- Veda hacci bahsi

Adsense kodları


Veda hacci bahsi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sumeyye
Thu 16 June 2011, 02:32 pm GMT +0200
VEDA HACCİ BAHSİ

 

1105- Ebû Bekr (Radıyallahu Anh) der kis

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Veda Haccı'ında kurban bayramının birinci günü Mina'da şöyle buyurdu-

«Zaman, Allah Tealâ Hazretlerinin gökleri ve yeri yarattığı gün­kü şeklinde devretmektedir. Sene, oniki aydır. Bunlardan dördü ha­ram (hürmet edilen) aylardır. Bu haram ayların üçü arka arkaya gelir ki, Zilkade, zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu haram aylar­dan dördüncüsü de, yalnız jlarak gelir ki, o da Mudar kabilesinin son derece hürmet ettikleri Receb ayıdır. Bu ay da Cumadalahire ayı ile Şaban ayı arasında gelir.  (Ayların yerlerini böylece belleyin ve cahiliyet devrinde yapıldığı gibi yerlerini değiştimeyin).»

Sonra Hazreti Peygamber sordu:

«Bu ay hangi aydır. Zilhicce değil midir?»» Biz: — Evet,- dedik. Yine sordular: «Bu belde hangi beldedir, Mekke değil midir?» Biz: —Evet dedik. Yine sordular: «Bugün hangi gündür, kurban bayramının birinci    günü değil midir?» Biz:

— Evet, dedik. Sonra Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Bu beldenizde ve bu ayınızda şu günümüzün hürmeti (kud-siyeti) gibi canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da sizin için mukad­destir. Sonra da Rabbiniz olan Allah'a kavuşacaksınız. Size amelle rinizden soracaktır. Dikkat ediniz! Sakin benden sonra doğru yoldan sapan kişilere dönüp birbirinizin boynunu vurmayınız.

Dikkat ediniz! Bu öğütlerimi burada bulunanlar, bulunmayanla­ra iletsin, kendilerine bu sözlerim İletilmiş olan bazı kimseler, bizzat benden işiten baza kimselerden daha kavrayışlı olabilir. Dikkat edi­niz! Size tebliğ ettim mi? (Bu sözü iki defa tekrarladılar) >

 

1106- Ebû Musa El-Eş'arî (Radıyallahu Anh) der ki: Arka­daşlarım, Tebük seferine giderlerken kendilerine binek hayvanı ve­rilmesi için beni Hazreti Peygambere gönderdiler. Ben de Hazreti Peygamberin huzuruna vardım ve dedim ki:

— Ya Resûlallah! arkadaşlarım bu seferde binmeleri için sizden binek hayvanı istemek üzere beni gönderdiler, Hazreti Peygamber bana şöyle buyurdular:

«Vallahi, size hiç bir binek hayvanı veremiyeceğim.» Hazreti pey­gamber bunu buyurduğu zaman öfkeli idi. Ben de Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellemin vermemesinden ve aynı zamanda bana gü­cenmiş olabilmesi korkusundan kederli olarak geri döndüm. Arka­daşlarımın yanına biderek aldığım red cevabını onlara bildirdim. Kısa bir zaman sonra benim adımı çağıran Bilâl Habeşi'nin sesini işittim.. Onun: Ya Abdullah bin Kays! çağrısına koştum. Bilâl bana de­di ki, Hazreti Peygamber seni istiyor; hemen çabuk gidiniz. Ben de Hazreti Peygamberin huzuruna çıktım. O sırada Hazreti Peygamber Sa'd bin Ubade Hazretlerinden satın almış olduğu altı deveyi kana göstererek:

«Yan yana duran şu iki deve ile yan yana duran şu iki deveyi al ve onları arkadaşlarına götür. Hem de onlara söylet Allah Tealâ Hazretleri (yahud Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretle­ri), sizi bu develere bindiriyor] bunlara bininiz,» buyurdu.

 

1107- Sa'd bin Ebi Vakkas (Radıyallahu Anh) der ki

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Tebük gazasına çıktığı zaman, Hazreti Ali'yi Medine'de halef bırakmıştı. Hazreti Ali ise:

— Ya Resûlallah! Beni birtakım çocuklarla kadınlar arasında mı bırakıyorsunuz? diyerek üzüntüsünü belirtti. Bunun üzerine Haz­reti Peygamber ona şöyle buyurdu:

«Sen bana karşı, Hazreti Harun'un Hazreti Mûsa'a karşı olan mertebesinde olmak istemez misin? Şu farkla ki, benden sonra pey­gamber yoktur.»

Mütercim:

Musa Aleyhisselâm Allah'dan vahy almak için Sina dağına gi­derken kardeşi Harun Aleyhisselâm'ı îsraîl oğullan kavmine halef bıraktığı gibi, ben de seni (ey Ali) Medine'de halef bırakıyorum, de­mektir. Rafizî ve Şiî'ler, bu hadis-i şerife dayanarak, Hazreti Peygamberden sonra Hazreti Ali'nin halife olması gerekir, Hilâfet onun hak-Kıdır. Çünkü bu hadîs, bir vasiyyet hükmündedir, demektedirler. Hatta Hazreti Ali'ye başkalarını tercih etmeyi de küfür saymışlar­dır. Bu sapık fırkalardan bir kısmı da, Hazreti Ali kendi hakkı olan hilâfeti arayıp dava etmediğinden Hazreti Ali'yi de islâm dışı gö­recek kadar sapıtmışlardir.

Hazreti Ali'nin Medine'de halef bırakılması, sadece Tebük sefe­rine çıkılacağı zaman olmuştur. Ayrıca Hazreti Harun (Aleyhisse­lâm) Hazreti Musa'dan (Aleyhisselâm) kırk yıl önce Tîh sahrasında vefat etmiştir. Bu itibarla Harun Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm'-dan sonra halife olmadığı hususu da herkes tarafından bilinmekte­dir. Bunun için ehli sünnet alimleri, bu hadîsi- şerifin hilafet ve nü­büvvetin Hazreti Ali'ye ait olacağına herhangi bir delâleti yoktur, diyorlar.

 

1108- Kâb bin Malik Radıyallahu Anh der ki

Tebük gazasından başka, Resûlüllah Sallallahu Aleyhi ve   Sel-lem'in yapmış olduğu savaşların,hiç birinden geri kalmamıştım. Gerçi Bedir gazasında bulunamamıştım. Bunun sebebi ise Hazreti Pey­gamber Bedir gazasına savaş niyeti ile çıkmamıştı, Şam'dan gelecek olan Kureyş kavmine ait ticaret kervanını ele geçirmek niyeti ile çıkmıştı. Cenabı Hak, böyle habersiz olarak düşmanlarla müsluman-ları Bedir'de karşılaştırdı. Bunun için Bedir savaşından geri kalmam ayıplanmaz.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret etmeden önce, Me­dine'den Mekke'ye hac mevsiminde gidip Mina'da Akabe denilen yerde geceleyin Hazreti peygambere biat eden Ensar içinde bile var­dım. Akabe'de İslam'ın ve Hazreti Peygamberin zafere ulaşması için ve Medine'ye gelecek muhacirleri yerleştirip korumak için her türlü yardımı yapacağımıza söz vermiştik. îşte bu Akabe gecesinde yapı­lan sözleşme ve sağlam bağlantı, bana göre, Bedir savaşı ile değişti­rilemez. Halk arasında Bedir gazası her ne kadar daha şöhretli ve büyük bir olay ise de, bence Akabe biatinde bulunmak daha önemli­dir. Çünkü islâmın ortaya çıkmasına başlıca sebeb bu Akabe sözleş-mesidir.

Tebük seferinden geri kalmama gelince:

Gerçekten Tebük gazasından'geri kalmam için hiç bir sebep ve özrüm yoktu. Çünkü o zamanda sahib 'olduğum malî ve bedenî kuv­vet ve imkâna hiç bir zaman sahib olmamıştım. Vallahi, savaşa ta­kaddüm eden günlerden hiç birinde hiç bir vakit iki deveyi bir araya getirememiştim. Halbuki bu Tebük savaşı günlerinde iki yük devesi ile iki binek devem vardı.

Sonra Hazreti Peygamber öteden beri savaşa çıkacakları zaman, başka bir hedef söyleyerek gerçek hedefi gizli tutardı. Fakat bu Te­bük seferi yaz mevsiminin şiddetli sıcağına tesadüf ettiği gibi, susuz çöllerden uzak bir yere gidileceğinden Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sehem Hazretleri bütün müslümanlara, seferin uzun ve yorucu olması sebebiyle hazırlık yapsınlar diye, Tebük seferine çıkılacağını açıklamış ve ilân etmişti. Hem de Hazreti Peygamberin ordusu o ka­dar kalabalıktı ki, bir divan defteri bunların isimlerini toplamaya yetmezdi. Otuz bin kişi oldukları söylenir.

îşte böyle kalabalık bir ordu içinde benim gibi birkaç kişinin bulunmayışını, Hazreti Peygamber ancak vahy yolu ile bilebilir sa­nıyordum. Hazreti Peygamberin Tebük seferine çıkış zamanı, meyvelerjn tanı olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir mevsime rastla­mıştı.

Bu şartlar altında savaşa çıkacak olan bütün müslümanlar ha­zırlıklara koyuldular, gerekli ihtiyaçlarını temin ettiler. Ben de her sabah hazırlanmak niyetiyle evimden çıkardım, akşamleyin, hiçbir hazırlık yapmaksızın evime dönerdim. Her istediğim zaman yolculuk hazırlığını yapabileceğimi kendi kendime söyler dururdum. Bende bu ihmallik sürüp gitti. Öyle ki, herkes hazırlanıp Hazreti Peygamber ile yola çıktılar. Ben ise halâ yolculuk hazırlığına başlayamadım. Bu­nunla beraber bir gün sonra dahi olsa hazırlanır ve arkadan peygam­berin ordusuna kavuşurum, diyordum. Bir gün adetim üzere sabah­leyin çarşıya çıktım. Akşam üstü yine bir yolculuk hazırlığı yapmak­sızın evime döndüm. Bu hal bende devam etti. Bu arada Hazreti Pey­gamberin ordusu uzun .mesafeler alarak Medine'den uzaklaşmış ol­duğundan onlara yetişmek imkânı kalmadı. Böylece Tebük gazasın­dan mahrum oldum. Arada yine gideyim de orduya katılayım diye düşündüm ise de, bir türlü gidemedim. Keski gitmiş olsaydım.

Bir de Medine'de beni en çok üzen şey, Medine sokaklarında do­laştığım zaman ya münafık diye söylenen kimselerle, kör, topal ve biçarelerle karşılaşmış olmamdır. Bütün eli-kolu tutan müslümanlar savaşa çıkmış olduklarından bu özürlü kimselerden başkası sokak­larda dolaşmıyordu.

Hazreti Peygamber ordusu ile Tebük'e vardığı zaman beni hatır­ladı. Tebük'de istirahat halindeyken, kalabalık ashab topluluğu için­de Hazreti Peygamber sordu:

«Kâ'b ne yaptı?» Beni Seleme kabilesinden Abdullah bin Enis de­di ki: Ya Resûlallah! Kâb'ın ya iki kaftanı yahud da kibir ve gururu onu Medine'de alıkoymuş olmalıdır. Sonra Muaz bin Cebel Hazret­leri, Abdullah'a cevab olarak:

—  Kâ'b gibi bir adam hakkında ne fena söz. söyledin,   dedi ve Hazreti Peygambere dönerek şöyle konuştu:

—  Ya Resûlallah!, Kâ'b hakkında hayır ve iyilikten başka bir şey bilmiyoruz. Bunun üzerine Hazreti Peygamber bir şey söylememiş­ler.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Tebük'den Medine'ye dönmek üzere hareket etmiş olduğunu öğrenince, düşünmeye başla­dım. Yarın Hazreti Peygamberin huzuruna nasıl çıkacağım ve onun oana karşı olan öfkesinden nasıl kurtulacağım?. Ne yapsam, bir ya­lan uydurupta özür mü dilesem, dosdoğru mu konuşsam, diye hesab ettim durdum. Hatta yakınlarımdan fikir sahibi kimselerin ve bilgin­lerin görüşlerine başvurdum, ne yapmam gerektiğini onlara danış­tım.

Nihayet Hazreti Peygamberin Medine'ye yaklaştığı haberi gelin­ce, evelce tasarlamış olduğum yalan vs kuruntuların hejssi kafamdan silindi. Böyle bir yalanın, beni Hazreti Peygamberin öf­kesinden hiç bir zaman kurtaramayacağını anladım. Onun için işin doğrusunu olduğu gibi Hazreti Peygambere anlatmayı uygun bul­dum ve buna karar verdim.

Spnra Hazreti Peygamber Medine'yi teşrif ettiler. Ötedenberi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem her seferlerinden Medine'ye dönüşlerinde ilk önce Mescid'e girerler ve orada iki rekât namaz kı­larlardı. Yine bu adetleri üzere Mescid'e girdiler ve iki rekât namaz kıldılar. Hoş geldin, demeye gelen insanları karşılamak için Mescid-de oturdular. Böyle otururlarken, sırf tenbellikten veya bir nifaktan dolayı Tebük seferine katılamayanlar takım takım gelerek Hazreti Peygamberden özürlerinin kabullerini istediler ve çeşitli mazeretler göstererek yemin ettiler. Hazreti Peygamber onların görünüş halleri­ne bakarak özürlerini kabul etti. Onlar için Allah'dan mağfiret dile­di. Onların iç hallerini Allah Tealâ Hazretlerine bırakmıştı. Böyle uydurma özürlerle ve nifakla yalnız Medine'de kalanların sayısı sek­sen küsur kişi idi. Diğer bölgelerden olan münafıkların sayısı çok­tu.

Herkes gelip gittikten sonra ben de Hazreti Peygamberin huzu­runa vardım ve selâm verdim. Hazreti Peygamber kızan bir kimsenin tebessümü ile bana: «Yanıma gel!» buyurdu. Ben de hemen yürüdüm ve önünde oturdum. Hazreti Peygamber bana sordu:

«Seni bu savaştan geri bırakan neydi? Binek hayvanım satın al­mamış miydin?» Ben cevab verdim:

— Evet, ya Resûlallah! binek hayvanımı hazırlamıştım. Sizden başka dünya ehlinden birinin huzurunda oturmuş olaydım, onun öf­kesinden, mazeretle çıkmayı başarırdım. Çünkü bana tartışmada ik­na kabiliyeti verilmiştir. Fakat vallahi, bugünkü günde kendimden sizi razı etmek için yalan söyleyecek olsam, Allah'ın gazabma uğra­yacağımı kesin olarak biliyorum. Beri size karşı doğru söyleyip ger­çek halimi bildirmiş olsam, sizin bana kızacağınızı da biliyorum: fakat bu hususta Allah'ın beni bağışlamasını diliyorum ,

Vallahi, ya Resûlallah! Evimde kalmam için hiç bir özrüm yoktu. Vallahi, sizden geri kaldığım zamandaki kadar güçlü ve varlıklı hiç bir zaman olamamıştım. Fakat her nasılsa geri kaldım, savaşa ka­tılamadım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber:

«Bu adam doğruyu söyledi.» buyurdu ve bana şu emri verdi: «Şimdi kalk ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükme kadar bekle.»

Ben de .hemen Hazreti Peygamberin huzurundan kalkarak evi­me doğru yürüdüm. Seleme Oğullan kabilesinden birtakım adamlar arkama takıldılar ve bana şöyle dediler:

— Vallahi, senin bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Böyle olduğun halde diğer evlerinde kalıp savaşa katılmayanlar gibi bir özür uydurmayı beceremedin. Halbuki Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in senin için Allah'dan af dilemesi, günahının bağış­lanmasına yeterdi. Onlar bu şekilde beni kınamaya devam ettiler. Onların bu kınamalarından dolayı, tekrar Hazreti Peygambere dönüp kendimi yalanlamıya büe niyetlendim. Sonra   arkadaşlarıma şöyle

dedim:

— Bu benim başıma gelen hal, başka bir kimsenin başına geldi mi? (Benim gibi Tebük savaşından geri kalıp özür beyan etmeyen ve doğruyu öyleyen bir kimse var mıdır?) Onlar:

—  Evet, tıpkı senin gibi doğruyu söyleyen iki kişi vardır, Hazreti Peygamber sana ne buyurdu ise, aynen onlara da onu söyledi, dedi­ler. Sonra ben arkadaşlarıma sordum:

—  O iki zat kimlerdir? Dediler ki:

—  Onlardan biri Mürare bin Rebî diğeri de Hilâl bin Ümeyye'-dir. Bunları öğrenince bendeki tereddüd ve kararsızlık   hali kalktı. Önceki doğruluk fikrim üzerinde bulunmayı kesinlikle kararlaştır-dım. Çünkü isimlerini öğrendiğim bu iki zat ashabın büyüklerinden ve Bedir savaşında bulunan salihlerdendiler. Artık bunlar benim için uyulması gereken kimseler olabilir, demiştim"; 2 sakinleşmiştim.

Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, Te-bûk seferinden geri kalanlardan yalnız üçümüzle konuşmayı bütün müslümanlara yasakladı. Bunun üzerine herkes bizden kaçındı; bize karşı birden  değişi verdiler. Hatta Medine bana yabancı gelmeye başladı. Sanki daha önce tanıdığım şehir değildi. îşte bu durumda tam elli gece (gün) kaldık. Benim o iki arkadaşım   evlerinden hiç dışarı çıkmayarak mütemadiyen ağlayıp durdular.   Ben arkadaşla­rımdan daha genç ve dinç idim. Onun için müslümanlar   arasında namaza katılırdım, çarşılarda da dolaşırdım; fakat hiç kimse benim­le konuşmazdı.

Namazdan sonra bazan Hazreti Peygamberin oturduğu yere gi­dip huzurlarında selâm verirdim. Hem de benim    selâmımı almak için Hazreti Peygamberin mübarek dudaklarını kımıldatıp kımıldat­madığını kendime sorardım. Bazan da Mescid'de Hazreti Peygam­berin yakınında namaza dururdum. Hem de gizlice gözümün ucu ile Hazreti Peygambere bakardım. Ben namaza başlayınca, Hazreti Pey­gamber bana dikkatlice bakardı. Fakat ben Hazreti Peygamberin ta­rafına döndüğüm zaman, mübarek yüzünü benden çevirirdi, insan­ların cefasından uğradığım sıkıntılı günler uzaymca insanlar içinde en iyi dostum olan amcamın oğlu Ebû Katade'nin bostanına duvar­dan aşarak girdim. Ebû Katade'ye selâm verdim; fakat vallahi, selâ­mımı almadı. Ben ona şöyle dedim: — Ey Ebû Katade! Allah için söyle. Allah'ı ve onun Peygamberini sevdiğimi biliyor musun? Ebû Katade benim bu soruma evet veya hayır hiç bir cevab vermedi. So­rumu tekrarladım yine bir cevab alamadım. Üçüncü defa sorunca: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedi. O anda benim iki gözümden yaş­lar boşanmaya başladı. Ağlayarak yine bostan duvarından dışarıya çıktım. Medine çarşısında yürürken Şam halkından ve hıristiyan di­ninden olup ekinini satmak için Medine'ye gelen bir kipti fellah (çift­çi), Kâb bin Malik kimdir? diye insanlara soruyor ve beni araştırı­yordu. Adamlar da hıristiyana/beni gösterdiler. Sonra o hıristiyan yanıma geldi. Gassan sultanı (Cebele bin Eyhem) tarafından gönde­rilen mektubu bana verdi. Bir de baktım ki, mektupta şöyle denili­yor:

«imdi (inanıp kendisine bağlandığın adamının sana eziyet ve cefa ettiği haberini aldım. Halbuki Allah seni böyle zillet ve hakaret yerinde kalmak için yaratmadı. Dünya sana dar değildir. Böylece zillet yerinde durmak sana yakışmaz. Mektubum sana ulaşınca he­men bize katıl. Biz seni teselli ederiz.»

Mektubu okuyunca kendi kendime dedim ki, bu da, geçirmekte olduğum imtihanın bir parçası! Hemen o mektubu ateşe atıp yak­tım.

Sonra elli gecenin kırk gecesi geçtiği zaman. Hazreti Peygambe­rin elçisi. (Hüzeyme bin Sabit) bana gelerek şu emri tebliğ etti:

«Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, karından ayrılmanı sa­na emrediyor.» Ben de:

—  Zevcemi boşayayım mı? diye sordum. O da:

—  Hayır, boşamaymız; ancak muvakkat bir zaman için ona yak­laşmayınız, dedi.

Bana gönderilen bu haber aynen diğer iki arkadaşıma da gönde­rildi. Sonra zevceme dedim ki, hakkımda Allah'ın hükmü gelinceye kadar sen ailenin yanına git. O da gitti.

Arkadaşlarımdan Hilâl bin Ümeyye'nin zevcesi Havle binti Asım,

Peygamber Sallallahu-Aleyhi ve Sellem'e gitti ve şöyle dedi:

—Ya Resûlallah! Benim kocam Hilâl bin Ümeyye ihtiyar bir adamdır. Yalnız başına kendini idare edemez. Benden başka onun hizmetini yapacak kimsesi yoktur. Onun hizmetinde bulunmama izin. verirmisiniz? Hazreti Peygamber o kadına müsaade etmiş; fakat ko­casına yaklaşmamasını da emretmiş. Bunun üzerine kadın demiş ki: — Ya Resûlallah! Benim kocamın hiç bir hareketi kalmamış ol­duğu gibi, bu iş onun başına geleli beri devamlı olarak ağlamakta­dır.

Kâ'b, söze devam ederek der ki;

Ailemden biri bana, sen de peygambere gidip Hilâl bin Ümey-ye'nin karışma izin verdiği gibi, karının, senin yanında kalması için izin istesen'olmaz mı? dedi. Bu şekilde bana ısrarda bulundu ise de ona şu cevabı verdim:

— Vallahi, böyle şey için ben Hazreti Peygambere gidip onu rahatsız edemem. Sonra ben, nasıl ona müracaat edeyim? Hilâl gibi ihtiyar değilim, genç olduğum için kendi hizmetimi görebilirim. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in de bana ne söyleye­ceğini bilemem. İşte kırk günden sonra on gün daha böyle geçirdik. Böylece insanlardan ilgimizin kesilişi üzerinden tam elli gün geçmiş oldu.

Ellinci günün sabahında idi ki, evlerimden birinin damında sa­bah namazını kılmış oturuyordum. Öyle bir sıkıntılı halde idim ki, Kur'an-ı Kerimde Cenabı Hak buyurduğu gibi, yeryüzü Bunca geniş­liğine rağmen bana dar gelmişti. Bir de ansızın Sel dağı tepesinden yüksek sesle birinin:

— Ey Kâ'b, sana müjde! bağırdığını işittim. Hemen şükür secde­sine kapandım. Artık ferahlık zamanının geldiğini anladım. Bizim üçümüzün tevbelerinin kabul edildiğim   sabah   namazından sonra Hazreti Peygamber herkese açıklamıştı. Bunun üzerine   müjdeciler her üçümüzün evlerine koştular. Benim tarafıma gelen müjdeci atma binmiş dört nala geliyordu. Fakat Sel dağına çıkan Eşlem kabilesin­den çevik bir adamın sesi bana daha önce gelmişti. Bu müjdeci yanı­ma vardığında sırtımdaki iki elbisemi, müjdesinin karşılığı olarak çı­karıp ona giydirdim. Vallahi o gün o iki elbiseden başka elbisem yok­tu. Hemen iki giysi (ridâ ve izar) ödünç aldım ve giydim. Öylece Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna vardım. Yolda grup grup insanlar beni karşılıyarak tevbenin kabulünü tebrik edi­yor ve Allah Telâ Hazretleri tarafından bağışlanman kutlu olsun, diyorlardı. Nihayet Mescidi şerife girdim. Hazreti Peygamber mescid içerisinde etrafında insanlar olduğu halde oturuyorlardı İçlerinden beni gören Talhâ bin Abdullah hemen ayağa kalktı ve koşarak beni kucaklayıp tebrik etti. Vallahi, Talha'dan başka muhacirlerden hiç­bir kimse bani tebrik etmeye kalkmadı. Vallahi, Hazreti Talha'nın bana olan sadakatini hiç bir zaman unutamıyacağım.

Sonra ben. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine selâm verdim. Hazreti Peygamberin mübarek yüzlerinde sevinç pa­rıltısı olduğu halde bana şöyle buyurdulart

«Anandan doğalı beri rastladığın en mutlu günü sana müjdele­rim.» Ben sordum:

—  Ya Resûlallah! Bu müjde senin tarafından  mı yoksa Allah tarafından mı? Bana şu cevabı verdiler:

«Hayır, benim tarafımdan değil, bu müjde Allah katindanl» Hazreti Peygamber sevinçli oldukları zaman mübarek yüzlerin-deki nur bir kat daha çoğalır ve parlardı. Biz de öteden beri onun bu halini bilirdik. Sonra huzurlarında oturdum ve şöyle dedim:

—  Ya Resûlallah! Mademki Allah Tealâ Hazretleri beni bağışla­dı, bu bağışlanmamın karşılığı, Allah Tealâ Hazretleri peygamberi için bütün malımdan sadaka olarak sıynlmamdır. Hazreti Peygam­ber bana:

' «Malının bir kısmını tut, bu senin için daha hayırlıdır» buyurdu. Ben de Hayber ganimetlerinden bana düşen hissemi alıkoyuyorum, dedim.

Sonra Hazreti Peygamber'e şu sözü verdim:

—  Ya Resûlallah! Allah Tealâ beni doğruluk sebebiyle kurtardı. Bundan böyle hayatım boyunca doğruluktan ayrılmayacağım,   söz veriyorum.

Kâ'b bin Malik diyor ki:

—  Vallahi, Resûîüllah Sallallahu   Aleyhi ve Sellem'e   doğruluk sözü verdiğimden itibaren Allah Tealâ, bana ihsan ettiği nimet ka­dar müslümanlardân hiç bir kimseye ihsan etmemiştir. Hem de Haz­reti Peygamber'e verdiğim o doğruluk sözünden beri, bu güne kadar hiç bir şekilde bilerek yalan söylemedim. Bundan sonra da Allah Tea­lâ Hazretleri beni yalan söylemekten korur, diye ümidim tamdır.

Allah Tealâ Hazretleri şu mealdeki ayeti Kerime'yi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e indirdi:

«And olsun ki, Allah, peygambere ve o güçlük vaktinde (Tebük savaşında çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) ona uyan Mu­hacirlerle Ensar'a  lutufta bulundu. Öyle ki, içlerinden bir kısmının kalbleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok   merhametlidir.»

Vallahi, Hazreü Peygambere karşı yalan söyleyipte helak olurum korkusu ile itizam ettiğim sadakat sözü, beni İslam'a hidayet ettikten sonra Allah'ın bana verdiği en büyük niymettir. Aksi halde diğer ya­lan söyleyenler gibi ben de helak olacaktım. Allah yalan konuşanlar (mazeret uyduranlar) hakkında, şimdiye kadar hiç kimse hakkında indirmediği en ağır ayetini indirmiş ve şöyle buyurmuştur :

Kendilerinden razı olasınız diye (münafıklar)    size yemin, ede­cekler. Fakat siz onlarda razı olsanızda, Allah, asla o fasıklardan razı olmaz.» (Tevbe: 98)

Diğer münafıklar Hazreti Peygamberin huzuruna giderek özür­lerini yeminle ifade ettiler. Hazreti Peygamber de onların mazeretle­rini kabul etti ve onlar için Allah'dan mağfiret diledi. Biz ise onlar gibi mazeret uydurmaktan ve Peygamber'in bizim için mafiret dile­mesinden geri kaldık. Biz üç kişi idik. Hazreti Peygamber bizi, Al-lah'dan bir emir ve hüküm gelinceye kadar bekletti. îşte bundan dolayıdır ki, Allah Tealâ Hazretleri:

«(Durumları) geri bırakılan üç kişiyi (Kâb bin Malik, Hilâl bin Ümayye ve Mûrâre bin Rebî'i) Allah bağışladı. Çünkü o derece bu­nalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıkmıştı ve Allah'dan kurtuluşun ancak Al­lah'a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Bundan sonra Allah onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyurdu. Şüphe­siz ki Allah tevbeleri çok çok kabul edendir, çok   merhametlidir.» (Tevbe: 118)

Bu ayette geçen «Geri bırakılan üç kişi» sözü Tebük savaşından geri kalanlar manasında olmayıp durumları hakkında hüküm veril­mesi ertelenmiş olanlar manasmdadır ki, bundan üçümüz kasdedü-mektedir.

sataşmak kararında idim. Sallallahu Aleyhi ve Sellem'den işittiğim bir hadisten Allah fayadalandırdı. Peygamberin bu hadisi şudur:

«Bir kavim ki, idaresini kadına bırakmıştır, o toplum asla iflah etmez.» Bu hadîs-i şerifi Hazreti Peygamber şu hadise üzerine buyur­muştu:, tran imparatoru ölünce erkek çocuğu olmadığından onun kızını tahta çıkardılar. İşte bu haber Hazreti Peygambere ulaşınca, yukardaki hadîs-i şerif varid olmuştur. Ben de bu hadis-i şerife da­yanarak Hazreti Aişe taraftarı olarak CEMEL vak'asinda bulunma­dım.[4]



[4] Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:746-758

ceren
Sun 29 April 2018, 01:09 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm.Rabbim bizleri ömrünü peygamber efendimizin yolunda ,onun sünnetine tabi olarak ,öğütlerine uyarak yaşayan ve kurtuluşa eren rahmete erişen kullardan eylesin inşallah.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim...

Sevgi.
Mon 30 April 2018, 01:05 pm GMT +0200
Aleyküm Selam.  Rabbim bizleri Peygamber Efendimiz'in yolundan bian bile ayrı koymasın inşaAllah. Amin ecmain

Bilal2009
Mon 30 April 2018, 02:23 pm GMT +0200
Ve aleykümüsselam Rabbim paylaşım için razı olsun Rabbim bizlere o mübarek yerlere gidebilmeyi nasip eylesin