hafız_32
Thu 7 October 2010, 10:09 am GMT +0200
4- Umretul-Kaza
Resûlullah (s.a.v.) yedinci yılın Zilkade ayında Mekke'ye doğru yola çıktı. Yâni bir yıl önce müşriklerin, kendisini oraya girmekten engellediği şehre. Umresini kaza edecekti. îbn Sa'd'ın Tabakat'ın-da anlattığına göre, Resûlullah (s.a.v.) ile umre yapanların sayısı iki bindi. Bu tabiî, Hudeybiye'de bulunanlarla sonradan katılanların toplamıdır.
Bu seferden sadece vefat eden veya Hayber savaşında şehid olanlar geri kalmış oldu[46].
Îbn Ishâk ise; «Kureyşliler kendi aralarında şöyle dedikodu yapıyordu: Muhammed (sav) ve ashabı, sıkıntı ve zorluk içindeymiş» diyor.
Bu yüzden müşrikler, Dârü'n-Nedve önünde top1 anıp müslüman-larm durumunu gözetlemeye başladılar. Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i Haram'a girince, omuzundaki örtüyü sıyırıp sağ pazusunu dışarı çıkardı ve şöyle seslendi: Allah şu adamlara kendisini güçlü gösteren her kişiye rahmet eder. Sonra da (Hacer-i Esved) rüknünü istilâm edip hızlı sert yürüyüşle tavafa başladı. Ashabı da öylece yürüyordu. Üç şavt böylece (Hervele) yaptı. Öbürlerinde ise normal yürüdü... îbn îshâk'a göre îbn Abbas şöyle konuşuyordu. Bazı kimseler zanneder ki, Resûlullah (s.a.v.) pm bunu böyle yapması sadece Kureyş'ten gelen söylentilerine bir cevab mahiyetindeydi. Umumi bir sünnet değildi. Halbuki Resûlullah (s.a.v.)'m bunu yapmasının hikmeti, Veda Haccı esnasında anlaşıldı ve müekked sünnet olduğu kesinleşti[47].
Resûlullah (s.a.v.) bu esnada Meymûne binti Haris ile evlendi. Rivayete göre nikâh akdini ihramlı iken yaptı. Bazıları ise, ihramdan çıktıktan sonra akid yapıldı der. Meymûne (r.a.)'yi Resûlullah ile evlendiren (veya nikahlayan) da onun bacısı Ümmü'1-Fadl'ın kocası bulunan, Abbas bin Abdülmuttalib idi[48].
Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke'deki üç günlük ikameti bitip, (barıştaki Kureyş'In tanıdığı süre dolunca) Kureyş hey'eti Hz. Ali (r.a.) '-ye müracaat edip: Ey Ali, artık efendine söyle, müddet dolmuştur, çıkın Mekke'den dediler. Resûlullah (s.a.v.) yola çıktı".
Resûlullah, Medine yolunda Ten'im yakınında «Şerif» denilen mevkide konaklayıp, Hz. Meymûne (r.a.) ile gerdeğe girdi. Daha sonra yola çıkıldı ve Zilhicce'de Medine'ye varıldı. [49]
Dersler Ve İbretler
Bu umre, Resûlullah (s.a.v.)'in doğru söylediğinin Cenâb-ı Hak tarafından tasdiki, O'nu ve ashabını, Mekke'ye ulaştırıp Beyt'ini tavaf ettirecek, izhâr buyurduğu te'yki ve desteği diye tanımlanır. Nitekim gördük ki; Hudeybiye gününde Hz. Ömer (r.a.) şöyle soru tevcih ediyordu. Resûlullah (s.a.v.)'a:
— «Sen değil miydin peki; bizim gelip Kabe'yi tavaf edeceğimizi söyleyen?[50] O da cevab veriyordu:
— «Peki, ben size bu sene geleceksiniz, yapacaksınız dedim mi?» Ömer:
— «Hayır», diyor. O tekrar:
— «O halde sen mutlaka gelip tavaf edeceksin, böyle bil», diye bağlıyordu.
îşte bu, Resûlullah (s.av.)'m va'dinin doğrul anına siydi. Nitekim, Allah (c.c.) da, kulunu bu va'dinden ötürü, şu kelâmıyla ayrıca doğruluyor: «Allah, Resûlü'nün rü'yasım Hak olarak tasdik ediyor ki; mutlaka siz Mescid-i Haram'a, inşâallah emniyet içinde girip, endişesizce tavafla, traş olup veya saçınızı kısaltacaksınız. O, sizin bilmediğinizi bilir Daha bunun ötesinde apaçık bir fetih verecek[51]».
Yine bu umre, hemen ardından gelen Büyük Fetih için bir giriş ve ilk adım oldu.
Aynı zamanda bu umreye iştirak eden Ensâr ve Muhacir kalabalığı, her davranışında; tavafta, sa'yde ve öbür menâsikde Resûlul-lah'a istekle uyuyor, onun çevresinde neş'e ve yiğitlik dolu davranışlarıyla, hiç de müşriklerin düşünüp beklediği hastalık, gevşeklik gibi bir görüntü vermiyorlardı... Bu yüzden müşriklerin yüreğine korku saldılar, Çünkü onlar, ashabın, Yesribin iklimi gereği sıtma v.s. gibi hastalıklara yakalanıp, çeşitli imkânsızlıklarla hayli yıpranmış olduklarını sanıyorlar ve dedikodusunu yapıyorlardı...[52]
Müslim, İbn Abbas'tan rivayet eder ki:
Müşrikler, müslümanların Kabe çevresinde «Remel» yaptığını (sert adımlarla dik dik yürüdüklerini), sa'yde de aynı canlılığı taşıdıklarını görünce, birbirlerine : Bunlar mı, bizim sıtmadan perişan olduğunu sandığımız kimseler?... Bunlar ceylân gibi zıplıyorlar, o kadar çevikmisler[53].
Hâsılı tamamlanmış şekliyle bir bütün olarak, bu umre, müşriklerin gönlüne öyle bir oturdu ki; âdeta Mekke fethinin kolay ve savaşsız gerçekleşmesine zemin hazırladı.
Şimdi biz bu «Umretü'l-Kazâ»'dan neler alırız, ona bakalım:
1- Tavafın İlk üç şavtmda, sağ omuzu dışarıda bırakacak şekilde ihramı koltuk altından bürünmek (Iztıba) ve sert adımlarla hızlı yürüme (Hervele)'nin; bu anda Resûlullah (s.a.v.)'a uymak bakımından müstehab olduğu.
Bunun müstehab oluşu şuna bağlı tabiî: Tavafı sa'y izliyorsa, o tavafta «remel» yapılmışsa bu da müstehab olur. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) böyle yapmıştı. Iztıba ise, ihramın bir ucunu sağ koltuk altından, ikinci ucunu ise sol omuzun üstünden örtülmesidir ve bu aynı zamanda Safa ile Merve arasında sa'y anında iki nişan arasında, ittlbâan sünnet olur...
2- Bazı fakihler, hac veya umre anında ihramh iken nikâh kıymanın caiz olduğuna kanaat ettiler. Dayanakları da, yukarıda naklettiğimiz rivayete göre; Resûlullah (s.a.v.)'in Meymûne (r.a.) ile ihramh olarak nikâhlandığıdır. Ama fakihlerin büyük bir grubuna göre ise; ihramhmn ister bizzat, ister vekâleten nikâh yaptırması mutlak mânâda câ'z olmaz. Hanefiler ise, ihramlınm veli olarak da, ihramh olmayan biri adına nikâh kıyamıyacağı kanaatındadır.
tşte böylece Resûluîlah (s.av.)'ın, umre ve bir de hac yaptığı biliniyor. Müslim'in Enes (r.a.)'den senediyle naklettiğine göre Resûlullah (s.a.v.) bütün umreleri Zilkade'de yaptı. Sadece, hac anındaki umresi ise, hac mevsiminde oldu: Hudeyblye umresi Zilkade'de, ondan sonraki sene yaptığı (Umretü'1-Kazâ) umre Zilkade'de, Ca'-râneden dönüşte yaptığı umre, Huneyn ganimetlerini taksim için dönüşteki umresi de Zilkade'de, son umresi ise Veda Haccı'na gittiğinde yaptı ki, bu Zilhicce'dir, tabii ..[54]
5- Mûte Muharebesi
Hicretin sekizinci senesi, Cemâziye'l-Evvel ayında Mûte'ye sefer oldu. Mûte, Şam bölgesinde bir kasabaydı. Bugün «Kerk» diye anılan, bir yayla, konak yeri...
Bu gazvenin sebebi ise; yukarıda bahsi geçen Busra Meliki'ne Resûlullah'ın elçi olarak gönderilen Hârls bin Âmir el-Ezdi'nin öl-dürülmesiydi. Bunca elçisinden hiçbiri de böyle öldürülmemişti. O, halkı Şama karşı çıkışa da'vet etti. Ve bir anda, üçbin savaşçı müs-lüman, Mûte'ye gazaya gitmek isteği ile toplanıvermişti
Resûlullah (s.a.v.) bu savaşa b.zzat katılmadı. O yüzden bu sefere esasen gazve değil, «seriyye» denir Ancak, bu savaşa katılan müslümanların sayısının çokluğu ve savaşın da son derece önemli oluşu sebebiyle siyer ulemasının hemen hepsi «gazve» demişlerdir.
Resûlullah savaşçılara: «Emiriniz, Zeyd bin Hârise'dir. O şe-hid olursa Ca'fer bin Ebi Tâlib, o da şehid olursa Abdullah bin Re-vaha olacak, o da şehid olursa artık halk kimi dilerse onu başına geçirsin[55]».
Ve Resûlullah (s.a.v.) müslümanlara, oraya varınca ilk iş olarak onları islâm'a da'vet etmeyi tavsiye etti. Kabul ederlerse ne âlâ. Yoksa Allah'a sığınıp onlarla savaşın diye tenbihledi.
Ibn îshâk der ki; Resûlullah (s.a.v.) ve sahabesi Cr.a.J, müslü-man orduyu ve komutanlarını Medine dışına Veda tepesine kadar uğurladılar. Bu esnada, Abdullah bin Revaha ağladı. Niçin ağladığım sordular. O, vallahi ben ne dünya sevgisinden, ne de sizden ayrıldığıma ağlıyor değilim. Fakat Resûlullah'tan işitmiştim; Kita-bullah'tan okuduğu şu âyette cehennem anlatılıyordu: -Sizden, cehenneme uğramıyacak yoktur. Bu Rabbinin kendine zaruri olarak yapmayı vâcib kıldığı gerçek[56]» Eh ben kestiremiyorum ki, oraya uğradıktan sonra nasıl geriye dönebilirim... Onlar yürürken, arkalarından müslümanlar sizi Allah korusun, size sâhib olup, sağ selâmet bize kavuştursun diye seslenip duâ ettiler. Bunun üzerine (İslâm şâiri) Abdullah bin Bevaha şöyle bir şiirle cevab verdi;
-Ancak, ben Rahman (olan Allah'tan) mağfiret dilerim.
Kanlar fışkırtan keskin kılıç darbesiyle,
Ya da ciğerleri parçalayan bir kargı saplamasıyla
ŞEHİD OLMAK...
Kabrime uğrayanlar...
Allah bu bahadırı doğruya yöneltmiş de, o da
Dosdoğru yolu bulmuş desinler».
Daha Medine'den ayrılınca düşman onların kendileri üzerine yürüyüşlerini öğrenmişti. Toplanıp karşı çıktılar. Herakl yüzbinden fazla Rum savaşçı toplamıştı onlara. Ayrıca Şurahbil bin Amr de yüzb'n kişi toplamıştı; Lâhm, Cüzam, Kayn ve Behra kabilelerinden...
Müslümanlar da bu karşı hazırlığı haber alınca, Maan mevkiinde iki gece konaklayıp mes'eleyi enine boyuna düşünüp müzakere ettiler: Durumu Resûlullah (s.a.v.)'a mektupla bildirip, düşmanın miktarını bildirelim diyenler oldu. Abdullah İbn Revana ise onların hamaset duygularını harekete geçirecek şeylerle onlara cesaret verip teşvik etti: «Ey kavm, vallahi şu anda pek istekli görünmediğiniz, aslında kavuşmak için yola çıktığınız şeydir, şehidliktir» dedi. Zaten biz insanlarla, ne sayı, ne kuvvet, ne binek çokluğuna güvenerek çarpışmıyoruz. O halde yürüyün ileri ve iki şereften birine ulaşın; zafer veya şehadet...
Müslümanlar «Kerk- dolaylarında düşmanla karşı karşıya geldiler. Düşman öyle hazırlıklıydı ki; sayı, silâh ve malzemece kimse o güne kadar bu çapa ulaşmamıştır.
Çarpışmayı Zeyd bin Harise başlattı. Sancağı çekti ve müslümanlar da birlikte çarpıştılar. Nihayet Zeyd (r.a.) birçok mızrak darbesi alarak şehıd olunca, sancağı Ca'fer bin Ebî Tâlib aldı. O da çarpıştı, ağır yaralar aldı. Öyle ki savaş sarhoşluğuyla atından inip yaya olarak çarpışmaya başladı Savaşın en kızgın anında da o, şöylece recezler söylüyor, müslümanları gayrete getiriyordu:
«Cennet ve ona yaklaşmak ne hoş! İçkisi soğuk ve nefis, '
Rumlara gelince r um I araı sonu yaklaştı,
Kafir millet yabandır soyu.
O halde bana onları rastladıkça biçmek yaraşır.»
Allah ondan razı olsun, bu tarzda çarpıştı ve o da şehid oldu. Yere düşünce ruraun biri kılıcıyla parçaladı. Vücudunda elliden fazla darbe görüldü ki, hepsi de cephedendi. Arkadan hiç yara almadı. Onu müteakip sancağı Abdullah bin Revana aldı ki, o da şöyle
recezler söylüyordu :
«Ey nefis, ben seni boyun eğdirmeye and içtim, Ya boyun eğersin, yoksa zorla eğdiririm, Müslümanlar toplasmış (benim ölüme) ağlıyor. Ne hâl ki, sen hâlâ cennetten kaçar gibisin. Bunca yıl oldu sen hâlâ tatmin olmadın, Sen vücud testisinde bir damla değil misin?»
O da uzun çarpışma sonu şehid düştü (r.a.). Bunun üzerine ordu, Hz. Halid bin Velid (r.a.)'in komutanlığında ittifak etti. Ve böylece müşriklerle çarpışıp onları dağıttılar. Böylece fırsat bulup ordusunu toparladı ve Medine'ye döndü.
Buhârî'nin Eenes (r.a.)'den nakline göre Resûlullah (s.a.v.) daha haberci gelmeden, Zeyd, Ca'fer ve İbn Revaha'mn durumlarını halka bir bir haber verdi: Şöyle diyordu: Sancağı Zeyd aldı ve şehid oldu. Sonra Ca'fer aldı, o da şehid oldu. En son tbn Revaha aldı, o da şehid oldu, (gözleri yaşla dolu dolu idi). Şimdi de sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Allah böylece onlara bir kapı açtı.
Görüldüğü gibi bu hadîs, en sonunda müslumanların ilâhî inayetle zafere erdiklerini gösteriyor. Bazı siyret râvilerinin iddia ettiği gibi müslümanlar rumları takib etmeyip, sadece yendikten sonra bununla yetinip yerlerinde kalmışlar. Sonra da derlenip toparlanıp, Medine'ye dönmüşlerdir, demek isterler. Tabu bu da Hâlid bin Velid'in harb dehasının bir eseridir...
Ibn Hâcer der ki: Mûsâ bin Ukbe'nin «Meğâzî»'sindeki en güvenilir meğâzi budur. Bulunan şu ifade: «...Sonra Abdullah bin Revaha aldı. Ve şehid oldu..» Bunun peşinden müslümanlar Hâlid bin Velid üzerinde anlaştılar Allah böylece düşmanları şaşırttı, müslümanlar üstün geldi.
İmam Ibn Kesir ise şöyle söylüyor: Bu nakilleri şöyle toparlayabiliriz. Hâlid bin Velid müslümanlan toplayıp geceyi geçirdi. Sabahleyin, askerin tertibini değiştirdi. Sağdakileri sola, soldakileri sağa geçirdi. Maksadı düşmanı şaşırtmak ve İslâm birliğine takviye kuvvetlerinin geldiği vehmini vermekti. Ve Hâlid onlara hücum edip, püskürttü. Ama onları takib etmedi, geri çekiUp, aldığı ganimetlerle yurduna döndü[57].
Medine'ye yaklaşınca da, Resûlullah (s.a.v.) onları karşıladı. Çocuklar koşarak orduyu karşılıyordu. Resûlullah, çocukları alıp terkinize bindirin, Ca'fer'in oğlunu da bana verin diye emretti. Ve Abdullah getirilince onu önüne oturttu. O esnada, halk orduya: Kaçaklar, Allah yolunda çarpışmaktan yüz çevirdiniz gibi lâflar ediyordu. Resûlullah (s.a.v.): «Hayır, onlar firari değil onlar kerrarîdir inşâallah[58]» buyurdu. [59]
Dersler Ve İbretler
însanı dehşete düşüren şey, bu savaşta müslumanların sayısı ile, Rum ve Arap müşriklerinin savaşçı sayısı arasındaki kıyas kabul etmez farklı durumdur. Olayın naklinden gördük ki: Rum ordusu ve onlarla beraber müşrik kabilelerin toplamı ikiyüz bini buluyordu. Ibn Ishâk.lbn Sa'd ve öbür siyer yazarlarının nakli bu tarzdadır. Halbuki, müslüman askerin sayısı üçbini geçmiyordu. Bunun anlamı şudur: Rum ordusu sayıca müslümanlarm elli katından fazlaya varmaktaydı.[60]
Buradaki oranlama şöyle görünür: Müslüman ordusu, topuğa varmayan ince bir su birikintisi, rum ordusu ise muazzam dalgalarıyla koca bir deniz... Müslüman ordunun nazik durumu böylece tasavvur edilebilir ancak.
Eh. buna ilâveten düşman ordusunun silâh ve teçhizatı, erzak ye giyimi, binek ve moral gücü, gurur ve ihtişamı da ayrı bir ordu demektir. Haniya, o gün müslümanlar fakr ve yoksulluk içinde, günleri aç geçtiği olurdu.[61]
Esas dehşet veren şey ise tabiî, bu koca ordu karşısında, içinde Resûlullah'ın da bulunmadığı bir küçük seriyyenin varlık göstermesi, direnmesi, asla dağılıp kaçmamasıdır. Başarı ile döndüler. Ve üstelik bu koca kitle müslümanların önünde bir harb nizamı bile gösteremiyor, üstüne çullanamıyor. Halbuki, islâm cemaatım ku-şatsa, öyle görünüyor ki; çepeçevre sardı mı bir çöl ortasında küçük çekirdek gibi kalırdı, siyah bir tarlada bir tane gibi.
Ve işin öbür yüzü de var. Müslümanların gösterdiği dayanıklılık. Dalga dalga gelen felâket seîi karşısında ilk komutanları ölüyor, ikinci ve üçüncüsü de gidiyor. Onlar âdeta şehadet kapısını açıyorlar, şevkle ona herbiri atılıyor Öyle ki koca ordusuna rağmen müşriklerin içine bu acaip atılış korku salıyor, tlâhi bir ürperti. Öyle ki zahiri hiçbir sebeb yok... Yerlerini bırakıp kaçıyorlar ve bu yüzden de sayısız âdem ölüyor.
Ama tabiî; Allah'a tam imanın, O'na güvenip, O'nun va'dine kesinkes bağlanmanın neleri başartacığını düşündüğümüzde şaşkınlığa, hayrete mahal kalmaz, hepsi dağılıp gider.
Ve esasen, müslüman ise, müslüman kişi için işin böyle olmaması dehşet verici ve şaşırtıcı olur. Yâni müslümanm böyle rakamlar, adedler, hesaplar zihnin; oyalamaz. Allah'ın va'di karşısında ona er-geç zafer vereceğine dair teminatı yönünden ya da ebedî ni'met-leriyle dolu cennet müjdesi karşısında müslümanı o tür şeyler en-terese etmez ki!.. Abdullah bbn Revaha'mn o boğuşmada söylediği gibi müslüman: «Sayılar veya güçler savaşmaz, o sadece Allah'ın lütfettiği bu mübarek dinle, onun verdiği şevkle güçlenip savaşır...»
Bu gazvenin bize taşıdığı dersler ve işaretlerin en keskinlerini de aşağıya özetle sıralıyoruz:
1- Resûlullah (s.a.v.)'ın bu sefer için tavsiye ettiği (komuta) usûlü şuna delâlet eder:
Bir îslâm halifesi veya devlet reisi bir kişiyi şartlı olarak müslümanların başına tâyin edebilir. Veya birkaç kişiyi birbirini takib edecek emirler de gösterebilir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.); önce Zeyd, sonra Ca'fer, sonra Abdullah tbn Revana (r.a.)'nın komuta etmesini emretmişti... Ulema demiştir ki: Bu tarzda halife, emirler tâyin ederse, sahîh olan; hepsinin emirliklerinin ta başta kesinleşmiş olacağıdır. O an akidler tamamdır, ancak silsile-i merâtib şartıyla[62].
2- Resûlullah (s.a.v.)'ın bu tavsiyesi yine müslümanlann baş-lanna emir tâyininde re'y belirtebileceğim de gösteriyor. Tabii reisleri yok olunca (ölür veya çekilirse) ya da halife onlara, birini seçme serbestisi verirse... Tahavİ der ki: -Bundan şu esas çıkar: Müslümanların emiri kaybolursa, o hazır oluncaya kadar, onun yerini tutacak bir kişiyi seçmeleri müslümanlara vazife olur.»
Tıpkı böyle do, bu tavsiye, daha Resûlullah (s.a.v.) sağ iken de müslümanlann içtihadda bulunabileceğine delâlet eder...
3- Görüldü ki; Resûlullah (s.a.v.) aradaki binlerce km. mesafeye rağmen hâllerini görüp, Zeyd, Ca'fer ve tbn Revaha'nm akıbetini gözlerinden yaş akarak haber verdi.
Bu, Cenâb-i Hakk'm, Resulü için arzı dürüp kısalttığını anlatır. Böylelikle Sam civarında çarpışan müslümanlann durumunu görecek hâle ulaştı. Ve sahabesine bir bir haber verdi. Bu da Allah'ın Hatbib (s.a.vJ'ûıe ikram ettiği sayısız hârikalardan biridir.
Aynı zamanda bu olay, onun sahabesine ne kadar sevgi ve şefkatle dolu olduğunu da anlatmaktadır. Öyle ya, sahâbesiyle otururken onlara bu şühedânın haberini anlatırken onu gözyaşıyla ağlatan neydi? Onun ağlaması azımsanamaz. Yine biliyoruz ki; onun ağlaması Allah'ın kazasına ve takdirine nza göstermemesi anlamına asla gelmez. Çünkü «Kalb hüzünlenir, göz yaşarır» buyurmuştur O. Bu artık Allanın hilkat anında insana aşıladığı merhamet ve hassasiyet tabiatının sonucudur.
4- Bu üç büyük şehidin hâlini bildiren (yâni O'nun Medine'de durumu anlatırken geçen ifadesi arasında) hadîsten Hâlid bin Ve-lid'in özel faziletini de alıyorum. Nitekim sözünün sonunda «nihayet sancağı, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı da, Allah onlara fethi müyesser kıldı.» Bu savaşta bir özellik de, Hâlid bin Velid'in ilk defa müslümanlann safında savaşa katılmasıydı. Çünkü onun İslâm'a gelişinin üzerinden çok zaman geçmemişti... Ve buradan Resûlullah (s.a.v.)'m Hâlid bin Velid (r.a.)'e Seyfullah: Allah'ın kılıcı lâkabım vermesini de anlamış oluyoruz.
Bu savaşta Hâlid bin Velid, son derece ciddi bir denemeden geçmiş oluyordu aynı zamanda. İmtihanı üstün basan ile kazanmıştı da. Buhârî'nin kendisinden rivayetine göre der ki; O Mûte gününde elinde tam dokuz kılıç kınlmıştı... îbn Hâcer de der ki: Bu hadis, müslümanlann o günde müşriklerle çok uzun çarpıştıklarını açıkça gösterir.İmdi, Müslüman ordu Medine'ye dönünce halkın: «Kaçaklar, Allah yolunda savaşmaktan kaçtınız» şeklindeki ithamları ise, sadece rumları yendikleri halde onları takip edip imha etmemiş olmaları yüzündendir. Ve savaştıkları toprakları elde tutmayıp, eski halinde bırakıp dönmelerinden ötürüydü. Halbuki, öbür gazvelerde tutum bu değildi. Ama Hâlid bununla yetinip, orduyu nizamlı şekilde geriye çekip Medine'ye döndü. Esasen bu, görüldüğü üzere, Hâlid bin Velid'in hakimane tedbiri ve rumların üstüne saldığı ürküntüyü kullanıp İslâm ordusunu imhadan koruyup haysiyetini kur-tarmasıdır. tşte bunua için Resûlullah (s.a.v.) onlara şu karşılığı veriyordu: «Hayır, onlar firari değil kerrâridir, inşâallah. [63]
6- Mekke'nin Feth
Tarih: Olay, Hicret-i Nebeviyye (s.a.v.)'nin sekizinci yılı, Ramazan ayı içinde oldu.
Sebeb: Benî Bekr'den bir grup insan Kureyş'in ileri gelenleriyle; Huzâa kabilesine karşı kendilerine silâh ve asker yardımı için müzakerede bulundular. (Huzâa ise, Hudeybiye'de müslümanların taraflısı olmuştu). Müşrikler buna evet dedi. Bir grup ileri gelen müşrik de, yüzlerini örtüp kendilerini gizleyerek onlara yardıma koştu. Aralarında Safvan bin Ümeyye, Huveytıb bin Abdüluzza ve Mikrez bin Hafs olup; silâh, malzeme ve köleleriyle Benî Bekr'i desteklediler. Vetir denilen yerde (Huzâalıların yurdu) onlarla çarpışıldı. Huzâalılar gafil avlanmıştı. Çünkü barış taraflısı olarak emindiler. Bir gecede yirmi ölü vermişlerdi... Bunun üzerine Huzâalı Amr bin Salim kırk kişilik süvariyle yola çıkıp, Resûullah'a geldi. Durumu haber verdi. Uğradıkları felâketi anlattı.
Bu kişinin (şiirle) anlattığı durumu dinledikten sonra Resûlul-lah (s.a.v.) ridâsını toplayarak kalktı ve «Benî Kâab'a (yâni Huzâ-alılara) yardım etmezsem, yardımsız kalayım... Kendime ve yakınlarıma yardım eder gibi hem de...» Ve devam etti. «Şu bulutun yağdırdığı gibi yardım edeceğim!...[64]».
Kureyş hemen de yaptıklarının yanlışlığını kavradı. Ebû Süf-yân bin Harb'i, Resûlullah (s.a.v.)'a anlaşmayı yenilemesi ve müddetini uzatması için gönderdiler. Ebû Süfyân, Resûlullah'a gelip durumu anlattı ise de ondan bir cevap alamadı ve iltifat göremedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e gitti. Resûlullah'a varıp aracı olmasını istedi. O da, ben bunu yapamam diye savdı. Ebû Süfyân daha sonra, Ömer Îbni'l-Hattâb'a başvurdu. O da: Ben mi - Resû-lullah (s.a.v.)'a- gidip sizin için şefaatçilik yapacağım? Vallahi hiçbir şey değil, bir karınca yavrusu bulunsa onunla size karşı savaşırım» diye cevab verince: Ebû Süfyân pişman ve yenik halde Mek-ke'iye eli boş döndü.
Öte yanda ise Resûlullah (s.a.v.î hazırlığa koyuldu. Ama mes'-ele gizli tutuluyordu. Ve şöyle duâ ediyordu: «Yâ Rab, beni, Kureyş'in gözünden sakla, gözlerini kör et. Bizi, iş olup bittikten sonra görsünler ancak!...[65]».
Resûlullah ordugâh kurunca da, Hâtıb İbn Belta'a müslüman-ların saldırısına karşı uyanık olsunlar diye Kureyş'deki akrabalarına bir mektup yazmıştı.
Hz. Ali (r.a.) der ki; Resûlullah beni, Mikdat ve Zübeyr'i gönderdi. Bize gidip «Hah» bahçesi denen yerde bir kadının elindeki mektubu almamızı emretti. Hz. AH diyor ki: Atlarımızla sür'atlice gittik, o bahçeye vardık. Gerçekten b.r kadın var. Biz mektubu çıkar deyince, inkâr etti. Mektup yok dedi. Çıkar mektubu, yoksa elbiseni soyup arayacağız deyince, saç örgülerinin arasından çıkardı. Mektubu Resûiullah (s.a.v.)'a getirdik. Bir de baktık ki; Hâtıb bin Belta'a, Resûlullah'ın hazırlıklarını Mekke müşriklerine, Kureyş-lilere bildiriyor...»
Resûlullah (s.a.v.): «Bu ne oluyor Hâtıb?» deyince Hâtıb:
— Yâ Resûlâllah (s.a.v.)! Beni cezalandırmada acele etme, anlatayım :
Ben Kureyş asıllı değil, onlara sonradan katılmış, yâni kölelikten gelme mevalidenim. Halbuki, sizin çevrenizdeki öbür muhacirlerin herbirinin Kureyş arasında akrabaları var. Orada ailesi v.s. bulunanları o akrabaları hep himaye eder, mallarını korur. Benim ise orada bir yakınım yok ki, orada bulunan ev halkımı korusun. Bunu yapmakla ,onlar nezdinde, yakınlarımı korumaları için bir ihtar yapmış olacağımı umdum. Yoksa ben bunu yapmakla hâşâ dinimden dönmüş değilim. İslâm'dan sonra da asla küfre rıza göstermem.
Resûlullah bunun üzerine yanındakilere; doğru söyledi, buyurdu. Ömer (r.a.î söze katılıp; yâ Resûlâllah, bırak da şu nıünafıkın boynunu vurayım, diye çıkışınca:
— «O Bedir'de bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah Bedir mücâhidlerini tamamen serbest bırakmış; sizi tamamen afvet-tim, istediğinizi yapın demiştir?» buyurdu. Ve bu hâdise üzerine Ce-nâb-ı Hak şu âyetleri inzal buyurdu: *Ey inananlar, benim ve sizin düşmanınız olan kimseleri asla dost edinmeyin Onlara sempati beslemeyin, yardım etmeyin. Halbuki onlar, size gelen Hak nizamımı reddediyor...» Buradan ta: «O normalden sapık yola girmiş olur...» kısmına kadar.[66]
Resûlullah (bu sefer esnasında) Kelsum bin Huseyn'i Medine'ye vekil bıraktı. Ve Ramazan'm onuncu Çarşamba günü ikindiden sonra hareket ettiler. Resûlullah (s.a.v.) çevre kabilelerine de gözcü ve elçiler çıkardı. Elsem oğulları, Gıfâr oğulları, Müzeyne oğulları, Cü-heyneliler ve ötekilere. Hepsi de Zahran'da buluştu. Burası Mekke -Medine arasında b'r yer. Müslümanların sayısı onbini buluyordu. Henüz Kureyş'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Ancak, Ebû Süfyân"-ın Medine'den yenik dönmesinden ötürü bir sürprizle karşılaşacaklarım umuyorlardı. Bu yüzden de, Ebû Süfyân, Hakîm bin Hı-zâm ve Bedii bin Varaka'yı Resûlullah (s.a.v.)'dan haber toplamak üzere göndermişlerdi. Bu hey"et, Merrizzahran'a varınca, muazzam bir ateş gördüler. Onlar aralarında bu (dağı taşı dolduran) ateşin ne olduğunu tartışa dursun; Resûlullah'ın ileri gözcüleri onları yakaladılar. Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna çıkardılar. Ebû Süfyân orada müslüman oldu[67].
İbn İshâk, Abbas (r.a.) 'dan Ebû Süfyân'ın İslâm'a girişinin tafsilâtını şöyle anlatıyor: Sabah olunca, onu alıp Resûlullah'a getirdim. Resûlullah (s.a.v.) onu görünce-. «Yazık sana, Allah'tan başka ilâhın olmadığını anlaman için zaman gelmedi mi?» buyurdu. O da: «Vallahi galiba öyle. Çünkü Ondan başka ilâh bulunsa beni birtakım zararlardan korur, fayda verirdi» dedi. Resûlullah yine: «Yazık sana Ebû Süfyân, hâlâ benim Allah elçisi olduğumu kavraya-madın mı?...» buyurdu. O da şöyle cevab verdi: Anam, babam sana feda oslun, senden daha merhametli, güzel huylu ve akrabasını gözeten birini tanımadım. Ama ne var ki, benim içimde hâlâ ufak da olsa bir tereddud var...
Bunun üzerine Abbas ona çıkşti: Yazık be, müslüman öl, şehâ-det getir de «Allah'tan başka ilâh olmadığıı, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu söyle, başın vurulmadan önce!..
Denir ki, o an gerçekten şehâdet getirip müslüman oldu. Yine Abbas (r.a.) der ki: Dedim, yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân övünç veren şeyleri sever, ona bir iltifatta bulun. O da: «Tabiî, dedi, o halde Mekkelilerden kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette olacak. Yine kim evine kapanır oturursa, kim Kabe'ye sığınırsa emniyettedir...»
Daha sonra, Resûlullah Mekke'ye doğru harekete başlarken Hz. Abbas (r.a.)'a dedi ki, «Ebû Süfyân'ı götür ana geçidin ağzında durdur. Allah'ın ordusu önünden geçerken seyretsin.» Abbas (r.a.) der ki: Aldım onu, götürüp vadinin dar boğazında durdurdum. Tam Resûlullah'ın dediği gibi. Ve kabileler bölük bölük bayraklarını çekip geçmeye başladılar. Her kabile geçince; yâ Abbas bunlar kim? diye soruyor, ben de, meselâ bu Süleym oğullarıdır diye cevap veriyorum. Bu sefer o; SüleymUerle aramda mes'elemiz yok diyor...
Böyle geçiş devam etti. Nihayet Resûlullah (s.a.v.) başlarında olduğu halde Ensâr ve Muhacirlerden oluşan bir alay geliyor. Âdeta baştan ayağa demirle donanmışlar gibi. Ebû Süfyan: «Sübhânal-lah ey Abbas, kim bunlar?» diyordu. Ben de, işte Resûlullah, Muhacir ve Ensâr arasında değil mi. O da, bu güce kimsenin karşı durma ihtimali yoktur. «Ey Ebâ Fadl (Hz. Abbas'ın lâkabı), yeğenin çok büyük melik olmuş..» deyince, onu uyarıyordum; hey Ebâ Süf-yân, bu meliklik değil nübüvvettir diye. Ve hemen Ebû Süfyan düzeltiyor: «Evet, tabii öyle...[68]».
Daha sonra Abbas (r.a.) diyor ki, kavmini kurtar.. Ve Ebû Süf-yân konuşuyor. Resûlullah oraya ulaşmadan Mekke'ye girip son sesiyle bağırıyor: Hey Kureyşliler, işte gelen Muhammed'dir. Öyle bir güçle geliyor ki karşı koymaya imkânımız yok...
Bu durumda, kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette olacak. . Fakat karısı Hind onu karşılıyor, onu sakalından tutup; şu kocamış alçak bunak herifi öldürün, diyordu.. Ebû Süfyan ise yine onlan uyarıyor: Aman, İlişleriniz sizi aldatmasın, sakın. O öyle bir güçle geliyor ki, asla karşı duramazsınız. Çıkar yol, Ebû Süfyân'ın evine sığınıp emniyete ermektir.
Allah kahretsin seni diyorlar, senin evinde ne var ki bizi kurtarsın?... O bu sefer de, kim evine kapanır oturursa yine emin olur. Kim Beyt'e sığınırsa emniyette olur. Bunun üzerine halk dağılıyor. Kimi evlerine, kimi Mescid-i Haram'a gidiyor[69].
Ordunun boğazı geçmesi esnasında, Sa'd Ibn Ubâde'nin, Ebû Sûf-yân'a «Bugün destan günü. Bugün Kabe'nin helâl olduğu gün...» yollu bir şey söylediği haberi Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O bu sözü tasvip etmedi. Ve şöyle tenkid etti: «Bugün aksine rahmet günü, bugün Kabe'nin şerefini Allah'ın yücelttiği gündür!..»
Ardından da birlik komutanlarına kesin emir verdi; kimseyle savaşılmayacak, sadece karşı duranlarla...[70].
Ne var ki altı erkek, dört kadının da, nerede bulunursa öldürülmesini emretmişti. Bunlar: İkrime bin Ebî Cehl, Hebbar bin el-Esved, Abdullah bin Sa'd Ebi Şerh, Mikyes bin Sababetü'l-Leysî, Hu-veyris bin Nukayz, Abdullah İbn Hilâl, Hint binti Utbe, Amr îbn Hişâmın cariyesi Sâre, Fertena ve Kureyna adlı, İbn Hilâl'in şarkıcıları... (ki bu iki câriye hep Resûlullah (s.a.v.)'ı hicveden şarkılar söylerlerdi)[71]
Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye üst taraftan (Ki'da) giriyordu. Hâ-lid bin Velid'e de şehrin alt tarafından (Kûdâ) girmesini emretmişti Öbür müslümanlar da hep ta'Um edilen yerlerden şehre girdiler. Ba girişte hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlar, ancak Hâlid bin Velide rastlayan îkrime bin Ebî Cehl ve Safvan İbn Ümeyye grubu çarpışmaya tutuşmuş; Kureyş'ten yirmi dört kişi, Huzeyl kabilesinden de dört kişi ölmüştü. Resûlullah (s.a.v.) uzaktan kılıçların parıltısını görünce, durumu soruşturduğunda, Hâlid İbn Velid'in savaştığı haber verilince: «Allah'ın takdirinde bir hayır vardır elbette..[72] » buyurdu.
îbn îshâk, Abdullah İbn Ebî Bekr'den, Hakim de Enes'ten rivayet ediyor ki; Resûlullah (s.a.v.) Zituva'ya gelince, bineği üzerinde, başında Yemen işi bir Sarığıyla bulunuyordu. Başını Allah'ın huzurunda eğmiş, Fethi kendisine nasib etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildiriyordu. Öyle ki, neredeyse sakalının ucu hayvanın yelesine değiyordu.
Buhârî'nin, Muâviye bin Kurre'den rivayetinde der ki, Abdullah tbn Muğaffelden duydum: «Mekke fethinin ilk gününe baktım Resûlullah (s.a.v.) devesinin üzerinde, Fetih sûresini yüksek sesle okuyor. Eğer halk çevreme toplanmasa, ben de onun gibi yüksek sesle okuyacaktım.
Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye girer girmez Kabe'ye yöneldi. O zaman Kabe çevresinde 360 kadar put sıralanmıştı. O elinde öd ağacından asâsıyla, birine önden, birine arkasından dokundukça, patır patır yüz üstü düşüyorlardı. O da, «Hak geldi, bâtıl zail oldu» buyuruyordu. Yine, «Hak geldi, artık bâtılın açığa vurması veya tekrar gelmesi imkânsız...[73]» diyordu.
Kabe'nin içinde de öyle putlar vardı. Onun için Resûlullah ora-ya ilkin girmedi. Emretti, hepsi dışarı atıldı. Bu arada, ellerinde fal okları, güya Hz. İbrahim ve İsmail'in resimleri de çıkarıldı. Resûlullah (s.a.v.) onlar için de: Allah onların canım alsın, çok iyi bilirler ki, bu iki zât asla bu falları kullanmadılar.
Bundan sonra beyt'in içine girdi, dört yanma tekbir getirdi ama namaz kılmadan çıktı. O sırada Kabe'nin hâcibi (görevlisi) bulunan Osman bin Talha'ya, Kabe'nin anahtarını getirmesini emretmişti. Getirince beyt'i açtı. O da, beyt'e girip çıkınca tekrar Osman bin Tal-ha'yı çağırıp anahtarı ona teslim etti. Ve şöyle buyurdu: «Alın ebediyyen sâhib olun Ama bunu ben vermiyorum size (Kabe bekçiliğini) fakat Allahü Teâlâ veriyor. Onu bundan sonra zâlimlerin dışında kimse alamaz.»
Bu sözüyle de Cenâb-ı Hakk'm: «Allah size emânetleri ehline vermenizi kesinlikle emreder[74]' dyet-i cehlesine işaret ediyordu.
O sırada Resûlullah (s.a.v.), Bilâl (r.a.)'i çağırdı. Bilâl Kabe'nin üstüne çıkıp namaz için ezan okudu Halk bölük bölük geliyor ve Allah'ın dinine giriyordu, tbn îshâk der ki; Resûlullah (s.a.v.î Kabe kapının iki sövesini tutup, ne yapacak diye çevresine merakla toplanıp bekleyen halka, şöyle hitab etti'[75]
Allah'tan başka ilâh yok. O biiflir, ortağı yok. Va'dini yerine getirip, kulunu zafere erdirdi. Tek başına bütün kabileleri yendirdi. Dikkat edin, câhiliyyeden kalma övünülen, her kan dâvası ve mal dâvası şu iki ayağım altındadır. Sadece beyt'in perdedârlığı ve hacılara su verme hariç... Ey Kureyşlıier! Allah sizden câhüiyye gururunu ve atalara ta'zim alışkanlığını giderdi.
Bütün insanlar Âdem'dendir, Âdem ise topraktandır. Ve ardından şu âyet-i kerimeyi okudu: «Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yaratıp, millet ve kabilelere ayırdık ki, her birinize âit değişik kabiliyetler açığa çıksın, birbirinizi kıymetiyle tanıyasınız. Allah nezdinde en değerliniz ise şübhesiz dininde en samimî olanımzdır». Söze devam etti ve sordu:
Kureyşliler! Size ne yapmamı tahmin ediyorsunuz?.. Onlar da: Hayır bekleriz. Sen kerim bir kardeş, kerim bir kardeşoğlusun dediler. O da, «O halde gidin, hepinizi bağışladım[76]» buyurdu.
Yine Şeyhayn, Ebû Şüreyh el-Adevî'den rivayet ediyor: «Resûlullah (s.a.v.) Fetih günü hitabesinde şunları söyledi: «Mekke'yi harem kılan Allah'tır. İnsanlar değil. Allah ve âhiret gününe inanan bir kimseye orada ne kan dökmesi, ne de kavga ve zorbalık yapması yakışır... Resûlullah'ın oradaki geçici çarpışmasını kendisine ruhsat edinmek isteyen olursa, ona şöyle deyin: Allah sadece Resulüne izin verdi, size değil. Üstelik ona izni de bir günde bir saat içindi. Şimdi ise; eski yasakhğı tekrar avdet etmiştir... Bunu hazır olanlar gaib olana da haber versinler...»
Daha sonra Mekke'deki halk Resûlullah (s.a.v.)'a; Allah ve Re-sûlü'nün direktiflerini dinleyip itaat etmek üzere bey'at etmek için toplandı. Erkeklerin bey'atın! bitirince, Resûlullah, bu sefer de kadınlardan bey'at almıştı.
Kureyş kadınlarından bir grup oraya toplanmıştı. Aralarında Hint binti Utbe de vardı. Yüzünü kapatarak kendisini gizliyordu. Zira Hz. Hamza (r.a.)'ya. ettiğinden utanıyordu. O'na bey'at için yaklaşınca Resûlullah (s.a.v.):
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bana bey'at edeceksiniz. Hind ise: Sen bize, erkeklere yüklemediğini yükledin. Ama biz onu yapacağız dedi. Resûlullah : Hırsızlık da yapmayacaksınız, buyurdu.
Hind yine: Yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân pinti ve cimri bir adamdır. Ben onun malından haberi olmadan birşeyler m lirdim, dedi. Bilmem ki, bu bana helâl mı olur, haram mı?... Ebu Süfyân da orada bulunup onun dediklerini işitiyordu.Senin geçmişte çaldıkların tarihe karıştı, dedi.
Bunun üzerine Resûlullah: Sen demek Utbe'nin kızı Hind misin? deyince, evet ben Hind binti Utbe'yim., dive cevab verdi. Geçmiş hâllerimi bağışla ki, Allah da seni bağışlasın. Yine Resûlullah (s.a.v.):
Zina da e tm İvecek s iniz, buyurdu. Hind de Hür kadın zina eder mi? diye cevab verdi. Resûlullah: Evlâdlarmızı da öldürmeyeceksiniz, dedi.
Hind de: Biz onları küçükten eğitip büyüttük. Biliyorsun, onları büyümüşken sen Bedir'de öldürdün.
Ömer bu söze öyle güldü ki, sırtüstü düşecekti. Resûlullah (s.a. v.): îftira da etmiyeceksiniz. Yâni asılsız şeyi uydurmayacaksınız.
Hind ise; iftira gerçekten çirkin birşey, tecâvüzlerden daha beter. Yine o, mâruf olan hususlarda bana âsi olmayacaksınız... diye saydı. Sonra Ömer (r.a.)'e emretti: Allah Resulü adına onlardan beyat al ve istiğfarda bulun. O güne kadar da, o gün de Resûlullah kadınlarla asla musafaha etmemiş, bir kadının eli eline değmemişti. Ancak kendine Allah'ın helâl kıldığı müstesna[77].
Buhârî'nin Âişe (r.a.)'den rivayetine göre, o da demiştir ki: Resûlullah kadınlardan, ancak; «Allah'a birşeyi ortak koşmasınlar...» âyetini tekrarlayarak sözlü bey'at alırdı. Yine der ki, Resûlullah, helâli olanlardan başka bir kadının elini tutmamıştır.
Ümmühânİ binti Ebî Tâlib (r.a.î fetih günü bir müşrike emân vermişti. Ali (r.a.) ise onu öldürmek istiyordu. Ümmühâni demiştir ki; ben Resûlullah'a gittiğimde O, Hz. Fâtıma'nın örttüğü bir perde içinde guslediyordu. Ben varıp selâm verdim. Kim o, dedi. Ben de Ümmühâni binti Ebî Tâlib dedim. Merhaba Ümmühânî diye buyurdu. Guslünü tamamlayınca da, o tek parça elbiseye bürülü olarak sekiz rekat namaz kıldı. Ve döndü. Ben, yâ Resûlâllah, kardeşim Ali, benim emân verdiğim adamı öldürmek istiyor. Yâni şu îbn Hübey-re'yi, dedim. O da: «Ümmühânî, senin emân verdiğine biz de emân vermişizdir» buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.)'ın kanını heder ettiği adamlara gelince, bir kısmı öldürüldü. Bir kısmı ise af diledi ve sonradan bağışlanınca, müslüman oldular. Abdullah ibn Sa'd Ibn Ebî Şerh aracı bulup iyi bir müslüman oldu. İkrime, Hİbbân ve Hind bin Utbe de îslâm'a girdiler. Ibn Hişâm'ın rivayetine göre, Fudâle bin Umeyr el-Leysî, Resûlullah (s.a.v.)'ı öldürmeye kalkmıştı. Bu fetih yılında ve Kabe tavafı esnasındaydı.
Yaklaşınca Resûlullah (s.a.v.) ona:
— Sen Fudâle misin? diye sordu.
— Evet, dedi, Fudâle'yim yâ Resûlâllah! Bu sefer sordu:
— Peki ne konuşuyordun, kendi kendine? Adam, birşey yok, dedi. Allah'ı anıyordum..
Resûlullah (sa.v.) gülerek:
— Allah'a sığın, tevbe et, buyurdu ve elini onun göğsüne koydu. Kalbi yatıştı.
Bundan sonra Fudâle hep söylerdi:
— Vallahi O elini göğsümden çektiği an sanki dünyada Allah'ın yarattığı hiçbir şey yoktu ondan daha çok sevdiğim. Fudâle oradan ayrılıp evine dönerken, seviştiği ve konuştuğu kadına uğradı. Kaduı onu zorluyordu: Hadi konuşmaya devam edelim. O şâir zât irticalen şunları söyledi:
«O bana durma konuş der, ben hayır. Allah ve İslâm izin vermez. Eğer ben Muhammed'i ve fetih günü, putların kırıldığı gün, onun ordusunu görmesem.
Allanın dini kuşluk gibi apaydın. Zulmün suratı ve şirk kapkaranlık.-
Buhâri'nin İbn Abbas'tan nakline göre Resûlullah (s.a.v.), orada ondokuz gün kaldı. Namazı kısaltarak, iki rek'at olarak kılıyordu. [78]
İbretler Ve Öğütler
Şimdi gördük, Allah'ın kendi elçisine ve O'nun dostlarına ikram ettiği Büyük Feth'i. Artık o günkü da'vetin değerini net görebilir, ondaki sırları ve ilâhi hikmetjeri gözümüzün önünde rahatça canlandırabiliriz.
işte şimdi, Mekke Fethi'nin oluşunu tam kavradık. Artık bundan önce oradan neden hicret edildiğini ve o hicretin önemini anlayabiliriz. Ve yine anlayabiliriz, Allah yolunda malı, canı, aileyi, kabileyi, milletini, toprağını, vatanını feda etmenin derecesini. İslâm baki kaldıkça da bunların hiçbirinin zayi olmayıp boşa gitmediğini kavrarız. Aksine islâm ortada kalmayınca da bunların hiçbirinin sahibini kurtaramadığım anlarız.
Yine şimdi, bu büyük Fetih olayı üzerinde derin derin düşünüp; cihadın, şehâdetin ve fetih öncesi yılların getirdiği çile ve sıkıntıların önemini kavrarız. Bunların hiçbiri boşa çıkmamış, müslümanın bir damla kanı boşa akmamış, müslümana asla gücünün yetmiye-ceği yüklenmem iştir.
Bunu da bütün seriyye ve gazalarında gördük. Çünkü talih rüzgârları onları aniden çekti o savaşlara. Ama bunların hepsi bir gizli hesaba uygun olarak -cereyan etti. Ve bütün bunlar fetih ve zaferin sonuçlarından oluşacak adalet prensiplerine götürüyordu. Bu da sünnetullahın kul hakkındaki işleyişiydi. Şöyle ki: Gerçek îslâm olmadan zafer olmazdı. Allah'a kulluk olmadan îsl&m olmazdı. Can feda etmeden, kurban vermeden, kapısında kul olup yolunda savaşmadan da kulluktan söz edilemezdi... Nihayet şu an, bu Feth'in destanım bütünüyle okuyunca; Hudeybiye barışının nasıl üstün bir yeri olduğunu da kavrayabildik. Ömer'i ve sahabenin çoğunu dehşete düşüren zahir perdesinin ardında parıldayan ilâhi sırrı da keşfedebildik. Ve bu barışa Cenâb-ı Hakk'ın «Fetih» adım vermesinin sebebini de gönülden kabullendik: «...O, bunun arkasında yakın bir Fetih hazırladı...» Bunu da kavrayınca, Resûlullahın hayatının gıdası olan Nübüvvet gerçeklerini bir kat daha kavramış olduk.
Hatırlayalım, Resûlullah (s.a.v.) 'in vatanından, Mekke'den çıkışını: Gizlice kabilelerinin, sevdiklerinin bağrından kopup hicret ediyor Yesrib'e. Önceden ve sonradan da onu bir avuç ezilmiş, horlanmış sahabesi, aynı göçle sıyrılıp kaçarak onunla buluşuyorlar. Sırf dinlerinin korunması uğruna, malını, ailesini, yerini yurdunu terk ediyorlar.
İşte onlardır şu an vatanına, aile ve malına dönenler. Az iken çoğalmışlar, zayıf iken kuvvetlenmişler. Dün onları kovanlar bugün onları, yenilmiş ve boyun eğmiş durumda karşılıyorlar.
Mekke halkı bölük bölük müslümanlığa giriyor. Bir zamanlar Mekke sokaklarında müşriklerin işkence ettiği Bilâî-İ Habeşi de dönüp gelmiş. Mübarek Kabe'nin damına çıkmış, yüce sesiyle haykırıyor :
«Allahü Ekber - Allahü Ekber.»
Bu ses idi işkence kırbaçları altında «Birdir, birdir, birdir... Allah» diye fısıldayan. Şimdi ise Kâbetullah üzerinden dalga dalga göklere, yeryüzüne yayılıyor: «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah- diye. Ve herkes boynu bükük onu saygıyla dinliyor. Dikkat edin, bu ikinci bir örneği olmayan tek gerçektir. O İslâm'dır. İnsan ise ne ahmak ve echeldir ki: islâm'dan başkası uğrunda mücadeleye fedakârlık ve kahramanlığa yeltendiği zaman, sadece veh-miyle asılsız ve boyutsuz boş dâva ile uğraştığını bile anlamıyor.
Bu kısa takdimden sonra deriz ki:
Büyük Fetih, aynı zamanda birçok işaret, hüküm ve sayısız ilkeler ihtiva etmektedir îyi görmek için üzerinde durmak zarureti var. Biz şimdi, olayın seyrine göre, elimizden geldiği ölçüde bunları hatırlatacağız,
a) Mekke fethinin sebebi olan olay bize gösteriyor ki; barış ve andlaşmada müslümanlar tarafında olanlara, karşı taraf harb açarsa bizzat- müslümanlara açmış oluyor. Artık saldırganla mubluman-lar arasında hiçbir akld kalmıyor. Bu ulemanın tam ittifak ettiği görüştür.
b) Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke üzerine yürüyüşündeki metod gösterir ki; ahdini bozan ve onu hiçe sayan taraf üzerine müslüman-ların emîri, hiç de haber vermeden ansızın hücum edip gafil bastırabilir. Hıyanetinden ötürü bu böyledir. Bundan karşı tarafı haberdar etmesi de gerekmez. Nitekim gördük ki, Resûlullah ümmetini, Mekke'ye karşı topladığında şöyle dua etmişti: «Yâ Rab! Kureyş'-in gözlerini kör et, bizi görmesin! Tâ karşılarına dikilinceye kadar...» Bu da ümmetin ittifak ettiği bir prensiptir.
c) Resûlullah (s.a.v.)'ın bu uygulamasında şuna da işaret var: Bir kısım kimselerin ahdi bozmaya yeltenmesi, hepsinin ona girişmesi olarak telâkki olunur. Ama kalan topluluk bu ahdi bozma teşebbüsünü gerçekçi bir tavırla reddederse durum değişir. Halbuki Resûlullah gözetti; Kureyş'in çoğunluğunu suskun gördü. Müslümanların taraflısı olan Huzâalılara karşı baskın düzenleyen kendi adamlarına ve taraflılarına karşı bir tavır almadılar. Bu gösteriyordu ki; onlar da- bu işe rıza göstermiş, ahdi bozup hıyanet etmişlerdir. Çünkü, başlangıçta lider kadro barış yapmış, Kureyş halkı da toptan bunu tasvip etmişti. Şimdi de yine onların ileri gelenleri ve mümessilleri ahdi bozucu bu saldırıyı düzenlemişlerdi. Tabii sonuç yine toptan ahdi bozmuş olmalarıdır...
Nitekim Resûlullah, Benî Kurayza savaşçılarını idam ettirirken de herhangi birine, ahdi bozmadığını sormamıştı. Yine Beni Nadir'i sürgün ederken de, sebeb m üslüm ani arla aralarında bulunan anlaşmayı bozmalarıydı. Halbuki bozguncular sadece aralarındaki bir grup lider kadroydu[79].
2- Hâtıb bin Ebİ Beltea ve yaptığına dair i
a) Biz şimdi, Nübüvvetin başka bir görünüşü karşısındayız. Yüce Rabb'in onu vahiyle nasıl yakından desteklediğini seyrediyoruz. O, sahabelerine emrediyor: -Gidin, Hah bahçesinde develi bir kadın bulacaksınız. Onda bir mektup var, ahp getirin!...» Bunu ona haber veren kimdi? Yolcu kadınla Hâtıb bin Ebî Beltea arasında cereyan eden olaya O, nasıl muttali oldu?.. Bu vahiydi elbet, işte bu nübüvvet cilvesidir. Ve A]lah'ın Nebisine ve müslümanlara va'delettiği o Büyük Feth'i tahakkuk ettirmek için ona destek ve plânın gerçekleşmesi için ihbardır.
b) Suçla ittiham olunanın, bazı yolla işkenceye tâbi tutulması itirafı te'min için, caiz midir?..
Bazı zevat, Hz. Ali (r.a.)'nin o kadına söylediğinden bunu istidlal ederler. «Ya mektubu çıkarırsın, yoksa elbiseni soyacağım!.. Yâni buradan yürüyerek bazı ulema şu hükme varıyor: Bazı suçları açığa çıkarabilmek için mü'minlerin imamı ve onun vekili, çeşitli yollara başvurabilir, vasıtalar kullanabilir: Tıpkı böyle de, Hay-ber yahudilerinln Huyey bin Ahtâb'a ait hazineyi saklamaları üzerine Resûlullah'ın uygulamasını delil sayarlar. Hani, Hayber Gazvesi sonunda Resûlullah (s.a.v.), Huyey bin Ahtâb'm amcasına: «Hu-yey'in Benî Nadir'den getirdiği Mesk'i[80] ne yaptınız?» diye sormuş^ tu.
Onu savaş masrafı olarak harcadım, diye cevab verse de, «Hayır zaman kısa, para da çok fazlaydı» buyurdu. Ve bunun üzerine onu Zübeyr'e gönderdi. O da biraz sıkıştırınca adam: «Ben Huyey'i şu harabelerde dolaşırken görmüştüm», dedi. Ve gidip aradılar. Gerçekten de harabede o deri dolusu parayı buldular. Günümüzde bazı araştırmacılar bu görüşü îmam Mâlik (r.aJ'e isnad ederler.
Gerçek ise şudur: Dört büyük imam ve cumhûr-u ulemanın araştırması sonucuna göre; şer'İ ölçülerle yeter delille suç isbat edilmeden, maznuna (suçla ittiham edilen kimseye) işkence yapılamaz, îkrar etsin diye böyle bir uygulama caiz değildir. Çünkü suç ;sbat edilmedikçe maznun, suçsuz kabul edilir. Hatıb'ın Mekke'ye gönderdiği kadın olayına ve Hz. Ali (r.a.) 'nin onu tehdidine gelince; şu iki sebebe bağlı olarak bir delil teşkil edemez:
Birincisi: Bu kadın sırf bir itham altında değildi. Onun (mektup götürdüğü) sabit ve gerçekti. Çünkü onu peygamberlerin en büyüğü ve insanların en doğru sözlüsü Muhammed (s.a.v.) haber vermişti. Bu ise, ikrardan ve senedden de kesindir. Şimdi, biz masum olmayan insanların zan ve şübhesine dayalı ittihamla nasıl kıyaslarız bunu? Bu kadının durumu için söylediğimiz, Huyey bin Ah-tâb'ın amcası için de aynen geçerlidir.
İkinci olarak daı Mektubu bulmak için elbisesini soymak, işkence ve hapis gibi değildir. Aradaki fark büyük ve açıktır. Mektubun onda olduğu kesin olunca, artık onu bulmak için elbisesini soyup aramaktan başka yol yoktur. Bu da şübhesiz meşru bir yoldur. Hattâ Resûlullah (s.a.v.)'ın emrinin yerine gelmesi için bu zarurîdir. Zübeyr'in, Huyey bin Ahtâb'ın amcasına işkence uyguladığı mes'elesine gelince; bir kere bu da sadece bir itham değil gerçeğe istinad ediyor. (Resûlullah (s.a.v.) haber verdiği için) ikinci olarak da bu bir harb durumudur. Müslümanlarla öbürleri arasındaki harb hali. Pek tabii müslümanların birbirine karşı uygulamasında mes-ned olamaz, kıyas kabil değildir.
Bu kanaati, tmam Mâlik (r.a.)'in mezhebindeki görüşü diye sananlara gelince, bu da onun mezhebini tanıyanların açıkça göreceği üzere bâtıl bir tahmindir. îmam Mâlik (r.aJ'ten Sehnun'un El-Mü-devvenetü'l-KÜbrâ'sında şu nakil var:
«Bir kimse bir suçu; tehdid, zincire vurma, korkutma, dövme veya hapsetmeyi müteakip ikrar etse had vurulur mu? dedim, tmam tehdidle ikrar eden afvedilir, dedi. Zaten, korkutma, bağlama, tehdid, hapsetme ve dövme dediğin hepsi bence tehdiddir, afvedilir ka-naatindayım» buyurdu.
Yine râvi der ki: Peki tehdid veya dayakla ikrar eder, katilliği veya çaldığını ortaya çıkarırsa-, gerçek böylece ortaya çıktığı halde yine had uygulanır mı? dedim. Dedi ki, ben ancak ve ancak, tam emniyet içinde korkusuzca ikrar edene ceza uygularını. Aksi halde uygulayamam!...
c) Resûlullah'ın Hâtıb'a sorusu ve onun cevabı ardından da, o yüzden nazil olan âyeti okuması bize şunu gösteriyor: Hangi gart altında olursa olsun, müslümana, Allah'ın düşmanlarıyla dost olması yaraşmaz. Onlara bir meyil ve yardım hissi taşıması da asla caiz değildir. Onlara dostluk ifade eden sözle mukabele de uygun olmaz. Hâtıb'ın Kureyş arasındaki yakınlarını, kendisi aslen Kureyşli olmdığı sebebiyle, himaye eden olmadığından, bir iltimas beklemediği için mazur görülmesini istemesine rağmen bu böyledir...
Çünkü Kur'an âyetleri nazil olup, açık olarak, mü'minlerin, Allah'tan başkasını veli edinmemesini, yalnız O'ndan himaye beklemesini emretmiştir. Ve kim olursa olsun, kiminle olursa olsun, insanlarla ilişkisini bu esasa dayandırması, bu yüce dine uygun olarak kurması emredilmiştir. Aksi halde, bir kimsenin yâni müslü-manın, malını, canını Allah yolunda harcaması; yerini aile ve imkânını onun için terketmesi nasıl düşünülebilir ki?...
îşte çağımızda, kendi kendine düşmanlık eden müslümanların çıkması budur: Namaz için mescidlere ko^ar, zikir ve virdleri sürekli tekrarlar. Mlsbahı elinden bırakmaz... Ama halkla ilişkilerini hâlâ akrabalık bağı, ırkî yakınlık hissi, mal ve makam arzusu ya da bazı hayvani arzu[81] ve isteklerini tatmin esasına göre yürütür. Ve bu suretle, hakkı bâtıla satmış olmaktan veya geçici dünya için Allah'ın dinini bir paravan olarak kullanmaktan çekinmez.
Bunlar münafıktır. Müslümanlarla görünmeleri, onları geciktirmek, bölmek, zayıf düşürmek emelindedir. İşte, tarih boyu, müslü-manlara karşı hazırlanıp uygulanan hiyle ve tuzaklardan bir görünümdür bu...
3- Ebû Süfyân mes'elesi ve burada Resûlullah'ın tutumu:
Fetih günü, Ebü Süiyân'm durumu garipti gerçekten: îlk defa Resülullah'a savaş açanların başı ve öncüsü iken, o gün, O'nun dinine fevc fevc girenlerin önünde ve ilki oldu.
Halbuki, bugüne kadar Mekke'den çıkan her muharib ve her ordu onun teşviki, onun öncülüğü ve onun coşturmasıyla olmuştu ancak... HJtmet-i İlâhi, Mekke Fethi'nİn kansız olmasını gerektirmiş-, daha önce O'nun Resulüne (s.a.v.) ezâ edip harb. açarak oradan çıkaran halkının İslâmlaşmasını murad etmişti. Öyle ki; müs-lümanlann da herhangi mücadele ve meşakkate girmesine hacet kalmadan... Ebû Süfyân'ın müslüman olmasının sebebleri de çok önceden hazırlanıp plânlanmıştı âdeta!... Bu da Resûlullah (s.a.v.) ile vuku bulan mülakat ânında Merri Zahran'da gerçekleşti. Arkasından da Mekke halkına koştu, onların kafasından ve gönlünden savaş düşünce ve arzusunu silip attı. Mekke atmosferini teslimiyete hazırladı. Câhiliyye şirkini yere gömerken, İslâm ve tevhid tohumunu da ekmiş oluyordu.
Nitekim, Resûlullah (s.a.v.) 'in ona ilânını tenbihlediği şu emir de bunun başlangıç ve belgesiydi: «Kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyettedir». Tabii bu taltif, onun müslüman oluşu, İslâm'a ısınıp kalbinin karar kılmasından sonraydı... Bilirsiniz ki, İslâm, dinin inanç ve ameli ahkâmına tam uyup boyun eğmektir. O halde, bir müslümana gerekli olan, imanın kalbine sirayet etmesidir. Bu da tabiî İslâm prensip ve erkânına sürekli uyumla gerçekleşir. Sürekli ve ısrarlı olarak birtakım meşru vesileler ve sebeblere kalbini alıştıran kimse, gitgide imanı kalbine oturtur. İslâm onun tabiatı olur, iman kökleşir. Artık, fırtınalar onu sarsamaz, saptıra-maz...
Nitekim Hak Teâlâ, Kitab-ı Kerim'inde böyle buyuruyor: «Araplar, biz iman ettik dediler. De ki, belki henüz iman etmediniz ama îslâm olduk diyeb'Hrsin'z. Çünkü henüz iman kalbinize tam olarak kök salmadı!..[82]».
Yine bu yüzden, savaş anında, harbin şiddeti karşısında müs-lüman olan kimseyi, silâh korkusuyla veya ganimete ermek arzusuyla da sırf zevahiri kurtarmak için müslüman olmuş olmakla itham etmesi yakışmaz.
Hattâ karineler buna delâlet etse bile caiz olmaz. Çünkü matlûb olan, kalbe ve iç âleme nüfuz etme değil, görünüşün ve dış âlemin ıslâhıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.)'ın çıkardığı seriyyelerde bazı sahabenin bu konudaki tutumu üzerine Cenâb-ı Hak vahy ile açıklık getirmiştir. Çünkü bazı sahabeler, böyle bir çarpışma anında, müslümanlığını ilârf eden kimselerin ölüm korkusuyla böyle davrandığını iddia edip öldürmüşlerdi:
«Ey inananlar! Allah yolunda çarpışırken uyanık olun. Size teslimiyetlerini bildirenlere, «Sen mü'rnin değilsin» demeyin. Siz geçici dünya cilvesini takib ediyorsunuz. Halbuki Allah katında sayısız ni'metler var. Esasen daha önce sizler de böyleydiniz. Allah lütfetti de oldunuz. O halde iyi değerlendirin insanların hâlini. Zaten Allah sizin ne yaptığınızdan haberdardır[83]».
Dikkat edin, müslümamn dine yeni girdiği zamanki halini nasıl tasvir buyuruyor. Onların çoğu da bugün için imanlarından şüb-he ettikleri kimselerin durumundaymış. Sonra Allah onlara ihsanını artırmış da, gitgide saf ve samimi müslüman olmuşlar...
Bu da tabiî, zahiri plânda, din ahkâmını sürekli ve disiplinli şekilde yasaya yasaya şübhe ve eski yanlışlardan temizlenme şeklinde olmuştur.
Resûlullah (s.a.v.)'ın risâlet hikmetinden birisi de îşte Ebû Süf-yân'ın, müslüman olduğunu ilânını müteakip; Hz. Abbas'a emrederek vadinin çıkış yerinde tutmasındadır. Oradan bütün îslâm ordusu, alaylar, taburlar halinde geçecek, o da İslâm'ın gücünün ne noktada olduğunu görecekti.
Nihayet, Mekke'den paramparça, ezik, yenik kaçan müslüma-nm nasıl bir inkılâp ile yenilmez kuvvet oluverdiğini anlayacak. Bu ise tabiî, o dinin akidesinin doğruluk ve zlâhilik yönünde te'kidle, zihne sunacakıt.
Ama bu hikmetler, bir ara, Ensârdan bazı sahabenin zihninden silinivermişti. Haniya, Resûlullah (s.a.v.h «Kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emindir» fermanım ilân edince, O'nun kendi kabilesine ve memleketine özel bir sevgi duyduğunu, bu sözü de bu yüzden söylediğini sanmışlardı.
Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlullah bu sözü söyleyince, Ensâr'dan bazıları birbirine: Demek ki adamın beldesine olan bağlılığı, halkına olan sevgisi onu sardı. Ebû Hüreyre der ki: Bunun üzerine vahiy geldi. Zaten vahiy gelince haberimiz olurdu. Bu sefer vahiy gelince, daha bir ferdin Resûlullah (s.a.v.)'a kaşını kaldırıp bakmasına fırsat kalmadan, o vahyin emrini icra etti. Şöyle seslendi: Ensâr topluluğu! Onlar da: Buyur yâ Resûlâllah! dediler.
Buyurdu ki: «Adamın memleket sevgisi baskın geldi...» dediniz. Evet öyle oldu dediler. Bunun üzerine: «Asla! Ben Allah'ın kulu ve Resulü olarak sizin beldenize hicret ettim. Dirim sizinle olduğu gibi, ölüm de sizinle olacak!..»
Ensâr ona ağlayarak şu itirazda bulundular: Biz bu sözü kötü niyetle değil, sadece Allaha ve Resulüne bağlılığınızdan söylemişiz-dir.
îman ve îslâm arasında farka yönelik şu anlattıklarımızı; size Ebû Süfyânın müslüman oluş biçimine dair tartışmalarla ilgilidir. Haniya onun Resûlullah tarafından «hâlâ benim, Allanın Resulü olduğuma kesin kanaatin oluşmadı mı?» diye, yöneltilen soruya verdiği cevabda bu endişe vardı: «Buna gelince, vallahi hâlâ gönlümde bir tereddüd var!..»
Nitekim Hz. Abbas tr.a.) da ikaz ediyor: Yazıklar olsun sana, Allahm birliğine, Muhammedin Onun Resulü olduğuna şehâdet ge-tirsene, boynun vurulmadan!..
îşte o zaman gerçekten şehâdet getirdi.
Buradaki şübheli yan şu: Deniyor ki, tehdit altında İslâm'a girmek ne kıymet ifade eder? Çünkü az önce o, Resûlullah'ın nübüvvetinde şübhesı olduğunu söylemişti.
Ancak buradaki şübhe şöylece kalkar. Bilirsiniz ki: Müşrik ve kâfirden beklenen, imanın kâmil mânâda kalbe yerleşmesi değil. Başlangıçta, İslâm'a girecek kimseden beklenen; aklıyla kavradığı
İslâm'ı diliyle de ilân ve ikrar etmesidir. Bu teslim oluştan sonra; yâni Allah'ın birliği, Resulünün nübüvvetini ve onun getirip haber verdiklerinin doğruluğunu ifade ile onun topyekûn kanunlarına boyun eğecek... îmanın gerçeğiyle teessüsü ise, bundan sonraki bağlılık ve emirleri sürekli uygulama ile gerçekleşecektir.
Gerçekten de Ebû Süfyân bu nizamî orduların geçişi karşısında düşünüyordu. Gördükleri karşısında çarpılıyor, şaşkınlıkla Hz. Abbas'a dönüyordu. Tabii henüz câhülyye düşüncesinden de sıyrılamamış, o kafa ve gönülle değerlendirme yapamıyordu:
«Gerçekten, yeğenin çok büyük bir hükümdar oluvermiş yâ Abbas!» diyordu. Tabii Abbas (r.a.) onu bâtıl kalıntısı düşüncesinden uyarmaya çalışır; «Ebû Süfyân, dikkat et! Bu hükümdarlık değil peygamberliktir! Neden söz ediyorsun?...»
Esasen o, bir zamanlar siz Mekkelüer teklif ettiğiniz halde, mülkü de, malı da, makamı da ayak altına almış, sizin işkence ve hakaretlerinizi de hiçe saymıştı. Siz değil miydiniz, hem ona sunduğunuz bunca dünyalığı reddedip, Risâlet görevine tercih etmediği ve sizi imana çağırdığı için, onu ülkesinden çıkarmaya mecbur eden?.
îşte nübüvvet böyledir!
Hz. Abbas (r.a.)'m dilinde tecelli eden ilâhi hikmettir bu. Böylece kıyamete kadar herkesin ibret alacağı bir kelâm olsun; bilinsin ki, Resûlullah (s.a.v.)'ın daveti, bazılarının vahyedip gevelemeye çalıştığı gibi; ne saltanat, ne akar, ne ırk kaygısıyladır. Bu, Resûlul-lah'ın baştan başa hayatını kaplayan bir sayhadır. İlâhi ikazdır. Onun ömrünün her ânı, damla damla konuşur bir armonidir. Bu, Allah yolunu ve O'nun nizamını tebliğ için gönderilmiştir insanlığa. Yeryüzünde nefsinin saltanatına zerrece pay yoktur!.
4- Resûluliah'ın Mekke'ye giriş tarzı üstüne düşünceler.
a) Buhâri'nin, Abdullah bin Muğfil'den rivayetinde gördük ki; Resûlullah (s.a.v.) Mekke girişinde Fetih sûresini okuyor. Okuyuşunda terci' yapıyordu Terci' ise kırâette bir tarzdır. Okuyan coşarak onu terennüm eder sanki... Bu da O'nun, Mekke girişinde Raî> biyle başbaşa bir istiğrak halinde olduğunu gösterir. Yoksa, zafer ve büyük muvaffakiyetin nefsine getirdiği büyüklenme, gurur ve şuurunu kaplayan övünçten değil. Hayır, sırf Allah'ın destek ve yardımım apaçık müşahede etmesinin sonucu, ona bütün zerreîeriyle iltica edişidir...
Nitekim, îbn îshâk'ın rivâyetindeki tasvir de bu mânayı daha açık yansıtır. Ona göre Resûlullah Cs.a.v.) Zituva'ya gelince; Allah'a minnet tavriyle başını öyle eğiyordu ki, nerdeyse alnı hayvanın yelesine değiyordu. Bu, onun, kendisine Allah'ın lütfedip gösterdiği «Feth-i Mübîn» için minnet ifadesiydi.
Bu da şunu gösteriyor; O, Rabbinin emrini yerine getirmiş olmakla kullukta tamlanış ve kulluğu başarmanın şükrü içindedir. Ve kavminden çektiği bunca çileyi, kendisini zorla çıkardıkları bu beldeye, Allah'ın nasıl bir zaferle, şeref ve izzetle döndürmekte olduğunu gözlemekte... Evet bu an Allah'a en kâmil mânâda hamd ve şükür dolu gönülle yönelme ânı; bu mekân ona kulluğun son haddine taşırılma makamıdır. Tabii bu her mü'minden beklenecek haldir esasta. Yâni, genişlik ve darlık ânında hep Allah'a mutlak ubûdiyyette kalmak. Bollukta kıtlıkta, güçlü iken de, zayıf iken de hep mutlak kulluk...
Yâni müslümana, sadece sıkıntıya düştüğü, belâya uğradığı zamanda darlık gitsin, zarar kalksın diye kulluk gösterisi asla yakışmaz. Çünkü geniş ve mutlu günlerin huzur ve refahı, sarhoş eder--se, isyana düşer, gözü birşey görmez. Öyle kimseler ilâhı emir ve ahkâmın yanından teğet geçmeye başlar. Öyle ilgisiz olur ki, sanki o dar günlerinde yalvaran ve boyun büken o değilmiş...
b) Buhâri'nin ,bu rivayeti aynı zamanda, bize Kur'an okuyan kimsenin ahenk ve teganni yapmasının da caiz olacağını gösterir. Bu anlam, Abdullah bin Muğfil'in naklindeki «Terci1» ta'b'rinden çıkar. Bu ise bütün Şâfü ve Hanefî ulemasıyla Mâlikilerin ve ötekilerin çoğunluğunun birleştiği gerçektir[84].
c) Resûlullah Cs.a.v.)'in hikmet dolu tedbirinden biri de, Mekke'ye girerken ashabına farklı yönlerden bölük bölük girmelerini emretmesidir. Onlar, tek yol veya kapıdan girmemekle, savaşı büyük çapta önlemiş oldular. Çünkü Mekkeliler bu durumda savaşa cesaret edemezdi. Etse, adamları dört bir yana dağıtmaları gerekirdi. Bu ise onların zayıflaması demekti. Bunu göze alamayınca da savaş ve saldırının sebebi kendiliğinden ortadan kalkmıştır.
Resûlullah Cs.a.v.) bunu, muhakkak ki, kan dökülmesini önlemek, İslâm'ın belde-i Haram'a verdiği mânâyı korumak için emretti. Ve onlara da, sadece saldırana karşılık savaşma izni verdi. Öbürlerine de, evlerine kapandıkları takdirde emniyet va'detti.
5- Mekke Haremine mahsus hükümler:
a) Orada savaş yasağı:
Gördük ki, Resûlullah (s.a.v.) ashabına hiçbir kimseyle savaşmaya izin vermedi. Sadece müslümanlara saldıranlarla, kanı heder edilen ve öldürülmelerini kendisinin emrettiği altı kişi hariç.
Yine gördük ki, O (s.a.v.), uzaktan kılıç parıltılarını görünce sormuş ve Hâlid bin Velid'in kendisine saldıranlarla savaşmak zo-Minrlfi kaldığını anlayınca, buna üzülmüş. Ancak, «Allanın kazasında hayır vardır» buyurmuştu. Zaten bunun dışında da Mekke'-d» herhangi bir çarpışma olmamıştı...
Nitekim fetih günü halka hitap ederken de: -Mekke'yi Allah yasak bölge yaptı, insanlar değil...» buyurdu. Ve, «Allah'a inanan bir kişiye kıyamete dek, orada kan dökmesi veya kavga etmesi helâl olmaz. Biri kalkıp da ruhsat var savaşa derse; Allah kendi Resulüne izin verdi, size değil deyin. Ona bile bir günde bir an için izin vermişti. Ve dünkü gibi bugün de haramhğı avdet etti.
tşte bunu deL'l alan bütün müçtehidler, Mekke'de ve çevresinde savaşın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. Çünkü bu Fetih hutbesinde açık bir peygamber emridir. Ancak ulema mes'eleyi genişlemesine alınca; uygulamanın nasıl olacağını araştırınca müşriklerle ve âsilerle savaşı emreden, kısas olunacakların öldürülmesini bildiren nasslarla bu yasak arasını şöyle bulmuşlardır. Müşrik ve mür-tedlerle savaşma hususunda bir müşkil düşünülemez. Çünkü müşriklerin orada yerleşmesi, mekân tutup kalması şer'an yasaklanmıştır. Bunda ittifak var. Hattâ Şafii mczhebiyle öbür birçok müçlehid; müşriklerin oraya uğrayıp geçmesini bile caiz görmez. Bunun dayanağı şu âyet-i kerîmedir: «Müşrikler necistir. Bu seneden sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar...» O halde, orada bulunanlara düşen, müşrikler oraya girmeden ve yaklaşmadan onlara savaş açıp yaklaştırmamaktır. Bu demektir ki: Cenâb-ı Hak, Haremine bir müşrik veya kâfir sokmamayı tekpff .1 etmiştir. İşte bu da, bu dinin mûcizesidir. Yâni Allah'ın kitabında ve Resulünün lisanında gelen va'din tecellisidir.
Asîlere gelince: Bunlar sâîih imâma başkaldıranlardir. Cum-hûr-u fukahânın kanaatına göre böyleleriyle savaşa medar, âsi oluşlarıdır. Çünkü bu isyan ancak silâhlı karşılıkla bastırılabilir. Çünkü âsilere karşı savaş hukukullahtan olup, vazgeçilemez. Haremde de olsa onu bastırmak için savaş, onların önünü koyvermekten evlâdır.
İmam Nevevi şöyle der: Bu, cumhurdan nakledilen görüştür. Doğru olan da budur. İmam Şafiî de, «Kitâbü İhtilâfi'l-Hadîs»te bunu delil getirmiş, nassa dayandırmıştır. Şafiî şöyle diyor: Mutlak olarak kıtal'i meneden hadîslerin zahirinin gerektirdiği durumu şöyle yorumlayabiliriz Cyâni âsilerle bile savaşı reddeden hadîsler) : Kıtalin bu genel yasağı haramhk ifade etmesi; (bu mancınık dahil her tür savaş vasıtalarıyla saldırmadır) ıslah olmaları başka yolla mümkün olmasına bağlıdır. Ama küffâr başka beldelere üslenmiş ise o zaman savaşın her türü ve vasıtası caiz olur.
Tabiî bazı fakîhler, âsilere karşı savaşın haram olduğuna; ancak sıkıştırmak suretiyle Harem'den çıkıp kaçmalarım veya itaat etmelerini
Resûlullah (s.a.v.) yedinci yılın Zilkade ayında Mekke'ye doğru yola çıktı. Yâni bir yıl önce müşriklerin, kendisini oraya girmekten engellediği şehre. Umresini kaza edecekti. îbn Sa'd'ın Tabakat'ın-da anlattığına göre, Resûlullah (s.a.v.) ile umre yapanların sayısı iki bindi. Bu tabiî, Hudeybiye'de bulunanlarla sonradan katılanların toplamıdır.
Bu seferden sadece vefat eden veya Hayber savaşında şehid olanlar geri kalmış oldu[46].
Îbn Ishâk ise; «Kureyşliler kendi aralarında şöyle dedikodu yapıyordu: Muhammed (sav) ve ashabı, sıkıntı ve zorluk içindeymiş» diyor.
Bu yüzden müşrikler, Dârü'n-Nedve önünde top1 anıp müslüman-larm durumunu gözetlemeye başladılar. Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i Haram'a girince, omuzundaki örtüyü sıyırıp sağ pazusunu dışarı çıkardı ve şöyle seslendi: Allah şu adamlara kendisini güçlü gösteren her kişiye rahmet eder. Sonra da (Hacer-i Esved) rüknünü istilâm edip hızlı sert yürüyüşle tavafa başladı. Ashabı da öylece yürüyordu. Üç şavt böylece (Hervele) yaptı. Öbürlerinde ise normal yürüdü... îbn îshâk'a göre îbn Abbas şöyle konuşuyordu. Bazı kimseler zanneder ki, Resûlullah (s.a.v.) pm bunu böyle yapması sadece Kureyş'ten gelen söylentilerine bir cevab mahiyetindeydi. Umumi bir sünnet değildi. Halbuki Resûlullah (s.a.v.)'m bunu yapmasının hikmeti, Veda Haccı esnasında anlaşıldı ve müekked sünnet olduğu kesinleşti[47].
Resûlullah (s.a.v.) bu esnada Meymûne binti Haris ile evlendi. Rivayete göre nikâh akdini ihramlı iken yaptı. Bazıları ise, ihramdan çıktıktan sonra akid yapıldı der. Meymûne (r.a.)'yi Resûlullah ile evlendiren (veya nikahlayan) da onun bacısı Ümmü'1-Fadl'ın kocası bulunan, Abbas bin Abdülmuttalib idi[48].
Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke'deki üç günlük ikameti bitip, (barıştaki Kureyş'In tanıdığı süre dolunca) Kureyş hey'eti Hz. Ali (r.a.) '-ye müracaat edip: Ey Ali, artık efendine söyle, müddet dolmuştur, çıkın Mekke'den dediler. Resûlullah (s.a.v.) yola çıktı".
Resûlullah, Medine yolunda Ten'im yakınında «Şerif» denilen mevkide konaklayıp, Hz. Meymûne (r.a.) ile gerdeğe girdi. Daha sonra yola çıkıldı ve Zilhicce'de Medine'ye varıldı. [49]
Dersler Ve İbretler
Bu umre, Resûlullah (s.a.v.)'in doğru söylediğinin Cenâb-ı Hak tarafından tasdiki, O'nu ve ashabını, Mekke'ye ulaştırıp Beyt'ini tavaf ettirecek, izhâr buyurduğu te'yki ve desteği diye tanımlanır. Nitekim gördük ki; Hudeybiye gününde Hz. Ömer (r.a.) şöyle soru tevcih ediyordu. Resûlullah (s.a.v.)'a:
— «Sen değil miydin peki; bizim gelip Kabe'yi tavaf edeceğimizi söyleyen?[50] O da cevab veriyordu:
— «Peki, ben size bu sene geleceksiniz, yapacaksınız dedim mi?» Ömer:
— «Hayır», diyor. O tekrar:
— «O halde sen mutlaka gelip tavaf edeceksin, böyle bil», diye bağlıyordu.
îşte bu, Resûlullah (s.av.)'m va'dinin doğrul anına siydi. Nitekim, Allah (c.c.) da, kulunu bu va'dinden ötürü, şu kelâmıyla ayrıca doğruluyor: «Allah, Resûlü'nün rü'yasım Hak olarak tasdik ediyor ki; mutlaka siz Mescid-i Haram'a, inşâallah emniyet içinde girip, endişesizce tavafla, traş olup veya saçınızı kısaltacaksınız. O, sizin bilmediğinizi bilir Daha bunun ötesinde apaçık bir fetih verecek[51]».
Yine bu umre, hemen ardından gelen Büyük Fetih için bir giriş ve ilk adım oldu.
Aynı zamanda bu umreye iştirak eden Ensâr ve Muhacir kalabalığı, her davranışında; tavafta, sa'yde ve öbür menâsikde Resûlul-lah'a istekle uyuyor, onun çevresinde neş'e ve yiğitlik dolu davranışlarıyla, hiç de müşriklerin düşünüp beklediği hastalık, gevşeklik gibi bir görüntü vermiyorlardı... Bu yüzden müşriklerin yüreğine korku saldılar, Çünkü onlar, ashabın, Yesribin iklimi gereği sıtma v.s. gibi hastalıklara yakalanıp, çeşitli imkânsızlıklarla hayli yıpranmış olduklarını sanıyorlar ve dedikodusunu yapıyorlardı...[52]
Müslim, İbn Abbas'tan rivayet eder ki:
Müşrikler, müslümanların Kabe çevresinde «Remel» yaptığını (sert adımlarla dik dik yürüdüklerini), sa'yde de aynı canlılığı taşıdıklarını görünce, birbirlerine : Bunlar mı, bizim sıtmadan perişan olduğunu sandığımız kimseler?... Bunlar ceylân gibi zıplıyorlar, o kadar çevikmisler[53].
Hâsılı tamamlanmış şekliyle bir bütün olarak, bu umre, müşriklerin gönlüne öyle bir oturdu ki; âdeta Mekke fethinin kolay ve savaşsız gerçekleşmesine zemin hazırladı.
Şimdi biz bu «Umretü'l-Kazâ»'dan neler alırız, ona bakalım:
1- Tavafın İlk üç şavtmda, sağ omuzu dışarıda bırakacak şekilde ihramı koltuk altından bürünmek (Iztıba) ve sert adımlarla hızlı yürüme (Hervele)'nin; bu anda Resûlullah (s.a.v.)'a uymak bakımından müstehab olduğu.
Bunun müstehab oluşu şuna bağlı tabiî: Tavafı sa'y izliyorsa, o tavafta «remel» yapılmışsa bu da müstehab olur. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) böyle yapmıştı. Iztıba ise, ihramın bir ucunu sağ koltuk altından, ikinci ucunu ise sol omuzun üstünden örtülmesidir ve bu aynı zamanda Safa ile Merve arasında sa'y anında iki nişan arasında, ittlbâan sünnet olur...
2- Bazı fakihler, hac veya umre anında ihramh iken nikâh kıymanın caiz olduğuna kanaat ettiler. Dayanakları da, yukarıda naklettiğimiz rivayete göre; Resûlullah (s.a.v.)'in Meymûne (r.a.) ile ihramh olarak nikâhlandığıdır. Ama fakihlerin büyük bir grubuna göre ise; ihramhmn ister bizzat, ister vekâleten nikâh yaptırması mutlak mânâda câ'z olmaz. Hanefiler ise, ihramlınm veli olarak da, ihramh olmayan biri adına nikâh kıyamıyacağı kanaatındadır.
tşte böylece Resûluîlah (s.av.)'ın, umre ve bir de hac yaptığı biliniyor. Müslim'in Enes (r.a.)'den senediyle naklettiğine göre Resûlullah (s.a.v.) bütün umreleri Zilkade'de yaptı. Sadece, hac anındaki umresi ise, hac mevsiminde oldu: Hudeyblye umresi Zilkade'de, ondan sonraki sene yaptığı (Umretü'1-Kazâ) umre Zilkade'de, Ca'-râneden dönüşte yaptığı umre, Huneyn ganimetlerini taksim için dönüşteki umresi de Zilkade'de, son umresi ise Veda Haccı'na gittiğinde yaptı ki, bu Zilhicce'dir, tabii ..[54]
5- Mûte Muharebesi
Hicretin sekizinci senesi, Cemâziye'l-Evvel ayında Mûte'ye sefer oldu. Mûte, Şam bölgesinde bir kasabaydı. Bugün «Kerk» diye anılan, bir yayla, konak yeri...
Bu gazvenin sebebi ise; yukarıda bahsi geçen Busra Meliki'ne Resûlullah'ın elçi olarak gönderilen Hârls bin Âmir el-Ezdi'nin öl-dürülmesiydi. Bunca elçisinden hiçbiri de böyle öldürülmemişti. O, halkı Şama karşı çıkışa da'vet etti. Ve bir anda, üçbin savaşçı müs-lüman, Mûte'ye gazaya gitmek isteği ile toplanıvermişti
Resûlullah (s.a.v.) bu savaşa b.zzat katılmadı. O yüzden bu sefere esasen gazve değil, «seriyye» denir Ancak, bu savaşa katılan müslümanların sayısının çokluğu ve savaşın da son derece önemli oluşu sebebiyle siyer ulemasının hemen hepsi «gazve» demişlerdir.
Resûlullah savaşçılara: «Emiriniz, Zeyd bin Hârise'dir. O şe-hid olursa Ca'fer bin Ebi Tâlib, o da şehid olursa Abdullah bin Re-vaha olacak, o da şehid olursa artık halk kimi dilerse onu başına geçirsin[55]».
Ve Resûlullah (s.a.v.) müslümanlara, oraya varınca ilk iş olarak onları islâm'a da'vet etmeyi tavsiye etti. Kabul ederlerse ne âlâ. Yoksa Allah'a sığınıp onlarla savaşın diye tenbihledi.
Ibn îshâk der ki; Resûlullah (s.a.v.) ve sahabesi Cr.a.J, müslü-man orduyu ve komutanlarını Medine dışına Veda tepesine kadar uğurladılar. Bu esnada, Abdullah bin Revaha ağladı. Niçin ağladığım sordular. O, vallahi ben ne dünya sevgisinden, ne de sizden ayrıldığıma ağlıyor değilim. Fakat Resûlullah'tan işitmiştim; Kita-bullah'tan okuduğu şu âyette cehennem anlatılıyordu: -Sizden, cehenneme uğramıyacak yoktur. Bu Rabbinin kendine zaruri olarak yapmayı vâcib kıldığı gerçek[56]» Eh ben kestiremiyorum ki, oraya uğradıktan sonra nasıl geriye dönebilirim... Onlar yürürken, arkalarından müslümanlar sizi Allah korusun, size sâhib olup, sağ selâmet bize kavuştursun diye seslenip duâ ettiler. Bunun üzerine (İslâm şâiri) Abdullah bin Bevaha şöyle bir şiirle cevab verdi;
-Ancak, ben Rahman (olan Allah'tan) mağfiret dilerim.
Kanlar fışkırtan keskin kılıç darbesiyle,
Ya da ciğerleri parçalayan bir kargı saplamasıyla
ŞEHİD OLMAK...
Kabrime uğrayanlar...
Allah bu bahadırı doğruya yöneltmiş de, o da
Dosdoğru yolu bulmuş desinler».
Daha Medine'den ayrılınca düşman onların kendileri üzerine yürüyüşlerini öğrenmişti. Toplanıp karşı çıktılar. Herakl yüzbinden fazla Rum savaşçı toplamıştı onlara. Ayrıca Şurahbil bin Amr de yüzb'n kişi toplamıştı; Lâhm, Cüzam, Kayn ve Behra kabilelerinden...
Müslümanlar da bu karşı hazırlığı haber alınca, Maan mevkiinde iki gece konaklayıp mes'eleyi enine boyuna düşünüp müzakere ettiler: Durumu Resûlullah (s.a.v.)'a mektupla bildirip, düşmanın miktarını bildirelim diyenler oldu. Abdullah İbn Revana ise onların hamaset duygularını harekete geçirecek şeylerle onlara cesaret verip teşvik etti: «Ey kavm, vallahi şu anda pek istekli görünmediğiniz, aslında kavuşmak için yola çıktığınız şeydir, şehidliktir» dedi. Zaten biz insanlarla, ne sayı, ne kuvvet, ne binek çokluğuna güvenerek çarpışmıyoruz. O halde yürüyün ileri ve iki şereften birine ulaşın; zafer veya şehadet...
Müslümanlar «Kerk- dolaylarında düşmanla karşı karşıya geldiler. Düşman öyle hazırlıklıydı ki; sayı, silâh ve malzemece kimse o güne kadar bu çapa ulaşmamıştır.
Çarpışmayı Zeyd bin Harise başlattı. Sancağı çekti ve müslümanlar da birlikte çarpıştılar. Nihayet Zeyd (r.a.) birçok mızrak darbesi alarak şehıd olunca, sancağı Ca'fer bin Ebî Tâlib aldı. O da çarpıştı, ağır yaralar aldı. Öyle ki savaş sarhoşluğuyla atından inip yaya olarak çarpışmaya başladı Savaşın en kızgın anında da o, şöylece recezler söylüyor, müslümanları gayrete getiriyordu:
«Cennet ve ona yaklaşmak ne hoş! İçkisi soğuk ve nefis, '
Rumlara gelince r um I araı sonu yaklaştı,
Kafir millet yabandır soyu.
O halde bana onları rastladıkça biçmek yaraşır.»
Allah ondan razı olsun, bu tarzda çarpıştı ve o da şehid oldu. Yere düşünce ruraun biri kılıcıyla parçaladı. Vücudunda elliden fazla darbe görüldü ki, hepsi de cephedendi. Arkadan hiç yara almadı. Onu müteakip sancağı Abdullah bin Revana aldı ki, o da şöyle
recezler söylüyordu :
«Ey nefis, ben seni boyun eğdirmeye and içtim, Ya boyun eğersin, yoksa zorla eğdiririm, Müslümanlar toplasmış (benim ölüme) ağlıyor. Ne hâl ki, sen hâlâ cennetten kaçar gibisin. Bunca yıl oldu sen hâlâ tatmin olmadın, Sen vücud testisinde bir damla değil misin?»
O da uzun çarpışma sonu şehid düştü (r.a.). Bunun üzerine ordu, Hz. Halid bin Velid (r.a.)'in komutanlığında ittifak etti. Ve böylece müşriklerle çarpışıp onları dağıttılar. Böylece fırsat bulup ordusunu toparladı ve Medine'ye döndü.
Buhârî'nin Eenes (r.a.)'den nakline göre Resûlullah (s.a.v.) daha haberci gelmeden, Zeyd, Ca'fer ve İbn Revaha'mn durumlarını halka bir bir haber verdi: Şöyle diyordu: Sancağı Zeyd aldı ve şehid oldu. Sonra Ca'fer aldı, o da şehid oldu. En son tbn Revaha aldı, o da şehid oldu, (gözleri yaşla dolu dolu idi). Şimdi de sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Allah böylece onlara bir kapı açtı.
Görüldüğü gibi bu hadîs, en sonunda müslumanların ilâhî inayetle zafere erdiklerini gösteriyor. Bazı siyret râvilerinin iddia ettiği gibi müslümanlar rumları takib etmeyip, sadece yendikten sonra bununla yetinip yerlerinde kalmışlar. Sonra da derlenip toparlanıp, Medine'ye dönmüşlerdir, demek isterler. Tabu bu da Hâlid bin Velid'in harb dehasının bir eseridir...
Ibn Hâcer der ki: Mûsâ bin Ukbe'nin «Meğâzî»'sindeki en güvenilir meğâzi budur. Bulunan şu ifade: «...Sonra Abdullah bin Revaha aldı. Ve şehid oldu..» Bunun peşinden müslümanlar Hâlid bin Velid üzerinde anlaştılar Allah böylece düşmanları şaşırttı, müslümanlar üstün geldi.
İmam Ibn Kesir ise şöyle söylüyor: Bu nakilleri şöyle toparlayabiliriz. Hâlid bin Velid müslümanlan toplayıp geceyi geçirdi. Sabahleyin, askerin tertibini değiştirdi. Sağdakileri sola, soldakileri sağa geçirdi. Maksadı düşmanı şaşırtmak ve İslâm birliğine takviye kuvvetlerinin geldiği vehmini vermekti. Ve Hâlid onlara hücum edip, püskürttü. Ama onları takib etmedi, geri çekiUp, aldığı ganimetlerle yurduna döndü[57].
Medine'ye yaklaşınca da, Resûlullah (s.a.v.) onları karşıladı. Çocuklar koşarak orduyu karşılıyordu. Resûlullah, çocukları alıp terkinize bindirin, Ca'fer'in oğlunu da bana verin diye emretti. Ve Abdullah getirilince onu önüne oturttu. O esnada, halk orduya: Kaçaklar, Allah yolunda çarpışmaktan yüz çevirdiniz gibi lâflar ediyordu. Resûlullah (s.a.v.): «Hayır, onlar firari değil onlar kerrarîdir inşâallah[58]» buyurdu. [59]
Dersler Ve İbretler
însanı dehşete düşüren şey, bu savaşta müslumanların sayısı ile, Rum ve Arap müşriklerinin savaşçı sayısı arasındaki kıyas kabul etmez farklı durumdur. Olayın naklinden gördük ki: Rum ordusu ve onlarla beraber müşrik kabilelerin toplamı ikiyüz bini buluyordu. Ibn Ishâk.lbn Sa'd ve öbür siyer yazarlarının nakli bu tarzdadır. Halbuki, müslüman askerin sayısı üçbini geçmiyordu. Bunun anlamı şudur: Rum ordusu sayıca müslümanlarm elli katından fazlaya varmaktaydı.[60]
Buradaki oranlama şöyle görünür: Müslüman ordusu, topuğa varmayan ince bir su birikintisi, rum ordusu ise muazzam dalgalarıyla koca bir deniz... Müslüman ordunun nazik durumu böylece tasavvur edilebilir ancak.
Eh. buna ilâveten düşman ordusunun silâh ve teçhizatı, erzak ye giyimi, binek ve moral gücü, gurur ve ihtişamı da ayrı bir ordu demektir. Haniya, o gün müslümanlar fakr ve yoksulluk içinde, günleri aç geçtiği olurdu.[61]
Esas dehşet veren şey ise tabiî, bu koca ordu karşısında, içinde Resûlullah'ın da bulunmadığı bir küçük seriyyenin varlık göstermesi, direnmesi, asla dağılıp kaçmamasıdır. Başarı ile döndüler. Ve üstelik bu koca kitle müslümanların önünde bir harb nizamı bile gösteremiyor, üstüne çullanamıyor. Halbuki, islâm cemaatım ku-şatsa, öyle görünüyor ki; çepeçevre sardı mı bir çöl ortasında küçük çekirdek gibi kalırdı, siyah bir tarlada bir tane gibi.
Ve işin öbür yüzü de var. Müslümanların gösterdiği dayanıklılık. Dalga dalga gelen felâket seîi karşısında ilk komutanları ölüyor, ikinci ve üçüncüsü de gidiyor. Onlar âdeta şehadet kapısını açıyorlar, şevkle ona herbiri atılıyor Öyle ki koca ordusuna rağmen müşriklerin içine bu acaip atılış korku salıyor, tlâhi bir ürperti. Öyle ki zahiri hiçbir sebeb yok... Yerlerini bırakıp kaçıyorlar ve bu yüzden de sayısız âdem ölüyor.
Ama tabiî; Allah'a tam imanın, O'na güvenip, O'nun va'dine kesinkes bağlanmanın neleri başartacığını düşündüğümüzde şaşkınlığa, hayrete mahal kalmaz, hepsi dağılıp gider.
Ve esasen, müslüman ise, müslüman kişi için işin böyle olmaması dehşet verici ve şaşırtıcı olur. Yâni müslümanm böyle rakamlar, adedler, hesaplar zihnin; oyalamaz. Allah'ın va'di karşısında ona er-geç zafer vereceğine dair teminatı yönünden ya da ebedî ni'met-leriyle dolu cennet müjdesi karşısında müslümanı o tür şeyler en-terese etmez ki!.. Abdullah bbn Revaha'mn o boğuşmada söylediği gibi müslüman: «Sayılar veya güçler savaşmaz, o sadece Allah'ın lütfettiği bu mübarek dinle, onun verdiği şevkle güçlenip savaşır...»
Bu gazvenin bize taşıdığı dersler ve işaretlerin en keskinlerini de aşağıya özetle sıralıyoruz:
1- Resûlullah (s.a.v.)'ın bu sefer için tavsiye ettiği (komuta) usûlü şuna delâlet eder:
Bir îslâm halifesi veya devlet reisi bir kişiyi şartlı olarak müslümanların başına tâyin edebilir. Veya birkaç kişiyi birbirini takib edecek emirler de gösterebilir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.); önce Zeyd, sonra Ca'fer, sonra Abdullah tbn Revana (r.a.)'nın komuta etmesini emretmişti... Ulema demiştir ki: Bu tarzda halife, emirler tâyin ederse, sahîh olan; hepsinin emirliklerinin ta başta kesinleşmiş olacağıdır. O an akidler tamamdır, ancak silsile-i merâtib şartıyla[62].
2- Resûlullah (s.a.v.)'ın bu tavsiyesi yine müslümanlann baş-lanna emir tâyininde re'y belirtebileceğim de gösteriyor. Tabii reisleri yok olunca (ölür veya çekilirse) ya da halife onlara, birini seçme serbestisi verirse... Tahavİ der ki: -Bundan şu esas çıkar: Müslümanların emiri kaybolursa, o hazır oluncaya kadar, onun yerini tutacak bir kişiyi seçmeleri müslümanlara vazife olur.»
Tıpkı böyle do, bu tavsiye, daha Resûlullah (s.a.v.) sağ iken de müslümanlann içtihadda bulunabileceğine delâlet eder...
3- Görüldü ki; Resûlullah (s.a.v.) aradaki binlerce km. mesafeye rağmen hâllerini görüp, Zeyd, Ca'fer ve tbn Revaha'nm akıbetini gözlerinden yaş akarak haber verdi.
Bu, Cenâb-i Hakk'm, Resulü için arzı dürüp kısalttığını anlatır. Böylelikle Sam civarında çarpışan müslümanlann durumunu görecek hâle ulaştı. Ve sahabesine bir bir haber verdi. Bu da Allah'ın Hatbib (s.a.vJ'ûıe ikram ettiği sayısız hârikalardan biridir.
Aynı zamanda bu olay, onun sahabesine ne kadar sevgi ve şefkatle dolu olduğunu da anlatmaktadır. Öyle ya, sahâbesiyle otururken onlara bu şühedânın haberini anlatırken onu gözyaşıyla ağlatan neydi? Onun ağlaması azımsanamaz. Yine biliyoruz ki; onun ağlaması Allah'ın kazasına ve takdirine nza göstermemesi anlamına asla gelmez. Çünkü «Kalb hüzünlenir, göz yaşarır» buyurmuştur O. Bu artık Allanın hilkat anında insana aşıladığı merhamet ve hassasiyet tabiatının sonucudur.
4- Bu üç büyük şehidin hâlini bildiren (yâni O'nun Medine'de durumu anlatırken geçen ifadesi arasında) hadîsten Hâlid bin Ve-lid'in özel faziletini de alıyorum. Nitekim sözünün sonunda «nihayet sancağı, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı da, Allah onlara fethi müyesser kıldı.» Bu savaşta bir özellik de, Hâlid bin Velid'in ilk defa müslümanlann safında savaşa katılmasıydı. Çünkü onun İslâm'a gelişinin üzerinden çok zaman geçmemişti... Ve buradan Resûlullah (s.a.v.)'m Hâlid bin Velid (r.a.)'e Seyfullah: Allah'ın kılıcı lâkabım vermesini de anlamış oluyoruz.
Bu savaşta Hâlid bin Velid, son derece ciddi bir denemeden geçmiş oluyordu aynı zamanda. İmtihanı üstün basan ile kazanmıştı da. Buhârî'nin kendisinden rivayetine göre der ki; O Mûte gününde elinde tam dokuz kılıç kınlmıştı... îbn Hâcer de der ki: Bu hadis, müslümanlann o günde müşriklerle çok uzun çarpıştıklarını açıkça gösterir.İmdi, Müslüman ordu Medine'ye dönünce halkın: «Kaçaklar, Allah yolunda savaşmaktan kaçtınız» şeklindeki ithamları ise, sadece rumları yendikleri halde onları takip edip imha etmemiş olmaları yüzündendir. Ve savaştıkları toprakları elde tutmayıp, eski halinde bırakıp dönmelerinden ötürüydü. Halbuki, öbür gazvelerde tutum bu değildi. Ama Hâlid bununla yetinip, orduyu nizamlı şekilde geriye çekip Medine'ye döndü. Esasen bu, görüldüğü üzere, Hâlid bin Velid'in hakimane tedbiri ve rumların üstüne saldığı ürküntüyü kullanıp İslâm ordusunu imhadan koruyup haysiyetini kur-tarmasıdır. tşte bunua için Resûlullah (s.a.v.) onlara şu karşılığı veriyordu: «Hayır, onlar firari değil kerrâridir, inşâallah. [63]
6- Mekke'nin Feth
Tarih: Olay, Hicret-i Nebeviyye (s.a.v.)'nin sekizinci yılı, Ramazan ayı içinde oldu.
Sebeb: Benî Bekr'den bir grup insan Kureyş'in ileri gelenleriyle; Huzâa kabilesine karşı kendilerine silâh ve asker yardımı için müzakerede bulundular. (Huzâa ise, Hudeybiye'de müslümanların taraflısı olmuştu). Müşrikler buna evet dedi. Bir grup ileri gelen müşrik de, yüzlerini örtüp kendilerini gizleyerek onlara yardıma koştu. Aralarında Safvan bin Ümeyye, Huveytıb bin Abdüluzza ve Mikrez bin Hafs olup; silâh, malzeme ve köleleriyle Benî Bekr'i desteklediler. Vetir denilen yerde (Huzâalıların yurdu) onlarla çarpışıldı. Huzâalılar gafil avlanmıştı. Çünkü barış taraflısı olarak emindiler. Bir gecede yirmi ölü vermişlerdi... Bunun üzerine Huzâalı Amr bin Salim kırk kişilik süvariyle yola çıkıp, Resûullah'a geldi. Durumu haber verdi. Uğradıkları felâketi anlattı.
Bu kişinin (şiirle) anlattığı durumu dinledikten sonra Resûlul-lah (s.a.v.) ridâsını toplayarak kalktı ve «Benî Kâab'a (yâni Huzâ-alılara) yardım etmezsem, yardımsız kalayım... Kendime ve yakınlarıma yardım eder gibi hem de...» Ve devam etti. «Şu bulutun yağdırdığı gibi yardım edeceğim!...[64]».
Kureyş hemen de yaptıklarının yanlışlığını kavradı. Ebû Süf-yân bin Harb'i, Resûlullah (s.a.v.)'a anlaşmayı yenilemesi ve müddetini uzatması için gönderdiler. Ebû Süfyân, Resûlullah'a gelip durumu anlattı ise de ondan bir cevap alamadı ve iltifat göremedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e gitti. Resûlullah'a varıp aracı olmasını istedi. O da, ben bunu yapamam diye savdı. Ebû Süfyân daha sonra, Ömer Îbni'l-Hattâb'a başvurdu. O da: Ben mi - Resû-lullah (s.a.v.)'a- gidip sizin için şefaatçilik yapacağım? Vallahi hiçbir şey değil, bir karınca yavrusu bulunsa onunla size karşı savaşırım» diye cevab verince: Ebû Süfyân pişman ve yenik halde Mek-ke'iye eli boş döndü.
Öte yanda ise Resûlullah (s.a.v.î hazırlığa koyuldu. Ama mes'-ele gizli tutuluyordu. Ve şöyle duâ ediyordu: «Yâ Rab, beni, Kureyş'in gözünden sakla, gözlerini kör et. Bizi, iş olup bittikten sonra görsünler ancak!...[65]».
Resûlullah ordugâh kurunca da, Hâtıb İbn Belta'a müslüman-ların saldırısına karşı uyanık olsunlar diye Kureyş'deki akrabalarına bir mektup yazmıştı.
Hz. Ali (r.a.) der ki; Resûlullah beni, Mikdat ve Zübeyr'i gönderdi. Bize gidip «Hah» bahçesi denen yerde bir kadının elindeki mektubu almamızı emretti. Hz. AH diyor ki: Atlarımızla sür'atlice gittik, o bahçeye vardık. Gerçekten b.r kadın var. Biz mektubu çıkar deyince, inkâr etti. Mektup yok dedi. Çıkar mektubu, yoksa elbiseni soyup arayacağız deyince, saç örgülerinin arasından çıkardı. Mektubu Resûiullah (s.a.v.)'a getirdik. Bir de baktık ki; Hâtıb bin Belta'a, Resûlullah'ın hazırlıklarını Mekke müşriklerine, Kureyş-lilere bildiriyor...»
Resûlullah (s.a.v.): «Bu ne oluyor Hâtıb?» deyince Hâtıb:
— Yâ Resûlâllah (s.a.v.)! Beni cezalandırmada acele etme, anlatayım :
Ben Kureyş asıllı değil, onlara sonradan katılmış, yâni kölelikten gelme mevalidenim. Halbuki, sizin çevrenizdeki öbür muhacirlerin herbirinin Kureyş arasında akrabaları var. Orada ailesi v.s. bulunanları o akrabaları hep himaye eder, mallarını korur. Benim ise orada bir yakınım yok ki, orada bulunan ev halkımı korusun. Bunu yapmakla ,onlar nezdinde, yakınlarımı korumaları için bir ihtar yapmış olacağımı umdum. Yoksa ben bunu yapmakla hâşâ dinimden dönmüş değilim. İslâm'dan sonra da asla küfre rıza göstermem.
Resûlullah bunun üzerine yanındakilere; doğru söyledi, buyurdu. Ömer (r.a.î söze katılıp; yâ Resûlâllah, bırak da şu nıünafıkın boynunu vurayım, diye çıkışınca:
— «O Bedir'de bulunmuş bir kişidir. Ne bilirsin, belki de Allah Bedir mücâhidlerini tamamen serbest bırakmış; sizi tamamen afvet-tim, istediğinizi yapın demiştir?» buyurdu. Ve bu hâdise üzerine Ce-nâb-ı Hak şu âyetleri inzal buyurdu: *Ey inananlar, benim ve sizin düşmanınız olan kimseleri asla dost edinmeyin Onlara sempati beslemeyin, yardım etmeyin. Halbuki onlar, size gelen Hak nizamımı reddediyor...» Buradan ta: «O normalden sapık yola girmiş olur...» kısmına kadar.[66]
Resûlullah (bu sefer esnasında) Kelsum bin Huseyn'i Medine'ye vekil bıraktı. Ve Ramazan'm onuncu Çarşamba günü ikindiden sonra hareket ettiler. Resûlullah (s.a.v.) çevre kabilelerine de gözcü ve elçiler çıkardı. Elsem oğulları, Gıfâr oğulları, Müzeyne oğulları, Cü-heyneliler ve ötekilere. Hepsi de Zahran'da buluştu. Burası Mekke -Medine arasında b'r yer. Müslümanların sayısı onbini buluyordu. Henüz Kureyş'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Ancak, Ebû Süfyân"-ın Medine'den yenik dönmesinden ötürü bir sürprizle karşılaşacaklarım umuyorlardı. Bu yüzden de, Ebû Süfyân, Hakîm bin Hı-zâm ve Bedii bin Varaka'yı Resûlullah (s.a.v.)'dan haber toplamak üzere göndermişlerdi. Bu hey"et, Merrizzahran'a varınca, muazzam bir ateş gördüler. Onlar aralarında bu (dağı taşı dolduran) ateşin ne olduğunu tartışa dursun; Resûlullah'ın ileri gözcüleri onları yakaladılar. Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna çıkardılar. Ebû Süfyân orada müslüman oldu[67].
İbn İshâk, Abbas (r.a.) 'dan Ebû Süfyân'ın İslâm'a girişinin tafsilâtını şöyle anlatıyor: Sabah olunca, onu alıp Resûlullah'a getirdim. Resûlullah (s.a.v.) onu görünce-. «Yazık sana, Allah'tan başka ilâhın olmadığını anlaman için zaman gelmedi mi?» buyurdu. O da: «Vallahi galiba öyle. Çünkü Ondan başka ilâh bulunsa beni birtakım zararlardan korur, fayda verirdi» dedi. Resûlullah yine: «Yazık sana Ebû Süfyân, hâlâ benim Allah elçisi olduğumu kavraya-madın mı?...» buyurdu. O da şöyle cevab verdi: Anam, babam sana feda oslun, senden daha merhametli, güzel huylu ve akrabasını gözeten birini tanımadım. Ama ne var ki, benim içimde hâlâ ufak da olsa bir tereddud var...
Bunun üzerine Abbas ona çıkşti: Yazık be, müslüman öl, şehâ-det getir de «Allah'tan başka ilâh olmadığıı, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğunu söyle, başın vurulmadan önce!..
Denir ki, o an gerçekten şehâdet getirip müslüman oldu. Yine Abbas (r.a.) der ki: Dedim, yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân övünç veren şeyleri sever, ona bir iltifatta bulun. O da: «Tabiî, dedi, o halde Mekkelilerden kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette olacak. Yine kim evine kapanır oturursa, kim Kabe'ye sığınırsa emniyettedir...»
Daha sonra, Resûlullah Mekke'ye doğru harekete başlarken Hz. Abbas (r.a.)'a dedi ki, «Ebû Süfyân'ı götür ana geçidin ağzında durdur. Allah'ın ordusu önünden geçerken seyretsin.» Abbas (r.a.) der ki: Aldım onu, götürüp vadinin dar boğazında durdurdum. Tam Resûlullah'ın dediği gibi. Ve kabileler bölük bölük bayraklarını çekip geçmeye başladılar. Her kabile geçince; yâ Abbas bunlar kim? diye soruyor, ben de, meselâ bu Süleym oğullarıdır diye cevap veriyorum. Bu sefer o; SüleymUerle aramda mes'elemiz yok diyor...
Böyle geçiş devam etti. Nihayet Resûlullah (s.a.v.) başlarında olduğu halde Ensâr ve Muhacirlerden oluşan bir alay geliyor. Âdeta baştan ayağa demirle donanmışlar gibi. Ebû Süfyan: «Sübhânal-lah ey Abbas, kim bunlar?» diyordu. Ben de, işte Resûlullah, Muhacir ve Ensâr arasında değil mi. O da, bu güce kimsenin karşı durma ihtimali yoktur. «Ey Ebâ Fadl (Hz. Abbas'ın lâkabı), yeğenin çok büyük melik olmuş..» deyince, onu uyarıyordum; hey Ebâ Süf-yân, bu meliklik değil nübüvvettir diye. Ve hemen Ebû Süfyan düzeltiyor: «Evet, tabii öyle...[68]».
Daha sonra Abbas (r.a.) diyor ki, kavmini kurtar.. Ve Ebû Süf-yân konuşuyor. Resûlullah oraya ulaşmadan Mekke'ye girip son sesiyle bağırıyor: Hey Kureyşliler, işte gelen Muhammed'dir. Öyle bir güçle geliyor ki karşı koymaya imkânımız yok...
Bu durumda, kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyette olacak. . Fakat karısı Hind onu karşılıyor, onu sakalından tutup; şu kocamış alçak bunak herifi öldürün, diyordu.. Ebû Süfyan ise yine onlan uyarıyor: Aman, İlişleriniz sizi aldatmasın, sakın. O öyle bir güçle geliyor ki, asla karşı duramazsınız. Çıkar yol, Ebû Süfyân'ın evine sığınıp emniyete ermektir.
Allah kahretsin seni diyorlar, senin evinde ne var ki bizi kurtarsın?... O bu sefer de, kim evine kapanır oturursa yine emin olur. Kim Beyt'e sığınırsa emniyette olur. Bunun üzerine halk dağılıyor. Kimi evlerine, kimi Mescid-i Haram'a gidiyor[69].
Ordunun boğazı geçmesi esnasında, Sa'd Ibn Ubâde'nin, Ebû Sûf-yân'a «Bugün destan günü. Bugün Kabe'nin helâl olduğu gün...» yollu bir şey söylediği haberi Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O bu sözü tasvip etmedi. Ve şöyle tenkid etti: «Bugün aksine rahmet günü, bugün Kabe'nin şerefini Allah'ın yücelttiği gündür!..»
Ardından da birlik komutanlarına kesin emir verdi; kimseyle savaşılmayacak, sadece karşı duranlarla...[70].
Ne var ki altı erkek, dört kadının da, nerede bulunursa öldürülmesini emretmişti. Bunlar: İkrime bin Ebî Cehl, Hebbar bin el-Esved, Abdullah bin Sa'd Ebi Şerh, Mikyes bin Sababetü'l-Leysî, Hu-veyris bin Nukayz, Abdullah İbn Hilâl, Hint binti Utbe, Amr îbn Hişâmın cariyesi Sâre, Fertena ve Kureyna adlı, İbn Hilâl'in şarkıcıları... (ki bu iki câriye hep Resûlullah (s.a.v.)'ı hicveden şarkılar söylerlerdi)[71]
Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye üst taraftan (Ki'da) giriyordu. Hâ-lid bin Velid'e de şehrin alt tarafından (Kûdâ) girmesini emretmişti Öbür müslümanlar da hep ta'Um edilen yerlerden şehre girdiler. Ba girişte hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlar, ancak Hâlid bin Velide rastlayan îkrime bin Ebî Cehl ve Safvan İbn Ümeyye grubu çarpışmaya tutuşmuş; Kureyş'ten yirmi dört kişi, Huzeyl kabilesinden de dört kişi ölmüştü. Resûlullah (s.a.v.) uzaktan kılıçların parıltısını görünce, durumu soruşturduğunda, Hâlid İbn Velid'in savaştığı haber verilince: «Allah'ın takdirinde bir hayır vardır elbette..[72] » buyurdu.
îbn îshâk, Abdullah İbn Ebî Bekr'den, Hakim de Enes'ten rivayet ediyor ki; Resûlullah (s.a.v.) Zituva'ya gelince, bineği üzerinde, başında Yemen işi bir Sarığıyla bulunuyordu. Başını Allah'ın huzurunda eğmiş, Fethi kendisine nasib etmesinden ötürü minnet ve şükranını bildiriyordu. Öyle ki, neredeyse sakalının ucu hayvanın yelesine değiyordu.
Buhârî'nin, Muâviye bin Kurre'den rivayetinde der ki, Abdullah tbn Muğaffelden duydum: «Mekke fethinin ilk gününe baktım Resûlullah (s.a.v.) devesinin üzerinde, Fetih sûresini yüksek sesle okuyor. Eğer halk çevreme toplanmasa, ben de onun gibi yüksek sesle okuyacaktım.
Resûlullah (s.a.v.) Mekke'ye girer girmez Kabe'ye yöneldi. O zaman Kabe çevresinde 360 kadar put sıralanmıştı. O elinde öd ağacından asâsıyla, birine önden, birine arkasından dokundukça, patır patır yüz üstü düşüyorlardı. O da, «Hak geldi, bâtıl zail oldu» buyuruyordu. Yine, «Hak geldi, artık bâtılın açığa vurması veya tekrar gelmesi imkânsız...[73]» diyordu.
Kabe'nin içinde de öyle putlar vardı. Onun için Resûlullah ora-ya ilkin girmedi. Emretti, hepsi dışarı atıldı. Bu arada, ellerinde fal okları, güya Hz. İbrahim ve İsmail'in resimleri de çıkarıldı. Resûlullah (s.a.v.) onlar için de: Allah onların canım alsın, çok iyi bilirler ki, bu iki zât asla bu falları kullanmadılar.
Bundan sonra beyt'in içine girdi, dört yanma tekbir getirdi ama namaz kılmadan çıktı. O sırada Kabe'nin hâcibi (görevlisi) bulunan Osman bin Talha'ya, Kabe'nin anahtarını getirmesini emretmişti. Getirince beyt'i açtı. O da, beyt'e girip çıkınca tekrar Osman bin Tal-ha'yı çağırıp anahtarı ona teslim etti. Ve şöyle buyurdu: «Alın ebediyyen sâhib olun Ama bunu ben vermiyorum size (Kabe bekçiliğini) fakat Allahü Teâlâ veriyor. Onu bundan sonra zâlimlerin dışında kimse alamaz.»
Bu sözüyle de Cenâb-ı Hakk'm: «Allah size emânetleri ehline vermenizi kesinlikle emreder[74]' dyet-i cehlesine işaret ediyordu.
O sırada Resûlullah (s.a.v.), Bilâl (r.a.)'i çağırdı. Bilâl Kabe'nin üstüne çıkıp namaz için ezan okudu Halk bölük bölük geliyor ve Allah'ın dinine giriyordu, tbn îshâk der ki; Resûlullah (s.a.v.î Kabe kapının iki sövesini tutup, ne yapacak diye çevresine merakla toplanıp bekleyen halka, şöyle hitab etti'[75]
Allah'tan başka ilâh yok. O biiflir, ortağı yok. Va'dini yerine getirip, kulunu zafere erdirdi. Tek başına bütün kabileleri yendirdi. Dikkat edin, câhiliyyeden kalma övünülen, her kan dâvası ve mal dâvası şu iki ayağım altındadır. Sadece beyt'in perdedârlığı ve hacılara su verme hariç... Ey Kureyşlıier! Allah sizden câhüiyye gururunu ve atalara ta'zim alışkanlığını giderdi.
Bütün insanlar Âdem'dendir, Âdem ise topraktandır. Ve ardından şu âyet-i kerimeyi okudu: «Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yaratıp, millet ve kabilelere ayırdık ki, her birinize âit değişik kabiliyetler açığa çıksın, birbirinizi kıymetiyle tanıyasınız. Allah nezdinde en değerliniz ise şübhesiz dininde en samimî olanımzdır». Söze devam etti ve sordu:
Kureyşliler! Size ne yapmamı tahmin ediyorsunuz?.. Onlar da: Hayır bekleriz. Sen kerim bir kardeş, kerim bir kardeşoğlusun dediler. O da, «O halde gidin, hepinizi bağışladım[76]» buyurdu.
Yine Şeyhayn, Ebû Şüreyh el-Adevî'den rivayet ediyor: «Resûlullah (s.a.v.) Fetih günü hitabesinde şunları söyledi: «Mekke'yi harem kılan Allah'tır. İnsanlar değil. Allah ve âhiret gününe inanan bir kimseye orada ne kan dökmesi, ne de kavga ve zorbalık yapması yakışır... Resûlullah'ın oradaki geçici çarpışmasını kendisine ruhsat edinmek isteyen olursa, ona şöyle deyin: Allah sadece Resulüne izin verdi, size değil. Üstelik ona izni de bir günde bir saat içindi. Şimdi ise; eski yasakhğı tekrar avdet etmiştir... Bunu hazır olanlar gaib olana da haber versinler...»
Daha sonra Mekke'deki halk Resûlullah (s.a.v.)'a; Allah ve Re-sûlü'nün direktiflerini dinleyip itaat etmek üzere bey'at etmek için toplandı. Erkeklerin bey'atın! bitirince, Resûlullah, bu sefer de kadınlardan bey'at almıştı.
Kureyş kadınlarından bir grup oraya toplanmıştı. Aralarında Hint binti Utbe de vardı. Yüzünü kapatarak kendisini gizliyordu. Zira Hz. Hamza (r.a.)'ya. ettiğinden utanıyordu. O'na bey'at için yaklaşınca Resûlullah (s.a.v.):
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bana bey'at edeceksiniz. Hind ise: Sen bize, erkeklere yüklemediğini yükledin. Ama biz onu yapacağız dedi. Resûlullah : Hırsızlık da yapmayacaksınız, buyurdu.
Hind yine: Yâ Resûlâllah, Ebû Süfyân pinti ve cimri bir adamdır. Ben onun malından haberi olmadan birşeyler m lirdim, dedi. Bilmem ki, bu bana helâl mı olur, haram mı?... Ebu Süfyân da orada bulunup onun dediklerini işitiyordu.Senin geçmişte çaldıkların tarihe karıştı, dedi.
Bunun üzerine Resûlullah: Sen demek Utbe'nin kızı Hind misin? deyince, evet ben Hind binti Utbe'yim., dive cevab verdi. Geçmiş hâllerimi bağışla ki, Allah da seni bağışlasın. Yine Resûlullah (s.a.v.):
Zina da e tm İvecek s iniz, buyurdu. Hind de Hür kadın zina eder mi? diye cevab verdi. Resûlullah: Evlâdlarmızı da öldürmeyeceksiniz, dedi.
Hind de: Biz onları küçükten eğitip büyüttük. Biliyorsun, onları büyümüşken sen Bedir'de öldürdün.
Ömer bu söze öyle güldü ki, sırtüstü düşecekti. Resûlullah (s.a. v.): îftira da etmiyeceksiniz. Yâni asılsız şeyi uydurmayacaksınız.
Hind ise; iftira gerçekten çirkin birşey, tecâvüzlerden daha beter. Yine o, mâruf olan hususlarda bana âsi olmayacaksınız... diye saydı. Sonra Ömer (r.a.)'e emretti: Allah Resulü adına onlardan beyat al ve istiğfarda bulun. O güne kadar da, o gün de Resûlullah kadınlarla asla musafaha etmemiş, bir kadının eli eline değmemişti. Ancak kendine Allah'ın helâl kıldığı müstesna[77].
Buhârî'nin Âişe (r.a.)'den rivayetine göre, o da demiştir ki: Resûlullah kadınlardan, ancak; «Allah'a birşeyi ortak koşmasınlar...» âyetini tekrarlayarak sözlü bey'at alırdı. Yine der ki, Resûlullah, helâli olanlardan başka bir kadının elini tutmamıştır.
Ümmühânİ binti Ebî Tâlib (r.a.î fetih günü bir müşrike emân vermişti. Ali (r.a.) ise onu öldürmek istiyordu. Ümmühâni demiştir ki; ben Resûlullah'a gittiğimde O, Hz. Fâtıma'nın örttüğü bir perde içinde guslediyordu. Ben varıp selâm verdim. Kim o, dedi. Ben de Ümmühâni binti Ebî Tâlib dedim. Merhaba Ümmühânî diye buyurdu. Guslünü tamamlayınca da, o tek parça elbiseye bürülü olarak sekiz rekat namaz kıldı. Ve döndü. Ben, yâ Resûlâllah, kardeşim Ali, benim emân verdiğim adamı öldürmek istiyor. Yâni şu îbn Hübey-re'yi, dedim. O da: «Ümmühânî, senin emân verdiğine biz de emân vermişizdir» buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.)'ın kanını heder ettiği adamlara gelince, bir kısmı öldürüldü. Bir kısmı ise af diledi ve sonradan bağışlanınca, müslüman oldular. Abdullah ibn Sa'd Ibn Ebî Şerh aracı bulup iyi bir müslüman oldu. İkrime, Hİbbân ve Hind bin Utbe de îslâm'a girdiler. Ibn Hişâm'ın rivayetine göre, Fudâle bin Umeyr el-Leysî, Resûlullah (s.a.v.)'ı öldürmeye kalkmıştı. Bu fetih yılında ve Kabe tavafı esnasındaydı.
Yaklaşınca Resûlullah (s.a.v.) ona:
— Sen Fudâle misin? diye sordu.
— Evet, dedi, Fudâle'yim yâ Resûlâllah! Bu sefer sordu:
— Peki ne konuşuyordun, kendi kendine? Adam, birşey yok, dedi. Allah'ı anıyordum..
Resûlullah (sa.v.) gülerek:
— Allah'a sığın, tevbe et, buyurdu ve elini onun göğsüne koydu. Kalbi yatıştı.
Bundan sonra Fudâle hep söylerdi:
— Vallahi O elini göğsümden çektiği an sanki dünyada Allah'ın yarattığı hiçbir şey yoktu ondan daha çok sevdiğim. Fudâle oradan ayrılıp evine dönerken, seviştiği ve konuştuğu kadına uğradı. Kaduı onu zorluyordu: Hadi konuşmaya devam edelim. O şâir zât irticalen şunları söyledi:
«O bana durma konuş der, ben hayır. Allah ve İslâm izin vermez. Eğer ben Muhammed'i ve fetih günü, putların kırıldığı gün, onun ordusunu görmesem.
Allanın dini kuşluk gibi apaydın. Zulmün suratı ve şirk kapkaranlık.-
Buhâri'nin İbn Abbas'tan nakline göre Resûlullah (s.a.v.), orada ondokuz gün kaldı. Namazı kısaltarak, iki rek'at olarak kılıyordu. [78]
İbretler Ve Öğütler
Şimdi gördük, Allah'ın kendi elçisine ve O'nun dostlarına ikram ettiği Büyük Feth'i. Artık o günkü da'vetin değerini net görebilir, ondaki sırları ve ilâhi hikmetjeri gözümüzün önünde rahatça canlandırabiliriz.
işte şimdi, Mekke Fethi'nin oluşunu tam kavradık. Artık bundan önce oradan neden hicret edildiğini ve o hicretin önemini anlayabiliriz. Ve yine anlayabiliriz, Allah yolunda malı, canı, aileyi, kabileyi, milletini, toprağını, vatanını feda etmenin derecesini. İslâm baki kaldıkça da bunların hiçbirinin zayi olmayıp boşa gitmediğini kavrarız. Aksine islâm ortada kalmayınca da bunların hiçbirinin sahibini kurtaramadığım anlarız.
Yine şimdi, bu büyük Fetih olayı üzerinde derin derin düşünüp; cihadın, şehâdetin ve fetih öncesi yılların getirdiği çile ve sıkıntıların önemini kavrarız. Bunların hiçbiri boşa çıkmamış, müslümanın bir damla kanı boşa akmamış, müslümana asla gücünün yetmiye-ceği yüklenmem iştir.
Bunu da bütün seriyye ve gazalarında gördük. Çünkü talih rüzgârları onları aniden çekti o savaşlara. Ama bunların hepsi bir gizli hesaba uygun olarak -cereyan etti. Ve bütün bunlar fetih ve zaferin sonuçlarından oluşacak adalet prensiplerine götürüyordu. Bu da sünnetullahın kul hakkındaki işleyişiydi. Şöyle ki: Gerçek îslâm olmadan zafer olmazdı. Allah'a kulluk olmadan îsl&m olmazdı. Can feda etmeden, kurban vermeden, kapısında kul olup yolunda savaşmadan da kulluktan söz edilemezdi... Nihayet şu an, bu Feth'in destanım bütünüyle okuyunca; Hudeybiye barışının nasıl üstün bir yeri olduğunu da kavrayabildik. Ömer'i ve sahabenin çoğunu dehşete düşüren zahir perdesinin ardında parıldayan ilâhi sırrı da keşfedebildik. Ve bu barışa Cenâb-ı Hakk'ın «Fetih» adım vermesinin sebebini de gönülden kabullendik: «...O, bunun arkasında yakın bir Fetih hazırladı...» Bunu da kavrayınca, Resûlullahın hayatının gıdası olan Nübüvvet gerçeklerini bir kat daha kavramış olduk.
Hatırlayalım, Resûlullah (s.a.v.) 'in vatanından, Mekke'den çıkışını: Gizlice kabilelerinin, sevdiklerinin bağrından kopup hicret ediyor Yesrib'e. Önceden ve sonradan da onu bir avuç ezilmiş, horlanmış sahabesi, aynı göçle sıyrılıp kaçarak onunla buluşuyorlar. Sırf dinlerinin korunması uğruna, malını, ailesini, yerini yurdunu terk ediyorlar.
İşte onlardır şu an vatanına, aile ve malına dönenler. Az iken çoğalmışlar, zayıf iken kuvvetlenmişler. Dün onları kovanlar bugün onları, yenilmiş ve boyun eğmiş durumda karşılıyorlar.
Mekke halkı bölük bölük müslümanlığa giriyor. Bir zamanlar Mekke sokaklarında müşriklerin işkence ettiği Bilâî-İ Habeşi de dönüp gelmiş. Mübarek Kabe'nin damına çıkmış, yüce sesiyle haykırıyor :
«Allahü Ekber - Allahü Ekber.»
Bu ses idi işkence kırbaçları altında «Birdir, birdir, birdir... Allah» diye fısıldayan. Şimdi ise Kâbetullah üzerinden dalga dalga göklere, yeryüzüne yayılıyor: «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah- diye. Ve herkes boynu bükük onu saygıyla dinliyor. Dikkat edin, bu ikinci bir örneği olmayan tek gerçektir. O İslâm'dır. İnsan ise ne ahmak ve echeldir ki: islâm'dan başkası uğrunda mücadeleye fedakârlık ve kahramanlığa yeltendiği zaman, sadece veh-miyle asılsız ve boyutsuz boş dâva ile uğraştığını bile anlamıyor.
Bu kısa takdimden sonra deriz ki:
Büyük Fetih, aynı zamanda birçok işaret, hüküm ve sayısız ilkeler ihtiva etmektedir îyi görmek için üzerinde durmak zarureti var. Biz şimdi, olayın seyrine göre, elimizden geldiği ölçüde bunları hatırlatacağız,
a) Mekke fethinin sebebi olan olay bize gösteriyor ki; barış ve andlaşmada müslümanlar tarafında olanlara, karşı taraf harb açarsa bizzat- müslümanlara açmış oluyor. Artık saldırganla mubluman-lar arasında hiçbir akld kalmıyor. Bu ulemanın tam ittifak ettiği görüştür.
b) Resûlullah (s.a.v.)'ın Mekke üzerine yürüyüşündeki metod gösterir ki; ahdini bozan ve onu hiçe sayan taraf üzerine müslüman-ların emîri, hiç de haber vermeden ansızın hücum edip gafil bastırabilir. Hıyanetinden ötürü bu böyledir. Bundan karşı tarafı haberdar etmesi de gerekmez. Nitekim gördük ki, Resûlullah ümmetini, Mekke'ye karşı topladığında şöyle dua etmişti: «Yâ Rab! Kureyş'-in gözlerini kör et, bizi görmesin! Tâ karşılarına dikilinceye kadar...» Bu da ümmetin ittifak ettiği bir prensiptir.
c) Resûlullah (s.a.v.)'ın bu uygulamasında şuna da işaret var: Bir kısım kimselerin ahdi bozmaya yeltenmesi, hepsinin ona girişmesi olarak telâkki olunur. Ama kalan topluluk bu ahdi bozma teşebbüsünü gerçekçi bir tavırla reddederse durum değişir. Halbuki Resûlullah gözetti; Kureyş'in çoğunluğunu suskun gördü. Müslümanların taraflısı olan Huzâalılara karşı baskın düzenleyen kendi adamlarına ve taraflılarına karşı bir tavır almadılar. Bu gösteriyordu ki; onlar da- bu işe rıza göstermiş, ahdi bozup hıyanet etmişlerdir. Çünkü, başlangıçta lider kadro barış yapmış, Kureyş halkı da toptan bunu tasvip etmişti. Şimdi de yine onların ileri gelenleri ve mümessilleri ahdi bozucu bu saldırıyı düzenlemişlerdi. Tabii sonuç yine toptan ahdi bozmuş olmalarıdır...
Nitekim Resûlullah, Benî Kurayza savaşçılarını idam ettirirken de herhangi birine, ahdi bozmadığını sormamıştı. Yine Beni Nadir'i sürgün ederken de, sebeb m üslüm ani arla aralarında bulunan anlaşmayı bozmalarıydı. Halbuki bozguncular sadece aralarındaki bir grup lider kadroydu[79].
2- Hâtıb bin Ebİ Beltea ve yaptığına dair i
a) Biz şimdi, Nübüvvetin başka bir görünüşü karşısındayız. Yüce Rabb'in onu vahiyle nasıl yakından desteklediğini seyrediyoruz. O, sahabelerine emrediyor: -Gidin, Hah bahçesinde develi bir kadın bulacaksınız. Onda bir mektup var, ahp getirin!...» Bunu ona haber veren kimdi? Yolcu kadınla Hâtıb bin Ebî Beltea arasında cereyan eden olaya O, nasıl muttali oldu?.. Bu vahiydi elbet, işte bu nübüvvet cilvesidir. Ve A]lah'ın Nebisine ve müslümanlara va'delettiği o Büyük Feth'i tahakkuk ettirmek için ona destek ve plânın gerçekleşmesi için ihbardır.
b) Suçla ittiham olunanın, bazı yolla işkenceye tâbi tutulması itirafı te'min için, caiz midir?..
Bazı zevat, Hz. Ali (r.a.)'nin o kadına söylediğinden bunu istidlal ederler. «Ya mektubu çıkarırsın, yoksa elbiseni soyacağım!.. Yâni buradan yürüyerek bazı ulema şu hükme varıyor: Bazı suçları açığa çıkarabilmek için mü'minlerin imamı ve onun vekili, çeşitli yollara başvurabilir, vasıtalar kullanabilir: Tıpkı böyle de, Hay-ber yahudilerinln Huyey bin Ahtâb'a ait hazineyi saklamaları üzerine Resûlullah'ın uygulamasını delil sayarlar. Hani, Hayber Gazvesi sonunda Resûlullah (s.a.v.), Huyey bin Ahtâb'm amcasına: «Hu-yey'in Benî Nadir'den getirdiği Mesk'i[80] ne yaptınız?» diye sormuş^ tu.
Onu savaş masrafı olarak harcadım, diye cevab verse de, «Hayır zaman kısa, para da çok fazlaydı» buyurdu. Ve bunun üzerine onu Zübeyr'e gönderdi. O da biraz sıkıştırınca adam: «Ben Huyey'i şu harabelerde dolaşırken görmüştüm», dedi. Ve gidip aradılar. Gerçekten de harabede o deri dolusu parayı buldular. Günümüzde bazı araştırmacılar bu görüşü îmam Mâlik (r.aJ'e isnad ederler.
Gerçek ise şudur: Dört büyük imam ve cumhûr-u ulemanın araştırması sonucuna göre; şer'İ ölçülerle yeter delille suç isbat edilmeden, maznuna (suçla ittiham edilen kimseye) işkence yapılamaz, îkrar etsin diye böyle bir uygulama caiz değildir. Çünkü suç ;sbat edilmedikçe maznun, suçsuz kabul edilir. Hatıb'ın Mekke'ye gönderdiği kadın olayına ve Hz. Ali (r.a.) 'nin onu tehdidine gelince; şu iki sebebe bağlı olarak bir delil teşkil edemez:
Birincisi: Bu kadın sırf bir itham altında değildi. Onun (mektup götürdüğü) sabit ve gerçekti. Çünkü onu peygamberlerin en büyüğü ve insanların en doğru sözlüsü Muhammed (s.a.v.) haber vermişti. Bu ise, ikrardan ve senedden de kesindir. Şimdi, biz masum olmayan insanların zan ve şübhesine dayalı ittihamla nasıl kıyaslarız bunu? Bu kadının durumu için söylediğimiz, Huyey bin Ah-tâb'ın amcası için de aynen geçerlidir.
İkinci olarak daı Mektubu bulmak için elbisesini soymak, işkence ve hapis gibi değildir. Aradaki fark büyük ve açıktır. Mektubun onda olduğu kesin olunca, artık onu bulmak için elbisesini soyup aramaktan başka yol yoktur. Bu da şübhesiz meşru bir yoldur. Hattâ Resûlullah (s.a.v.)'ın emrinin yerine gelmesi için bu zarurîdir. Zübeyr'in, Huyey bin Ahtâb'ın amcasına işkence uyguladığı mes'elesine gelince; bir kere bu da sadece bir itham değil gerçeğe istinad ediyor. (Resûlullah (s.a.v.) haber verdiği için) ikinci olarak da bu bir harb durumudur. Müslümanlarla öbürleri arasındaki harb hali. Pek tabii müslümanların birbirine karşı uygulamasında mes-ned olamaz, kıyas kabil değildir.
Bu kanaati, tmam Mâlik (r.a.)'in mezhebindeki görüşü diye sananlara gelince, bu da onun mezhebini tanıyanların açıkça göreceği üzere bâtıl bir tahmindir. îmam Mâlik (r.aJ'ten Sehnun'un El-Mü-devvenetü'l-KÜbrâ'sında şu nakil var:
«Bir kimse bir suçu; tehdid, zincire vurma, korkutma, dövme veya hapsetmeyi müteakip ikrar etse had vurulur mu? dedim, tmam tehdidle ikrar eden afvedilir, dedi. Zaten, korkutma, bağlama, tehdid, hapsetme ve dövme dediğin hepsi bence tehdiddir, afvedilir ka-naatindayım» buyurdu.
Yine râvi der ki: Peki tehdid veya dayakla ikrar eder, katilliği veya çaldığını ortaya çıkarırsa-, gerçek böylece ortaya çıktığı halde yine had uygulanır mı? dedim. Dedi ki, ben ancak ve ancak, tam emniyet içinde korkusuzca ikrar edene ceza uygularını. Aksi halde uygulayamam!...
c) Resûlullah'ın Hâtıb'a sorusu ve onun cevabı ardından da, o yüzden nazil olan âyeti okuması bize şunu gösteriyor: Hangi gart altında olursa olsun, müslümana, Allah'ın düşmanlarıyla dost olması yaraşmaz. Onlara bir meyil ve yardım hissi taşıması da asla caiz değildir. Onlara dostluk ifade eden sözle mukabele de uygun olmaz. Hâtıb'ın Kureyş arasındaki yakınlarını, kendisi aslen Kureyşli olmdığı sebebiyle, himaye eden olmadığından, bir iltimas beklemediği için mazur görülmesini istemesine rağmen bu böyledir...
Çünkü Kur'an âyetleri nazil olup, açık olarak, mü'minlerin, Allah'tan başkasını veli edinmemesini, yalnız O'ndan himaye beklemesini emretmiştir. Ve kim olursa olsun, kiminle olursa olsun, insanlarla ilişkisini bu esasa dayandırması, bu yüce dine uygun olarak kurması emredilmiştir. Aksi halde, bir kimsenin yâni müslü-manın, malını, canını Allah yolunda harcaması; yerini aile ve imkânını onun için terketmesi nasıl düşünülebilir ki?...
îşte çağımızda, kendi kendine düşmanlık eden müslümanların çıkması budur: Namaz için mescidlere ko^ar, zikir ve virdleri sürekli tekrarlar. Mlsbahı elinden bırakmaz... Ama halkla ilişkilerini hâlâ akrabalık bağı, ırkî yakınlık hissi, mal ve makam arzusu ya da bazı hayvani arzu[81] ve isteklerini tatmin esasına göre yürütür. Ve bu suretle, hakkı bâtıla satmış olmaktan veya geçici dünya için Allah'ın dinini bir paravan olarak kullanmaktan çekinmez.
Bunlar münafıktır. Müslümanlarla görünmeleri, onları geciktirmek, bölmek, zayıf düşürmek emelindedir. İşte, tarih boyu, müslü-manlara karşı hazırlanıp uygulanan hiyle ve tuzaklardan bir görünümdür bu...
3- Ebû Süfyân mes'elesi ve burada Resûlullah'ın tutumu:
Fetih günü, Ebü Süiyân'm durumu garipti gerçekten: îlk defa Resülullah'a savaş açanların başı ve öncüsü iken, o gün, O'nun dinine fevc fevc girenlerin önünde ve ilki oldu.
Halbuki, bugüne kadar Mekke'den çıkan her muharib ve her ordu onun teşviki, onun öncülüğü ve onun coşturmasıyla olmuştu ancak... HJtmet-i İlâhi, Mekke Fethi'nİn kansız olmasını gerektirmiş-, daha önce O'nun Resulüne (s.a.v.) ezâ edip harb. açarak oradan çıkaran halkının İslâmlaşmasını murad etmişti. Öyle ki; müs-lümanlann da herhangi mücadele ve meşakkate girmesine hacet kalmadan... Ebû Süfyân'ın müslüman olmasının sebebleri de çok önceden hazırlanıp plânlanmıştı âdeta!... Bu da Resûlullah (s.a.v.) ile vuku bulan mülakat ânında Merri Zahran'da gerçekleşti. Arkasından da Mekke halkına koştu, onların kafasından ve gönlünden savaş düşünce ve arzusunu silip attı. Mekke atmosferini teslimiyete hazırladı. Câhiliyye şirkini yere gömerken, İslâm ve tevhid tohumunu da ekmiş oluyordu.
Nitekim, Resûlullah (s.a.v.) 'in ona ilânını tenbihlediği şu emir de bunun başlangıç ve belgesiydi: «Kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emniyettedir». Tabii bu taltif, onun müslüman oluşu, İslâm'a ısınıp kalbinin karar kılmasından sonraydı... Bilirsiniz ki, İslâm, dinin inanç ve ameli ahkâmına tam uyup boyun eğmektir. O halde, bir müslümana gerekli olan, imanın kalbine sirayet etmesidir. Bu da tabiî İslâm prensip ve erkânına sürekli uyumla gerçekleşir. Sürekli ve ısrarlı olarak birtakım meşru vesileler ve sebeblere kalbini alıştıran kimse, gitgide imanı kalbine oturtur. İslâm onun tabiatı olur, iman kökleşir. Artık, fırtınalar onu sarsamaz, saptıra-maz...
Nitekim Hak Teâlâ, Kitab-ı Kerim'inde böyle buyuruyor: «Araplar, biz iman ettik dediler. De ki, belki henüz iman etmediniz ama îslâm olduk diyeb'Hrsin'z. Çünkü henüz iman kalbinize tam olarak kök salmadı!..[82]».
Yine bu yüzden, savaş anında, harbin şiddeti karşısında müs-lüman olan kimseyi, silâh korkusuyla veya ganimete ermek arzusuyla da sırf zevahiri kurtarmak için müslüman olmuş olmakla itham etmesi yakışmaz.
Hattâ karineler buna delâlet etse bile caiz olmaz. Çünkü matlûb olan, kalbe ve iç âleme nüfuz etme değil, görünüşün ve dış âlemin ıslâhıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.)'ın çıkardığı seriyyelerde bazı sahabenin bu konudaki tutumu üzerine Cenâb-ı Hak vahy ile açıklık getirmiştir. Çünkü bazı sahabeler, böyle bir çarpışma anında, müslümanlığını ilârf eden kimselerin ölüm korkusuyla böyle davrandığını iddia edip öldürmüşlerdi:
«Ey inananlar! Allah yolunda çarpışırken uyanık olun. Size teslimiyetlerini bildirenlere, «Sen mü'rnin değilsin» demeyin. Siz geçici dünya cilvesini takib ediyorsunuz. Halbuki Allah katında sayısız ni'metler var. Esasen daha önce sizler de böyleydiniz. Allah lütfetti de oldunuz. O halde iyi değerlendirin insanların hâlini. Zaten Allah sizin ne yaptığınızdan haberdardır[83]».
Dikkat edin, müslümamn dine yeni girdiği zamanki halini nasıl tasvir buyuruyor. Onların çoğu da bugün için imanlarından şüb-he ettikleri kimselerin durumundaymış. Sonra Allah onlara ihsanını artırmış da, gitgide saf ve samimi müslüman olmuşlar...
Bu da tabiî, zahiri plânda, din ahkâmını sürekli ve disiplinli şekilde yasaya yasaya şübhe ve eski yanlışlardan temizlenme şeklinde olmuştur.
Resûlullah (s.a.v.)'ın risâlet hikmetinden birisi de îşte Ebû Süf-yân'ın, müslüman olduğunu ilânını müteakip; Hz. Abbas'a emrederek vadinin çıkış yerinde tutmasındadır. Oradan bütün îslâm ordusu, alaylar, taburlar halinde geçecek, o da İslâm'ın gücünün ne noktada olduğunu görecekti.
Nihayet, Mekke'den paramparça, ezik, yenik kaçan müslüma-nm nasıl bir inkılâp ile yenilmez kuvvet oluverdiğini anlayacak. Bu ise tabiî, o dinin akidesinin doğruluk ve zlâhilik yönünde te'kidle, zihne sunacakıt.
Ama bu hikmetler, bir ara, Ensârdan bazı sahabenin zihninden silinivermişti. Haniya, Resûlullah (s.a.v.h «Kim Ebû Süfyân'ın evine sığınırsa emindir» fermanım ilân edince, O'nun kendi kabilesine ve memleketine özel bir sevgi duyduğunu, bu sözü de bu yüzden söylediğini sanmışlardı.
Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlullah bu sözü söyleyince, Ensâr'dan bazıları birbirine: Demek ki adamın beldesine olan bağlılığı, halkına olan sevgisi onu sardı. Ebû Hüreyre der ki: Bunun üzerine vahiy geldi. Zaten vahiy gelince haberimiz olurdu. Bu sefer vahiy gelince, daha bir ferdin Resûlullah (s.a.v.)'a kaşını kaldırıp bakmasına fırsat kalmadan, o vahyin emrini icra etti. Şöyle seslendi: Ensâr topluluğu! Onlar da: Buyur yâ Resûlâllah! dediler.
Buyurdu ki: «Adamın memleket sevgisi baskın geldi...» dediniz. Evet öyle oldu dediler. Bunun üzerine: «Asla! Ben Allah'ın kulu ve Resulü olarak sizin beldenize hicret ettim. Dirim sizinle olduğu gibi, ölüm de sizinle olacak!..»
Ensâr ona ağlayarak şu itirazda bulundular: Biz bu sözü kötü niyetle değil, sadece Allaha ve Resulüne bağlılığınızdan söylemişiz-dir.
îman ve îslâm arasında farka yönelik şu anlattıklarımızı; size Ebû Süfyânın müslüman oluş biçimine dair tartışmalarla ilgilidir. Haniya onun Resûlullah tarafından «hâlâ benim, Allanın Resulü olduğuma kesin kanaatin oluşmadı mı?» diye, yöneltilen soruya verdiği cevabda bu endişe vardı: «Buna gelince, vallahi hâlâ gönlümde bir tereddüd var!..»
Nitekim Hz. Abbas tr.a.) da ikaz ediyor: Yazıklar olsun sana, Allahm birliğine, Muhammedin Onun Resulü olduğuna şehâdet ge-tirsene, boynun vurulmadan!..
îşte o zaman gerçekten şehâdet getirdi.
Buradaki şübheli yan şu: Deniyor ki, tehdit altında İslâm'a girmek ne kıymet ifade eder? Çünkü az önce o, Resûlullah'ın nübüvvetinde şübhesı olduğunu söylemişti.
Ancak buradaki şübhe şöylece kalkar. Bilirsiniz ki: Müşrik ve kâfirden beklenen, imanın kâmil mânâda kalbe yerleşmesi değil. Başlangıçta, İslâm'a girecek kimseden beklenen; aklıyla kavradığı
İslâm'ı diliyle de ilân ve ikrar etmesidir. Bu teslim oluştan sonra; yâni Allah'ın birliği, Resulünün nübüvvetini ve onun getirip haber verdiklerinin doğruluğunu ifade ile onun topyekûn kanunlarına boyun eğecek... îmanın gerçeğiyle teessüsü ise, bundan sonraki bağlılık ve emirleri sürekli uygulama ile gerçekleşecektir.
Gerçekten de Ebû Süfyân bu nizamî orduların geçişi karşısında düşünüyordu. Gördükleri karşısında çarpılıyor, şaşkınlıkla Hz. Abbas'a dönüyordu. Tabii henüz câhülyye düşüncesinden de sıyrılamamış, o kafa ve gönülle değerlendirme yapamıyordu:
«Gerçekten, yeğenin çok büyük bir hükümdar oluvermiş yâ Abbas!» diyordu. Tabii Abbas (r.a.) onu bâtıl kalıntısı düşüncesinden uyarmaya çalışır; «Ebû Süfyân, dikkat et! Bu hükümdarlık değil peygamberliktir! Neden söz ediyorsun?...»
Esasen o, bir zamanlar siz Mekkelüer teklif ettiğiniz halde, mülkü de, malı da, makamı da ayak altına almış, sizin işkence ve hakaretlerinizi de hiçe saymıştı. Siz değil miydiniz, hem ona sunduğunuz bunca dünyalığı reddedip, Risâlet görevine tercih etmediği ve sizi imana çağırdığı için, onu ülkesinden çıkarmaya mecbur eden?.
îşte nübüvvet böyledir!
Hz. Abbas (r.a.)'m dilinde tecelli eden ilâhi hikmettir bu. Böylece kıyamete kadar herkesin ibret alacağı bir kelâm olsun; bilinsin ki, Resûlullah (s.a.v.)'ın daveti, bazılarının vahyedip gevelemeye çalıştığı gibi; ne saltanat, ne akar, ne ırk kaygısıyladır. Bu, Resûlul-lah'ın baştan başa hayatını kaplayan bir sayhadır. İlâhi ikazdır. Onun ömrünün her ânı, damla damla konuşur bir armonidir. Bu, Allah yolunu ve O'nun nizamını tebliğ için gönderilmiştir insanlığa. Yeryüzünde nefsinin saltanatına zerrece pay yoktur!.
4- Resûluliah'ın Mekke'ye giriş tarzı üstüne düşünceler.
a) Buhâri'nin, Abdullah bin Muğfil'den rivayetinde gördük ki; Resûlullah (s.a.v.) Mekke girişinde Fetih sûresini okuyor. Okuyuşunda terci' yapıyordu Terci' ise kırâette bir tarzdır. Okuyan coşarak onu terennüm eder sanki... Bu da O'nun, Mekke girişinde Raî> biyle başbaşa bir istiğrak halinde olduğunu gösterir. Yoksa, zafer ve büyük muvaffakiyetin nefsine getirdiği büyüklenme, gurur ve şuurunu kaplayan övünçten değil. Hayır, sırf Allah'ın destek ve yardımım apaçık müşahede etmesinin sonucu, ona bütün zerreîeriyle iltica edişidir...
Nitekim, îbn îshâk'ın rivâyetindeki tasvir de bu mânayı daha açık yansıtır. Ona göre Resûlullah Cs.a.v.) Zituva'ya gelince; Allah'a minnet tavriyle başını öyle eğiyordu ki, nerdeyse alnı hayvanın yelesine değiyordu. Bu, onun, kendisine Allah'ın lütfedip gösterdiği «Feth-i Mübîn» için minnet ifadesiydi.
Bu da şunu gösteriyor; O, Rabbinin emrini yerine getirmiş olmakla kullukta tamlanış ve kulluğu başarmanın şükrü içindedir. Ve kavminden çektiği bunca çileyi, kendisini zorla çıkardıkları bu beldeye, Allah'ın nasıl bir zaferle, şeref ve izzetle döndürmekte olduğunu gözlemekte... Evet bu an Allah'a en kâmil mânâda hamd ve şükür dolu gönülle yönelme ânı; bu mekân ona kulluğun son haddine taşırılma makamıdır. Tabii bu her mü'minden beklenecek haldir esasta. Yâni, genişlik ve darlık ânında hep Allah'a mutlak ubûdiyyette kalmak. Bollukta kıtlıkta, güçlü iken de, zayıf iken de hep mutlak kulluk...
Yâni müslümana, sadece sıkıntıya düştüğü, belâya uğradığı zamanda darlık gitsin, zarar kalksın diye kulluk gösterisi asla yakışmaz. Çünkü geniş ve mutlu günlerin huzur ve refahı, sarhoş eder--se, isyana düşer, gözü birşey görmez. Öyle kimseler ilâhı emir ve ahkâmın yanından teğet geçmeye başlar. Öyle ilgisiz olur ki, sanki o dar günlerinde yalvaran ve boyun büken o değilmiş...
b) Buhâri'nin ,bu rivayeti aynı zamanda, bize Kur'an okuyan kimsenin ahenk ve teganni yapmasının da caiz olacağını gösterir. Bu anlam, Abdullah bin Muğfil'in naklindeki «Terci1» ta'b'rinden çıkar. Bu ise bütün Şâfü ve Hanefî ulemasıyla Mâlikilerin ve ötekilerin çoğunluğunun birleştiği gerçektir[84].
c) Resûlullah Cs.a.v.)'in hikmet dolu tedbirinden biri de, Mekke'ye girerken ashabına farklı yönlerden bölük bölük girmelerini emretmesidir. Onlar, tek yol veya kapıdan girmemekle, savaşı büyük çapta önlemiş oldular. Çünkü Mekkeliler bu durumda savaşa cesaret edemezdi. Etse, adamları dört bir yana dağıtmaları gerekirdi. Bu ise onların zayıflaması demekti. Bunu göze alamayınca da savaş ve saldırının sebebi kendiliğinden ortadan kalkmıştır.
Resûlullah Cs.a.v.) bunu, muhakkak ki, kan dökülmesini önlemek, İslâm'ın belde-i Haram'a verdiği mânâyı korumak için emretti. Ve onlara da, sadece saldırana karşılık savaşma izni verdi. Öbürlerine de, evlerine kapandıkları takdirde emniyet va'detti.
5- Mekke Haremine mahsus hükümler:
a) Orada savaş yasağı:
Gördük ki, Resûlullah (s.a.v.) ashabına hiçbir kimseyle savaşmaya izin vermedi. Sadece müslümanlara saldıranlarla, kanı heder edilen ve öldürülmelerini kendisinin emrettiği altı kişi hariç.
Yine gördük ki, O (s.a.v.), uzaktan kılıç parıltılarını görünce sormuş ve Hâlid bin Velid'in kendisine saldıranlarla savaşmak zo-Minrlfi kaldığını anlayınca, buna üzülmüş. Ancak, «Allanın kazasında hayır vardır» buyurmuştu. Zaten bunun dışında da Mekke'-d» herhangi bir çarpışma olmamıştı...
Nitekim fetih günü halka hitap ederken de: -Mekke'yi Allah yasak bölge yaptı, insanlar değil...» buyurdu. Ve, «Allah'a inanan bir kişiye kıyamete dek, orada kan dökmesi veya kavga etmesi helâl olmaz. Biri kalkıp da ruhsat var savaşa derse; Allah kendi Resulüne izin verdi, size değil deyin. Ona bile bir günde bir an için izin vermişti. Ve dünkü gibi bugün de haramhğı avdet etti.
tşte bunu deL'l alan bütün müçtehidler, Mekke'de ve çevresinde savaşın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. Çünkü bu Fetih hutbesinde açık bir peygamber emridir. Ancak ulema mes'eleyi genişlemesine alınca; uygulamanın nasıl olacağını araştırınca müşriklerle ve âsilerle savaşı emreden, kısas olunacakların öldürülmesini bildiren nasslarla bu yasak arasını şöyle bulmuşlardır. Müşrik ve mür-tedlerle savaşma hususunda bir müşkil düşünülemez. Çünkü müşriklerin orada yerleşmesi, mekân tutup kalması şer'an yasaklanmıştır. Bunda ittifak var. Hattâ Şafii mczhebiyle öbür birçok müçlehid; müşriklerin oraya uğrayıp geçmesini bile caiz görmez. Bunun dayanağı şu âyet-i kerîmedir: «Müşrikler necistir. Bu seneden sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar...» O halde, orada bulunanlara düşen, müşrikler oraya girmeden ve yaklaşmadan onlara savaş açıp yaklaştırmamaktır. Bu demektir ki: Cenâb-ı Hak, Haremine bir müşrik veya kâfir sokmamayı tekpff .1 etmiştir. İşte bu da, bu dinin mûcizesidir. Yâni Allah'ın kitabında ve Resulünün lisanında gelen va'din tecellisidir.
Asîlere gelince: Bunlar sâîih imâma başkaldıranlardir. Cum-hûr-u fukahânın kanaatına göre böyleleriyle savaşa medar, âsi oluşlarıdır. Çünkü bu isyan ancak silâhlı karşılıkla bastırılabilir. Çünkü âsilere karşı savaş hukukullahtan olup, vazgeçilemez. Haremde de olsa onu bastırmak için savaş, onların önünü koyvermekten evlâdır.
İmam Nevevi şöyle der: Bu, cumhurdan nakledilen görüştür. Doğru olan da budur. İmam Şafiî de, «Kitâbü İhtilâfi'l-Hadîs»te bunu delil getirmiş, nassa dayandırmıştır. Şafiî şöyle diyor: Mutlak olarak kıtal'i meneden hadîslerin zahirinin gerektirdiği durumu şöyle yorumlayabiliriz Cyâni âsilerle bile savaşı reddeden hadîsler) : Kıtalin bu genel yasağı haramhk ifade etmesi; (bu mancınık dahil her tür savaş vasıtalarıyla saldırmadır) ıslah olmaları başka yolla mümkün olmasına bağlıdır. Ama küffâr başka beldelere üslenmiş ise o zaman savaşın her türü ve vasıtası caiz olur.
Tabiî bazı fakîhler, âsilere karşı savaşın haram olduğuna; ancak sıkıştırmak suretiyle Harem'den çıkıp kaçmalarım veya itaat etmelerini