya geldiğimiz akılcılık sayesinde mümkündür. Vahye dayalı bilgilerden bu aklî şeylerle çelişenlerin ya yalanlamak suretiyle reddi gerekir veya bunların tevili veya tefvizi (havalesi) gerekir. Çünkü bunlar vahye dayalı şeylerin esası ve aslıdır. Durum bunlarca tahakkuk edince, işin aksi olduğunu bileceklerdir."[155]
Şimdi bir ibret ve öğüt olması için son bir söz söylemek isteriz. Aslında bu söz de, kelam ilminin karanlıklarına dalanlardan birisine aittir. Bu kimse daha sonra, kurtulmayı isteyerek bundan, bu denizden çıkıp kurtulamk istemiştir. Söz Ebû Abdullah Muhammad b. Ömer er-Razî'ye aittir. Demiştir ki: "Ben kelamın tüm metodlarını ve felsefenin tüm yollarını düşünüp denedim. Bunlardan hiç birisinin bir hastaya şifa verir olduğunu, bir kimsenin de suzuzluğunu giderir olduğunu göremedim. Gördüğüm yolların en yakım ve sağlamı Kur'ân'ın yoludur.. Kim benim bu yaptığım gibi bir denemeye girişirse, benim vardığım sonucu elde eder."[156]
• Kitap Ve Sünnete Dönüş Gerekiyor
Şimdi bu gerçeğin ışığı altında bu ümmete düşen görev, artık boşa geçirmiş olduğu zamanlarını hatırlayıp, hemen Rabbani kaynak olan Allah'ın Kitabına ve Rasû'ünün sünnetine dönmesi olmalıdır. Hemen Kitap ve Sünnetin manâlarını düşünmeli, onda var olan şeylerle amel etmelidir. Çünkü kurtuluşu, refaha kavuşması ve kalb huzuru bundadır. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"..Bilesiniz ki, kainler ancak Allah'ı anmakla sükûnet bulur."
(Ra'd, 13/28).
Bütün bunlara rağmen-Allah'ın izniyle-, okuyucu bu araştırması sırasında, kitabımızı incelerken Kitab ve Sünnet'in yolunun ne olduğunu öğrenecektir. Kitab ve Sünnet'in, ruhlara Velâ ve Berâ akidesini nasıl ektiğini görecektir. Bütün bunları öğrenmesi Hz. Peygamber (s.a)'in hayatını-sîretini, onun Mekke ve Medine dönemini incelerken öğrenecektir. Bir de bu arada sunulacak olan bir çok örnekleri de göz önünde bulundurarak gerçeği tüm çıplaklığıyla öğrenmiş olacaktır.
Ancak ben burada özellikle bu konuya ilişkin bir hususu belirtmekte herhangi bir sakınca görmemekteyim. Bilindiği gibi ben, kelâm ilminin kısırlığı ile bu ümmetin üzerinde işlemiş olduğu cinayet etrafında konuşmuş idim.
Bu konuda gayet açık ve seçik olarak bilinen bir gerçek var ki, o da îslâmın, müslümanların dinlerine olan düşkünlüğü ta onların "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlüllah" kelimesini açıkça ilan etmelerinden bu yana sürüp gitmiş olmasıdır.Böylece onlar her türlü ma: buddan, matbu'dan-kendilerinin peşinden gidilen kimselerden ve Allah'dan başka itaat olunan şeylerden beri ve uzak olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadırlar. Nitekim buna ait deliller ister kitaptan olsun ve ister sünnetten olsun gayet fazlaca bulunmaktadır.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:
"Kim tağut'u reddedip Allah'a inanırsa, sağlam kulpa sarılmıştır." (Bakara,2/256).
Bir diğer âyet meali de şöyledir:
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.
Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasını?." (Al-i İmrân, 3/103).
Rabbimiz bir başka âyetlerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"De ki: Allah'ın hidayeti doğru yolun tâ kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir." (En'âm, 6/71).
Şimdi de bir başka âyetinde Rabbimiz buyuruyor ki:
"İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır." (Lokman, 31/22).
Şimdi de karşımıza bir başka âyet meali çıkıyor. Yüce Mevlamız buyuruyor ki:
"Kim İslâm'dan başka bir i din ararsa, bilsin ki kendisinden
(böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır." (Al'i İmrân, 3/85).
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslüm anlarda mm" diyenden kimin sözü daha güzeldir." (Fussi-let, 41/33).
İşte bütün bu nass ve deliller, Allah (c.c)'ın müslümanlara bu dini sayesinde ne kadar nimetler ihsan etmiş olduğunu kanıtlayıp ortaya dökmektedirler. Çünkü Velâ = (Allah için dostluk) konusu onun için gücün ve izzetin kaynağıdır.
İşte kim böylesi bir velâ'ya, Allah için dostluğa, îslami uygulayan idareciye bağlanır ve bunu gerçekleştirecek olursa, işte o kimse sapasağlam kulpa, kopmaz ipe sarılmıştır.
Şimdi de konuya ilişkin hadisleri sunalım. Ebû Hureyre rivayet ediyor. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Allah (c.c), cahiliye-nin kibir ve gururunu ve atalarla övünmeyi sizden gidermiştir. Takva sahibi bir mümin veya bedbaht günahkar (olmak üzere insanlar artık iki sınıftır). Sizi Âdem'in oğullarısınız ve Adem ise topraktandır. Bir takım adamlar, bir takım topluluklarla övünmeyi mutlaka bırakmalılar. Çünkü onlar cehennem kömüründen bir kömürdürler. Aksi halde burnuyla fışkı yuvarlayan cu 'lan = (bokböceği)den Allah katında daha önemsiz olacaktır."[157]
Özellikle Peygamber (s.a), ümmetinin terbiye ve eğitimiyle iyiden iyiye uğraşmış, onların soy-sopla övünmelerini önlemiş, bu gibi şeylerden uzak kalmalarını sağlamıştır. Çünkü bu gibi şeyler dinde herhangi bir değere sahip değiller ve herhangi bir hayatiyetleri de yoktur. Ancak bizim gördüğümüz bir şey vardır. O da Hz. Peygamber (s.a)'in kişilerin İslâm safına intisaplarını teşvik etmiş olmasıdır. İşte övünülecek şey olarak bu yeter.
Ebû Ukbe (r.a)'den rivayet olunan hadise göre -ki kendisi İran halkından bir azadh köledir- demiştir ki: Hz. Peygamber ile birlikte Uhud'da bulundum. Bu arada müşriklerden birini vurdum. Bunun üzerine dedim ki: Bu darbeyi benden al, çünkü ben farslı (İranlı) bir gencim." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) dönüp bana baktı ve:
"Sen, bu darbeyi benden al, çünkü ben Ensarî bir gencim desey-din ya," buyurdu."[158]
Gerçekte İslâm akidesinin amacı, Allah'ı birlemektir. Bu da O'na bağlanmakla, O'na sevgi duymakla O'nu ta'zîm etmekle, O'na itaat etmekle, inabet ve huşu ile, korku ve ümit arasında yaşamakla sağlanır. Ayrıca Allah'dan başka tüm sevilenlerden, korkulardan ve arzulardan nefsi arındırmakla mümkündür. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan Başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini geri çevirecek de yoktur." (Yunus, 10/107).
Rasûlullah (s.a) Efendimiz, Abdullah b. Abbâs (r.a)'a şöyle söylemişlerdir:
"İyi bil ki, Şayet ümmet, sana fayda verecek bir şey konusunda toplanıp bir araya gelseler, o hususta Allah (c.c)'ın senin için yazdığı şey dışında bir menfaat sağlayamazlar. Şayet onlar, sana bir zarar verecek şeyde bir araya toplansalar, yine Allah (c.c)'ın senin aleyhine yazdığı şeyin dışında asla bir zarar da veremezler."[159]
Şayet kul sadece tevhid esasına sarılırsa, artık o kalbinden Allah'dan başkalarından korkmayı çıkarıp atmıştır. Artık ona düşmanı pek ehven gelir. Ailah (c.c)'dan korkmak varken bir de onunla birlikte bir başkasından korkmaz artık o. Çünkü kul, korkulması gereken varlık noktasında Allah (c.c)'i bir tek korkulacak varlık kabul etmiştir. Artık sevgisini, korkusunu, tevekkülünü, O varken bir başkasıyla meşgul olmamayı hep bu esasa bağlamıştır. O artık şu gerçeği de iyice öğrenmiştir:
Tüm duygu ve düşüncelerini düşmanı hakkında çalıştırılması, ondan korkması ve onunla meşgul etmesi, sadece bu kimsenin o konuda tehvidinin eksikliğine bir delildir[160]. Şayet kişi mücerred tevhid esasına bağlı kalmış olsa, mutlaka onun kendisini meşgul eden bir uğraşısı olurdu. Alîah (c.c), onu korumayı üzerine aldığı gibi, onu savunmayı da vadetmiştir. Çünkü Allah (cc), gerçekten, iman edenleri savunur ve korur.
Şu hususu pek iyi bilmek zorundasınız ki, kişinin Tevhid esasına bağlanması ve buna sahip olması halinde yüce Allah (c.c)'ın büyük koruma alanına girmiş demektir. Kim de böyle bir sığınağa girerse artık o kimse emin ve güvenilir olanlardan olur. Seleften bazıları demişlerdir ki:
"Kim Allah' dan korkarsa, her şey de ondan korkar. Ancak kim de Allah'dan korkmaz ise, o her şeyden korkar."[161]
İşte bu, Velâ ve Berâ konusunda ruhlarda akidenin gereğince yerleşmesi için akidenin metodlanndan birdir. Ayrıca bu yoldan başka bir yol daha vardır. Bu da kıyamet sahnelerine yardımcı olma yoludur ki, böylece husumeti, düşmanlığı tasvir edebilsin. Evet bunu tabi olanlarla kendilerine tabi olunanlar yani idare edenlerle idare edilenler arasındaki düşmanlığı tasvir etmiş olsun. Çünkü bunlar, Allah'ın dünya için öngördüğü yoldan bir başka yola girdiler. Bunlar tüm dostlukları ve düşmanlıkları hep adetlere, törelere ve atalarının dinlerine göre sürdürdüleer. Her bir fırka kendi arkadaşından böylece uzaklaşıp gittiler.
Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"O zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.”(Bakara,2/166)
Dünyada hiç düşünmeden bazı kimseleri kendilerine önder edinen böylece batıl yola giden kimseler, ahirette o Önderlerin kendilerinden uzaklaştıklarım görürler. Ancak her iki taraf da içine girecekleri azabı görmüşler ve ondan kurtuluş olmadığını anlamışlardır. Dünyadakinin tersine, bu sefer uyanlar konuşurlar ama artık faydası yoktur.
"(Kötülere) uyanlar şöyle derler: "Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydik!" Böylece Allah
onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık (cehennem) âteşinden çıkamazlar." (Bakara, 2/167).
Hiç şüphesiz bu durum, Allah ve Rasûlünü bırakıp onlardan başkasını dostlar edinenlerin halidir. Bunlar, bu Allah ve peygamber düşmanları adına dostluklar kurarlar, bunlar adına düşmanlık sürdürüyorlar. Bunların hoş karşıladıklarını hoş karşılıyorlar, istemediklerini istemiyorlar, onların kızdıkları şeylere bunlar da kızıyorlar. Böylece tüm yaptıkları batıl şeylerdir ve yarın kıyamet gününde fazlasıyla pişmanlık duyacaklardır. Tüm sıkıntıları ve dertleriyle başbaşa kalacaklardır. Çünkü bunların, Allah ve peygamber düşmanlarıyla birlikte oluşları ve birlikte hareket etmeleri kendilerini kurtaramamıştır. Sevgilerini ve öfkelerini bunlar adına yürütmüşler. Allah ve Rasûlünün yanında yer almaları gerekirken başkalarının yanında, yer almayı tercih etmişlerdir.
Artık kıyamet gününde AHah'dan başkası adına sürdürülen dostluk ve düşmanlıklar tüm sebepleriyle son bulacaktır. Herkes o gün kendi başının derdine düşecektir. Ancak o gün bir tek sebebin yararı vardır. Bu da kişi iie Allah arasını birleştirecek olan sevgi ve saygıdır. Kişi
şayet bir şeyi sırf Allah'a ve Rasûlüne kavuşmak için terketmİş ise, bir tek Allah'a ibadet etmek ise işte kişiyi kurtaracak olan budur. Çünkü bu hususta gerekli sevgiyi ve buğzu, vermeyi ve menetmeyi, dostluğu ve düşmanlığı, yakınlığı ve uzaklığı hep bu sebebe dayanır ve dayanması da gerekir. Aynı zamanda her bakımdan Hz. Peygamber (s.a)'e itirazsız tabi olmalı, onun sünnetiyle çelişen ve buna muhalif olan hususlardan, onun gösterdiği yolun dışında bir yoldan uzak olmalı ve onları tümüyle terketmelidir.[162]
Ayrıca İslâm'da yetki meselesi olarak sunduğumuz Velâ ve Berâ konusunu anlatırken Kur'an'ın izlediği bir yol da misaller ve örnekler sunmasıdır. Nitekim bu gibi örnekler Kur'an'ı Kerîm'de bir hayli çoktur. Bu meselede en önemli Örnek, peygamberler babası ve Allah dostu (Halilurrahman) diye de bilinen Hz. İbrahim (a.s)'in örneğidir. Çünkü o Velâ ve Berâ' konusunda ilk örnektir. Yani kimlerin dost edinilip kimlerden de uzak durulacağı noktasında ilk örnektir. İşte işin bu önemi nedeniyle ben ondan sözetmeyi özel bir bölüme bırakıyorum. Onun bu husustaki tavrım yeri geldiğinde öğrenmiş olacağız.
Şayet kalbde Allah (c.c), sevgisi bulunursa, arük mümin bu taktirde her türlü külfeti ve sıkıntıyı yüklenir, hepsine göğüs gerer. Bu yolda Allah için nasıl ibadet etmesi gerekiyorsa öylece ibadet eder ve bunun gereklerini de yerine getirir. İşte Allah düşmanlarının karşı koymaları, onların da bunlarla cihadı, bunlara buğzetmeleri, onlardan uzak durmaları, Allah yolunda onların eziyetlerine katlanmaları hep kalbteki bu sevgidendir.
Ayrıca Kur'ân'ı Kerîm, bu akideyi sunarken tehdid ve korkutmayı içeren bir üsluba sahiptir. Öncelikle bunların sebeplerini açıklıyor, izah ediyor, insanlara hüccet ve delil sunuyor, sonra da tehdidini ve korkutmasını ortaya koyuyor. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Ey ima/ edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli),) kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir.
(Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasın dan korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar.)" (Maide, 15/54).
Ancak Allah, emrine boyun eğenleri sever, onlara yardım eder ve onların dostudur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Saf, 61/4).
Bir başka âyet meali:
"Bilakis, mevlanız (yardımcı ve dostunuz) Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırhsıdir." (Al’i îmrân, 3/150).
Bir başka âyette ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlanızdir. Ne güzel mev-ladır O, ve ne güzel yardımcıdır."
(Hac, 22/78).
Allah'ı sevmenin yolu ve en önemli şartı, Allah (c.c)'a, Rasûlüne uymakla mümkündür. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm!) De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (AViîmran, 3/31).
Şeyhul İslâm îbn Teymiyye merhum diyor ki: "Rasûlüllah (s.a)'m sünnetine uymak, şeriatına içten ve dıştan bağlı kalmak, Allah sevgisinin gereğidir. Nitekim Allah yolunda cihadetmek de, O'nun dostlarını sevmek, düşmanlarına da düşmanlık göstermek de Allah'ı sevmenin bir gereği ve gerçeğin tâ kendisidir."[163]
Hasan Basrî (r.a) diyor ki: "Bir toplum, kendilerinin Allah'ı sevdiklerini ileri sürmektedir. Allah (c.c) da kendilerini "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin." âyetiyle imtihan etti."[164]
Aslında Kitap ve Sünnet bu ümmeti Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek esasları üzerinde yetiştirmiştir. Kişi Allah için dostluk ve yetkisini kullanacak ve Allah için uzaklaşılması gerekenden uzak kalacaktır. Öyleki buna bağlı olan bir müslüman bu noktada ateşe akılacak bir duruma gelmiş olsa, burada tercihini, küfre girmektense ateşe girmek şeklinde yapmalıdır. Zira Allah (c.c), kendisini o küfürden kurtardıktan sonra kişi tekrar oraya dönmeyi istemez.
Gerçi bugün velâ ve Bera konusu müslümanların gerçek hayatından çıkmış ve kaybolmuştur. Ancak Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu kimseler müstesna. Aslında bu kayıp, bu büyük ve önemli konunun değerini düşürmez ve bu gerçeği ortadan kaldıramaz. Nitekim Şeyh Hamd b. Atîk şöyle demektedir:
"Allah'ın kitabında bu mesele hakkında fazlaca delilleri buluna-nan bir başka hüküm yoktur. Tevhid'in vucubu ve gerekliliği ile, tevhidin zıddınm haramhğı hakkındaki meseleden sonra Kur'an'da hakkında en çok delil bulunan hüküm Velâ ve Berâ' meselesidir ya da hükmüdür."[165]
İnsan aklının ürünü olan görüş ve düşüncelerin, sistemlerin ve kısır görüşlerin bir bakıma değer kazanması, esas itibariyle insanların Allah ve Rasûlü için velayeti kaybetmelerinin, bir de tağuttan uzaklaşmalarının bir sonucudur ki, tağutlar insanları hep yaldızlı sözlerle ve laflarla kandırmayı hedeflemişlerdir.
[117] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, III/985-986, Kamûsu'l-Muhît, IV/294.
[118] Ahmed b. Hanbel, Müsned,IV/281, 368-370, 372; Tirmizî, menâkıb, 19; Elbanî, Sahîhu'l-Camiu's-Sağîr, VI, 353.
[119] İbnu'l-Manzûr Lisan'ul-Arab, III, 986.
[120] Lisanu'l-Arab, 11/988.
[121] Feyûmî, el-Misbahu'l-Miinîr, 2/841.
[122] îbn Kesîr bu eseri, en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadîs adlı kitabında zikretmiştir. 1/112.
[123] Lisanu'l-ArabI/183; el-KamûsıTl-MuhîtI/8.
[124] Şerhu't-Tahavî, 403; Teysîru'1-Azizi'1-Hamîd 422.
[125] Nuaym, Yasin, K. İman, 145.
[126] Buharî, Feraiz, 5, 7, 9, 15; Müslim, Ferâiz, 3-2 (1615)
[127] İbn Teymiye, el-Furkân, 7. Buhnarî, Rikâk 650, İbn Mâce, Fiten, 16.
[128] Abdullatîf b. Abdurrahman b. Hasan, er-Resailu'1-Müfîde 43.
[129] Şeyh Abdurrahman b. Sa'dî, el-Fetava es-Sa'diye 1/98.
[130] Hilyetu'l-Evliyâ 1/312; İbn Recep Hanbelî, CamiıTI-UIûm ve'1-Hikem, 30.
[131] Tahaviye ve Şerhi, 258
[132] Ahmedb. Hanbel,Müsned, IV, 126; İbn Abdi'1-Berr, Camiu Beyani'l-İlm, II, 222. ibn Mace, Mukaddime, 6; Terğib ve Terhîb, 1/46. Camîu'1-Üsûl (Haşiye), 1/293.
[133] Muhammed Kutub, Kur'an araştırmaları, 149.
[134] Seyyid Kutub, islâm düşüncesinin özellikleri ve mukavvematı, 10, 11
[135] Huneyn b. İshak: Doktor, tarihçi ve mütercimdir. Babası Hîre halkından bir Eczacıydı. Arapçayı Halil b. Ahmed'den öğrenmiştir. Tıp ilmini Yuhanna b. Masûye ve başkalarından almış, ayrıca Yunanca, Süryanîce ve Farsçayı öğrenmiştir. Me'mûn zamanında Mütercimlerin başkanı seçilmiş, kendisi Terceme heyeti başkanlığına getirilmiştir. Memun bir çok mal ve ihsanda bulunmuştur kendisine.
Epirot'un, Kalinos'un kitaplarını özetlemiş,