- Uzlaşmanın sağlanması ve hudeybiye anlaşması

Adsense kodları


Uzlaşmanın sağlanması ve hudeybiye anlaşması

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Sat 15 January 2011, 08:22 am GMT +0200
Uzlaşma Ortamının Sağlanması ve Hudeybiye Anlaşması


409. Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasındaki ufak çaplı çatışmalar da “savaş” olarak ele alınacak olursa, Resulullah (AS)’ın özellikle askerî gücünün günden güne artmasıyla birlikte, insan kanının boş yere akıtılmasını önlemek için giderek artan bir çaba gösterdiğine tanık oluruz. Aşağıdaki tablo, onun uygulamış olduğu politikanın ne denli başarılı olduğunu gösterecektir:

Hicri                                     Yapılan       Düşman          Ölü                İslâm        Şehid

Yıl           Savaş                    Kuvveti         Sayısı   Kuvveti               Sayısı

2      Kurz’ların Medine baskını        -                 0              0                      0

2      Nahle misillemesi               4 (?)                 1              9                      0

2      Bedir                                  950               70          313                    14

2      Ebû Sufyân’ın Medine baskını 200              0              0                      2

3      Karade misillemesi                  ?                 0          100                      0

3      Uhud                                3000               22          700                    70

5      Benû Musta’lik Seferi    200 (?)                 1      30 (?)                      1

5      Hendek                          12000                 8        3000                      6

 

410. Her iki taraftan katılan savaşçı sayısı göz önüne alındığında, Hendek Savaşı en önemlisi idi. Fakat ölü sayısının Müslüman tarafından 6 ve düşman tarafından 8 oluşu, tarafların, savaşın seyrini kendi lehlerine çevirme yönünde fazla çaba harcamadıklarını göstermektedir. Askerî bakımdan Mekkeliler fazla etkili olamayarak çekilmişler, ama Kuzeyde (Suriye, Mısır ve hatta Irak’ta) bulunan ticaret merkezleriyle bağlarının kopması kesinlikle ekonomik durumlarının zayıflamasına yol açmıştı. Ayrıca, o yıl kendilerini bir kıtlık bekliyordu (H. 5).

411. Müslümanlar için de durum pek iç açıcı değildi: Güneyde sürekli düşmanca niyetler besleyen bir Mekke, İslam Devleti’nin ve yepyeni İslam dininin sükûnetini tehdit etmekteydi. Kuzeyde yegâne meslek ve uğraşları yağmacılık olan Gatafân ve Fezâre kabileleri, ilk haince girişimleri Hendek Savaşı’nda boşa çıkarılan ama Medine’nin geleceği bakımından hiç de güven vaat etmeyen Hayberli Yahudilerle güç birliği içine girmişlerdi. Büyük İslam hukukçusu Sarahsî, o sıralarda bir takım tehlikeli oyunların döndüğünü şu cümlelerle dile getirmektedir:

        “Mekke ve Hayber ahalileri arasında bir anlaşma yapılmıştı: buna göre, Resulullah bu iki taraftan biri üzerine yürüyecek olursa, diğeri Medine’ye saldırıp işgal edecekti. Bu nedenle, Resulullah (AS), Hayber’e karşı bir sefer düzenlemesi durumunda Mekkelilerin tarafsızlığını sağlamak için onlarla bir anlaşma imzaladı.”443

412. Her iki düşmandan da kurtulmak gerekiyordu, ama İslam Devleti o sıralarda hem Mekke’ye hem de Hayber’e aynı anda sefer düzenleyecek kadar güçlü değildi. Sağduyu bu iki düşmandan biri ile barış yapılmasını gerektiriyordu, ama bir tercih yapmak hiç de kolay değildi. Mekke ve Hayber arasındaki dostluk bağları o denli sıkı idi ki, bu bağların gevşetilip aralarının açılması pek kolay olmayacaktı, ama denemek gerekiyordu.

413. Gatafân ve Fezâre kabileleri hiçbir vicdan endişesi ve prensip tanımayan haydut ve eşkıya sürülerinden meydana geliyordu. Hayberlilerin parayla tuttukları askerler de Hendek Savaşı sırasında kendilerini Müslümanlara satmaya hazır durumda idiler. Sonuç olarak bu Bedevîlere kesinlikle güvenilemezdi.

414. Hayber’e gelince: Bu bölgede, kültür ve ırkî özellikler bakımından Araplardan çok farklı olan Yahudiler bulunmaktaydı. Kısa bir süre önce Medine’den sürülüp çıkarılan Benû Nadîrler burada yönetici sınıfını oluşturuyordu. Daha önce Medine’de sahip oldukları haklar kendilerine iade edilmediği sürece bunların tatmin edilmesi imkânsızdı. Pek öyle birkaç hediye ile gönülleri kazanılmayacak kadar da zengindiler. Kur’an’ın tanıklığına göre,444 o zamanki Yahudiler müşriklerle yaptıkları anlaşmalarla kendilerini bağlı saymıyorlardı. Ticarette yetenekli olmakla birlikte savaşçı değillerdi. Ne de olsa içinde bulundukları varlıklı durum, kendilerine saldırılmasını cazip hale getirebilirdi.

415. Mekke’nin ise birçok bakımdan değerlendirilmesi gerekiyordu: Resulullah (AS) ve çok sayıda Müslüman yönetici aslen Mekke’liydi; Ayrıca İslam, günlük vakit namazları ve Hac görevi dolayısıyla Mekke’deki Ka’be’yi dinî merkez olarak seçmişti. Kan akrabalıkları göz önünde bulundurulmasa bile, Mekke ile yapılacak bir uzlaşma, İslam Devleti’nin geleceği bakımından bu şehri tahrip ve yok etmekten daha çok tercih edilebilir görünüyordu. Zira bu şehir, sadece saygı ve hürmet gösterilen Ka’be burada olduğu için değil, aynı zamanda ilerde değineceğimiz ekonomik ilişkileri yüzünden de, tüm Arabistan’da büyük bir saygınlığa sahipti. Kültürel bakımdan Arabistan’ın diğer çoğu bölgesinden daha ileri ve gelişmiş durumda idi; ve bir takım göçebe insanların oluşturduğu bir yer olmaktan öte, çok iyi örgütlenmiş bir Şehir-Devlet idi. Mekkelilere göre verilen söz pek büyük bir değer taşırdı. Onların bu konudaki kararlılıkları ünlüydü ve bir takım bireysel kazançlarını toplumun ortak çıkarları uğruna tahsis edip harcayacak kadar gelişmiş idiler. Onlar arasında seyahat ve hatta macera zevkine düşkünlük, edebî ve entelektüel yeteneklere sahip olma, hemen örgütlenmeye elverişlilik gibi özelliklere de rastlanmaktadır. Bu nedenle, Hendek Savaşı’ndan sonra Müslümanlarla bir barış anlaşması yapmayı arzu ettiklerini söyleyebiliriz. Çünkü bir yandan kervan ticareti ile ilgili ilişkilerin kopması, öte yandan Medine ile tutuştukları yıpratma savaşı, üzerlerinde büyük bir baskı oluşturmaktaydı. Dolayısıyla, en azından görünüşü kurtaracak onurlu bir anlaşma onlar tarafından da kabul edilebilir görünüyordu. Ve o yıl kıtlık ve açlık Mekke’yi tehdit etmekteydi.445 Suriye-Mısır ve Irak’a giden ticaret yolları esasen kesikti. Necd bölgesindeki Yemâme, Arabistan’ın tahıl ambarı idi446 ve işte tam o sıralarda, bölgenin önde gelen başkanlarından Sümâme ibn Usâl İslâm’ı kabul etmiş ve Mekke’ye yapılacak her türlü tahıl ürünü ihracını yasaklamıştı. Bu, yiyecek durumunun ciddi bir hal almasına yol açtı. Bazı Mekkeliler Resulullah (AS)’a, hem kendisinin cömertliğini hem de aralarındaki akrabalık ilişkilerini hatırlatan bir haber gönderip, bu yasakların kaldırılmasını rica ettiler. Muhammed (AS) de bu ricayı derhal kabul etti447 ve ayrıca 500 dinar (altın para) gibi önemli bir meblağı Mekke’nin yoksullarına dağıtılmak üzere gönderdi. Bu durum karşısında Ebû Sufyân şöyle homurdandı:

        “Muhammed böylece gençlerimizi yoldan çıkarmak istiyor.”448

        Eski hemşehrilerinin ruh halini bilen Muhammed (AS), Ebû Sufyân’a önemli miktarda Medine hurması gönderip, bunları Mekke’nin ihraç ürünü olan ve Ebû Sufyân’ın depolarında çürümeye terkedilen derilerle449 takas etmeyi önerdi. Zaten Ebû Sufyân’ın da istediği, açlık döneminde bu derileri yiyecek karşılığında takas etmekti. Mümkün ve muhtemeldir ki, yumuşama sürecini başlatır düşüncesiyle, Resulullah (AS) kendisine, bir ticaret kervanının başında olduğu halde, büyük bir sükûnet ve emniyet içerisinde İslam topraklarından geçerek Suriye-Filistin yönüne gitmesine izin vermişti. Buna kanıt olarak, Hudeybiye Anlaşması sırasında Ebû Sufyân’ın Mekke’de olmamasını, ve anlaşmayı “Mekkeliler adına” Suheyl ibn ‘Amr’ın imzalamış olduğunu gösterebiliriz (bk. Sarahsî, Mebsût, 30/169). Uzlaşma çabalarını doruk noktasına ulaştıran Resulullah (AS), tam o sıralarda, Ebû Sufyân’ın Habeşistan’a hicret etmiş olan ve kocası orada öldüğü için dul kalan kızı ile evlendi; gıyabî nikâh Habeş kralı Necâşî tarafından kıyıldı ve Umm Habîbe kısa bir süre sonra Medine’ye döndü.450

416. İbn Habîb451, tüm bu uzlaşma çabalarının yansıması olarak şu ayeti gösterir:

        “Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında bir dostluk meydana getirir.”452

        Resulullah (AS) daha sonra barışı tesis için girişimlerine başladı: Önce herkesin önünde Mekke’ye Hac için gitmek niyetinde olduğunu ilan edip, Mekke’ye gizli görevliler göndererek oradakilerin bu habere olan tepkisi hakkında bilgi almaya çalıştı.453 Bir yandan İslam’ın mabetlerine böyle bir onur ve saygınlık vermesi Mekkelilerin gönüllerini okşarken, bu beklenmedik “turist trafiği” akımı da aslında Mekke halkının hoşuna gitmişti. Bununla birlikte Müslümanlar karşı taraftan hemen bir hoş karşılanma beklemiyorlardı ve Muhammed (AS), kötü niyetli bazı kuşkuları gidermek için Haram Aylar dönemini tercih etti.

417. Hendek Savaşı sırasında Müslümanlar 3000 kişi idiler; İbn İshâk, düzenlenen bu Hac yolculuğuna katılanların tahminen 700 kişi kadar olduğunu söyler. Câbir’in454 anlatımındaki 1400 rakamı uzak bölgelerden gelen Bedevileri de kapsar görünüyor. Bu durumda, her ihtimale karşı savunma amacıyla Medine’de önemli bir askerî birlik bırakılmış olsa gerektir. Resulullah (AS) gerçekten hiçbir savaş niyeti taşımadığını göstermek için Medine’den silahsız olarak ayrılmıştı; ama yolda, Şurâ’nın da tavsiyesi üzerine,455 mühürlü kilit altında tuttuğu resmi silah teçhizatını getirtti. Böyle yapmakta hiç de haksız değildi. Çünkü yolda iken kendilerine Mekkelilerin seferberlik halinde olduğu ve Mekkelilerin müttefiki olan Ehâbişler arasında bir karışıklık çıktığı haberi geldi.456 Buhârî’de yer alan bir hadise göre,457 Resulullah (AS), Müslümanlar tarafından hiç tahrik edilmedikleri halde göstermiş oldukları bu düşmanca tavırdan dolayı Ehâbişlerin cezalandırılıp cezalandırılmaması konusunu görüşmek üzere Danışma Meclisi’ni (Şûrâ) toplamış ve sonunda Ebû Bekir’in görüşü baskın gelmiştir. Buna göre, kimseye karşı bir saldırıda bulunulmayacak ve gerektiğinde sadece savunma ile yetinilecekti. Mekke’deki karışıklık çok büyük boyutta olsa gerekti. Çünkü, kutsal Hac görevi için gelmiş olan Müslümanları ne kabul edebiliyor ne de onlara karşı çıkıyorlardı. Bunun üzerine Mekkeliler, Şehir-Devletlerinin sınırında bulunan, Cidde yolu üzerinde, Mekke’nin 15 km. batısındaki Hudeybiye’de toplandılar. Burası Mekke’ye giden yolu yüksek dağlarla koruyan, stratejik öneme sahip bir dar geçitti. Müslümanlar da buraya gelerek mola verdiler ve hemen diplomatik görüşmelere geçildi.

418. O dönemde Bizans ve İran arasında neredeyse yüzyıldır süren savaş, Herakliyus’un İranlılara karşı Ninova’da parlak bir zafer kazanmasıyla sona ermişti. Sümâme ibn Usâl’in İslam’a geçmesiyle Yemâme bölgesi de artık İslam’a katılmış ve böylece İran’ın, yani bu ülkenin Doğu Arabistan’daki sömürgelerinin komşusu haline gelmişti. İranlıların elinde bulunan bu topraklarda yaşayan Arapların kurtarılması için zaman çok elverişli olup, Mekke ile yapılacak bir barış anlaşması her zamankinden daha çok arzu edilmekteydi. Belki Mekkeliler o sırada bunun farkında değillerdi ama, Resulullah (AS) ne pahasına olursa olsun Mekke’ye bir barış anlaşması imzalamak için gelmişti. İbn Hişâm,458 durumu Resulullah (AS)’ın şu sözleriyle bize naklediyor:

        “Kureyşliler benden sadaka olarak ne isterlerse istesinler bugün onu kendilerine vereceğim.”

        Bu anlaşma aynı zamanda İslam için bir tehdit olan Mekke ile Hayber arasındaki ittifaka da bir son vermiş oluyordu

419. Peygamber Muhammed (AS)’ın, aşağıda yinelenen şu tehditlere karşın soğukkanlılığını korumasına şaşırmayalım: Mekkeliler önce İslam ordusunu yıpratmak için 40-50 kişilik bir birlik gönderdiler; Bunlar esir alınarak Resulullah (AS)’ın huzuruna çıkarıldılar. O ise, Müslüman karargâhına taş ve ok atmalarına rağmen,459 bunları bağışlayıp serbest bıraktı. Yine, Mekkeli heyetler art arda gelerek, Müslümanların bu sefere çıkış gayeleri hakkında bilgi almak istemişlerdi. Ama bu heyetler bir barış görüşmesi yapmakla yetkili kılınmış görünmüyorlardı; Resulullah (AS) de Mekke’ye bir heyet göndermeye karar vererek, bu işi için akrabaları Kureyş’in müttefiki olan Huzâ’a kabilesinden Hıraş ibn Umeyye’yi seçti. Ebû Cehil’in oğlu İkrime onun bindiği devenin mafsallarını kesti ve bu hareketiyle bir cinayet girişiminden öte, adalete karşı bir suç işlemiş oldu.460 Resulullah (AS), görüşme girişimini tekrarladı. Bunun için, İslam’dan önceki Mekke oligarşisinde kalıtım yoluyla elçilik görevini elinde bulunduran Ömer’i göndermek istediyse de, onun kabul etmemesi üzerine, Ebû Sufyân’la akrabalığını göz önünde bulundurarak Osman’ı görevlendirdi. Ancak bu sırada Mekke’deki kargaşa hali devam ediyordu: Ebû Sufyân Suriye yolculuğuna çıkmış, diğer başkanlar ise ne yapacaklarını bilmez durumda idiler. Resulullah (AS)’ın elçisi Osman Mekke’de hapse atılmıştı ve haber İslam ordugâhına onun öldürüldüğü şeklinde ulaştı.

420. Büyük bir üzüntüye kapılan Resulullah (AS), bugün yerinde o olayın anısına Şumeysî (ya da Hudeybiye) adlı güzel bir mescidin inşa edilmiş olduğu bir ağacın altına çökerek, sahabelerinin her birinden gerekirse ölünceye kadar dövüşeceklerine dair söz aldı. Mekkeliler durumun ciddiyetini çabucak kavrayarak, bu kez Muhammed (AS) ile barış görüşmelerini başlatmak üzere, Suheyl ibn ‘Amr başkanlığında kuvvetli bir heyet gönderdiler. Kuşkusuz, görüşmelerden önce heyetin ilk işi, Osman’ın öldürülmediğine dair güvence vermek oldu. Mekkeliler şu noktalar üzerinde duruyorlardı:

1. Müslümanlar, Ka’be’yi ziyaret etmeksizin derhal Medine’ye dönecekler, ancak onlara ertesi yıl Hac için üç günlük bir izin verilecektir.

2. Mekke’ye iltica eden hiç bir Medineli Müslüman iade edilmeyecek, fakat Muhammed, kendisine sığınan her Mekkeliyi, bu Mekkelinin velisinin (köleler için sahibi ya da aile reisi) isteği üzerine geri göndermek zorunda olacaktır.

3. Anlaşmaya katılan iki tarafın müttefiklerini de kapsayacak şekilde, iki topluluk arasında on yıllık bir barış anlaşması yürürlüğe konulacaktır. Bu barış anlaşmasıyla, taraflardan her birinin arazisi, karşı taraftan gelecek olan (kervan)ların barış amaçlı geçişlerine açılacaktır. Bu anlaşma ile taraflar, üçüncü bir tarafla savaş yapılması halinde tarafsız kalınacağını zımnen kabul ederler.

421. Resulullah (AS) bütün bu şartları kabul etti. Bu ilkelerin açık ve net ifadelerle kaleme alınması sırasında da bazı güçlüklerle karşılaşıldı: Mekkeliler, mantıksal bir nedene dayanarak, “Muhammed Resulullah” (Allah’ın Elçisi Muhammed) ifadesinin “Abdullah’ın oğlu Muhammed” şeklinde değiştirilmesini istiyorlardı. Onların tamamen olmasa da belki birinciden daha az mantıklı bir istekleri de, metnin Resulullah (AS)’ın kullandığı “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarım” ifadesiyle değil de alışılagelmiş “Allahım! Senin adınla başlarım” şeklinde başlamasıydı. Fakat Muhammed (AS) tüm bunlara razı oldu. Tarafsızlıkla ilgili madde ise anlaşmaya herhalde Resulullah (AS) tarafından koydurulmuştu.

422. Hac görevinin yerine getirilmeden dönülmesi, sığınmacıların tek taraflı olarak iâdesi, peygamberlerinin kutsal unvanının anlaşma metninden çıkarılışı gibi karşı tarafa tanınan her imtiyaz, askerî bakımdan güçlü olduklarını düşünen Müslümanların ağırına gitmiş gibiydi. Ömer gibi önemli bir şahsiyet bile, görünüşte korkaklık ifadesi taşıyan anlaşma maddeleri karşısında hoşnutsuzluğunu gizleyememiş ve (daha sonra kendisinin de bunu nasıl yaptığına hayret ettiği gibi), Peygamber Muhammed (AS)’ın huzuruna çıkıp şu soruları sorma cüretini göstermişti:

        “Bizler doğru yoldayız ve müşrikler de yanlış yolda değiller mi? O halde dinimiz uğrunda bu aşağılanmayı niçin kabul edelim?” (Bk. Buhârî, 65/48/5/4).

        Fakat sahabeleri arasındaki disiplin öyle yüksek bir düzeye erişmişti ki, Resulullah (AS) kendilerine, Allah’ın kendisine böyle davranmasını emrettiğini söyledikten sonra, bir daha kimsede tek bir söz bile söyleme cesareti kalmadı. O sırada Kur’an’ın Fetih Sûresi zihinleri iyice bulandırmış olsa gerektir. Zira bu ayette, düşman karşısındaki bu “geri dönüş ve başarısızlığı”, “açık bir zafer” ve “göz kamaştırıcı bir başarı”461 olarak nitelendirmiştir. Aksine, bu durum düşman taraf için bir zafer değil miydi? Hayır; Resulullah (AS) haklıydı. İşte nedeni:

423. Anlaşıldığına göre Muhammed (AS), bu seferi esas olarak Hayber’e karşı askerî bir harekât düzenlenmesi halinde Mekkelilerin tarafsızlığını sağlamak amacıyla düzenlemişti. Bu amaca ulaşmak için de her türlü siyasal ödüne hazırdı, ama bunu sahabesine bile açıklayamazdı, zira en küçük bir tedbirsizlik düşmanı kararından caydırabilirdi. Hayberli Yahudileri de zamanından önce uyandırmamak gerekiyordu. Bu nedenle, tarafsızlık maddesi anlaşma metnine öyle ustalıklı bir üslupla sokulmuştu ki Mekkelilerin bu işin doğuracağı sonuçları kavramasına imkân yoktu.

        “Her birimizin göğüsleri (her türlü kötü maksat ve niyetlere) kapalı olacak; Mekke’ye kılıç ve yay gibi silahlar kılıfları içinde olduğu halde girilecek ve hiçbir surette bu anlaşmaya ihanet edilmeyecektir.”

        Anlaşma metnindeki bu “ayrıcalıkları” çözümlemeye çalışalım: Hac görevini tamamlamadan geri dönmenin hiçbir önemi yoktu, zira Kur’an sadece buna yol bulanlara Haccı farz kılıyordu. Oysa yolların düşman tarafından kesilmiş olması, Müslümanların bu konudaki her türlü dini görevi yerine getirme yükümlülüğünü kaldırıyordu. Sığınmacıların tek taraflı olarak iâdesine gelince, Resulullah (AS) bu konuyla ilgili olarak bizzat şu açıklamayı yaptı:

        “İçimizden birinin kalkıp da Mekke’ye sığınmasını ancak bir dinden çıkma (irtidat) olarak görürüz ve bizim böylesi hainlere ihtiyacımız yoktur; Buna karşılık, Mekkeliler arasından gelip bize katılan biri, kuşkusuz İslam’a yeni girmiş biri olacaktır. Böyle bir kimse ise müşriklerden görebileceği eza ve işkencelerden dolayı Allah katında ödüllendirilecektir.”

        Öte yandan, bu tür zulme uğrayan kimselerin İslam’ın lehine casusluk faaliyetlerinde bulunan gerçek bir “beşinci kol” oluşturacağını söylemeye gerek yoktur ve bunun sonuçlarını az sonra göreceğiz. Barış anlaşmasının on yıl süreli olmasına gelince, Müslümanlar bunu birçok nedenden dolayı istiyorlardı: Kuvvetlerinin diğer düşmanlara karşı serbest kalması için bir düşmanın tarafsızlığını sağlama yöntemlerinden birisi de bu idi; Mekkeliler ve Medineliler arasında sık sık barışçı amaçlarla yapılan görüşmeler, İslam aleyhindeki birçok yanlış anlama ve önyargının ortadan kalkmasını sağlayacaktı; Mekke’ye ait ticaret kervanlarının İslam topraklarından geçmeye başlaması Müslümanların ticarî faaliyetlerine de canlılık getirecekti. “Allahım! Senin adınla başlarım” şeklinde kararlaştırılan cümlenin ise şirk ya da putperestlikle bir ilgisi yoktu. Mekkelilerin bu konudaki ısrarı çocukça bir yaklaşımdı. Geriye “Allah Resulü Muhammed” tamlaması kalıyor ki, bunun karşı tarafça reddi, var olan gerçekleri ve fiilî durumu değiştirecek nitelikte değildi. Bu öneriyi kabul etmekle, hiçbir zaman Muhammed’in Allah’ın elçisi olmadığı kabul edilmiş olunmuyordu; Bu sıfat olmaksızın onun adının anılması İslam’ın leh ya da aleyhine bir duruma yol açmıyordu. Hatta Mekkeli temsilcinin şu itirazı oldukça mantıklı idi:

        “Eğer biz senin Allah’ın Elçisi olduğunu kabul ve tasdik etmiş olsaydık seni (Mekke’ye girmekten) alıkoymazdık.”

424. Böylece Hayber’i kuvvet ve kudret sahibi dostlarından ayıran bu anlaşma, bir “yenilgi ve başarısızlık” olmanın ötesinde, tam tersine gerçek bir diplomatik şaheser, “apaçık bir zafer” ve “göz kamaştırıcı bir başarı” olmuştu.

425. Eli kolu tamamen serbest kalarak Medine’ye dönen Resulullah (AS), üç hafta içinde Hayber sorununu kesinlikle halletti. Bu arada Arabistan’daki İran sömürgeleri ile temasa geçti. Birkaç hafta sonra ise Bahreyn (bugünkü el-Ahsâ = el-Hasâ’) bölgesi Sasanî egemenliğinden ayrılarak İslam’la birleşmiştir. O sırada Muhammed (AS)’ın egemenlik alanı ancak birkaç bin kilometre karelik bir alanı kapsıyordu. Dört yıl sonra vefat ettiğinde ise, İslam Devleti 3 milyon kilometre karelik bütün bir Arap Yarımadasının yanı sıra, Güney Filistin’in Ayle, Cerba’ ve Ma’ân’ın ötesindeki Ezruh gibi bazı bölgelerinde ve Güney Irak’ta yayılmış bulunuyordu. Böylece İslam, aynı devlet başkanının idaresi altında bir Akdeniz ülkesi haline gelmiş oldu.

426. Hudeybiye Antlaşması’ndaki bir maddeye göre “başka herhangi bir kabile, asıl tarafların sahip olduğu hak ve yükümlülükleri kabul etmeleri koşuluyla bu anlaşmaya katılabileceklerdi.”462 Tarihçilerin bildirdiğine göre, Benû Bekr topluluğu (Ehâbişler) Kureyşlilerin yanına geçerken, Huzâ’alılar Müslümanlarla ittifak yapmışlardır.

427. Bu anlaşmanın metni iki nüsha halinde hazırlanmıştı. Örfe göre, sadece görüşmelere katılan iki temsilcinin (bir taraftan Resulullah, öte taraftan Süheyl ibn Amr) yanı sıra, her iki taraftan da ileri gelen çok sayıda seçkin kimse, bu anlaşmayı şahit olarak tasdik ettiler. Her iki taraf da mühürlü iki nüshadan birini kendi yanına aldı.463

428. Resulullah (AS), Mekkeli temsilcileri kendi karargâhında tuttu ve Mekke’de hapis tutulan elçisi Osman serbest bırakılıp geri dönmeden onların gitmesine izin vermedi.464 Anlaşmanın Müslüman tanıkları arasında, Mekkelilerin tam yetkili temsilcisi Suheyl’in oğullarından birinin bulunduğunu da belirtelim. Görüşmeler devam ederken, Suheyl’in Müslüman olduğu için Mekke’de hapiste tuttuğu bir başka oğlu465 kapatıldığı yerden kaçarak Resulullah (AS)’ın huzuruna gelmiş ve kendisinden sığınma hakkı (emân) istemişti. Suheyl, oğlunun geri verilmesi, aksi takdirde anlaşmanın bozulacağı haberini gönderdi. Bunun üzerine genç adam ağlamaya ve Müslümanların yanında babasının kendisine yapmış olduğu eziyet ve işkencelerden yakınmaya başladı. Her iki tarafın genel çıkarlarını göz önünde bulunduran Resulullah (AS), gönlü elvermediği halde, sığınmacının geri verilmesini emretti.466 Bu arada iki genç kadın da Müslüman karargâhına sığındılar. Ama bu kez Resulullah (AS), anlaşmanın sığınmacılarla ilgili maddesinin sadece erkekleri kapsadığı ve kadınların bu hükme tabi tutulamayacağı yorumunda bulunarak, kadınları iâde etmedi. Bazı tartışma ve tereddütlerden sonra Mekkeliler bu yorumlama biçimine razı oldular. Muhammed (AS) bu iki kadını, İslam karargâhında bulunan yakın akrabalarına emanet etti.467 Mekke’de yerine getirmeleri gereken Hac görevini ise Müslümanlar istisnaî bir biçimde Hudeybiye’de yerine getirdiler. Bu konuda izlenecek yolu bizzat Resulullah (AS) belirledi ve sahabesi de ancak onu izlemek ve taklit etmekle yetindi.

429. Medine’ye döndükten sonra, Resulullah (AS), aralarında Herakliyus (Bizans), Kisra (İran), Necaşî (Habeşistan) ve Mukavkıs’ın (Mısır Kıptîlerinin başkanı) da bulunduğu birçok devlet başkanına, onları İslam’a teşvik ve davet eden mektuplar göndermiştir ki, bu konuya ilgili bölümlerde değineceğiz.


437 İbn Hişâm, s. 673.

438 A.g.e., s. 674-75.

439 A.g.e., s. 676; Taberî, I, 1474.

440 İbn Hişâm, s. 680-682; Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 84-85.

441 İbn Hacer, İsâbe, Nº 3074.

442 Kenzu’l-‘Ummâl, V, 5285 (Buhârî, İbn Hanbel, Tayâlisî ve Taberânî’den naklen).

443 Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I, 201; aynı bilgi için bk. El-Mebsût, X, 86.

444 Âl-i İmrân: 3/75.

445 İbn el-Cevzî, Muntazam, II, 88.

446 İbn Hişâm, s. 997-98; İbn ‘Abd el-Berr, İsti’âb, Nº 278.

447 A.g.e.

448 Sarahsî, Mebsût, X, 91-92; aynı yazar, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I,70; bk. Ya’kûbî, II, 57.

449 Sarahsî, Mebsût, X, 92; aynı yazar, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, I,70; Ebu Ubeyd, §. 631.

450 İbn Hişâm, s. 783; Belazurî, I, § 904; İbn Habîb,Muhabber, s. 88-89.

451 Muhabber, s. 88-89.

452 Mümtahine: 60/7.

453 Suheyli, II, 226; Buhârî’den naklen; İbn Hişâm, s. 741.

454 İbn Hişâm, s. 740.

455 Taberî, I, 1531.

456 İbn Hişâm, s. 741.

457 Buhârî, 64: 37, Nº 28; İbn Kesîr, Bidâye, IV, 173.

458 İbn Hişâm, s. 742-43.

459 Taberî, I, 1542.

460 İbn Hişâm, s. 745; Makrızî, I, 289.

461 Anlaşıldığı kadarıyla bu sorun Ömer’in aklını kurcalamaya devam etmişti. Gerçekten de Ömer, dönüş yolculuğu sırasında ve Resulullah devesinin üzerinde tek başına giderken kendisine yaklaşarak, –belki de onu bıktıracak biçimde (bk. Buhârî, 65/48/58/4)- yeniden aynı konuyu görüşmek istemiş, ancak Resulullah (AS), üç kez sormasına rağmen sorusuna bir cevap vermemişti. Ve tam bu sırada, gönülleri sakinleştiren 48. sure nazil olmuştu (bk. Buhârî, 65/48/1). İbn Mes’ud da bu anlaşmayı “Müslümanların en büyük zaferi” olarak nitelendirmektedir. Bk. İbn Kesîr, Füsûl (Ayasofya Ktp. Elyazması,Varak Nº 49/a-50).

462 Bu anlaşmanın metni için bk. –el-Vesâ’ik adlı eserim, Nº 11; ayrıca bk. Document sur la diplomatie musulmane (II, Nº 4) ve Muslim Conduct of State (7. bs., § 584) adlı eserlerim.

463 İbn Sa’d, I/II, s. 71; Sarahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, IV, 61.