sumeyye
Fri 29 April 2011, 12:15 pm GMT +0200
Vahiy Vakıası
Peygamber (s.a.v.) arzusunu gerçekleştirecek bir vahyi aeaba neden bu kadar bekledi: vahiy geldi deseydi ve bu arzusuna bir an önce kavuşsaydı ya!
Ama vahyin gelişi onun elinde değildi. Ancak Rabbi dilediği zaman gelirdi. Dilediği zaman da kesilirdi. Nazarlıkların ve seçili sözlerin bir faydası yoktu. Muhammed'in duyguları, göğün işini ne öne alıyor ve ne de geciktiriyordu!
Ama Peygamberin şahsiyeti ile vahiy vakıası arasındaki bu apaçık farklıhk için geçmiş ve günümüz materyalistlerine göre ancak bir çözüm yolu vardır: Bu ümmî Peygamber iki şahsiyetlidir. Bunlardan biri şuur sahibidir. Diğeri ise şuursuz ve duygusuzdur. Başka bir ifade ile Muhammed'in şahsiyeti şuur ve şuursuzluk dualizminden müteşekkildir! Acaba insaf sahibi bir araştırmacı bu gibi faraziyelerin hak ile zerre miktar bir ilişkisini kabul edebilir mi?
Araplar öteden beri vahyi vahyeden zat ile onu alan zat arasında ilgiye şaşmış ve yalancı şahitlerin saçmaları gibi saçmalamış, kulaklarını sağa sola dikmiş ve farklı görüşler ileri sürmüş, ama bir türlü hasta akıllarını bile doyuracak bir yoruma ulaşamamışlardır. Yüce AllaJı onların şaşkınlıklarını şu komik ve alaycı tablo ile tasvir etmektedir: «Dediler: «Hayır, (bunlar) saçma sapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o, bir şairdir.» [86] Kur'anın kaynağını uyuyanın rüyasına veya delinin saç malıklarına, palavracının iftiralarına veya yalancının yalanlarına, şairin hayaline veya edibin sezgilerine bağladılar.
Uyuyanın rüyasına gelince. Peygamberin uyanık ve hassas duyguları, dinlenme ve sükun anlarında bile canlı ve dinamik şahsiyeti bunu reddetmektedir. Rasulüliah (s.a.v.) in bu dinamizm ve kavrayşı henüz ilk başlangıçtan, ALLAH'ın «oku» sözüyle kendisine hitabından beri Kur'an'ın son ayetinin inişine ve vefatına kadar devam etmiştir. Bazı müfessirlerin ve çağımız yazarlarından bazı hüsniniyet sahiplerinin içine düştükleri büyük bir hataya burada işaret etmeyi bir görev sayıyoruz: Bunlar, geniş hayallerinin bir neticesi olarak vahyin ilk gelişinde peygamberi Hira mağarasında uyuyor tasavvur ederler. Oysa Sahîhaynın rivayeti, vahiy geldiği an Peygamberin uyanık bulunduğunu ve hakikati araştırıp ALLAH'ı düşündüğünü kesinlikle ifade etmektedir. Onun için de korkmuş ve kalbi küt küt vurduğu halde Hz. Hadice'ye gelmiştir. Şayet vahyin gelişi uykuda olduğu bir sırada olsaydı uyandıktan sonra korkusu geçmiş olurdu. Söz, Kur'an'ın buyurduğudur: «Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?!» [87].
Hz. Âişe, vahyin başlangıcını bu kavrayıcı ve dinamik hassasiyetle tasvir ederek der ki: rçRasulüllah (s.a.v.) e vahyin ilk başlangıcı, uykuda rüyayı saliha şeklindeydi. Hiç bir rüya görmüyordu ki, sabah aydınlığı kadar apaçık gerçekleşmemiş olsun. Daha sonra tenha yerler kendisine sevdirildi. O da insanlardan uzaklaşarak ibadetle meşgul olmak üzere Hira mağarasına gidiyor ve belli birkaç gün üstüste bu mağarada ibadet ediyordu. Sonra Hadice'ye geliyor ve hazırlığını yapıp tekrar dönüyordu. Nihayet hak (vahiy) kendisine geldi. (Bir rivayette, aniden hakla karşılaştı denilmektedir.) O sıra Hira mağarasında bulunuyordu. Melek gelerek: Oku! dedi. Rasulül-lah: Okumasını bilmem karşılığını verdi. Resulüllah buyuruyor ki: Beni alıp üç defa sıktı ve serbest bıraktı ve şöyle dedi: «Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti.» Rasulüllah kalbi titrer olduğu halde eve döndü. Eşi Huveylid'in kızı Hadice'ye gelerek: Beni örtün! Beni örtün! buyurdu. Onu örttüier bir müddet sonra korkusu geçti. O zaman durumu Hz. Hadioe'ye bildirerek: «Kendi eanım hususunda korkuya kapıldım» dedi. Hz. Hadioe: «Hayır, Al-/ah'a yemin ederim ki O, seni asla mahcup etmiyeoektir. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin» diyerek onu teselli etti [88].
Burada şunu belirtmeliyiz ki, aleyhissalatü vesselamın yüreğinin titremesi, maruz kaldığı korkuya işaret etmektedir. Çünkü bir anda vahiyle karşılaşmıştı. Önceden böyle bir şey beklemiyordu. Nitekim ALLAH Teala şöyle buyuruyor: « (Ey Rasulüm), Kur'an'ın sana vahy olunacağını ummuyordun; ancak Rabbinden bir rahmet (olarak sana indirildi). O halde sakın kâfirlere yardımcı olma.» [89]. « (Ey Rasulüm). işte sana böyle emrimizden bir ruh (Kur'an) variyettik. (Halbuki daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz o kitabı bir nur yaptık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz; ve muhakkak ki sen doğru bir yola (İslama) çağırıyorsun.» [90]. Yüreğinin titremesinde, el ve ayaklarının soğumasına ve normal olarak bunun bir sonucu olan yüzünün sararmasına, dişlerinin titremesi gibi durumlara işaret yoktur. Aksine vücudunun harareti artıyor, yüzü kızarıyor ve kendisine bir ağırlık çöküyordu. Öyle ki bundan alnı tane tane ter döküyor ve bedeni ağırlaşıyordu. -Yukarıda gördüğümüz gibi- bacağı neredeyse yanındakinin bacağını kırıyordu. Hz. Hadi-ce'den bir örtü isteyerek «beni örtün» demesi, yatağa girip gördüğü o korkunç gaybî manzaranın ve karşılaştığı o ağır sözün etkisini atlatıp örtünün altında dinlenmekten başka bir şey değildi. Onun için ALLAH Tealâ vahyin kesilişinden sonra dine davet için silkinip kalkmasını emrederek şöyle buyuruyor: «Ey örtülere bürünen! Kalk ve korkut!». Daha sonra da şöyle buyuruyor: «Ey elbiselerine bürünüp yatan (peygamber)! (Namaz kılmak ve ibadet etmek için) gece kalk, ancak birazı müstesna.» Onun ilk defa vahyi alması, bundan sonra her vahiy alışı gibidir. Her defasında tam bir uyanıklık ve tam bir aksiyon içerisindedir. Sinirler her defasında tam yerindedir. Vahyin gelişi için ne zihnî bir hazırlık yapıyor ve ne de sinir nöbetleri geçiriyordu. Hastalık namına hiç bir işaret yoktu. [91].
Beiki de, Arapların «yalancı düşlerden» kasıtları delilik saçmalıklarıdır. Onun için Peygambere: «Öğretilmiş bir deli» [92] demişlerdir. Yine şöyle demişlerdir: «Size gönderilen elçi bir delidir.» ALLAH (c.c.) Peygamberini teselli ederek iftiralarına şöyle cevap verir: «Nun ve Kalem, bir de satıra yazı yazdıkları şeyler hakkı için, sen Rabbinin (Peygamberlik) nimeti ile bir deli değilsin.»
Uydurulan iftiralara yahut hayalî yalanlara gelince, Arapların kendilerinin Hz. Muhammed'in doğruluğu ve emanete riayeti hakkındaki şahadetleri bunu reddetmektedir. Müfterinin yalanı er-geç ortaya çıkar. Peygamber hangi konuda yalan söylemiştir? Gayb haberleri hususunda mı? Geçmişle ilgili habarlerde mi? Yoksa henüz kapalı bulunan gelecekle ilgili meselelerde mi? Acaba Arapların sınırlı kültürleri bu alanda yalancılarla doğruları biribirinden ayıracak güçte miydi?
Kur'an, ilk yaratılışın ortaya çıkışını ve kesin neticeyi tavsif ederek âhiret hayatının nimetleriyle acıklı azabını, cehennem kapılarının sayısını ve her kapıyla yükümlü olan meleklerin adedini açıklamış ve bütün bunları kendilerine kitap verilen, bu konularda malumatı bulunan Kitap Ehlinin gözleri önünde Araplara anlatarak şöyle buyurmuştur: «Biz o ateşin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik. Sayılarını da küfredenler için -başka değil- ancak bir fitne yaptık ki kendilerine kitap verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanları artsın.» [93] Okuma yazma bilmeyen putperest bir kavim arasında yetişen Muhammed gaybî konularda bu tafsilâtlı malûmatı nereden alabilirdi? Gökteki bir gezegenden, yoksa Sirius yıldızı veya Merihten mi?
Kendisine peygamberlik gelmeden önce aralarında yaşamadı mı? Yoksa şimdi mi sapıtıp azıttı? Onu Sadıku'l - Emin olarak isimlendirmemişler miydi?: «Yoksa, Peygamberlerini (doğruluk, emanet ve güzel ahlâkla) tanımadılar da, onun için mi inkâr ediyorlar?» [94]. Bununla birlikte hâlâ inanmıyorlarsa ALLAH Teâiâ'nın şu sözlerle onları azarlamasında şaşılacak bir durum var mı?: «De ki: 'Eğer ALLAH dileseydi, ben Kur'an'ı size okumazdım ve hiç bir suretle ALLAH onu size bildirmezdi. Bilirsiniz ki ben, içinizde' bundan önce (kırk yıl kadar) bir ömür durdum (okuyup yazdığım bir şey yoktur.) Artık Kur'an'ın kendi tarafımdan olmadığını (sırf ALLAH'ın vahyi bulunduğunu) düşünmez misiniz?»
Geçmiş milletlerle ilgili nice olay vardır ki, Kur'an onu en güzel şekilde dile getirmiş, Peygamberlerin ısmetiyle ilgili öneeki kitapların hataların! düzeltmiş ve bazı tarihî mugalataları reddererek onları çürütmüş, Hz. Muhammed'i o çağda ve olaylar içinde yaşamışcasına onlara şahit vegözlemci tutmuştur. Peygamberine Hz. Nuh'un kıssasını anlatarak şöyle buyurmaktadır: « (Ey Rasulüm), işte bunlar gayb haberlerindendir. Sana bunları gayb ile bildiriyoruz. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne kavmin... O halde sen de sabret. Şüphe'yok ki, kurtuluş, takva sahiplerinindir.» [95]. Hz. Musa'nın Medyen'deki haberlerinden bir çoğunu izah ederken: « (Ey Rasulürn), biz Musa'ya (Firavuna gitmesine dair) o emri vahyettjği-miz zaman sen Tur dağının yakasında değildin (orada bulunmuyordun.) Şahitlerden de değildin. Fakat biz, Musa'dan sonra birçok ümmetler yarattık da oniann üzerine ömür uzadı (her şey çöktü). Sen Medyen halkı içinde durmuş da ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Ancak biz seni Peygamber olarak gönderdik (ve bunları sana öğrettik).» [96] buyurmaktadır. Hz. Meryem'in oğlu İsa'yı doğurmasını ve Hz. Zeke-riyya'nın kendisine kefil oluşunu tavsif ederek şöyle buyurur: «İşte bu, Meryem, Zekeriyya ve Yahya (Aleyhisselâm) kıssaları, sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Ey Rasulüm, yoksa Meryem'i hangisi himayesine alacak diye, Tevrat yazdıkları kalemleriyle kur'a atarlarken sen onların yanlarında bulunmuyordun.» [97]. Hz. Yusuf ile kardeşlerinin kıssasını uzunca anlattıktan sonra da şöyle buyuruyor: «Ey Rasulüm, bu kıssa sana vahy ile bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Yoksa o Yusuf'un kardeşleri, işlerine karar verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.»[98].
Zatü'r - Rıka'da Peygamber (s.a.v.) bir ağacın altında uzanıp kılıcını ağaca asıyor. O sırada bir müşrik gelerek kılıcını sıyırıyor ve Peygambere şöyle sesleniyor: «Benden korkuyor musun?». Peygamber: «Hayır» diyor. Adam soruyor: «Seni benden kim koruyacak?». Peygamber: «ALLAH. Kılıcı nı at!» karşılığında bulunuyor. Adam çaresiz kılıcını yere atıyor.[99]. Bazı rivayetlerde, adamın hemen İslâmı kabul ettiği de nakledilmektedir.
O gayb haberlerini ya kafasından uyduruyordu veya tam inanç sahibiydi. Oysa insanlar Rasulüliah'ta ne kafadan uyduranların hayallerine ve ne de müfterilerin alâmetlerine şahid olmuşlardır. O halde o, inanan samimi biriydi.
Aneak Araplardan bir grup, bir insanın Peygambere Kur'an'ı öğretmiş olabileceği varsayımını ileri sürdü. Vahyin kaynağını Muhammed'in zatının dışında aradılar. Onlar okuma yazma bilmezlerdi. Onun için Peygamberin Kur'an'ı kendilerinden birinden öğrenmiş olacağını ileri sürmeye cüret edemediler. Cahilin kimseye birşey öğretemiyeceğini biliyorlardı. O halde Muhammed'in öğretmenini bulmalıydılar. O büyük öğretmen ve bu ilmin
nemli kaynağı kimdi? Olsa olsa, demircilikle uğraşan ve kılıç yapma işinde çalışan Hıristiyan Rum bir genç ona bu Kur'an'! öğretmişti (?!) Bu genç okuma-yazma bilmese de ökuma-yazma hakkında bir takım malumata sahipti. Olabilir ki Peygamber bazan gidip bu Rum gencin işini seyrediyordu. O ümmî Araplar için fırsat doğmuştu: öğreticisi bu gençti. «Ona bir beşer bu Kur'an'i öğretiyordu.» Kur'an için de fırsat doğmuştu. Bu saçmalıklarını reddetmenin ve ikna edici cevabı vermenin zamanı gelmişti artık: «... pey-gamber'e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır; bu Kur'an ise açık arabcadır.» [100].
İddialarının altında kaldılar. Muhammed'e tayin ettikleri öğretmenin kabul görmediğini anladılar. Bu defa da iddialarını meçhule yöneltmeyi tercih ettiler: «Şöyle dediler: '-Kur'an ayetleri, evvelkilerin masallarıdır. Onları (Muhammed A.S.) yazdırtmış da, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.» [101]. Böylece okuma yazma bilmeyen o cahil araplar kendilerinden sonra gelecek mülhid kültürlülere yolu açmış oldular. Onlar da, o Arapiann yolundan giderek Muhammed'e dinin gerçeklerini ve tarih felsefesini öğreteni tesbit etmeye koyuldular: Bunlardan kimine göre bu zat, Tevhid konusunda Aryos'un tabilerinden olan Bahîra ismindeki rahiptir. Muhammed'e Kur'an'i o imlâ ettirmiştir. Muhammed küçüklüğünde amcası Ebu Talib'le birlikte gittiği Şam bölgesinde Basra çarşısında kendisiyle karşılaşmıştı. Kimine göre de bu zat, hıristiyan bilginlerden ve Hadice'nin akrabalarından olan Varaka b. Nevfel'dir. İlk defa kendisine vahiy geldiğinde Mekke'de onunla karşılaşmıştı.
Rasulüîlah'ın, bu iki zattan birincisi olan Bahira'yla karşılaşması dokuz veya oniki yaşındayken ve bir defa vuku bulmuştur. Amcası Ebu Talib de bu karşılaşmada kendisiyle birlikte idi. Bu rahip amcasına: «Yeğeninin gelecekte önemii bir durumu olacaktır.» demişti. Mesele tamamen bundan ibarettir. Rasulüîlah'ın Varaka ile karşılaşması ise, Hira mağarasında olup biteni Hadice'ye anlatmasından sonra olmuştur. O zaman Hz. Ha-dice Onu alıp yaşlı ve âmâ olan Varaka'ya götürmüştü. Hz. Ha-dice Varaka'ya: «Amca oğlu, yeğeninin başından geçenleri dinle» demişti. Varaka da «Yeğen, ne gördün, anlat», diye Rasulüllah'a ne gördüğünü sormuş ve Rasuîülah da olup biteni kendisine anlatmıştı. O zaman Varaka: «Bu, ALLAH'ın Musa'ya gönderdiği vahiydir», karşılığını vermişti. Varaka bu oiaydan kısa bir zaman sonra da vefat etmiştir.[102]
Bu iki iddiayı da çürütmek için Rasulüîlah'ın bu iki zatla gizli olarak görüşmediğini belirtmemiz yeterlidir. Her iki defasında da yalnız değildi. Bahira ile karşılaşmasında amcası Ebu Taüb, Varaka ile karşılaşmasında da Hz. Hadice beraberindeydi. Kaldı ki bu iki karşılaşmada da, Peygamber, gaybî ve tarihî olaylardan ne kadarını öğrenebilirdi ki?
Bazı müsteşriklerin, Mekke'de birçok yahudî ve hıristiyanın bulunduğu hususundaki mübalağalarını reddetmek için kendimizi yormamıza gerek yoktur. Aralarında insaf sahibi bazı zevat onlara bu hususta yeterli cevabı vermişler ve Rasulüllahın ve yahudi bilginlerle ve ne de hiristiyan rahiplerle ilgisi sabit olmadıkça böyle şeyler ileri sürmenin ahmaklık ve cahaletin tâ kendisi olduğunu ifade etmişlerdir.
Bu iddialar içerisinde en basiti ise, yaz ve kış aylarında Mekke'ye gelen tüccarların, geçmiş milletlerle ilgili kıssaları Peygambere öğretmiş olacakları iddiasıdır. Arap tüccarların yahudî veya hıristiyanlarla oturup kalktıkları ve onların meclislerinde bulunduklarına dair elimizde hiç bir belge yoktur. [103] Hz. Muhammed'in kendisi de sadece iki defa Şam'a gitmiştir ki bunlardan birincisinde yukarıda da anlattığımız gibi çocukluğunda amcasıyla birlikte olmuş, ikincisinde ise gençliğinde Hz. Hadice'nin ticaret kervanını götürmüştü ve beraberinde Hz. Hadice'nin kölesi Meysere bulunuyordu. Peygamber (s.a.v.) kısa süren bu iki yolculuğunda Basra'dan öteye gitmemiştir. Bu büyük akıl sahipleri (??) neye dayanarak konuşuyorlar? Neden bu iftiraları uyduruyorlar?
Mesele apaçık ortadadır. Artık Kur'an elbette bu isabetsiz hayallerle alay ederek kesin bir dille onları çürütecektir: «Bu Kur'an ALLAH'ındır, O'n-dan başkasına nisbet edilemez. Ancak o, önündekini (daha önce indirilen kitapları) tasdik edici ve kitabın hükümlerini açıklayıcı âlemlerin Rabbin-den indirilmiştir; bunda hiç şüphe yoktur.» [104].
Şairin hayalleri yahut edibin ilhamları meselesine gelince, bazı Araplar, Kur'an'm hayallerini gözeten eanlı tablolar ortaya koymasına, üstün örnekler vermesine lafızlarının çok şey anlatmasına ve kalbe su serper :asılalarıyla tatlı ahengine bakarak bu iddiada bulunmuşlar ve şöyle denişler: «O bir şairdir, biz onun, zmanın getireceği musibetlere uğrama-ıını gözetliyoruz.» Hiç şüphesiz aralarında fesahat sahibi olan kimseler, Cur'an'da şiir diye bir şeyin bulunmadığını, üslûbun daima en üstün oldu-junu, beşer sözü olmadığını biliyorlardı. Öyle ki aralarından biri şöyle denişti: «Onun bir tatlılığı ve hoşluğu vardır. Üstü bereketli ve altı bol mey-elidir. O, bir beşer sözü değildir.» Ancak Kur'an'ı Kerim daima onlara leydan okumuştur. Kendisine benzer getirmeleri için İsrarda bulunmuştur, lihayet bu meydan okumasının karşısında hezimete uğradılar. Kavrulan iğerlerine su serpmek için «O şairdir, o, apaçık bir sihirdir.» demekten aşka bir yol bulamadılar.
Kur'an, önce benzerini getirmeleri için onlara meydan okudu. O, bütünüyle ALLAH kelâmıdır. ALLAH'dan daha doğru sözlü kim vardır? et-Tûr suresinde oniara şöyle dedi: «Yoksa, o Kur'an'ı kendisi mi uydurup söyledi diyorlar? Hayır, (iş dedikleri gibi değil, sırf inad ve inkârlarından dolayı) iman etmezler. Haydi Kur'an gibi bir söz getirsinler, eğer doğru söyliyen-ler iseler..» [105]. Sonra, hiç bir hususta gerçeğe ters düşmeyen Kur'an'ın tamamına benzer getirmeleri şeklindeki meydan okumanın miktarını azalttı, benzer on sure getirmelerini istedi. İftira mahsulü ve asılslız şeyler olsalar bile... Hûd Suresinde şöyle buyurur: «Yoksa, Kur'an'ı kendisi uydurdu mu, diyor müşrikler? O halde şöyle de: 'Haydin, onun gibi uydurma on sure getirin ve bunun için, ALLAH'dan başka gücünüzün yettiğini de çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız, bunu yaparsınız. Yok eğer yardıma çağırdığınız kimseler size (ey müşrikler) cevap veremedilerse, artık bilin ki, Kur'an ancak ALLAH'ın ilmi ile indirilmiştir. Ve ondan başka ilâh yoktur. Artık müslü-man oluyor musunuz?' » [106]. İftira mahsulü on sure getirmekte bile âciz kald.'klarında miktarı daha da azalttı ve benzer bir sure getirmelerini istedi. e!-Bakara Suresinde şöyle buyurmaktadır: «Eğer kulumuza Hz. Muham-med (A.S.)'a indirdiğimiz Kur'andan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden (fesahat ve belagatta ona eş) bir sure getirin ve ALLAH'dan başka şahidlerinizi (putlarınızı, şâir ve âlimlerinizi) de yardıma çağırın; şayet (bu, beşer kelâmıdır) sözünde sadık (doğru söyliyen) kimseler iseniz... Bunu yapamazsanız (bir. sure bile getiremezseniz) ki hiç bir zaman yapamıyacaksınız- artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş kâfirler) için hazırlanmıştır.» [107]. Nihayet Kur'an surelerinden birine benzer getirmekten de âciz kaldılar. Oysa onlar fesahat ve belagat sahibi bir millet idiler. O zaman Kur'an sesini ufuklarda çınlatarak tam bir güven ve inanç içinde dünya milletlerinin tamamına seslenerek meydan okudu: «Ey Rasulüm, de ki: 'Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın benzerini getirmek üzere toplansalar, biribirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.» [108]
O halde Kur'an'ı Kerim daha Mekke döneminde hukukla ilgili âyetlerle gaybî haberler ve kâinat, hayat ve insanla ilgili küllî bakışını ihtiva eden sözler gelmezden önce mûciz ve büyüleyici üslubuyla Arabların kalblerini etkilemiştir. Şayet Kur'ânî vahyin çağdaşları bizden bazılarının imkânları dahilinde olan Kur'an'ın ilmî ve felsefî yönüne de muttalî olma imkânları olsaydı ve tarihî hakîkatlar hakkında bir hükme varacak imkânı sağlayan kültüre sahib bulunsaydılar, bütün insaf sahipleri gibi zamanın, Kur'an'dan birşey eksiltmekten âciz kaldığını idrak eder ve müsbet ilimlerin, ALLAH'ın âyetlerinin İnkişafı hizmetinde ofduklarını görürlerdi. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: «İleride biz o Mekke halkına, hem yeryüzü etrafında, hem bizzat nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle göstereceğiz ki, nihayet Peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?» [109].
İmdi, mûciz vahiy vakıasını, Kur'an'in İnandırıcı üslûbuna benzer bir üs!ûb ile izah etmeyi tercih ettik; meseleye psikolojik açıdan girip bu zaviyeden Yaratıcının zatı ile yaratılanın şahsiyeti ve Yaratıcının sanatı ile yaratılmışın işi arasındaki büyük farkı incefedik. Kapalı ifadelerden ve sonuçsuz münakaşalardan sakındık. Yüce gaybî hakîkatlarla, insanların tanık olduğu hipnotizma, bandlard sesi kaydetme, telefon yahut teleks yoluyla onları nakletme veya yayma gibi hususlarla uzaktan yakından bir ilişkisinin bulunmadığını izah etmeye çalıştık. Öyle sanıyoruz ki, bu tür şeylerle vahyi izah etmenin bir faydası olmadığı gibi, bu, iman yolu da değildir. Böylece arzu ettiğimiz neticeye vardığımıza kaniiz. Zannediyoruz okuyucu da bizimle birlikte Rasuiüllah'ın vahyi bütün duygularıyla ve tam bir uyanıklıkla ALLAH'ın kulu ve elçisi olduğunu kavradığını idrak etmiştir. [110]
[86] el-Enbiya': 5. Bk. en-Nebeu'l-Azîm, 69.
[87] en-Necm: 11—12.
[88] Sahih'ul-Buharî, Bed'u'l-Vahiy, 1/7.
[89] el-Kasas: 86
[90] eş-Şûrâ: 52.
[91] Bk. en-Nebeu'l-Azîm, s. 71-72.
[92] ed-Duhân: 14.
[93] el-Muddessir: 31.
[94] el-Mu'minûn: 69.
[95] Hûd: 49.
[96] e!-Kasas: 44-45.
[97] Âl-i Imrân: 44
[98] Yusuf: 102.
[99] Sahihu Müslim, 44/15. Hadis, Câbir'den rivayet edilmiştir.
[100] en-Nahl: 103.
[101] el-Furkân: 5,
[102] Buhari,Bed’ul_ Vahy,1/7
[103] el-Vahyu'l-Muhammedî, 1/7
[104] Yunus: 37.
[105] el-Tûr: 33-34.
[106] Hûd: 13,
[107] el-Bakara: 23.
[108] El-isra:88.
[109] Fussılet: 53.
[110] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 19-40.