- Uludere ile toplum vicdanı arasındaki bağ

Adsense kodları


Uludere ile toplum vicdanı arasındaki bağ

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 3 August 2012, 01:13 pm GMT +0200
Uludere ile toplum vicdanı arasındaki bağ
Naci BOSTANCI • 84. Sayı / TÜRKİYE


Bahman Gobadi İranlı bir yönetmen. Sarhoş Atlar Zamanı isimli filmini 2000 yılında kendi köyünde çekmiş. İran sinemasının “küçük olaylar” üzerinden insanı nasıl derinlemesine anlattığını takip edenler bilirler. Bu filmde de Gobadi sınır boyunda kaçakçılık yapan köylüleri anlatıyor. Onların çok zorlu tabiat şartlarında taşa-toprağa, kara-fırtınaya yazılmış, çeşitli risklerle dolu hayatlarına odaklanıyor. İnsanı anlatmak denilince ayrıntılar öne çıkıyor. Filmde de daha çok çocuklar, kardeşler, onların tabiat gibi sert ve haşin bir zemindeki duyarlı sevgileri, dayanışmaları var. Özürlü kardeşle kurulan bağlar, evlenen kız kardeşin hüzün dolu gidişi, toprak evler, paylaşılan yiyecekler, büyüklerin tıpkı tabiat gibi çok gerçek hayatları vs. Bir filmin görsel olarak ortaya koyduğu ayrıntıları dile çevirmek her zaman zor bir çaba. Mesela “kaçakçılık yapan köylüler” denildiğinde, bunun kastı ancak film seyredilince daha iyi anlaşılır, yoksa insanların aklına hukukî, iktisadî birçok “ilgisiz” çağrışım gelebilir.

İnsanî bir trajediyi kavrayabilmek
İyi sanatın gücü okuyucusuyla, izleyicisiyle kurabildiği bağın niteliğinde kayıtlı. Eğer hayatında hiç böyle bir köyde yaşamamış, bir kaçakçı katırının ardından gitmemiş, soğuğa karşı ellerini “hohlayarak” zorlu yolculuğunu sürdürmemiş, bir küçük kız kardeşin endişeli, korkulu ama tüm bunları kazıdığınızda altından çıkan sevgi dolu bakışıyla karşılaşmamış insanları tüm bu hikâyeye ortak edebiliyor, onların dokunabileceği, kavrayabileceği bir yakınlığa getirebiliyorsa, sanat kendinden bekleneni yerine getirmiş oluyor. Gobadi’nin filmi de bunu başarıyor.

Sarhoş Atlar Zamanı’nı herhalde dört beş yıl önce seyretmiştim. Uludere’deki o talihsiz olay yaşandığında tekrar izledim. Birtakım rakamlar üzerinden zikredilen hayatların, araçsallaştırılan anlatının, nasıl daha işlevsel kılınabilir sorusuna cevap arayan zalim bir siyasal aklın takdiminin ötesinde, tıpkı bağrında yer aldığı ve yakın olduğu tabiatın çıplaklığı ve sadeliği içinde Uludere’deki olayı bir kez daha kendi gerçek hayatımın bir parçası kılabilmek için yaptım bunu. İnsanî bir trajediyi kavrayabilmek için oradaki insanları acıları, umutları, hayalleri, soluk alıp vermeleri ile gerçek birer varlık olarak düşünmek gerekir. Uludere üzerine dile getirilen anlatıların içinden bir seçme yapabilmek için de yine Sarhoş Atlar Zamanı’nın sunduğu bakış açısına ihtiyacım vardı. Seçme yapmak derken, araçsallaştırılan ile Uludere’deki olaya ilişkin sahih olanı ayırt etmekten bahsediyorum.

Uludere ve kamuoyu vicdanı
Orada çoğunluğu genç otuz dört kişi hayatını kaybetti. 28 Aralık akşamı katırlarıyla birlikte yükledikleri birkaç parça bidon içindeki mazotu köylerine getirmeye çalışırlarken terörist zannedildiler. Basın yayın organlarında konuya ilişkin birçok haber çıktı. Köylülerin güzergâhının PKK tarafından kullanılmadığı ya da karakollara yapılan saldırıların da benzer şekilde düzenlenmesi nedeniyle bu yanılgının oluştuğu… Köyün korucu köyü olduğu, bu yanılgının içinde başka güçlerin rol aldığı… Amacın terörle mücadelede son zamanlarda kaydedilen başarı dolayısıyla sıkışan terör örgütünün bu olaya can havliyle sarılarak gündemde tutmaya çalıştığı… Böylelikle kendi üzerindeki baskıları azaltmak istediği… Şimdilik tüm söylenenler söylenti düzeyinde. Ne olup bittiği olayın ardından başlatılan soruşturmalar neticesinde anlaşılacak. Askeriye kendi soruşturmasını yapıyor, Cumhuriyet savcılıkları, idari makamlar keza yine kendi görev alanlarıyla ilgili değerlendirmelerde bulunuyorlar. Ayrıca benim de üyesi olduğum Meclis İnsan Hakları Komisyonu tüm partilerin desteği ile bu konuyu incelemek üzere bir alt komisyon oluşturdu. Herhalde tüm araştırma soruşturma raporları bir araya getirilecek ve kamuoyuna vicdanları tatmin edecek bir açıklama yapılacak.

Basın yayın organlarının olaya gösterdiği yoğun ilgi, sadece yaşanan trajedinin sayısal boyutu dolayısıyla değil. Devlet toplum ilişkileri, terörle mücadele, masumların gördüğü zarar gibi çok çeşitli unsurlardan teşekkül eden bir arka plan var. Yine bu ülkedeki herkesin yaşanan bu can kayıplarından dolayı son derece üzgün olması da bir başka faktör. Okumak isteyen, okul harçlığını çıkartmak isteyen kişilerin “insan hikâyeleri” bu acıyı daha da artıran bir dokunaklı sıcaklık doğuruyor. Başkalarının buradaki hayatlara nüfuz edebilmelerine mecra oluşturuyor. Keza siyaset çok ilgili. Tüm partiler çeşitli vesilelerle derin üzüntülerini bildirdiler. BDP’nin de bu olaydan derin şekilde etkilendiği muhakkak. Ancak bu partinin dili, açıklama üslubu, agresif tutumları üzüntünün ötesinde ilişkili olduğu ve aşkın bir şekilde temsilciliğini üstlendiği mikro milliyetçiliğin, kutsadığı ve her türlü halden yukarıda tuttuğu siyasal hedefleri için Uludere’de yaşanan bu trajediyi bir vesileye dönüştürdüğü yolunda yoğun eleştiriler doğurdu. Bu okuma biçimini olabildiği kadarıyla nesnel bir sonuca ulaştırmak için BDP’nin Uludere adına dile getirdiği tüm söylemi analitik bir değerlendirmeye tabi tutmak gerekiyor. Siyasal tartışmaların ötesinde söylem çözümlemesi yapan akademisyenlerin buna ilgi göstermeleri toplum için de açıklayıcı olacak.

Ortak vicdana konuşmak
Uludere olayı, trajik boyutu, teröre karşı sürdürülen mücadelenin istenmeyen tarafını oluşturması, en temel insan hakkı olan yaşam hakkının ihlali ve elbette tüm bunları kuşatacak şekilde Kürt meselesinin bağrında anlam kazanması ile özel bir yere sahip. Bir millet olma, aynı zamanda ortak bir vicdana sahip olmaktır. Bu olayın tüm soruşturmaları, nihai kararları bu ortak vicdana konuşacaktır. İşte ortak vicdana konuşacak olan kararların, konuya ilişkin siyasal repertuarlar bakımından da bir anlamı var. Burada yapılıp edilenler kışkırtıcı olan, trajediyi araçsallaştıran dili açığa düşürebileceği gibi, istenmediği halde kötü bir sınav vermeye de dönüşebilir. Böylesine insan hayatının kanla ateşle ortada olduğu hallerde kararlar kadar anlatının dili önemli ve hepsi birlikte, ne anlattığından öte nasıl anlattığı ile de konuşur. Taziye çadırında kaymakama karşı yapılan çirkin saldırı şüphesiz çocuklarını yitirmiş o köydeki insanlar kadar Türkiye’nin her yanında telin edildi. Mesele devletin bir temsilcisine yapılan saldırı kadar taziye için oraya gitmiş bir misafire gösterilen saygısızlıkla ve bu konudaki derin kültürel referanslarla bağlantılı bir durumdu. Az çok bu ülkenin kültürel hayatından ve değerlerinden haberdar olanlar, yedi kat düşmanın bile eve konuk olduğunda çok farklı bir hukuka tabi olduğunu bilirler. Bunu geçtim. Evdeki bir misafiri almak, götürmek, cezalandırmak isteyen güçlere karşı o evdeki insanların gerekirse kendi hayatlarını siper ederek bu talebi geri çevirdiklerini de bilirler. Gösterilen toplumsal tepki, kaymakamın hayatının ne ölçüde risk altında olduğundan önce kültürel bir kutsalın çiğnenmesiyle alâkalı. Ancak her ne olursa olsun, aynı anlatının içinde yitirilen hayatlarla bu saldırıyı yan yana getiren ve takdim şekli itibariyle ikincisini daha fazla vurgulayan iyi niyetli konuşmalar dahi, dışarıdan, bu iyi niyet üzerinden görülmezler. Burada iktidar ilişkilerine, zımni bir önemli önemsiz ayrımına ilişkin resim ortaya çıkar. Konuşmacının kastı bu olmayabilir, ama dışarıdaki kişi aynı şekilde görmez. Nasıl bir dil kullandığımız önemli olduğu için bunu belirtiyorum.

İç şarkiyatçılık ve Kürt meselesi
İkincisi, Kürt meselesinin telaffuzunda da karşılaştığımız bir durum, bazen konuya ilişkin anlatılara “iç şarkiyatçılık” diyebileceğimiz bir bakış açısının egemen olmasıdır. Kürt meselesinin çözümü bakımından önemli engellerden birisini oluşturan iç şarkiyatçılıktan kasıt, sorunu kendi gerçekliği üzerinden okumaktan çok tasavvurî ve soruna atfedilen fantastik bir algı üzerinden bakılmasıdır. Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabı, batının doğuyu tahayyül etmesi üzerine kurulu ve bu görme biçiminin sakilliği üzerine bir hayli örnekle dolu. Kürt meselesinin konuşulmasında da zaman zaman ortaya çıkan benzeri bir şarkiyatçılık, üzerinde durulması, eleştirilmesi, sosyolojinin, sosyal psikolojinin, siyasetin ve ekonominin imkânlarıyla aşılması gereken bir durum. Uludere’deki trajediyi dili ve kararları itibariyle sonuçlandırırken, sakilliklere düşmemeyi en geniş şekilde toplum vicdanını kucaklamak bakımından da hayati görmek gerekiyor.

Uludere’de yitirilen hayatlar insanî bir bakış açısıyla ele alınıp konuşuldukça dramatik yapısından çıkar, insanlık vicdanının bir parçası haline gelir. Tersi ise, iddiası insanlık bile olsa, insanlığın hasımlığının. O yüzden her konuşan nereden konuştuğuna, sonuçta nereye varmak istediğine ve tüm bunların insanlık değerleri bakımından yerinin ne olduğuna dikkat etmesi gerekir.