- Varlıktan Sıyrılmak

Adsense kodları


Varlıktan Sıyrılmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Wed 23 December 2009, 03:44 pm GMT +0200
]VARLIKTAN SIYRILMAK
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor :
Şah-ı Nakşibend (k.s) zamanında sûfiler bütün gayretleri ile amel işleyip, fayda temin etmeye, ALLAH’a kavuşmaya çalışırlardı. Bunların içinde Alâuddîn Attar ´ın (k.s) durumu ayrı idi. Yirmi yıl kalbindeki vesveseyi silmek için uğraştı. Hiç bir zaman amellerine önem vermedi. Kendisini ehli zikir olarak görmedi. Aksine nefsini gafillerden kabul ederek devamlı uyanıklık istedi. Müşahade ehli idi, ama kendisini gaiblerden kabul ederdi.
Hace Muhammed Parisa´nın (k.s) durumu da değişikti. Şah-ı Nakşibend (k.s) O´nun için şöyle buyurmuş:
"O bir kuşun gagasını bir suya batırıp çıkarmasındaki zaman kadar dahi Rabbisinden gafil olmaz. Duası makbuldür. Ne isterse red edilmezdi, ama kalbini Rabbisine teslim ettiği için dua etmezdi. Kalbi dar idi. Bu durumla kifayet etmişti."
Alaaddîn-i Attar´ın durumu ise Parisa´dan ayrıdır. Alaaddîn-i Attar (k.s) kalbine hem Rabbisini hem de başka şeyler sığdırdı. Dua ederdi. Terakki ederdi. Hatta ki, Şah-ı Nakşibend (k.s) Abdulhalık-ıl Gücdevanî, Ebu Yezid gibi mürşidler bir müride hilafet verseler, Alaaddîn-i Attar (k.s) onaylamadıkça o halifelik kesinleşmezdi. (Zaruri hilafet bundan müstesnadır.)
Bakınız! Keşke her sûfi kendisini, her daim hayatı boyunca, kabirde, mahşerde, cennette Rabbini müşahade ederken bile yok görse varlığından gafil olsa..
Sadeddin Kaşgarî (k.s) seyyiddi. Ama o seyyidlik unvanının vereceği varlık duygusundan vazgeçmişti. Kendisi şöyle diyor:
"Benim bir fidanım vardı. Onu bir duvarın deliğine koyup üstünü de çamurla sıvadım." Sadeddin Kaşgarî (k.s) hiç bir zaman seyyidlik ünvanı ile anılmak istemezdi. Bu halinden mütevellit büyük makamlar elde etti. Bir şeyhin şöyle dediği rivayet edilir:
-Binlerce şeyh gördüm. Ama aralarında birbuçuk seyyide rastladım. Şeyhler arasında seyyidlerin azlığı varlık duygusundan çok azının sıyrılabilmiş olmasından geliyor. Oysa varlık duygusundan sıyrılsalar az bir gayretle maksatlarına ulaşabilirlerdi.
(•) Ahzab suresinin 53. ayetinde bildirilen; Peygamber (SAV) Efendimizin hanımlarını ondan sonra nikah edilmesinin yasaklanması meselesi.

TALEP VE YÜKSELME ARASINDAKİ FARK

A) Yükselme talebe bağlı olursa bir makamdan diğer makama, bir halden başka bir hale geçmeyi gerektirir. Terakki ise talebe bağlı olmadığından sûfi içerisinde bulunduğu makamda genişlik kazanır.
B) İkinci fark şudur ölüler için talep olmadığı halde terakki vardır. Ölülerin terakki etmesi şudur:
Mesela seyr halinde vefat eden bir kimsenin, seyr halindeki lezzetin artması, bu haldeki nasibin genişlemesi, o zatın terakki etmesidir. Vahdet halinde ölen kimse de bu haldeki seyri artarak ve payı genişleyerek yükselir.
Yoksa ölü bulunduğu bir makamdan başka bir makama geçerek yükselmez.
Hiç bir kemalât elde etmeksizin vefat etmiş bir iman ehli zatın imanının nuru artar. İman nuru çok büyük bir nimettir. Hatta ki, günahları sileceği dahi söylenebilir.
Bu yüzden mürşidlerin yeni ölen birinden nefret ettiklerini vefat tarihi geçtikten sonra ise bu nefretlerinin geçtiğini görürsünüz.Çünkü,vefat tarihi eskiyenler yükselmektedir.
Vefat etmiş zatların yükselmelerinin bir sebebi ise, büyüklerin onlardaki kalp hastalıklarını gidermeleridir.
Bakınız bizim tanıdığımızdan olan Molla Ziyâuddîn münkir idi. Vefat ettiği zaman büyük sıkıntı çekti. Rüyamda O´nu gördüm. Benden kendisi adına, Gavs´tan yardım istememi söyledi.
Gavs´a durumu arzettim. Gavs (k.s) bir yıl ricamı kabul etmedi. Bir yıl sonra Gavs beni çağırıp dedi: "Hoca´nın düşmüş olduğu kalp hastalığı giderildi. Hoca affedildi."
Gavs´ın (k.s) münkirlerinden, molla Abdulgânî isimli birisi var idi. Bu zat vefat edince Gavs (k.s) dedi:
"-O´na ateşli katrandan gömlek giydirilerek azap çektiriliyor." Bu sohbetten belirli bir zaman geçti.Gavs´ın (k.s) oğlu Şeyh Celâleddîn Molla Abdulgânî´nin aleyhinde konuştu. O zaman Gavs (k.s) tatlı bir dille dedi:
-Sus o bizim kardeşimizdi. Ben (Seyda-ı Tâği) anladım ki, Molla Abdulgânî´nin kalp hastalığı izale oldu. O da affedildi. Bu sohbet sırasında şöyle bir soru soruldu:
-Efendimiz nasıl olur da büyükler kendi akrabalarına vefatlarında, merhamet etmezler?
Seyda (k.s) şöyle buyurdu:
Gavs’ın (k.s) kardeşine merhamet etmemesi, onun zatına münkirliğinden dolayı değildi. Münkirliğinin Seyyid Taha´ya (k.s) kadar uzanmasından dolayıdır. Bakınız fer’i inkar, aslı da inkar etmeyi gerektirir. Gavs (k.s) böyle demiştir. Bir gün Seyda´ya (k.s) dedim:
Efendimiz falanca zat bizim genel merkezimizi hedef alarak suçlamıyor. Yalnızca arkadaşlarımızdan birisini inkar ediyor... Bu sözleri Seyda (k.s) şöyle cevaplandırdı:
-Şaşırıyorum. Çünkü nasıl dersiniz bu zat şeyhi inkar etmiyor. "Şeyhin iyi dediğine kötü demek" şeyhi inkar etmektir. Çünkü bu konuşma şeyh yanlış konuşuyor demektir. Cenab- Hakk cümlemizi kendisini sevenlerden eylesin.Sevdiklerine düşman olmaktan bizleri korusun. Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
"Kemâlat iki´dir. Birisi velilik kemâlatı, diğeri ise nübüvvetlik kemâlatıdır. Bir mürid, önceleri velîlik kemalâtını elde etmelidir. Velîlik kemalâtını elde etmek için bir mürid, üstad rabıtasını çok yapmalıdır. Şöyle ki:
Mürid kendi kalbi üzerinde (içine) hayalen üstadını tasavvur etmelidir.
Bir mürid, seksen gün bu hal üzere rabıta yaparsa umulur ki mutlak gayesine erer. Bazı sadatlara göre bu hal üzere rabıta kurulursa umulur ki mürid yüzaltmış günde maksuda erer. Doğru olan seksen günde ulaşılmasıdır.

Bu nimeti elde etmek için mürid şeyhine olan rabıtasını o kadar kuvvetlendirilmelidir ki, hiç bir mahlukatta haberi olmaya. Ta ki kendi yürüdüğü yolu dahi unuta. Cezbeye düşüp sema yapanları da görmeye.
Bakımz, Gavs (k.s) bizi bazı zamanlar rabıtamızın ne durumda olduğunu denemek için imtihan ederdi.
Bir gün kalbimi tam mürşide bağlayıp rabıtaya girmiştim. O sırada Gavs (k.s) bir sûfiye dedi: "Sen çalgı çal, ayı oynat."
Ben (Abdurrahmân-i Tâğî (k.s)) o kardeşimizin ne yaptığını görmedim. O meclisten ayrılınca şeyh Bahaeddin´e dedim: "Üstad hazretlerinin bir kardeşimize ayı oynatmasını söylediğini duydum. O kardeş neden oynatmadı. Şeyh Bahaeddin dedi: "Oynattı. Oyun bitti. Ondan sonra dağıldık."
Gavs (k.s) bizi iki mecliste kınamıştır. Birincisi bir gün âdâb kurallarının uygulanmadığı bir mecliste oturuyorduk. Âdaba riayet edilmediği için o meclisi terk edib başka bir mecliste toplandık.
Yeni oturduğumuz cemaate ise bir meczup geldi. O da Gavs´ın huzurunda sesli sesli konuşmaya başladı.
Bütün bu haller tekerrür ederken biz de kalbimizle tam mürşidimize yönelip; rabıta kuramadık. Bu sırada Gavs (k.s) bizlere celallenerek dedi:
"Sizi her iki mecliste de imtihan etttim. Gördüm ki, rabıtanızı kurup, kalbinizde şeyhinizi tasavvur etmediniz. Hiç biriniz iki para etmezsiniz. Mürid, önce velîlik kemalâtını elde etmeli, daha sonra nübüvvet kemalâtını tahsile koyulmalıdır."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) dedi:
"Günümüzde tarikatların durumu bellidir. Ayrıca zamanımızın insanları da bellidir.
Bakınız, bizim bu zamanımızda bu beldelerin insanları çok cahildir. Dinin emir ve hükümlerini hiçe sayıyorlar. Büyük günahları işleyip, küçük günahları ise hiçe sayıyorlar. Bu devirde, dünyanın muhabbet ve sevgisini bir yana bırakıp Cenab-ı Hakk´a yönelenler, hiç bir hal sahibi olmasalar dahi velidir.
Cenab-ı Hakk´ın bu zamanın insanlarına olan rahmeti geçmiş zamanın insanlarına olan rahmetinden daha fazladır. Bu devrin insanları daha fazla günah işlemelerine rağmen iş böyledir.
Hal böyle olunca zamanımızın insanları tevbe edip, mürid olduktan sonra az bir amel ile kısa zamanda çok terakki edip makamat alıyorlar. Elde ettikleri bu makamlar eskiden uzun riyazet ve çalışmalarla elde edilemezdi.
Günümüzde tevbe ettikten sonra birgün sonra dahi hal sahibi olunabilinir. Nitekim olanlar da vardır.
Şah-ı Nakşibend (k.s) şöyle buyuruyor:
"Bu tarikatın esasları çok sağlamdır. Büyük günah işleyenler, hatta büyük cürüm ve irtikap edenler dahi bu yola dahil olabilirler."
Seyda (k.s) dedi:
"Siz Mevlânâ Halid´in (k.s) uygulamış olduğu riyazetlere bakmayın. O riyazetler geçici ve bazı müridlere mahsustur. O her müride aynı görevi vermezdi."
Eskiden, insanlar ALLAH´ın emir ve hükümlerine bağlı ve salih amel işledikleri halde mürşid ararlardı. Çünkü mürşid olmadan işin zorluğuna, ayrıca mürşid-i kâmil kapısının kazanç kapısı olduğuna inanırlardı.
Zamanımızın insanları çok değişiktir. Çok garip bir haldedirler. Günah bataklığına batmış olarak şeyhlerin kapısına geliyorlar. Zamanımızdakilerin seyri bir nevi kaçıştır. Eskilerinki ise böyle değildi. Onun içindir ki, bu devirden eski devirlere nazaran riyazetler azalmıştır.
Mevlânâ Halid (k.s) ilim ve amel sahibi idi. Ayrıca müşahade ehli olup kâdîri halifesi idi. Bu nimetlerle bezenmiş birisi olarak Şah-ı Dehlevî´ye intisap etti. Zamanımızın müridleri ise büyük günahları işlemiş olarak tarikata intisap ediyorlar. Zamanımızdakiler varlıktan dolayı değil de tam tersi (ilim-amel) yokluğundan dolayı mürşidlere gidiyorlar.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün, bir zımmî ile bazı kişilerin ortak bulunduğu arsa üzerine mescid yapmak istedi, fakat bu durumu, bazı münkirler zulüm olarak telâkki edip karşı çıktılar. Seyda o zaman bizden fetva istedi. Bizde fetva verdik ki; "Cami yapılacak arsa sahiplerinin istedikleri meblağ ödenmelidir." Seyda arsayı satın alıp cami inşaatını başlattı. Akabinde şöyle sohbet yaptılar: "Biz elimizdeki manevi malı münkirlerin çöplüğünden topladık. Bunun için münkirlerin sözlerine bakarız, onlar bizim aynamızdır. Çünkü kişi kusurlarını münkirlerin gözleri aracılığı ile daha iyi görüyor. Biz İslâm’ın kusur saydığı meselelerden tevbe ettiğimiz gibi, münkirlerin bizi suçladıkları meselelerden dolayı da tevbe ederiz.
İbrahim Çokreşî (k.s) diyor; bir gün, cami meselesini uzatmamız için kusurlu davranışım oldu. O zamam bana Seyda şöyle dedi:
"İnsan ALLAH´a vasıl olmak istediği zaman ne çok ileri, ne de çok geri kalmalıdır. Orta yolu takib etmelidir. Kalbini de dar tutsun ki , o kalbde Cenab-ı Hakk´dan başka bir şey kalmasın ki vahdet gerçekleşe.
Şeriat meselelerinde ise iş yarım olmaz. Bütün işleri tam yapmaya gayret etmeli, değilse insan ilerleyemez. Kişi geniş düşünmeli. Topluma güçlük çıkarmamalı, her işi tam inceleyip şüpheleri gidermeli.
"Ayrıca münkirlerin bir faydası da kişiye hata ve günahlarını hatırlatıp, tevbe etmeyi sağlamasıdır."
Bir gün Şeyh hazretlerinin bir işi çıkmıştı, o hizmeti benim yapmamı istendi. Bende ise bir isteksizlik hali vuku buldu. Bu hizmeti başka bir sûfi yapsa onun için daha iyi olurdu, iş bana ağır geliyor, dedim.
Bu durum üzerine Şeyh hazretleri şunları söyledi:
-İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan bilmez ki, o işten hayır başkası için değil, kendisi içindir. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa bilmez ki, o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün saliha bir kadının iyiliklerinden bahsedip, münkirlerin zararlarının, kendilerine sempati besleyenlerin ölülerine dahi dokunduğunu belirterek şöyle buyurdu: Bu saliha kadın Ervas köyündeki kabristanı ziyaret edip döndüğü zaman Gavs´a (k.s) dedi: Molla Resul´ün (Gavs´ın kardeşi) halini iyi, anamın halini ise iyi görmedim. Gavs (k.s) dedi: "Köyde kime misafir oldun" Kadın dedi, filana.
Gavs (k.s) dedi: "Senin kabristanda gördüklerin, misafir olduğun evden dolayıdır. Sana onun için öyle görünmüştür. Sen bir daha o köye gidersen, Molla Abdulgafûr´un evinde misafir ol. O zaman gördüklerin Abdurrahmân-i Tâğî urumunu iyi göreceksin. İlk kaldığın ev münkir idi. Sonraki ev ise ihlas sahiplerdendi."

armi
Wed 23 December 2009, 03:52 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
Tasavvuf demek: Kişinin yapmış olduğu iyilikleri ve başkalarından gördüğü zulümleri unutmasıdır.
Sûfi çok sadıktır, oturaklıdır. Dağları yerinden oynatacak bir kasırga çıkmadıkça sûfi yerinden oynamaz. Yani,onu hal ve makamından aşağı indiremezsiniz.
Sûfi, kendisinin başkalarına yapmış olduğu kötülükleri unutmamalıdır. Ayrıca, başka kimselerden görmüş olduğu iyilikleri de unutmamalıdır, gözden uzak tutmamalıdır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) İmam-ı Rabbânî´nin (k.s) Mektubatını kaynak gösterip şöyle sohbet ettiler:
"Herkes kurtuluşa erebilmek için şükretmelidir. Şükür ise şudur:
a) İtikadını ehli sünnet vel cemaate göre sağlamlaştırmak.
b) Dört mezhebin müçtehidlerinden (ALLAH hepsinin çalışmalarından razı olsun) birine göre amel etmek.
c) Sûfilerin yoluna girmekle şereflenmek.
Şeriata uygun olarak elbise giyinip, yemek yemek şükürden sayılır.
Elbise ve yiyecek gibi mubah işlerde kendini zorlayarak da olsa şeriata uymaya niyet etmek, onlardaki zararı defetmeye yeterlidir.
Meselâ, güzel elbise giymek isteyen bir kimsenin, elbiseyi sıcağa ve soğuğa karşı koymak maksadı ile giymesi, yine canı iyi yemek isteyen bir kimsenin yemeği ibadetle kuvvet bulmak niyeti ile yemesi ve eşini sık sık arzulayan bir kimsenin ilişkisini haramdan korunmak niyeti ile yapması gibi...
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
"Bir gün Şeyh Osman Tuveyli´nin halifesi ile tanıştım. Bu mübarek ile sohbet ediyorduk, baktım ki nefesini, bazı zamanlar tutup bazı zamanlar salıveriyor. Aynı hali başka bir halifenin de yaptığını gördüm.
Sebebi ise şudur: Nefesi tutmak, bütün damarları çalışmaktan alıkor. Bu hal ise nefsin ölmesini sağlar.
Bir gün içerime bir sıkıntı düştü. Namazdan sonra bir kaç defa nefesimi tutup sonra salıverdim, sıkıntım geçti.
Molla Said Gevaşî Seyda-i Tâğî’ye (k.s) karşı yapmış olduğu bazı itirazlardan dolayı zarara uğradı. Bu durum Molla Said´in sohbeti, teveccühu, üstad ve müridlerle görüşmeyi terketmesine yol açtı. Durum Seyda´ya arzedilince şöyle buyurdu:
-Bu hali benim kendisinden nefret etmiş olmamdan dolayıdır. Mürid, içinden şeyhine karşı bir soğukluk duyuyorsa, şeyhinin kendisinden nefret etmesinden dolayı zarara uğradığını anlamalıdır.
Hayatım hakkı için aynı durum birkaç kare bende de oldu. Bir zamanlar içime düşen sıkıntı az kalsın beni mürşidimden soğutuyordu. Durumumu üstada arzedince halimi şöyle izah etti:
Sen o zamanlar seyr-u sülûkun kurallarını bırakarak sadece varlık duygusuna terketmek için gayret sarfediyordun. Bu hali elde etmek için de yerli yersiz müzik dinleyip, raks yapıyordun. Bu halin rıza-i ilâhiyeye ters düşüyordu.
Bu tip hareketleri yaparken zamanını ve makamını iyi gözetmek gerekir. Ayrıca tarikatın kurallarına uymak varlık duygusunu terketme gayretine tercih edilmelidir. Çünkü, varlık duygusunu terk yalnız nefse fayda verir. Tarikatın rükünlerine uymak ise genel olarak faydalıdır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün beldemizin tanınmış alimlerinin ve ileri gelenlerinin hazır bulunduğu bir mecliste şöyle sohbet yaptılar. Sizlere İslam’ın emir ve hükümlerine bağlı kalmayı tavsiye ediyorum. Bütün fiillerinizde şeriata uyunuz! şeriata uyunuz!
Seyda, bu " şeriata uyunuz" emrini o kadar çok tekrar etti ki tarifi kabil değil.
İslam’ın emrine uymayanlar şeyhlik ve halifelik yapamıyacağı gibi kâmil bir mü´min de değildir.
Sizler İslam’ın prensiblerine uyunuz! halka da tebliğ ediniz! İslam’ın emrettiklerini yapınız, menettiğini yapmayınız! Sık sık sohbet edip bu durumları belirtin. Benden sonra yoldan çıkmayınız. Şeriat, tarikat ve hakikat hepsi aynı şeydir. Şeriat ile tarikat arasında fark gözeten kimse zındıktır. Şeriat, tarikat ve hakikat arasında fark gözetilmez
Bu konuları, İmam-ı Rabbani (k.s) daha iyi açıklıyor: Şeriat, tarikat ve hakikat arasında şöyle bir fark olabilir:
Şeriat; zahiri olarak emirlere uymak,
Tarikat; emirlere batıni ve zorlanarak uymak.
Hakikat; bu hükümlere batınî ve tabiî şekilde uymaktır.
Bir kötülüğü, dille terk: Şeriat, kalble zorla terk; tarikat, gönüllü bir şekilde zorlanmaksızın terk ise; hakikattir.
Değilse, üçü arasında bir fark yoktur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sohbete başlamadan önce Hafızı Şirazî ´nin şu beytini okudu:

Sevgili eğer bizimle oturmadı ise itiraza sebep yok.
Padişah ne isterse o olur ve o fakirlerden ar eder.
Akabinde şöyle buyurdular: Bu beyit bize bir hakikati öğretiyor. Yani; Rabıta´ya işaret edip, hangi durumlara kadar, ne haller vuku bulacağını belirtiyor.
Diyor, mürid ile mürşidi arasında tam bir ilişki kurulmadıkça rabıta gerçekleşmez. Çünkü bir sultan bir fakirin yanında oturamaz.
Seyda-i Tâğî (k.s) bir gün bana şöyle bir soru sordu:
İbrahim, ben nafile ibadetler ile meşgul iken rabıtam daha çok güçlü oluyor, ama eksik oluyor. Oysa nafile ibadet ile meşgul değilken durum böyle değildir. Sana göre bunun sebebi hikmeti nedir?
Ben (İbrahim Çokreşî) dedim: Efendim daha iyi bilir. Bunun üzerine Seyda-i Tâğî (k.s) buyurdu:
Nafile ibadetle meşgul iken Gavs´la daha iyi bir ilişki (rabıta) kurulmasıdır. Gerçi Gavs (k.s) ömrünün sonunda, nafile ibadet yapacak durumda değildi, ama sıhhati yerinde olduğu zamanlar nafile ibadeti çok yaparlardı.
Seyda-i Tâğî (k.s) başka bir sohbetlerinde ise şu beyti okudular:
İbadetsiz aşk bedensiz can gibidir.
Bakınız, kimin ibadeti çoksa, muhabbeti de daha fazladır.
Ben korku halinde iken muhabbetli duruma göre rabıtam daha zayıf oluyor. Sebebi ise Gavs´ın meşrebi ile ilgilidir. Çünkü Gavs´ın (k.s) meşrebi sevgi ve muhabbet üzerine kurulmuştu; korku yoktur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) umuma açık sohbetinde şunları söyledi:
-Münkir olmamak şartı ile bu yüce tarikatın mensuplarının sohbetlerine katılan kimse ehli sohbet olmasa da sohbetten kâr sağlar. Sohbette elde edilen kâr, büyüklerin himmeti ile cehennem ehli olmaktan kurtuluştur.
Sözlerinin burasında İmam-ı Rabbani hz.lerine dayanarak şu hadisi nakletti.
"İnsan sevdiği ile birliktedir." (Keşfu´l-Hafa 2/261)
Başka bir seferde Gavs´ın (k.s) yanında iken bu kapıdan istifadenin olmadığı hususunda ümitsizlik hasıl olmuştu. Bu halin üzerine Gavs (k.s) şöyle buyurdu:
"İnsanın hiç bir kârı olmasa da şu sohbet meclisinde bulunması yeterlidir." dedikten sonra şu hadisi okudu:
"Kişi sevdiği ile beraber haşrolur." (Riyazus Salihin/635/1445)
Bakınız, Hace Alâuddîn-i Attar, Reşahat´ta ne buyuruyor: Bir mürid, mümkünse hergün sohbete katılmalı, değilse iki günde bir, o da mümkün değilse haftada bir, değilse ayda bir. Veyahut yılda bir veya iki defa mümkünse sohbete katılmalı. Hiç olmazsa iki senede bir sohbete katılmalı.
Seyda-i Tâğî (k.s) başka bir sohbetlerinde şu vakıayı nakil ettiler: Gavs´a (k.s) bir gün bir kişi gelip, dedi ki: Efendimiz, falan zat sizin yolunuza intisapla şereflenmek istiyor, fakat dünyevi bir engeli var ne emir edersiniz?
Gavs (k.s) buyurdu:
"Seven sevilir ve tarikatta sayılır."

armi
Wed 23 December 2009, 03:57 pm GMT +0200
Seyda sözlerine şöyle devam etti: Kıyamet günü bir kişi getirilir. Bakılır ki amel defteri boştur. Kurtuluşuna sebep olacak bir hayır ameli yoktur. Adama sorulur hiç mi hayır amelin yok? Adam der ki bir gün bir yerde oturuyordum baktım ki yerime bir gölge düşmüş. Gölge sahibi ise gönül ehli bir zattı. Bu zat, o gölgenin hatırına affedilir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
Bir beldeye seyahate gidecektim. Seyahatimi geciktirdim. İçimden sizlerin çalışkanlığını geçirip, sizlere hergün bir saat evime gelip hizmet yapmanızı emredecektim. Sonra bu durumun ne gibi iyilikleri, ne gibi mahsurları olur, onu düşündüm. O zaman içime şunlar doğdu: sûfilere, kendisine hizmet etmelerini söyleyen bir şeyhin o hizmetleri benimsememesi lazımdır.
Hizmet edilen yerin kendi yeri olduğunu düşünüp haz duymamalıdır. Olur ki böyle bir düşünce nefsin bir tuzağı, mürşidinde nefse boyun eğmesi manasına gelir. Böyle olursa söz konusu hizmet hem o mürşid için, hem de hizmet eden mürid için zararlıdır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şeklî rabıtayı konu alan bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:
Bir mürid, mürşidinin sohbetine tam bir ihlasla katılmalıdır. Mürid, mürşidini fena mertebesine ermiş bilip sohbete katılan diğer sûfilerin hepsini makbul, kendisini hakir bilip, sohbet ânında feyiz ve himmet talep etmelidir. Sohbet meclisi dağıldıktan sonra mürid, evinde dahi mürşidinin sohbetteki ânını veyahut sohbet yerini düşünmelidir. Çünkü mürşid-i kâmilin bulunduğu yerlerden birini dahi düşünmek rabıtaya fayda sağlar. Yani, kalbe mürşidinin hayâlini çekmede yardımcıdır. Ben (Seyda-i Tâğî) ilk dönemlerinde rabıtamı tam kurmak için neyin yararlı olduğunu bilmediğim için Gavs hz.lerinin ikâmet ettiği bir makamı hayâlimde canlandırmıştım. Sonra Gavs´ın hizmetinde bulunan bir sûfide hayal ettiğim yerin neresi olduğunu sordum. Sûfi dedi ki; orası Gavs hz.lerinin abdest değiştirme yeridir. Bu durumdan sonra ben (Seyda-i Tâğî) anladım ki sûfinin kalbi rabıta kurulan yer hakkında gaflette değilse, rabıta kurulan her yer kalbin yoğunlaşmasına faydalıdır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu ki:
Doğruluk ve sadâkat; müridi mürşide yaklaştırır. Yalancılık ve benzeri haller ise müridi mürşidden uzaklaştırır. Sizler doğru, sâdık, sözü bir olan yiğit ve cesur, alnı açık birini görünce tarikata girmesi için yardımcı olunuz. Doğru olmayanlar zarar ederler.
Filan adam ihlas ve muhabbet sahibi olmakla birlikte evimizin masrafının çoğunu karşılamasına rağmen ahlakından yalancılık olmasından dolayı doğruluğu huy edinememektedir. Gördüğü zarar bu yüzdendir.
Bakınız size bir örnek vereyim. Gavs hz.lerinin iki sûfisi vardı. Bunlardan birisi malının yarısını Gavs´ın ihtiyaçlarını karşılamak için harcamıştı. Biniti olduğu halde, edeben yürüyerek ziyarete gelirdi. Bu zat sâlih amel sahibiydi. Ömrünün çoğunu tarikata harcadı. Ama dürüst olmayan bazı halleri bulunduğundan Gavs vefat ederken yanında bulunamadı.
Diğer mürid ise devlet işleriyle uğraşır, dünyayla haşır neşir olan bir kimse idi. Tâğî doğru ve mert bir adamdı. Bu fiillerinden dolayı Gavs´ın yakın çevresindeydi. Bir defasında bana (Seyda-i Tâğî) bağlı olan bir cemaatla, o müride bağlı bir cemaat arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı beraber hapse düştük. Bu kişi rüyasında Gavs´ı görmüş. Gavs rüyasında ona haksız olduğunu, beni hapishaneden çıkarıp, onu ise bırakacağını söylemiş, gece yarısı o mürid beni uyandırarak rüyasını anlattı. Bana şöyle dedi:
"Gavs (k.s) yarın sizin bırakılmanıza sebeptir. Bizi ise bırakmazlar. Hata bizim hatamızdır". O mürid hepimizden önce bu hadiseye vakıf oldu.
Abdurrahmân-i Tâğî hz.leri rabıtayı konu alan bir sohbetlerinde şöyle buyurdular:
Ben bir müridin rabıtada edebe mugayir şeyler görmesini hoş görmüyorum. O müridin ihlasından şüphe ediyorum. Çünkü rabıtada edebe mugayir şeyler görmek şeytandır. Terk makamına ermeden önce nefsimin beni aldatması sonucu beni de rabıtamda edebe mugayir şeyler görmüştüm.
Bir gün, bir mürid şeyhine der ki: Efendimiz ben rabıta esnasında sizin başınızda iki tane merkep kulakları gibi kulak görüyorum. Şeyhin cevabı ise şöyledir: Oğul o gördüğün kulakları kes. Mürid bu emir gereği rabıtada gördüğü kulakları kesince kendi kulaklarının kesildiğini müşahade etti. Çünkü o mürid kendisini o şekilde görmüştü.
Yine bir gün başka bir mürid rabıtada edebe mugayir şeyler gördüğünü söylediği zaman ona cevaben şöyle buyudular: Senin İhlasın bozuktur. Onun için Cenab-ı Hakk´dan aff, mağfiret dile ve cemaata geldiğinde ayakkabılığa yakın yerde otur.
Abdurrahmân-i Tâğî hz.leri şöyle buyurdular:
Bir sûfi arkadaşının mürşide karşı ihlasını düzeltmek için mürşidi hakkında bazı kanaatlarını mürşidden naklederek değil de kendi görüş ve kanaati gibi anlatırsa bu tutumdan zarar görür. Eğer böyle söylerken kendinizi mürşidinizde fena ederek söyleyiniz ki zarar görmeyiniz.
Birisi edep bulunmadığı halde, başkalarının görmesi ve üstadının hoşuna gitmesi için zorlanarak edeb tavrını takınması zararına sebep olur.
Abdurrahmân-i Tâğî hz.leri bir seyahate giderken mürşidin müridini reddetmesinin gerekçesini şöyle anlattılar:
Üstad Abdurrahmân-i Tâlabanî halifesi Derviş Emin Sirvani’yi tarikatten tard etmişti. Çünkü bu halifesi kendisini mürşidine muhtaç değilmiş gibi görüyordu. Benim kanatıma göre bu işin sebebi Nakşibendi üstadlarının kahrıdır. Çünkü, sözünü ettiğimiz halife Nakşibendi tarikatının Halidî kolundan idi. Sonraları Nakşi tarikatını bırakıp Rufai tarikatına girdi. Bu olayın bir benzeri de Mevlânâ Halid´in halifesi olan Şeyh Abdulvahhab Susi´nin tart edilmesidir. O da mürşidine karşı muhtaç olmayan bir tavır takınmışı
Bana göre mürşidin kahrına uğrayan müridin bu hali anlayıp farketmemesi kadar ağır bir musibet yoktur. Bir mürid için kusur ve eksikliğini görmemesi kendisi için en büyük beladır. Çünkü mürid hata ve kusurunu anlayacak ki ondan mütevellit mürşidine sığınıp teslim olsun.
Seyda´nın bu sözlerini dinledikten sonra ben (İbrahim Çokreşî) dedim:
ALLAH (C.C) hepimizi büyüklerin kahrından korusun. Ben şu iki manevi hastalığımdan dolayı çok korkuyoruyum. Bu hastalıklarımın birisi aşırı öfke diğeri ise vurdumduymazlığımdır. Benim (ibrahim Çokreşî) bu sözlerime karşılık Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) dediler ki: Bu hastalıkların hiçbir şeydir. Senin asıl en tehlikeli hastalığın kusurların söylendiği zaman cevap vermeye kalkmandır. Bu durumun çok tehlikelidir.
Büyüklerin kahrı onların iradeleri dahilinde değildir. Dahasını söyleyim büyükler birine kahredecekleri zaman o kimsenin ne hizmetini ne riyazetini ne de kendileri uğrunda çektikleri çileyi göz önüne alırlar. Hatta bu işin sonu ALLAH (C.C) korusun mürid kim olursa olsun imanını almaya kadar gider.
Müridin red olmasına yol açan asıl sebep kendi kusurunu görmemesi, ayrıca mürşidinin kendi üzerindeki lütfuna vakıf olmaması, mürşidin diğer müridlerini sevmemesi, ne olursa olsun bir sevgiyi, mürşidinin sevgisi ile eşdeğerde tutması, bu sevdiği evladı veyahut başka bir şey olsun mürşid sevgisine denk ve rakip hale gelirse farketmez.
Bir mürşidin bir müride karşı lütufkar olmasını gerektiren sebep; diğer müridlere karşı muhabbetli ve şefkatli davranmaktır. Bu halden önemli bir sebep yoktur. Ayrıca bir müridin, diğer sûfi kardeşlerinin nisbetinei, feyiz ve bereketine talip olması gerekir. Bu ahlak iyi bir şeydir. Seyda-i Tâğî (k.s) bu sözleri üzerinde ısrarla durdu. Nerdeyse böyle davranmak müride vaciptir, diyecekti.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s), Seyyid Tâhâ´dan (k.s) bahsederken şöyle derdi:
O çok merhametliydi, kemalat sahibi olmamış halifeleri arasında, nisbetin kesilmesiyle cezalandırılması gerekli, eksik halifelerden himmetini kesmezdi. Bunun yerine onlardaki halifelik kuvvetini alıp, kendilerini oldukları gibi bırakırdı. Bu tutumunu ise şöyle izah ederdi:
Hizmet için kemâla ermemiş halifeleri görevlendirmekten maksat, halkın onlardan istifade edip yararlanmalarıdır. Çünkü halkın bunlardan sağladığı yarar, kemalat sahibi halifelerden daha fazladır. Bunlar halka faydalı olduğu müddetçe onları yerlerinde bırakınız, değilse onlardan nisbeti kesiniz. Cenab-ı Hakk hepimizi büyüklerin kahrına uğramaktan korusun.
Seyda-i Tâğî (k.s) Nurşin´de ikindi namazından sonra bir kişinin saftan ayrılmasına ayrıca bazı tutum ve davranışlarına kızrak bizleri azarlayıp şöyle buyurdular:
Sizin yaptığınız hareketler benim için değil kendi nefsiniz içindir. Bu hareketlerinizden hiçbir fayda göremezsiniz. Namazda tadil-i erkana dikkat edip, ayrıca ilk safta namaz kılınız ve tesbih duası bitinceye kadar saftan ayrılmayınız. Bu haller güzel bir şeydir. Tersi ise makbul değildir. Sabah namazından sonra imam güneş doğuncaya kadar yerinden ayrılıp cemaatın arasına katılmasın. Dizlerinin üzerinde sürünerek olsa bile yerini terketmesin. Böylece sünnete uymuş olur.
Hiç kimse sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar yerinden ayrılıp cemaatın arasına katılmasın. Dizlerinin üzerinde sürünerek olsa bile yerini terketmesin. Böylece sünnete uymuş olur.
Hiç kimse sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar dizlerinin üzerinde sürünerek bile olsa yerini terketmesin. Bu hareket sünnete uygun olduğu gibi yapana Hacc ve Umre sevabı kadar sevab kazandırır.
Seyda-i Tâğî´ye (k.s) yer değiştirmeksizin, oturuş şeklini değiştirmenin sünnete aykırı olup olmadığını sordum, cevaben:
- Kanaatıma göre böyle yapmak sünnete aykırı olmaz.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.lerine bir gün fayda elde edemediğimizi söyleyip şikayet ettik. Mübarek şöyle buyurdu: Kemalat odur ki sahibi kemâl olmadığının farkına vara, nefsinin ayıp ve kusurlarını bile ve ALLAH´ın (C.C) kemâl sıfatlarını idrak ede...
Yani sözün kısası varlık ve benlik duygusundan sıyrılmak lazımdır. Halidi Ölekî´den (k.s) duyduğuma göre; Cenab-ı Hakk Musa´nın (a.s) kavmini bela ve musibete çarptırdığı zaman bir kipti ile bir israilli arasında samimi bir dostluk var idi. Kıpti çok susayıp su içmek istediği zaman içeceği su kana dönüşürdü. Bundan mütevellit kipti israilliden su istedi. israilli kıptiye ricası gereği su vermek istedi, ama ne yazık ki su yine kana döndü. Bunun üzerine kipti israilliye dedi:
-Sen suyu ağzına al, bana ağzından ikram eyle dedi. Bu işi yaptılar, su israillinin ağzında kana dönüştü. Bütün bu işlerden sonra kipti durumundan arkadaşına şikayette bulundu. Arkadaşı dedi;
-iman et ve kurtul: Kıpti dedi:
-Nasıl iman edeyim.
-İsrailli dua et ihlas sahibi olup iman et dedi. Kıpti ihlasının olmadığını ayrıca ahvalinin bozuk ağzının ise pis olmasından mütevellit duasının kabul olmıyacağını belirtip israilliden kendi adına dua etmesini istedi. Bu istek üzerine israilli dua etti, kipti ise hidayete gelip iman etti.
İşte ben (Seyda-i Tâğî) sohbet zamanı geldiğinde kendimi o kipti gibi görüp, sohbete katılanları ise israilli sanıp onların gölgesi altına girmek isterim. Böylece ihlas sahibi olarak sohbete katılanların himmet ve duası ile Cenab-ı Hakk´ın rahmetinden bir nebze olsun gelmesini umuyorum.

armi
Wed 23 December 2009, 04:02 pm GMT +0200
Abdurrahman Tâğî (k.s) hz.lerine ibadetlerimizle ilgili dedik ki:
-Efendimiz bizler ibadet ederken sabırlı olamıyoruz. Bazılarımız ise ibadetten ne sıkılıp ne usanıyorlar tam tersi gayet zevk alıyorlar. Seyda-i Tâğî (k.s) bizim bu sözlerimiz üzerine dedi ki:
-Her iki kıssaya da iki kimseye de. İbadet etmeye muvaffak olan kimseler hem şükretmeli hem istiğfar etmeli. Şükretmenin sebebi, ibadet etmeye muvaffak olabildikleri ve buna sabr etmiş olmalarıdır. Affu mağfiret dilemenin gerekçesi ise Cenab-ı Hakk´a karşı yaraşır bir şekilde ibadet yapamamış olmaktır. İbadet eden bir kişi şöyle düşünmelidir. Cenab-ı Hakk kendisine sabır ve güç verdiği için ona ibadet edebilmektedir. Ama bütün bu devamlı ibadet ve taata rağmen Cenab-ı Hakk´a yaraşır bir şekilde ibadet yapamamış olmaktır. Ayrıca sanki vaktini isyankar bir şekilde kullanmış gibi bu eksikliğinden dolayı da Cenab-ı Hakk’tan affı mağfiret dilemelidir; ibadete muvaffak olan kimse, zahiri amelleri işlemeye muvaffak olamayan ve bunlar için gereken sabra sahip bulunmayan dostundan nisbet beklemelidir.
Bir zaman bir mescidde bir kişi namaz kılıp bir kişi de uyuyordu. Şeytan gelip namaz kılana dedi: Şu uyuyan kişiye dua et, ondan çekinmesem senin imanını alırdım. İbadet eden kimse kendini bu kıssadaki namaz kılanın yerine koyarak ibadet edemeyen arkadaşından nisbet bekleyecek.
İbadet yapmak için sabır sahibi bulunmayanlar ve ameli salih işlemeyenler her zaman Cenab-ı Hakk´tan affı mağfiret dilemelidirler. Cenab-ı Hakk nimetlerinden mahrum bırakmadığı halde onlar kulluk vazifesini yapmamış üstelik de günah ve isyana dalmışlardır. Büyüklerimizden devamlı himmet dileyip, onların gölgelerinden ayrılmamalıyız.
Müntesip olmaktan başka bir makam ve derece iddia eden müridin başına toprak atıla... Çünkü intisap zahiren bile olsa milyonlarca dereceden daha hayırlıdır. Sebebini sorarsanız intisap sevgili ile birlikte olmayı gerektirir. Velevki kişi bir müddet azaba dahi tutulsa, akabinde cennete girip sevgili ile beraber olmayı gerektirir. Bu nimet ise hiçbir şeyle ölçülmez.
Ama bir de şu vardır. Mürşidin kahrından hiçbir zaman emin olmamalıdır. Nitekim Gavs (k.s) bir gün bu konuda şöyle buyurdular. Mürid ile mürşidin durumu arslan ve karakulak gibidir. Karakulak arslanın yanından ayrılmaz, fakat onun yanına da sokulmaz. Sebebini ise şöyle izah ederdi: Ben çok zayıfım kendimi bana saldıracak olan diğer mahlukattan koruyamam. Onun için arslandan ayrılmıyorum. Arslanın yanına tam sokulmayışımın sebebi ise arslanın çok titiz oluşudur. Çünkü bir hata yaparsam beni yer.
Bazı büyükler aynı konuda şöyle demişler:
Mürid tavuk gibi olmalıdır. Çünkü tavuk sahibinin evinde barınır ve evcildir, insanlara bağımlı olarak yaşar, öyle alışmıştır. Ama hiçbir zaman insanoğlunun hilesinden de emin olmaz. Bu yüzden evcil olmasına rağmen sahibine sokulmaz. Bundan dolayı sahibi onu besler ve onunla ilgilenir. Diğer hayvanların durumuna bakınız çok değişiktir. Genel olarak hayvanlar vahşi oldukları takdirde insana yanaşmaz. Buna karşılık evcil hayvanlar ise sahiblerinden çekinmeyip ev halkı ile ünsiyet halinde olurlar. Bundan dolayı insanlar evcilleştirdiği hayvanların artık eğitim ve bakımları ile ilgilenip ona bakmazlar. Bunun yanında bazı insanlar onlarla ilgilenince ya ölür veyahut kapıdan uzaklaşırlar, oysa tavuğun durumu böyle değildir.
Ben (Seyda-i Tâğî) Gavs hz.terini daima cezbe halinde görürdüm. Onun bir an dahi olsun cezbesiz kaldığını ne gördüm ne farkettim. Ayrıca bir an dahi olsun onu gaflet halinde göremedim. Bütün bunlara rağmen o ne rabıtayı ne de bağlılık makamını terk etmiştir. Bir gece beraber gidiyorduk cezbe halinde nasıl bağlı olunduğunu sordum. Yol arkaşamız bize fener tutup yardımcı oluyordu. Gavs (k.s) dedi: senin sorun bu yolculuk halimize benziyor. Şöyle ki sûfinin elindeki fener vasıtasıyla biz yolumuzu görüp birbirimizi tanıyoruz. Burada hikmet sizden değil fenerdendir. Fener sönse biz karanlıkta kalırız. Yani mürid kendi cezbesini şeyhinden bilmelidir. Şeyhten gelen cezbe kesilirse mürid kendi nefsi ile başbaşa kalır.
Seyda-i Tâğî (k.s) bu konuda Gavs´ın (k.s) mensublarından olan Molla Muhammed Mirza´nın şu mısrasını okudu:
Fenerin yanında olurdu benim beyaz sevgilim
Ben başından ayağına kadar her şeyine dikkat ettim.
Molla Muhammed´in bu beytteki fenerden gayesi Gavs-ı Azam´dır. Beyaz sevgiliden gaye de Seyyid Tâhâ´dır (k.s). Çünkü o Seyyid Taha´yı (k.s) Gavs´ın (k.s) vasıtasıyla tanıdığını söylemiştir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:
-Mürid ya amelle ya da başka sıkıntılarla imtihan edilir.
Sözlerinin burasında amelle imtihan edilmenin ne olduğunu sorduk. Cevaben:
-Amelle imtihan olmak, amelden bir an boş kalmamaktır.
Ben (İbrahim Çokreşî) kendisine daha önce söylemiş olduğu "Kim kendisine musibet değmemesini isterse kalbini cezbeden boş bırakmamalıdır. Zira ALLAH kendisiyle meşgul olan kalbi musibetlerle meşgul etmeyi istemez." Sözünü hatırlatarak şimdi söylediğinin daha önceki sözüne uygunluğunu sordum.
-Evet uygundur.Gavs (k.s) aynı şeyi söylemiştir.
Abdurrahmân-i Tâğî hz.leri beni (İbrahim Çokreşî) iki kişinin arasını bulmak için görevlendirdi. Görevim gereği bu zatların aralarını buldum. Fakat bir zaman sonra davacı olan kişi benim verdiğim kanuna razı olmayarak "İbrahim karşı tarafı gözetti."demiş. Ayrıca davalı da benim kararıma itiraz etmiş.
Seyda-i Tâğî (k.s) bu durumları duyunca dedi ki: Bir sulhun ALLAH için yapıldığının alâmeti odur ki, her iki taraf da razı değildir.
Bir sulh ALLAH için yapılmazsa alâmeti odur ki, her iki taraf da razı ola. Senin arabuluculuğun ALLAH içindi. Ama senin arabuluculuğun bana zor gelmiştir. Çünkü taraflardan birisi akrabam idi. Demek ki akrabalık yüzünden senin arabuluculuğun bana ağır gelmişti. Fakat karşı tarafın da hükme, razı olmadığını öğrenince çok sevindim. Mübarekten bu haberi duyunca ben (İbrahim Çokreşî) kalkarak hürmetle ellerini öptüm.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.leri sûfilere daha fazla amel yapmaları için dergahta kalmalarını tavsiye ederek şöyle buyurdu:
Ben sizlerin her gün evime gelip ikindiye kadar gözleriniz kapalı olarak sükût sohbeti (konuşmadan oturmak) yapmanızı istiyorum. Çünkü bu Gavs Hz.lerinin âdeti idi. İkindi vaktinden akşama kadar sükût etmek de Mevlâna Hâlid´in (k.s) âdetidir. Ben sizin, yanımdan (evimden) ayrıldıktan sonra evlerinize gitmenizi isterim.
Seyda´ya sorduk: Efendimiz evinize gelemezsek ne yapalım? Mübarek buyurdular ki:
Gavs hz.lerinin himmet ve tasarrufatına nail olabilmek için iki gün evime gelseniz kâfidir. O zaman biz dedik: "Şeyhimizin himmetiyle bir gün dahi gelsek yeterlidir. "Mübarek bir şey demedi. Ama yüzünün ifadesinden bu sözümüze sevindiğini anladım. Çünkü bana önceki bir sohbetlerinde şöyle demişlerdi:
"Sana vermiş olduğum emri bir defa bile olsa uygula" Yani, mürşidin emrini bir defacık bile olsa yerine getirmenin, o emirle ilgili nisbeti elde etmek bakımından defalarca yerine getirmek gibi faydalı olduğuna işaret etmişti.
Seyda-i Tâğî (k.s) bir yakını ile birlikte bulunmayı kendisine tercih eden müderrise şunları söyledi:
"Tarikat iki türlüdür. Birincisi sâdece mürşide uymaktan ibarettir. Yani, insan mürşidine biat ettiktan sonra evine çekilir, İslâm’ın prensipleri ile, komşu hak ve hukukuna riayet edip, başka bir iddiada bulunmaz. İkincisi: Tarikat dervişliğidir. Tarikatın bu türlüsünün kaidesi ise teslimiyettir. Yâni dünyevî ve uhrevî konuları kalpten çıkarmaktır. Nisbet belki ev köşelerinde belki de mezar kovuklarındadır. Gaye ve maksat nisbeti temin olmalıdır. İnsanı ALLAH yolunda ana-baba vesaire hiç bir şey alıkoymamalıdır.
Peygamber (a.s) Selman-ı Farisî hazretlerine şu sözlerle övmüştür:
"Senin arkandan öyle cemaatler gelecek ki, eğer iman Süreyya gezegenine kaçsa onu mutlaka geri getirirler". (Feyzül Kadir 5/323 No:7464)

Seyda-i Tâğî (k.s) şöyle devam etti: Tarikat zamanımızda çok belirginlik kazandı. Gerek Gavs hazretlerinin, gerek Seyyid Tâhâ hazretlerinin, gerekse diğer büyüklerin döneminde böyle değildi. Şayet onlar bugün sağ olsalardı aziz nisbeti almak isteyeceklerdi. Buna göre gayret göstermek ve amel işlemek lâzımdır. Bakınız size yeminle söylüyorum ki, bu nisbeti eğer bu eşikten alamazsanız onu başka yerde bulamazsınız. Mürid mutlak surette şöyle düşünmelidir:
Ömür üç gündür: Biri geçmiş, biri gelecek, diğeri ise içinde yaşadığımız gündür. Mürid yaşadığı günü iyi değerlendirmelidir. Geleceğinden hesaba çekilmez. Orta halli bir mürid ise ömrünü iki saat olarak bilmelidir. Bunlar; biri içinde yaşadığı saat, diğeri ise gelecek saattir. Kâmil bir mürid ise ömrünü üç an olarak düşünmelidir: Bunlar; geçmiş an, içinde yaşadığı an ve gelecek ândır. O halde sûfi çok gayretli olmalıdır.
Gavs (k.s) bir gün şöyle dedi:

"Bir mürid bir dünya büyüğünün yanına girildiği gibi namaz safına girilmeyeceğini idrak edecek kadar uyanık değilse onun kıldığı namaz kendisi tarafından işlenmiş bir günahtır. Bu halinden dolayı ALLAH´tan afvü mağfiret dilemelidir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün mescit inşa edilen bir beldede bulunuyordu. Sonraları mescidin yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı yere gitti. Mübarek o zaman ağır bir hastalığa ve çok sıkıntıya müptela oldu. Çünkü orada çok zulmet vardı. O beldede bir yabancı bir saat kadar oturmuş hemen vefat etmişti. Seyda-i Tâğî´nin (k.s) müptela olduğu hastalık bir ay devam etti. Seydanın belirttiğine göre o beldede bir kafir mezarı vardı. Ama, ehl-i keşif bazı kişiler zalim ve fasık bir kişinin olduğunu söylemişlerdi. Seyda dedi: Bu zulmet küfür zulmetidir. Fakat böyle durumlarda bazen dünya ehlinin bir kısmından gerçek gizlenir. Çünkü insan öldükten sonra O´nun ruhaniyeti derece bakımından yükselir. Onun içindir ki, önceleri ölen bir kafirin zulmetinden duyulan rahatsızlık yeni ölen bir kafirin ki kadar değildir. Keşif perdeleri tam olarak açılmayan kişiler gerek yukarıda saydığımız nedenlerle, gerekse müşahedeyi tam elde edememiş olduklarından dolayı küfür zulmetiyle, fasık zulmetini birbirinden ayırd edemezler. Biz Seyda´ya dedik: Efendim bu mescidin taşlarını kullanmayalım mı? Mübarek dedi: Hayır kullanın, çünkü taşa zulmet bulaşmaz. Taş ile mercuun kalbi aynıdır. Onları zulmet etkilemez. Kafirin kalbi iman kabul etmez. Mercuun kalbi ise bunun tam tersidir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
Nefsi göbek altında tutmak zulmeti giderir. Bu hal bazı sûfilerin adetidir. Çünkü, nefsin iki başı vardır. Birisi alında birisi göbek altındadır. İnsanın alnında bulunan nefsin başı nisbete zarar verir. Düşünce ve kuşkuyu devamlı artırır. Nefsin bu başı, görevini her an için yapar.
Nefsin göbek altında bulunan başının görevi ise, hayallerde beliren kötü imajların zulmetini ilk anda alır. Nefesi tutmak insan damarlarını rahatsız edeceği için nefsin göbek altında bulunan başını öldürür. Böylece zulmet ortadan kalkar.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün şöyle buyurdular:
Bir müridin nisbet ve başkalarının hidayetine vesile olmasına mani olan halleri şunlardır:
a-Baş olma sevdası,
b-Mal biriktirme hırsı.
Gerek halifeleri gerekse seçkin müridleri irşad ve hizmetten alıkoyan en büyük sebeb mal biriktirme hırsıdır ve varlık duygusudur.
Benim için (Seyda-i Tâğî (k.s)) arzu ve istek sahibi olup da tarikatın nispetinden etkilenip de fayda görmeyen bir mürid, bu yolda etkilenip bu yolda fayda gördüğünü söylediği halde, dünya sevgisinden ve varlık duyusundan sıyrılamamış müritten daha sevimli ve daha efdaldır.
Müridlerin hallerini araştırıp onların fiilleri hakkında bilgi toplamanın ve zaman zaman imtihan etmenin hikmeti şudur: Baş olma arzusu, varlık duygusu ve dünya sevgisinden kurtulup kurtulmadıklarını tesbit içindir.

armi
Wed 23 December 2009, 04:07 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) akrabai taallukatı için yapılacak evin temelini atarken şunları söyledi:
Bu iş bir yandan hoşuma gidiyor, bir yandan ise korkuyorum. Sebebini sorarsanız nisbetini kaybedenlerin o duruma düşmelerinin sebebi dünyaya yönelmeleridir. Kitabın birinde şeyhin biri şöyle diyor:
"Bahar mevsimi hakkında bana güvence verenin diğer mevsimlerine ben kefil olurum." O şeyhin bu sözü söylemesinin sebebi şudur: Bahar mevsiminde yapılan bir günlük ibadet diğer mevsimlerde yapılan ibadetin yüz katına bedeldir. Yine bahar mevsiminin bir gününü gaflet içinde geçiren bir kimse gelecek yıla kadar hastalığına deva bulamaz.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: İnsanlar dört kısımdır:
A-Ahmak, B-Ebleh, C-Âkil(akıllı), D-Mecnun.
Ahmak: Bu insanlar dünya işlerine akılları erdiği halde ahiret işlerine yarayacak akılları yoktur.
Ebleh: Böyle kişiler ahiret işlerine yarayacak akıla sahib olduğu halde dünya işlerine yarayacak akılları yoktur.
Âkil: (Akıllı) Böyle insanlar hem dünyaya hem de ahirete yarayacak akıllara sahiptirler.
Mecnun: Böyle kimselerin ne dünyaya ne de ahirete yarayacak akılları vardır.
Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri (k.s) şöyle buyurdular:
Bizler Gavs hazretleri (k.s) sohbetinin sonunda gözlerimizi kapatıp bir süre rabıta yapardık. Ayrıca Gavs´ın halifesi Şeyh Halid sohbette söylenen sözleri tekrar ederdi. Ben (Seydai Tâğî) sizlere bakıyorum sohbet bittikten sora hemen kalkıp kendinizi gaflete düşürecek işlere dalıyorsunuz. Ama biz böyle değildik.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyuruyor:
Gavs (k.s) yemek yerken gaflete düşmemizden mütevellid bizlere kızar ve şöyle derdi:
"Gafletle yemek yiyen bir kişinin kalbi o yemeğin ağırlığı geçene kadar nasıl zikre geçebilir! O halde mürid yemekten önce bir rabıta kurmalı. Kalbini gafletten kurtarmalı ve daha sonra yemeğe başlamalı..."
Bazı büyükler ise bu konuda şöyle buyurdular:
Bir kişi yemeğe başlamadan önce o yiyeceği yaratanı tefekkür etmeli sonra ise yemeğe başlamalı. Bu halleri yaşayarak yemeğe başlayan bir zat o yemeğin lezzetli veya lezzetsizini birbirinden ayıramaz.
İbrahim Çokreşî (k.s) hazretleri diyor:
Abdurrahmân-i Tâğî bu sohbeti gafletle yemek yememizden dolayı azarladıktan sonra yaptı.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular: Ruh Rabbisinden başka bir şeyi sevmez. Nefis ise böyle değildir. O yalnız kendisini sever. Nefs, ruha yol gösterir durumda ise o zaman ona hüküm eder, onu kendi emri dahiline alır.
Eğer ki nefis ıslah olur, ruhun peşinde giderse ruh onu Rabbisinin yoluna dönderir. Nefsine bağlı olan kimselerin, mal ve çocuk gibi sevgileri, nefs sevgisinin birer uzantısıdır.
Nefs, Rabbisine düşmandır. Hatta ki, Cenab-ı Hakk nefse dese ki, "Sen benim sevdiğimsin hatta ki bana cebrailden daha yakınsın"dese, ayrıca mukarreb melekleri de onun hizmetine verse nefss yine tatmin olmaz. Nefs öyle zalimdir ki Cenab-ı Hakk yine dese "Ey nefs, benim dışımda bulunan her türlü yaratığı senin emrine verdim" dese nefs yine tatmin olmaz. ALLAH korusun bizzat Cenab-ı Hakk´ı tasarrufu altına almak ister. Seyda´nın bu sözlerine karşılık bir kardeşimiz şöyle bir soru sordu: Nefsin mahiyeti nedir?
Seyda cevaben buyurdular: "Nefis mânâ ve misal alemindendir. Fakat gafletle karışık bir mahiyet almıştır." Ben (İbrahim Çokreşî) dedim:
"Peki efendimiz; insan on maddeden müteşekkil yaratılmıştır. Bunların beşi alemi emirden beşi alemi mahlukattandır. Siz bu inanca ne dersiniz?" Seyda cevaben şöyle buyurdu: "Ehl-i tarikin nefsi mahlukat aleminden saymaları onun özelliğini gözetmelerindendir. Çünkü nefsin yapısında bulunan gaflet daha baskın hale gelerek onu mana alemi ile ilgili özelliğinden sıyırarak; kendisine mahlukat alemi ile ilgili bir özellik kazandırmıştır. Aslında insandaki letaiflerin sayısı altıdır. Mahlukat aleminde bulunanların sayısı ise dörttür.
Nefsin baskısından kurtulup ALLAH´a ulaşamanın çaresi şu iki unsurdadır:
a-Birincisi nefsin idare ve hegomanyasından kurtulup, şeyhin iradesine teslim olmak suretiyle nefsin belini kırmaktır.
b-ikincisi, şeyhin mutlak fâni olduğunu kabul edip, mürşidin her hareket ve sözünü, ALLAH´ın emir ve hükümleri dairesinde hareket ettiği için onu Cenab-ı Hakk´ın fiili ve sözü gibi görerek şeyhe ihlasla bağlanıp teslim olmaktır. O zaman onun için öyle bir azamet belirir ki, nefsin sureti kalmaz ve mana meydana gelir. Bunun da yolu mürşidi sevip ona edeple teslim olmaktır.
Abdurrahmân-i Tâğî Hazretleri (k.s) bir gün namaz kıldıktan sonra bana (İbrahim Çokreşî) namazdaki gafletimden dolayı kızıp şunları söylediler:
"Namazda gaflete düşmenin sebebi abdestteki gafletinden dolayıdır. Abdestteki gafletin sebebi ise taharetteki gaflettir. İnsan taharete giderken şöyle düşünmelidir. Rabbim benim her anıma vakıftır, ondan gizli bir şey yoktur. Üzerimde görünür ve görünmeyen pislikleri gidermem gerekir. Abdest alırken insan şöyle düşünmelidir. Cismimdeki bedenî ve manevî kirleri temizlemem gerekir. Namaza durmadan önce mürşidini rabıta etmelidir. Müridin yapacağı en önemli görev rabıta etmektir. Ta ki kalb rabıtasını ilerleterek kalbteki masivanın kökünü temizlemelidir. Gerisi mürşide düşer. Taharet ve abdest anlarında da rabıta yapılır. Sağlam bir niyetten sonra bu iki ibadette yapılan rabıta neticesinde namazda uyanık olunur.
Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri şöyle buyurdular:
Şeyhlerin hizmetkârları onlarla aynı derecededirler. İbrahim Çokreşî diyor: Bu sözü bana Gavs´ın bir sûfisi söyledi. Ben bu sözü duyunca şöyle dedim: Bu şeyhlerden maksat zahid ve abid olanlardır!.." Hizmetçilerin şeyhe ortak olmaları demek, mürşidin kapısına yaptıkları hizmetten dolayı, mürşidin ibadetine veya sevabına ortak olmalarına benim aklım ermiyor.
Benim bu sözlerimi bir sûfi Seyda´ya söyledi. Seyda o zaman dedi: Benim bu sözüm Hazreti Gavs’a dayanır. Mürşidler, kendilerine hizmet edenlere sevab verdikleri gibi, cezbe de verir-ler. Sözünü ettiğimiz şeyhler mutlak manadaki şeyhlerdir.
Seyda, kendisini önceleri tamamen hizmete vakfetmiş, sonraları ise dünyaya olan muhabbeti sayesinden bu işleri yavaşlatıp bırakan birisini azarlayıp şöyle buyurdular:
Şeyhlere hizmet edenler onlarla aynı derecededirler. Çünkü şeyhliğin yarısı olan hizmet, tamamen hizmet edenlere mahsustur. Buna göre mürşidin hizmetçisi, şeyhlik ve mürşidlik mertebeleri ile bağdaşmayan işlerden kaçınmalı ve hizmeti kaçırmamalıdır
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sûfisine nefyü isbat´ı şöyle tarif etti:
1.Lailahe illallah: Mürid bu lafzı dilin ve gırtlağın katkısı olmadan hayalen söylemeli. Yani lafzai celal zikrinde olduğu gibi üst damağa yapıştırıp yapmalı.
2:Muhammedur Resulullah: Sûfi bu sözleri sünnete uymak niyetiyle söylemelidir.
3:Sözü bırakıp manayı hayal etmek.
4:İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî (ALLAHım! Maksadım sensin, arzum ise senin rızandır.)
Bu duruma buzgeşt(geriye dünüş) denir. Burada maksat nefsi tutmakla doğan gafleti gidermektir. "illâ" kelimesi ile ALLAH´tan başka herşey nefy olduğundan ve ALLAH´ın varlığı isbat edildiğinden bu zikre nefyü isbat adı verilmiştir. Nefyü isbatın şartları: Bu şartlar temelde dört tanedir.
a-Vücudu fazla sıkmadan ve kendini zorlamadan nefesi göbek altında tutmaktır. Yani gırtlak ve göbek arasındaki nefes boşaltılınca nefes göbek altında tutulabilir. Bunun faydası daha önce tafsilatlı bir şekilde anlatıldığı gibi zulmeti göbek altından çıkarmaktır. Ayrıca vücûdu hiç kımıldatmamak gerekir.
b-Arapçadaki lam elif harfini göbeğin altından alna kadar nefes yolu boyunca deri ile et arasında yazmayı hayal etmektir. Yani bu harfin yazılışı ne bazı şeyhlerin öğrettikleri gibi deri üzerinde hayal edilecek ve ne de yine bazıları tarafından yanlış olarak öğretildiği gibi etin içinde hayal edilecektir. Bu hattın dosdoğru çekildiği ve çene altında kıvrılarak başa kadar uzadığı farzedilmelidir.
Mürid arap harfleri ile yazılacak olan "ilahe" yazısının alnından başlayarak dosdoğru şekilde gittikten sonra ensenin bitiminden kıvırım çizerek sağ omuz başında son bulduğunu hayal etmelidir. Mürid arapça "illâ" yazısının omuz başından başlayarak kalbe kadar devam ettiğini ve "ALLAH" lafzı ile "Muhammedür resulullah" ibarelerini kalbe "la" harfi meydana getirecek şekilde düşünmelidir, "illâ" yazısını hayal etmenin faydası nefsin amaç ve isteklerini reddetmek, yâni büyük cihad görevini yerine getirmektir.
c-Göğüs üzerinde ters olarak arapça la harfinin yazıldığını zihinde canlandırmaktır. Bunun faydası bâtınî masivânın kalbe girmesine karşı koymaktır. Çünkü, göğüs üzerinde arapça la harfinin yazılı olduğunu farzedelim. Bu durumda masivâdan olan herhangi bir şey gelir de lisanı hâl ile "ben senin gayenim" der ise mürid ona ters yazılmış arapça la harfi ile karşılık verir. Yâni "gayem sen değilsin" demiş olur.
d-Zikirleri sayarken nefesi üç, beş, yedi gibi tek sayılarda salıvermek. Zikirleri saymanın faydası uyanıklığı sağlamak ve tek sayılardayken nefesi salıvermenin de faydası şu hadisin şerefine ermektir:
"ALLAH tekdir, tek olanı sever." (Keşfü´l Hafa.1/278 no :73)
Nefyü isbat zikri sırasında nefesi tutup salıvermeler sayıca yirmibire ulaşmalıdır. Nefyü isbat zikrini hayatta oldukça terketmemek lazımdır. Çünkü onun faydaları çoktur. Şeyh hazretleri aynı konuda şöyle dedi: Nefyü isbat konusunda bu günlerde yeni bir inceliği farkettim. İsteyenlere nefyü isbat dışında kalan zikirleri öğretebilirsin. Fakat ben hayatta olduğum sürece nefyü isbat dersi vermemen evladır. Çünkü, Gavs hazretleri (k.s), Seyyid Tâhâ (k.s) hayatta iken hiç kimseye nefyü isbat dersi vermemiştir.
Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) hazretleri akşamla yatsı arasında rabıta yapmadığımızdan dolayı şunları söyledi:
- Sizlere çok hayret ediyorum. Çünkü akşam ile yatsı arasında rabıtayı terkediyorsunuz! Bu haliniz yanlıştır. Hem nisbet iddia edip, hem de bu ibadeti yapmamanız doğru değildir. Bakınız Gavs (k.s) hazretleri bir halife hakkında şöyle buyurdular: "Hayret ediyorum. Nisbet sahibi olan bir kişi, nasıl olur da akşam ile yatsı arasında adaba uygun olarak rabıta kurmuyor."
Gavs´ın halifesi Şeyh Halid şöyle buyuruyor: Akşamla yatsı arasında rabıta yapmazsanız kitap okuyunuz. Seyda-i Tâğî (k.s) sohbetine şöyle devam etti. "Avamdan olup da feyiz ve berekete talip olan kimseler mutlak surette iki grup (batış) ile iki tulu arasında (şafağın ve güneşin doğuşu) arasında kalan zamanı ibadetle ihya etmeyi terketmemelidir. Avam da olsa rabıtayı terketmemelidir.
Havasa mensub kimselerin ise (toplum irşadına sebeb oluyorsa) seher vakitleri kalkıp ibadet etmeleri lazımdır.
İnsan mal biriktirme hırsında olmamalıdır. Çünkü bu hırs sahibini başkaları gözünde küçük düşürür. Bizler öyle olmalıyız ki bizi görenler tevbe edip tarikata girmeli. Bir beldeye gittiğimiz an o beldenin sakinlerinin kapleri bizler için heyacan ve muhabbetle çarp-malı, onlar(sakinler) bizi memnun edebilmek için tarikata girmenin şart olduğuna inanmalıdırlar. Onlar bilsinler ki bizim gayemiz mal toplamak değildir. Kalplerini tevbeye çekmektir.
Bana göre en güzel hal dünya muhabbetini terkedip mürşid sevgisini, nefsin arzularına tercih etmektir. Seyahat etmek yorucu ve sıkıntılıdır. Ama mürşidi kamiller bazı zamanlar seyahate çıkarlar. Bundan maksat müridleri imtihan içindir. Kim sadıktır, kim kendi nefsine mürşidini tercih ediyor. Her şeyini bırakarak nefsini kim mürşidine teslim edebiliyor?
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdu:
Cenab-ı Hakk (C.C) kullarına ne kadar yakınsa kul da ALLAH´a o kadar uzaktır. Çünkü, yüce Rabbimiz bütün azametine, haşmetine, büyüklüğüne rağmen her saat kulunun katılaşmış kalbine nazar eder.
O kul kalbini nefsinin karargahı yapmasına rağmen, ALLAH kulun kalbine inmek ister. Kul o sıra köpeğinin yarasındaki kurtçukları düşünmek gibi basit bir meseleyle meşguluyetinden ALLAH´ı kalbine kabul etmez. Düşüncesini ALLAH´dan ayırarak bir süre o basit meşguliyeti ile oyalanır.
Köpek düşüncesinden vazgeçtiğinde ALLAH-u Teâlâ yine kuluna gelir. Kulun düşüncesini yaratıcısı üzerinde yoğunlaştırmasını ister. Fakat, kul bu sefer uyuz oğlağıyla zihnini meşgul ederek Rabbine engel olur.
O düşünceden kurtulduğunda ALLAH-u Teâlâ yine kulun kalb evine gelir. Fakat âsi kul; hayvanlarımın pisliğini düşüneyim diyerek Rabbinin evi olan kalbini çöplüğe çevirir. Alımlı bir yarış atı kadar nazik olan hayal gücünü çirkinleştirir.
Bakınız bu insana deseniz ki tevbe et, ALLAH (C.C) yönel. O der ki "Ben Rabbimi tanıyorum! Ona kulluk görevimi yapıyorum"
Halbuki yalan söylüyor. Masiva hayatını, Rabbisine tercih ediyor. Böylece insanlara "Sen İslam’ın yolunu, ancak büyüklerin elinden tevbe etmekle bulabilirsin" desen, reddedip kızar. Oysa Peygamberler (a.s) ve veliler bile Rablerini tanımaktan aciz olduklarını bildirip şöyle demişlerdir: "Seni bilinmesi gerektiğin gibi bilemedik, sana layık olduğun gibi ibadet edemedik. ALLAHım! bizi sana yönelmeye muvaffak eyle. Ey merhametlilerin en merhametlisi!"
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor: Gavs (k.s) bir gün dedi: Eğer ki sizlere ebrârın amelini işlemeyi emir etsem o da ölümü düşünüp anmak olurdu.
Mübarek Gavs (k.s) yörenin ileri gelen zengin ve beylerine bizzat ölümü devamlı olarak düşünüp fikir etmelerini söylerdi.
Seyda-i Tâğî (k.s) bazı hadisi şerifleri kaynak göstererek dedi:
Günde yirmi defa ölümü düşünen (hatırlayan) kimsenin o gün amel defterine günah yazılmaz. (Ramuz: 2485)
Ben (Seyda-i Tâğî) her gün yirmi tane vefat etmiş kişiyi hatırlayarak, ölümü düşünürüm, anarım. Cizre çevresinin uleması ve eşleri dünyadan uzaklaşmak için her gün ölümü düşünerek uyurlardı.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor: Cenab-ı Hakk dünyayı yarattığı zamandan beri ona hiç bakmamıştır. Çünkü dünyayı sevmez. Cenab-ı Hakk dünyayı yarattığı zaman: Otuzdokuzuncu gün onun üzerine bela, gazab ve musibet vermiş, yalnız kırkıncı gün üzerine rahmet yağdırıp ihsan etmiştir. Bu rahmet ve ihsan bütün dünyada bulunanlardan hayırlı olmuştur.
Gerçek olan şudur ki:
"Dünya ve içindekiler melundur. ALLAH´ın zikri müstesna" (Ramuz, 2485)
Dünyayı sevmek Ebu Cehil´i haklı gösterip, Peygamber Efendimizi yalanlamak gibidir.
Dünya sevgi ve muhabbetinden uzak durunuz. İlişkinizi kesiniz.

armi
Wed 23 December 2009, 04:17 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
Manevi baba sayılan mürşid soyca babadan daha yakındır.
Manevî babanın hakkı, soyca babanın hakkından daha fazladır. Mürid, manevî babası olan mürşidinin hakkını ancak; İslam’ın emirlerini uygulayıp ibadet ve taat ederek feyiz ve nisbeti devamlı kılmakla ödeyebilir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün bana (İbrahim Çokreşî) dedi:
Yatsıdan sonra yatmadan önce Sûre-i Mülk´ü okuyunuz. Ve insanlara da okumalarını emrediniz!... Sûre-i Mülk´ü okumayı tarikatın temellerinden sayınız. Bu surenin faydası: Kabirde sorgu suale ve kabir azabının hafiflemesine sebebdir. İmam-ı Bicurî hazret-leri “Tuhfetu´l-Mürîd´alâ Cevhereti-t Tevhîd” adlı akaid kitabının şerhinde "Sorguya çekilmemizin arkasından kabir azabı gelir" şeklindeki mısraı açıklarken bunu belirtmiştir. İmam-i Bicurî’nin bu mısrayı açıklarken yani "Sorguya çekilmeyeceklerine" şeklindeki genel ifadeden "Kabirde sorguya çekileceklerine dair delil bulunanları" istisna etmiştir. Onlar da Peygamberler, sıddıklar, şehidler, murabitler ve haber verildikleri günden itibaren devamlı uykudan önce Tebareke suresini okuyanlardır. Devamlı şekilde okumaktan maksat engelleyici mazaretler olmadıkça okumaya devam etmektir. Uykudan önce okunacağı gibi, uyku arasında da okunabilir. Bazılarına göre, "Secde" suresi de aynı mahiyettedir. Peygamberlerin ve şehitlerin dışında saydığımız diğer gruplardan kabir azabı tamamen kalkmaz, hafifler.
Ayrıca ölüm öncesi hastalığı sırasında 100 adet "İhlâs" suresini okuyan kimse de kabir azabından kurtulur. Seyda-i Tâğî (k.s) hatmede Kur’an-ı Kerim aşiri olarak Amme suresini okumamızı emretmiştir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular: Büyüklerimiz, şeyhe olan ihlası; hidayetin sadece ondan (yani sadece onun vesilesiyle ve vasıtasıyla) geleceğine kanaat etmek şeklinde tarif etmişlerdir. Şeyhden faydalanabilmek için bu kadarını yeterli görmüşlerdir.
Ben buna bir şart daha ekliyorum. O da, ahiret muhabbetini dünya muhabbetine tercih etmektir. Zira büyüklerin istediği ihlas bir çok kimsede olduğu halde ahiret sevgisi olmadığından tam istifade olmuyor.
Bu yörede aşk ve muhabbetin, nakşibendî nisbetinin olmayışı şunlardan dolayıdır:
a-Rüşvet vererek askerlikten kaçmak.
b-Verilmemekle harama düşüldüğü halde devletin hakkı olan öşür vergisini vermemek.
c-Ahiret sevgisini, dünya sevgisine tercih edememek.

Bu beldedeki insanların ahireti severiz demeleri, halisane kalpten gelen bir söz değildir. Sadece dildendir. Bu saydığımız her meseleden insanları etkileyen bir zulmet doğuyor. Bu işlerden dolayı nisbetin etkisi ile şevkin artması görülmüyor. Halkın bizim sözlerimizi dinleyip İslâm’ın hükümlerine sarılmaları ne kadar güzel bir şeydir. Peygamber (a.s) 23 sene emek verdikten sonra kavmi arasında İslâm’ın bütün hükümlerini tatbik edebilmiştir. O halde sizler kabilelerinize her sene bir şeyler yaptırın. Örneğin onlara namaz kılmalarını emrettiniz; onlar da tuttu ise, bir zaman sonra günahlarından tevbeyi tavsiye edin.
Şu kişilere şaşıyorum. Hem sûfilik iddiasında bulunuyorlar hem de dünyayı ahirete tercih ediyorlar.
Gavs’ın (k.s) kapısında müridler nisbeti daha ön planda tutarlardı. Onun içindir ki ben dünyaları yıkılan çok mürid gördüm. Ama ne yazık ki şimdi buralarda feyiz ve bereketi dünyaya tercih edip bu maneviyat için fakirliği zenginliğe tercih edeni göremiyorum.
Seyda-i Tâğî (k.s) buyurdu: Şevk (muhabbet, cezbe) ve şevke bağlı olarak yapılan ameller muteber değildir. Mutaber olan rabıta ve vird gibi amelleri her an yapmaktır. Bulunduğu durumu muhafaza edip zarar etmeyen mürid rabıta ve virdi her anına uygulayandır. Yani bunları bir huy edinendir. Gavs hazretlerinin beldesinde halk amel işlemeyi bir nevi huy edinmişlerdi. Onun içindir ki nisbetini muhafaza etmişlerdir. Gerçek bir mürid zamanın büyük bir kısmını sohbetlere ayırıp mürşidinden bahsedendir. Böyle olursa bu muhabbetin kalbi istila ettiğinin alametidir. Kalbe dayanmayan muhabbetten hayır yoktur. Yani sadık muhabbetin dışındaki sevgide hayır yoktur.
Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî (k.s),yolculukları esnasında bir pınarın başında şu sohbeti yaptılar:
-Bu pınarları ihya ederek tam manasıyla istifade etmek gerekir. Böyle pınarlardan faydalanmak, etraflarına ağaç dikmekle olur. Ağaç dikene, diktiği ağaçların şefaatçi olduğu gibi, arazisini boş bırakanlardan toprak , kıyamette davacı olacaktır.
Nitekim Alâuddevle der ki:
Toprağını ekmeyen kimse, o toprağın kendisinden nasıl davacı olacağını bilse o toprağı boş bırakmazdı. Toprak Rabbine, "Bu adam beni işlemeyerek hayrımın kesilmesine sebep oldu" diye şikayetçi olacaktır. Tarlasını ekip biçen, işleyen kimse için de toprak şefaatçi olacaktır.
Zevk için yapılan yüksek binalarda çoğunlukla hayır yoktur. Yalnız han, medrese, misafirhane gibi hizmet maksatlı binaların durumu öyle değildir.
Seyda-i Tâğî (k.s) buyurdu:
"-Ekmek dağıtılırken güzel ekmeği seçmeye çalışmayınız. Zira melâike-i kiram bu davranışa beddua eder. Hatta lanet okudukları da söylenmiştir."
Melekler şöyle derler:
"Ekmeğin tohumundan ekmek haline gelinceye kadar 360 melek ve insanın hizmet ettiği bir nimet nasıl seçilir?
Ekmek, sofra üzerine konulduğu zaman tandıra yapışmış olan tarafı üste, üstü de alta gelmeli. Tandır ekmeğine toprak yapışmışsa kolayca görünsün ve temizlensin.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri bir sohbetlerinde şöyle buyudular:
Cezbe halinin meydana gelmesinden önceki her bağlılık, her türlü ilişki nefsâni arzudan doğan bir ilişkidir. Mesela nefsin kadına bağlılığı ona karşı duyduğu arzudan ve ona yönelmiş talepten doğar. Bu arzu ve istek kadından alınan hazzı artırmaz. Burada sözü edilen talep (istek), istenilen şeyin yok olmasıdır. Ölmesinden dolayı duyulan üzüntü demektir.
Buna karşılık cezbe hali meydana geldikten sonra ve mutlak fena derecesine ererek aşılan "tam dönüş" gerçekleşmeden önce beliren her bağlılık ve ilişki şeklî tecellilerin cezbesinden doğan kevnî bir bağlılık ve ilişkidir. Bu bağlılık ve ilişkiye talep eşlik etmez. Mesela böyle bir kimsenin eşiyle ilişkisi, ona bağlılığı daha çok haz duymak için olur. Bu durumda nefis onun ölümünden dolayı üzülmez, acı duymaz. Çünkü onun sevgisinin artışı, eşinin şahsı için değil, duymuş olduğu haz içindir.
Bu ilişkinin sahibi büyük bir tehlike içindedir. Bu merhaleyi aşmak için büyük gayret sarfetmesi gerekir. Çünkü bu ilişkiden çoğu kere arzu doğar. O zaman da mürid Seyr’e başlamadan önceki ilk noktaya dönerek, maazallah, helâk olanların arasına katılır. Buna karşılık tam dönüşden, yani mürşidin ALLAH´ın zatını ve sıfatlarını iyice farkına varışından sonraki ilişkiye, bağlılığa gelince; bunda nefsin hiçbir rolü yoktur. O ALLAH´ın sıfatlarını tanımış olmaktan doğar ve ona asla talep (istek) eşlik etmez.
Denebilir ki: "O halde Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- niçin oğlu İbrahim´in ölümüne ağladı? Bu soruya vereceğimiz cevap basittir; O´nun ağlaması, oğlunu kaybetmekten dolayı değil, acımasından dolayıdır. Yine, Peygamberimizin Uhud savaşında bazı askerlerin kaçmasından dolayı duymuş olduğu üzüntü ALLAH´ın rızasını kaçırmış olmaktan ileri gelmiştir.
Sözünü ettiğimiz bu ikinci safhada istenen şeyin yok oluşundan dolayı üzüntü duyulmamasının sebebi şudur: Çünkü bu safhada müridin gayesi cezbedir ki, o da yok olmuş değildir. Buna karşılık ilk safhada duyulan üzüntünün sebebi, bu safhadaki müridin amacının ortadan kalkmış olmasından dolayıdır. Gerçekten ilk safhadaki ilişki ve bağlılık nefse dayanır. İstenen ve bağlanılan şey nefsin amacı, arzusu ve ideal varlığı olduğu için yok olduğu taktirde nefis büyük bir üzüntüye düşer ve şiddetli bir acıya kapılır.
Şeyh Hazretleri, bu sohbetten iki yıl önceki bir sohbetinde bu bağlılığın mahiyetini tafsilatlı bir şekilde anlatmıştı. O zaman şöyle demişti:
Ruh, ilk önce âlem-i emirde idi: O zaman onun ALLAH´tan başka bir gayesi, O´ndan gayrı yöneldiği bir varlığı yoktu. Sonra ulu ALLAH´ın emriyle maddeler ve cesetler alemine inince nefsin çok sapık bir yolda ve ALLAH´a şiddetli bir şekilde düşman olduğunu gördü. Bu durumu görünce şöyle düşündü: "Eğer nefs ile aralarında karşılıklı bir sevgi doğarsa bu sevgi sayesinde nefs kendisini ALLAH´dan uzaklaştıran sebepleri farkederek davranışlarından vazgeçer, aşırı arzularına son verir. Böylece ALLAH ile aralarında tam bir yakınlık doğar da ALLAH katında yüce dereceye ve ulu mertebeye ermiş olur."
Gerçekten ruh ile nefs arasında karşılıklı bir sevgi doğdu. Bilindiği gibi çoğunlukla sevilenler sevenleri üzerinde egemenlik kurdukları için nefs de ruha egemen olarak onu Rabb´inden ve sevgilisinden uzaklaştırdı; onu yetmiş bin manevî zincirle kendisine bağladı. Arkasından uçları ALLAH´tan gayrı şeylere bağlı yetmiş bin tane daha zincir sarkıtarak bunlarla ruhu sımsıkı bağladı. Öyle ki, ruh ne tarafa baksa gözünün önünde ALLAH´tan başka şeyler beliriyor, bir türlü gerçek sevgilisiyle karşılaşamıyordu.
Bunun sonucu olarak büyük bir unutkanlık hastalığına tutularak önüne çıkan her şeyi asıl sevgilisi sandı. Böylece nefsin hevasına kapılarak asıl yolundan saptı. İşte bu dönem, ruh için nefse bağlılık dönemidir.
Fakat bir süre sonra ALLAH´ın yardımıyla, ruh ALLAH´a yönelerek kendisinde bir nevi cezbe belirdi. Fakat bu cezbe vahdet hali doğuracak kadar değildi. Tersine bu safhada şekiller manalara baskın ve egemendi. Bağlılık büyük oranda kaybolmuş, fakat bu bağlılığın kalıntıları yeni beliren cezbenin yanında varlıklarını devam ettiriyorlardı. Bu safhadaki mürid yolunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Manalar, şekillere egemen olup da vahdet meydana gelinceye kadar bu tehlike devam eder.
O zaman yolunu kaybetmesinden artık korkulmaz. Yalnız bu defa da dış faktörlerin etkisiyle yeni koyulduğu yoldan sapma tehlikesi vardır. Çünkü cezbesi müridi coşturarak eski isteklerinden uzaklaştırmıştı, fakat bu istekler kökten yok oldu mu? yoksa cezbe örtüsü altında saklı mı duruyorlar? Mürid bunu henüz kesinlikle bilemez. Çünkü cezbe henüz tamam hale gelmiş değildir; tamam hale gelebilmesi için de marifete ermesi gerekir. Marifet hali de henüz gerçekleşmiş değildir. Çünkü onun gerçekleşebilmesi için tam dönüş halinin gerçekleşmesi gerekir.
Mürid tam dönüş halini gerçekleştirerek ALLAH´ın katından mahlûkat alemine inince ilk safhadaki bağlılık ve ilişkilerini andıracak yeni bir bağlılık ve ilişkiler sistemine kavuşur. Fakat bu ilişki ve bağlılık ilk safhadakilerin tıpkısı değildir. Buna dikkat etmek gere-kir. Çünkü bu ilişki ve bağlılık, mesela; ulu ALLAH´ın zâtının kudret sıfatını taşıdığı hakkındaki kesin bir bilgiden doğar ve ALLAH´ın yaratıcılığından hareket ederek mahluku görür. Buna göre bu, yani ilişki ve bağlılık ile daha önceki arasında dağlar kadar fark vardır.
Yüce ALLAH´ın ezeli inayetiyle ruh ALLAH´a terakki edince kendisini masivaya yani ALLAH´dan başka şeylere bağlayan bağlar yavaş yavaş kopar. Bu bağların bütün hepsi kesildiğinde ruh ile nefis arasındaki bağ kalır. Ruh terakki ederken, nefis onu yardımcısız görerek arzuları ile ona yaklaşır. Bu safha, ruhun eski ilişkilerini, eserlerini aşarak dünya ile ilişkilere yöneldiği safhadır.
Mürşid-i kâmilin yardımı ile ruh bağlarını yavaş yavaş kesmeye devam eder. Sonunda nefisten tamamıyla koparak azametini ve sıfatlarını farkederek tam bir geriye dönüş yapar. Her sıfat alanında seyre başlar. Masiva ile arasındaki bağı, kendisi ile ALLAH arasında bağlılığın bir uzantısı olarak görür. Bu şekilde sıfatların belirmesiyle masiva ile arasındaki bağ yeniden doğar.
Fakat bu sefer masiva ile kurmuş olduğu ilişki daha önceki ilişkiden farklıdır. Çünkü bu seferki ilişkinin dayanağı yüce ALLAH´tır. Daha önceki ilişki ise nefisten kaynaklanıyordu. Bu safha, mutlak fenanın ön safhası olan kulluk seyri safhasıdır. Mutlak fena; müridin kendi iradesinden sıyrılarak Rabbi´nin iradesine teslim olması demektir. Bu safhada müride hiçbir şey zarar vermez. Buna karşılık ilk ve ikinci safhadaki ilişkinin kaynağı nefis idi.
Bu safhalar arasında ki farklar şöyledir:
Birinci safhadaki ilişki, nefsin arzusu doğrultusunda olduğunda ruh, ALLAH´ı arzu etmemektedir. Bu ise delâlete düşmektir.
İkinci safhada yine nefsin arzusu vardır. Yalnız burada ruhda kendi amacı istikâmetinde cezbe meydana gelir. Nefsin bu safhada yine nefsin, ruhu yoldan çıkarma ihtimali uzak değildir.
Üçüncü safhada ki ilişkinin kaynağı Allahtır. O´nun muradına yöneliktir. Bu safha mutlak fenanın başlangıcı ve Peygamber (a.s) Efendimiz´in istiğfarı emretmiş olduğu kulluk seyri safhasıdır.
Bu safha ALLAH´a tazarru ve niyazın devamlılığında karar kılmaktan ibaret olan dönüşün tam anlamıyla gerçekleşmesinden sonra meydana gelen safhadır. Kişi kulluk seyrini tamamlayınca ALLAH´ın zatî sıfatlarını ve kemâlâtını görerek nefsinin kusurlu olduğunu idrak eder. Nefsinin arzularını gören kimse ALLAH ile arasında hiç bir ilişki olmadığının farkına vararak vuslat davasından istiğfar eder.
Sözlerinin bu kısmında ben (İbrahim Çokreşî):
-Gavs-i Hizânî (k.s) hz.leri bazı müridlerinî, istiğfar eden manasına gelen müstağfir unvanıyla çağırıyordu. Halbuki o müridler o makama gelmemişlerdi. Bu şekilde hitap edilmelerinin hikmeti nedir? diye sordum. Seyda-i Tâğî (k.s) bana şöyle cevap verdi:
-O hitap şekli Gavs (k.s) hz.lerinin özel terimlerindendi. O durumdaki müridlerin istiğfarı kendilerini yetersiz ve kusurlu görmelerine dayanırsa da bu bir makam değil, o yüce makamdan çıkan şimşeğin parıltısıdır. Nitekim müridin hayreti de son noktaya ulaşmış olan bir marifetin sonucu meydana gelen bilgisizliğin sebep olduğu asıl hayret değildir. Müridin hayreti aşırı muhabbetin sebep olduğu dehşet duygusundan kaynaklanır. Bu hayret marifetten olmadığı için sahibinin aklını kaçırmasına yol açar.
Yetersiz hafızamın ve uyuşmuş düşüncemin bu konu hakkında, Seyda-i Tâğî (k.s) hz.lerinin sözlerinden kaydedebildikleri bunlardır. Zaten Şeyh hz.leri, halifelik yükünü omuzlarıma yüklediğinden beri zihnim ve aklım günden güne zayıflamaktadır. Vallahi bu yükün ağırlığı genç yaşıma rağmen beni yaşlandırdı, bu dünyadan ayrılarak beka alemine göçme arzusunu kökleştirdi. Çapımın küçüklüğüne rağmen bir filin taşıyabileceği kadar ağır bir yükün altına girdim.
ALLAH’ım Peygamberler ve sıddıklar hürmetine bizi kendi kusurlarımız yüzünden hiçbir zaman şeyhimizin gölgesinin altından çıkarma. Amin!...
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir sohbeti sırasında aşağıdaki âyeti celilenin manası çerçevesinde bize hem müjdeleyici, hem korkutucu nasihatlerde bulundu:
"O gün; takva sahipleri dışındaki samimi dostlar, birbirlerine düşman olurlar." (Zuhruf:67)

armi
Wed 23 December 2009, 04:19 pm GMT +0200
Şeyh hz.leri bu ayetin açıklamasında şöyle buyurdu:
-Buradaki takvadan maksat, dostluktaki mutlak takva değildir. Gerçi mutlak takva da dostlukta yeterlidir. Dostların birbirlerine şefaatçi olmalarını engelleyen günahlar, işbirliği halinde işlenen günahlardır. Bu duruma göre dostlar, dostluklarını günah işlemenin bir vasıtası olarak kullanmamış oldukları takdirde, birbirlerinin varsa diğer günahlarına şefaatçi olabilirler.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s)
"Akıllı düşman ahmak dosttan daha iyidir" dedikten sonra sözüne şu misâli getirdi:
Bir adamın bir maymunu vardı. Gece kendi uyuduğunda, düşmanlarından korumak üzere terbiye etti. Eline hançer vererek nöbet tutturdu.
Adamın düşmanlarından biri onu öldürmek maksadıyla gizlice evine girdi. Fakat o sırada o adamın göğsüne tavandan bir örümcek düştü. Maymun örümceği görür görmez hemen hançere sarılır ve örümceği öldürmek ister. Düşman olarak eve giren adam maymuna engel olur. Çünkü cesur bir insanın, ahmak bir hayvanın elinde ölmesine gönlü razı olmaz. Gürültüler üzerine uyanan ev sahibi ne olduğunu sorar. Düşmanı, durumu açıklar. Bu hâdise barışıp dost olmalarına sebep olur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.leri bir kadiri dervişinin, huzuruna selam yerine " Yâ Hû" diyerek girmesi üzerine kendisini ikaz ederek şöyle buyurdu:
Niye Efendimiz´in (as) sünnetini terk ediyorsun. Gerek Peygamber (a.s) ve gerekse Sahabe-i Kiram, selamlaşmaya önem vermişlerdir. Sahabiler Peygamber (a.s) Efendimizle karşılaşın-ca "Esselamü aleyke ya Rasulallah" diyerek selam verirler. Peygamber (a.s) de "Aleykesselâm" diye onların selamını alırdı.
-Hayret, siz şeriatın önemli bir adetini terk edip sünnette olmayan bir âdet çıkartıyorsunuz! Yanlış anlamayın: "Yâ Hû" sözünü sevmediğimi zannetmeyin. Yüce ALLAH´a hitap eden her söz şereflidir. Benim kızdığım mesele o sözün selam yerine kullanılmasıdır. Böyle davranmakla sünneti ortadan kaldıran bir âdet başlatılmış oluyor. Sünneti ortadan kaldıran her âdet ise bid´attir.
Doğru olan davranış önce selam vermektir.selamdân sonra isterseniz "Yâ Hû" da deyiniz. Önemli olan şeriata uymaktır. Kerametler önemli değildir. Şeriata uymayan bir kimseden binlerce keramete benzer olağan üstü haller görseniz, şeyhliğine kulak asmayınız.
Şeriata bağlı olarak gördüğün bir kimsede de hiç bir keramet görmemiş de olsanız teslim olunuz, arkasından gidiniz.Kera-mati olmasa da o kimse şeyhtir.
Keramet peşine düşenlerin DeccaPın ardına düşmesinden endişe ederim. Çünkü o istidraç mahiyetinde velîlerden daha çok olağanüstü haller gösterir.
Şeriata bağlı olmayan tarikat davası iftiradır, yalandır. İmam-ı Rabbani (k.s):
-Şeriat ile tarikat birdir. Şeriata uyan şey tarikata da uyar. Buna karşılık şeriata aykırı olan şey tarikata da aykırıdır, buyurmuştur. Ben de diyorum ki: "Şeriata aykırı bir hareketimden dolayı beni döven bir mürid, benim gözümde, bu tür hareketlerimde beni onaylayan müridden daha iyidir."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.leri sohbet notlarının yazıya gerçirilmesinin önemi hakkında şöyle buyurdu:
-Zaman devam ettiği müddetçe yüce ALLAH´tan dileğim, insanlann ALLAH´ın izni ile masivayı terkederek yüce nakşibendi tarikatını açıkça öğrenmek için bu kitaptan istifade etmeleridir. Bu kitap etrafında sımsıkı birleşmeleridir.
Bu maksad uğruna, şevk ve muhabbet iksirinden çokça içmeyi bir yana bıraktım. Korku ve üzüntü içerisinde, vecden ve cezbeden uzak olan devamlı murakabeyi artırmayı, vecd ateşini tutuşturmayı ben de bilirim.
Gerçi muhabbet çalışmayla olmaz denilmiştir. Havasların yükselmesi muhabbete bağlı olmadığı gibi muhabbet de çalışmaya bağlı değildir.
Şeyh hz.lerinin bu sözlerine huzurda bulunan iki faziletli alim zât da şahit oldular.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdular:
Halifeler iki şeyden zarar görür: Birincisi; varlık duygusudur. Halifenin kendinde, şeyhinde olmayan bir makamın veya kemalin varolduğunu zannederek (ALLAH korusun), şeyhine ihtiyacı yokmuş gibi bir duyguya kapılması, kendisini mürşidinden üstün görmesidir. Bu duyguya kapılan halife, mürşidinin bazı düşünce ve hareketlerine itiraz etmeye başlar. Sonuçta helak olur. Çünkü şeyhinin kahrından çekinmeyeceğinden ona karşı edebe aykırı davranır, terbiyeye muhtaç olmadığını hissettirir. Halbûki, bazı terbiye edilmesi gerekli hususların şeyhin tasarrufuna bağlı olduğunu, kazandığı bütün hal ve makamların mürşidinin tasarrufuna bağlı olarak gerçekleştiğini bilmez.
Nitekim Mevlânâ Hâlid Bağdadî´nin (k.s) bir halifesi bu duruma düştüğünden en çirkin şekilde tarikattan kovulmuştur. Bize onun durumu geniş olarak açıklandı. Sözü edilen halife, çevresinde büyük bir heyecan uyandırmış, talihliler tarafından çok büyük rağbet görmüş. Bu duruma aldanarak şeyhini aştığı zannına kapılmış. (ALLAH korusun), artık şeyhine ihtiyacı yokmuş gibi davranmaya başlamış. Böylece tarikattan da kovulmuştur
O sıralarda Seyda-i Tâğî (k.s) hz.leri bu fakiri yüce kapıdan dışarıya göndererek halka tevbe vermekle görevlendirmişti. Bunun üzerine halk arasında bana karşı layık olduğumdan daha fazla şevk ve hürmete sebep oldu. İşte o günlerde mürşidim bana nasihat ederek şunları söyledi:
-Eğer bazı irşad ve terbiye görevleri gerektirmeseydi seni yanımdan ayırarak hizmete göndermezdim. Başlıca arzum, bu hizmetten dolayı belirebilecek bazı kalb hastalıklarını aşarak onlardan kurtulmandır. Dikkatli ol. Senin nazarında en önemli olan şey nefsinin ıslahı olsun. Dünya muhabbetinden, kendini şeyhine muhtaç olmama hatasından uzakdur. ALLAH’ım bizleri helak olanlardan eyleme.
Sözlerinin devamından ikaz edildiğim sırada edebe aykırı olarak cevap yetiştirmeye kalkışmamamı emretti. Sözlerine şöyle devam etti:
-Azat kabul etmeyen köle gibi ol. Sana verilecek emirleri gözle. Vesveselere aldırış etme, aldığın emirlere uy, kendini, aileni ve akrabaları devamlı şekilde denetle; yeri geldikçe onları uyar.
Halifelerin zarar gördüğü şeylerin ikincisi şudur: Yine Mevlânâ Hâlidi Bağdadî (k.s) hz.lerinin halifelerinden biri bu meseleden dolayı tard edilmiştir. Bu halifeye bazı dünyalık şeyler hasıl olmuştu.Varlık duygusuna sahip değildi. Kendisinde şevk hasıl olmasına rağmen nefsini hiç olarak görüyordu. Bu aşağılık duygusunu şeyhi hakkında da düşünmeye başladı. Şeyhimin durumu da benimkinden farksızdır diyerek aklına göre kendine güvenmeye kalkıştığı için helak oldu.
Şeyh Hasan Aktepe hz.lerinin bir halifesi de aynı sebepten kovulmuştur. Kovulduktan sonra kadı oldu ve müridliği tamamen bıraktı.
Halifelerin zararına sebep olan bu iki husus da ihlas ve muhabbet azlığından ileri gelir. Çünkü muhabbeti tamam olan kimse şeyhinden başka bir varlık görmeyeceği gibi; kendisini sermayesiz müflis de saymaz. Zira şeyh en büyük sermayedir. Mürid hizmet eder, şeyh de değerlendirir.
-Şeyh hz.leri sözlerine devam ederek muhabbetimi artırmamı emretti ve sözlerini şöyle bağladı:
-"Müridliğin ilk döneminde bana karşı olan muhabbetinden dolayı çevrendekilerden aciz olman muhabbet-i zatîdendi. Şeyhinden başka bir varlığı görme, kendini iflas etmiş gibi bir duyguya da kaptırma"
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s)hz.leri, imamının halifelik iddiasında bulunduğu bir köye irşad için gidip gitmemek hisusunda şöyle buyurdu:
-Bu köye tevbe vermek için gitmemizin hiç bir faydası yoktur. Çünkü o halifelik iddiasında bulunan, köylüyü tevbe etmekten vazgeçirmek için elinden geleni yapacaktır. ALLAH´ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Onlar doğru yolu görseler ona koyulmazlar da eğri yolu görseler ona koyulurlar." (Araf: 146)
Ben (İbrahim Çokreşî) dedim ki:
-Duyduğuma göre Gavs-i Hizânî (k.s) bu durumlarda murakabeye dalarak istihare yapardı. Bir işaret bulursa yola koyulur, yoksa vazgeçerdi. Acaba siz gidip gitmemek hususunda ilham talebinde bulunmaz mısınız?
Bana şöyle cevap verdi:
-O sayfayı kapattım. Çünkü ihlam talep etmek tarikattan değildir. Peygamber Efendimiz´in (a.s) ve sahabelerin geleneği müşavere idi. Bizim yolumuz da belirli konularda müşaveredir.
Meselâ halife tayin ederken murakabeye dalarak istihare yapılır. O mesele müşavere ile halledilemez. Sadece bazı ihtiyaçlardan dolayı zaruri halifelik müşavere ile olabilir.
Tevbe etmek isteyen kimseler için, müşavere yolu ile aksine karar verilmemişse, tevbe edecek kimsenin bir fonksiyonu olamayacağından ilham gereğince amel edilebilinir. Fakat müşavere ile alınmış bir karar varsa ilhama göre hareket etmeyip müşaverenin sonucuna bağlı kalmak doğrudur

armi
Wed 23 December 2009, 04:22 pm GMT +0200
Bu yüzden sahabe-i kiram; Peygamber Efendimiz (a.s), herhangi bir konuda bir söz söylediğinde:
-Bu konuda kesin bir bilgiye dayanarak mı söylüyorsunuz? Yoksa şahsı görüşünüzü mü beyân ediyorsunuz? diye sorarlardı. Eğer Peygamber Efendimiz (a.s):
"Şahsi görüşümü beyan ediyorum" derse konuşurlar, yoksa ağızlarını açmazlardı.
Seyda-i Tâğî (k.s) hz.leri hangi konuların ilham ile yapılacağını sadece büyüklerimizin tesbiti ile mümkün olacağını belirtti.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.leri müridleri bid´atlerden kaçınmaya çağırarak şöyle dedi:
-Çok el öpmeyin. Çünkü el öpmek bid´attır. Sahablerin adeti musafaha (el sıkışma) ve muânaka (kucaklaşma)dır. İlk görüşme ile ayrılırken vedalaşmanın haricinde el öpmek uygun değildir.
Konuşmasının burasında bana dönerek:
-Sûfilere bu sık sık el öpme alışkanlığından vazgeçmelerini söyleyiniz.
Halbuki sûfiler bugüne kadar her karşılaştıklarında ve her ayrıldıklarında, üstadın elini öpmeyi âdet edinmişlerdi. Sözlerine devamla:
-El öpmekten daha çirkini ayak öpmektir dedi. Üstad, kendi ayaklarını öpmek isteyenleri şiddetle kovardı. Tekrar bana dönerek:
-Halkın ayaklarınızı öpmesine sakın göz yummayınız. Çünkü ayak öpmek büyüklerimize göre çirkin bir bid´attır. dedi.
Sözlerinin burasında Gavs-ı Hizânî (k.s) hazretlerinin halifelerinden Halid Ölekî hazretlerinin derlemiş olduğu Minah kitabında Gavs-i Hizânî hazretlerinin ayağını öpmek isteyen bir kimseyi bid´attır diye azarlaması üzerine nakletmiş olduğu hadisi hatırlattım:
"Adamın biri, Peygamberimizin elini öpmek için izin istedi. Peygamberimiz adama izin verdi. Aynı adam Peygamberimizin ayağını öpmek istedi, buna da izin verdi. Fakat adam Peygamberimize secde etmek isteyince buna izin vermedi."
Seyda-i Tâğî (k.s) hazretleri cevabında sadatı kiram efendilerimizin böyle bir hareketin sünnette yeri olmadığını belirttiklerini, Gavs-ı Hizânî (k.s) hz.leri de şeyhi Seyyid Tâhâ´nın da bu tür hareketi yasakladığını kendisine anlattığını, ayrıca bu tarikatın bir kısım halifelerinin de bu görüş üzere hareket ettiklerini söyledi ve şu kıssayı anlattı:
Mevlânâ Hâce Muhammed Parisa hz.leri ölünce oğlu ayaklarını öpmeye kalkıştı. Fakat babası ayağını kaçırınca oğlu öpmekten vazgeçerek "Anladım ki, bu hareket bid´attır. Babam onun için buna izin vermedi" dedi.
Daha sonra bu konudaki sözlerini söyle bağladı:
-Keşke gerek şeriat açısından gerekse tarikat açısından bid´at olan hareketleri belirten bir kitap yazsaydın. Çok el öpmek muhabbeti azaltır. Bundan kaçının! Bundan kaçının! Bundan kaçının!
Abdurrahmîn-î Tâğî (k.s) hz.leri buyurdu:
-Eğer bu yüce tarikattaki nisbete hiç bir şeyin ve hiçbir hizmetin denk olamayacağı ve yolumuzda ibadetin her çeşidine gereken önemin verildiği kesin bir şekilde sabit olmasaydı zühd yolunu seçip, zahidlerle birlikte olurdum. Fakat zâhidler, cihadla ilgili görevlerini yerine getirmezler. Cihad hizmetinden geri kalmaları nisbetlerini batıl kılar. Onların nisbeti sadece dilleri ile zikrederken vardır. Sustuklarında ortadan kalkar. Oysa bu yüce tarikatın nisbeti her meseleyi içine alır. Bu yüzden, daha önceki şeyhimi bırakarak Gavs-i Hizani (k.s) hz.lerinin tarikatını tercih ettim. Önceki şeyhim, sünnet gereği olduğunu belirterek, devamlı şekilde sesli zikir yapardı, fakat cihad yapmazdı.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hz.leri müridleriyle birlikte sofraya oturmuş, lezzetli bir yemek yerken şunları söyledi:
-Müridleri böyle sofralarda biraraya getirmekten maksadım, tarikat kardeşlerine karşı muhabbetlerini ölçmektir. Kim yemeğin lezzetlisini bırakıp da daha az lezzetlisini yerse kardeşlerini kendine tercih ettiği için tarikat muhabbetini edinmiş demektir. Nitekim Gavs-i Hizânî (k.s) hz.leri beraberinde yemek yiyenlere yemeğin üzerindeki etleri ve tabağın dibindeki yağları yemeyerek arkadaşlarına bırakmalarını tavsiye eder.
Bu arada Seyda-i Tâğî (k.s) hz.lerine toplu olarak yemek yemekten rahatsız olduğumuzu söyleyince şu cevabı verdi
:
-Rahatsızlığınızın sebebi, toplu yemekten dolayı değildir. Çünkü en hayırlı yemek çok elin uzandığı yemektir. Fakat şeyh ile birlikte yemek yemenin zararlı olduğu kesindir. Yalnız sohbetin hazzını yemek lezzetinden üstün tutanlar, yemek seçmeyenler ve kendini sohbetin hazzına kaptıranlar zarar görmezler. Nitekim Gavs-i Hizâni (k.s) hz.leri "benimle birlikte yemek yiyen herkes zarar gördü" demişti. Beni ise bu zarar görenlerden istisna etmiştir.
Mürid yemesinde, konuşmasında ve uykusunda gafleti kovmaya çalışmalıdır. Bizim gibiler gafleti kovmaya çalışmalıdır. Bizim gibilerin gafleti koyabilmeleri için rabıtalı olarak yemek yemeleri, cezbesiz konuşmamaları ve rabıtasız uyumamaları gerekir.
Abdurrahmân-î Tâğî (k.s) hz.leri buyurdu:
-Kim sözleri ve hareketleriyle şeriata uymaksızın şeyhlik iddia ederse, o kimse yalancıdır. Çünkü Ebu Yezid Bestâmî hz.leri, şeyh olduğunu ileri süren bir kişinin ziyaretine gittiğinde, adamın mescide sol adımını atarak girdiğini görünce,"bu adam sahtekâ-rdır" diyerek görüşmeden geriye dönmüştür.
Böyle kimselere, şeriatı esas almaksızın sadece hallerine bakarak uyan kimse yanılmıştır. Böyle bir kimse Deccal´a da uyabilir. Çünkü Deccal´dan birçok olağan üstü haller zuhur edecektir. Meseleye şeriat ölçüsü ile bakanlar ise Deccala tabii olmaktan muhafaza edilirler.
Deccal, ALLAH´lık iddia eder. Şeriate göre ALLAH´ın hâşâ kör olması veya eşeğe binmesi söz konusu olamaz. Eğer böyle bir sahtekâr peygamberliğini ilân etse, şeriata bağlı olan kişi buna da aldanmaz. Çünkü o kimse Hz.Muhammed Mustafa´nın (a.s) son peygamber olduğuna ve O´ndan sonrada Peygamber gelmiyeceğine inanmıştır.
Böyle bir kimse Şeyh olduğunu iddia etse, şeriata bağlı olan kimse buna da aldanmaz. Çünkü, şeriatsız, rükusuz, secdesiz şeyhlik olmaz.
Şu halde, doğru bir itikat sahibi olmadan ehl-i sünnet vel cemaat yolunu benimsemeden, hareketleri ve sözleri şeriata uygun hale getirmeden müridlik olmaz. İmam-ı Rabbani (k.s) bu hususu şöyle ifade eder:
-Bu iki kanat olmaksızın (şeriat,tarikat), kudsî aleme doğru uçmak imkansızdır.
Tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriata uyan her mesele tarikattandır. Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriatsız ulaşırım diyen herkes zındıktır. Bana göre avam için gerekli olan tarikat; Fatiha suresini okumak, icmalî bir şekilde doğru bir inanca sahip olmak, ipekli elbise giymeye ve başa ipekli mendil bağlamaya tevbe etmek, yabancı kadınlarla başbaşa kalmamak, hatta bu kadınlara bakmaya son vermektir. Yabancı kadınlara bakmakta nisbet olduğunu iddia eden kimse yalancıdır.
Seyda-i Tâğî (k.s) hz.leri bir çok sohbetlerinde yabancı kadınlarla ilgilenmeyi, onlara aşık olmayı şiddetle menederek şöyle demiştir:
-Yabancı kadınlara âşık olduğunu iddia eden kimseye sâlik ismini taşımak haramdır. Böyle yapan kimse bilsin ki benim tarikatımdan çıkmış olur. Onun bu hareketi bizim yolumuzla bağdaşmaz. Hatta bizim dairemizin dışına düşme sebebidir.
Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri bana hitap ederek şöyle buyurdular:
-Halife olmak az şey değildir. Nitekim âyeti kerime de şöyle buyurulmuştur:
"ALLAH´a davet edip de, salih amel işleyen ve şüphesiz ben müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet:33)
Halife olanların şu hususlara dikkat etmesi gerekir: Şeriata ve büyüklerimizin koyduğu kaidelere, kurallara sıkı sıkıya bağlanması gerekir.
Dünyaya meyletmemelidir. Çünkü dünya sevgisi bütün günahların başıdır. Dünyaya yönelmek sâdece mal sevgisinden ibaret değildir. Başa geçme, şöhret sahibi olma, insanları peşinde sürükleme sevdası da dünya sevgisinden sayılır. Bu hastalıklardan kurtulmak için kullanılacak silâh nefse karşı düşmanlık silahıdır.
Şeyhlik makamına geçen kimse; oturmasında kalkmasında, yemesinde, ve giyinmesinde kısaca bütün haraket ve davranışlarında şeriatın hiçbir inceliğini ihmal etmemelidir.