- Türk edebiyatında 12 Eylül

Adsense kodları


Türk edebiyatında 12 Eylül

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Mon 1 October 2012, 02:08 pm GMT +0200
Türk edebiyatında 12 Eylül
Yakup ÖZTÜRK • 91. Sayı / EDEBİYAT


Edebiyat, tarih boyunca gerçekle hayali bir arada tutmuş önemli kurumlardan biri. Tarihin gerçekliğini sanatın kurgusuna kalbeden edebiyat, modern sonrası dönemlerde toplumun ve olayların yansıtıcısı olma görevinden uzaklaşmış olsa da, dünyamızda derin izler bırakan hadiseleri kaleme getirmekten, onlara bir ünsiyet kazandırmaktan geri durmadı.

1960’lardan sonra dünyada cereyan eden ideoloji çatışmaları Türkiye’ye de aksetti, 70’lere ve 80’lere giden süreçte sağ ve sol ideolojilere sahip bilhassa gençler birbirlerinin kıyımına sebep oldu. Türkiye’nin ne yazık ki her on yılda bir başına gelen bu müdahaleler sonucunda toplum onlarca yıl geriye gitti, yetişen gençleri birazdan bahsedeceğimiz üzere benliklerinden soyutlayarak insan dışı bir mahlûka dönüştürdü. Darbenin 32. yılında hayatta kalan iki darbe müsebbibi yargılanıyor olsa da, bu büyük dramın izleri kolay kolay insanlar ve kurumlar üzerinden silinmedi, silinmeyecek de.

Darbenin getirdiği edebî yıkım
Darbenin siyasî ve sosyal tesiri üzerinde hâlâ birtakım yayınlar yapılıyor. Dr. Mehmet Özger’in yakın zamanda neşrettiği 12 Eylül romanları hakkındaki Türk Romanı’nda 12 Eylül isimli kıymetli çalışması bu yazı boyunca bize eşlik edecek. Elbette, 12 Eylül, edebiyatımızda sadece roman üzerinden yürümedi. Şiirde ve hikâyede, kısmen tiyatroda 12 Eylül’ün insan üzerindeki yıkımını anlatan metinler üretildi. Ancak, 80’lerin şiiri, 70’lerin politik şiirinden çok daha farklı bir noktaydı. Darbenin önlerine yığdığı korku sonucunda bireye, gündelik meselelere, otobiyografiye dönen bir şiir kaleme getirildi. 12 Eylül sonrası Türk şiirinde kalıcı yer edinmiş şairlerin ilk dönem şiirlerine ve edebiyat adına ortaya koydukları metinlere, dergilere bakacak olursak siyasetten uzak bir dil kullanıldığını görürüz. Roman için de aynı durum söz konusu fakat romancılar darbeden 10-15 yıl sonra kendilerini edebiyat adına daha diri hissettikleri bir dönemde romanlar yazmaya başladılar. Günümüzde de 12 Eylül’ü ele alan edebî metinler neşrediliyor. Ancak toplum üzerinde bu derece büyük bir tahribat oluşturan darbenin en büyük romanı halen yazılmayı bekliyor.

Yazı boyunca 12 Eylül’ün edebiyatımıza olan tesiri ve edebî metinlerin muhtevası üzerinde duracağız. Görülecektir ki darbe öncesi ve sonrasının bütün ayrıntıları romanlarımıza aksetmiştir. Bilge Karasu, Tarık Buğra, Latife Tekin, Emine Işınsu gibi Türk edebiyatının saygın isimlerinin kaleme aldığı 12 Eylül romanları bir dönemi edebiyat ve dil estetiği üzerinden okumak için önemli bir kapı açmaktadır. Şu ana kadar darbeyi merkeze alan yüzün üzerinde roman yazıldı. 12 Eylül romanlarının çoğu anı-roman üslubunun hâkim olduğu romanlardı. Bu sebepten bu romanlara “İşkence Edebiyatı”, “Hapishane Edebiyatı” gibi adlar da takıldı.

Sembollerle 12 Eylül
Türk edebiyatında 12 Eylül sadece ideolojilerin sonlanmasına sebep olmadı aynı zamanda edebiyatta farklı yolların denenmesi sonucunu doğurdu. Darbe, yeni bir insan tipi ortaya çıkardı. Dünyadaki gelişmelerle birlikte Türkiye’de sanat, ideolojilerinden ayrılarak kendi gerçekliğine yöneldi.

Geceleri duvarlara yazılar yazmak ve afişler asmak romanların hemen hepsinde görülen öğelerdendi. Çünkü siyasî örgütler, ocaklar ve teşkilatlar kendilerini topluma gösterdikleri bir “vitrin” olarak afişe ve yazıya çıkmayı görmekteydi. Bunun dışında sahte kimlik ve kod adı kullanmak da romanlarda kullanılan bir diğer ayrıntıydı.
Roman kahramanlarını diri tutan davranışların başında taklit geliyordu. Sol grupların özendikleri, örnek aldıkları taklit unsuru Nazım Hikmet’ti. 12 Mart Darbesi’nde idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları da 1980’li yıllara girerken model alınan kimlikler olarak karşımıza çıktı. Ayşegül Devecioğlu’nun Kuş Diline Öykünen romanında Che’nin de bir rol model olduğu görünmekteydi. Aynı şekilde sağ gruplar arasında da Alparslan, Fatih birer temsil unsuru olarak romanlardaki yerlerini aldı. Her iki grup için de örnek alınan kimselerin giyimleri, hayat tarzları, bıyık ve saç şekilleri önemli bulunmaktaydı.

Örgütlere yeni girenlerde bir bağlılık oluşturmak, uzun süredir gruplar içerisinde bulunanların da heyecanlarını canlı tutmak için marşlar ve sloganların kullanıldığı görüldü. Bir tarafta Enternasyonal Marşı, diğer tarafta İstiklal Marşı kullanılmıştı.

12 Eylül’de eşyaya özel bir anlam yüklenmiş, onların sembolik değerleri üzerinden kutsal atfedilen anlayışlar türetilmişti. Belki bu sebepten 12 Eylül ya da sol düşünce dendiğinde giyim unsuru olarak parka akla geliyordu. Eşyanın yanı sıra mekânlara da farklı anlam işlevleri yüklemişti. Ordu solun kalesi, Erzurum ülkücülerin kalesi olarak değerlendiriliyordu. Tıpkı Moskova’nın Marksizm’in “kutsal” şehri olarak görülmesi gibi. İstanbul ise her iki grup için de arzu edilen bir mekândı ancak darbeden sonra yenilgileri hatırlatan bir yerden başka bir şehir olamadı.

12 Eylül romanlarında darbecilerin icraatı arasında önemli görülen bir nokta vardı. O da, iletişimin ortadan kaldırılmasıydı. 12 Eylül’de iletişim ya kesilmiş ya da denetim altına alınmıştı. Başta TRT olmak üzere, telefon, telgraf ve posta hizmetleri kontrollü bir şekilde verilmişti. Mehmet Özger’in tespitiyle darbe öncesinde de ideolojilerin birbirlerinin seslerine sağırlaşmaları bir iletişimsizlik örneği olarak okunmaktaydı.

Türk edebiyatının en özgün isimlerinden biri olan Bilge Karasu’nun Gece romanı, dili kullanması bakımından diğer 12 Eylül romanlarından ayrılıyordu. İletişimsizliğin geldiği boyutları göstermesi bakımından oynanmış ve kendini açmaza sürüklemiş bir dili kullanması oldukça başarılı bir roman ortaya çıkarmıştı.

İnsanın insanla iletişimini koparan darbe güçleri, insanın tabiatla olan ilişkisini heba etmişlerdi. Feride Çiçekoğlu imzalı, sinema filmiyle de büyük kitlelere ulaşan Uçurtmayı Vurmasınlar romanında, hapishane güvenliğinin, insanların tek tutundukları dal olan gökyüzündeki uçurtmayı vurması özgürlüğün kökünü kurutmuştu.
12 Eylül sansür demekti. Bütün kriz anlarında tahakküm altına alınmak istenen basın, bir tarafın mağduriyetini perçinlerken bir tarafın haksızlığının üzerini örtüyordu. 12 Eylül romanlarında da basının iktidar yanlısı tutumu sıkça dile getirilmişti.

Bostancı’nın Işığın Gölgesi adlı romanındaki “Bütün spikerler, yakalarına yeni iktidarın sembolü olan kocaman bir sarı yıldız takıyordu. Onların adamı olmuşlardı hepsi” sözleri bunun açık bir göstergesiydi. Bilhassa siyasî davalar, dava sonuçlandıktan uzun bir süre sonra gazetelere, sansürlenerek yansıyordu. Darbe sonrası hapse mahkûm edilenler, gazetelerin bu sansürüne alışamadan otosansüre uyum sağlamışlardı. Yazılan mektuplarda bütün mahkûmlar kendilerine hâkim olmak kaydıyla kâğıdın başına oturuyorlardı.

“Şeyleşmiş” insan
12 Eylül sürecinde 1 milyon 683 bin kişi fişlenmiş, 650 bin kişi gözaltına alınmış, ülke açık bir hapishaneye çevrilmişti. İnsanı benliğinden koparan bir hadise olarak darbeyi anlatan roman Yüz: 1981’di. Mehmet Eroğlu’nun Yüz: 1981 adlı romanında kahramanına bir ad vermemesi, 12 Eylül’ün peyda ettiği insan tipine oldukça güçlü bir örnekti. “Şeyleşmiş” insan! Tanıdığı herkes ölen, elini neye dokunsa o şey yok olan. “Şeyleşip” benliğinden, kimliğinden uzaklaşmış, sureta insan kalmış bir canlıdan bahsedilmekteydi. Darbe insanı; düşünmez, kitap okumaz, kimseyi sevemez, kimsenin ardından üzülemez, sadece behimî hislerle cinselliğe yönelirdi. Mehmet Eroğlu’nun romanındaki insan tipi buydu. Hayatın anlamını cinsellik üzerinden kuran bireyler peyda etmişti. Darbeyle birlikte cinsellik; medya yoluyla bir tüketim unsuruna dönüştürülmüştü. 12 Eylül romanlarının görmezden gelemediği başlıklardan biri de buydu. İnsan, hem darbe hem de ideolojiler tarafından kullanılmıştı.

12 Eylül romanlarında portresi çizilen insanlardan biri de muhbirlerdi. Halk darbe ya da siyasetle bir bağlantısı olmasa da ihbar edilmekle korkutulmaktaydı. Esnaf potansiyel muhbirdi. Toplumu baskı altında tutmanın bir yolu olarak ihbar korkusu toplumun önüne sürüldü. Üniversiteler sıkıyönetim tarafından zapt edilmek istenen kurumlar olmuşlardı. Kadrolarından edilen, aşağılanan ve taşra üniversitelerine sürgün gönderilen 12 Eylül dönemi akademisyenleri de bu romanların anlatmaktan geri durmadığı kişiler arasındaydı.

Hapishaneler, 12 Eylül döneminde aslî varlık gerekçesinden öte her şeyin adı olmuş, bir ıslah mekânı olmak haricinde insanları sakatlayan, bilinçlerini körelten, işkence ve zulmün akrabalık kurduğu mekânlara dönüştürülmüştü. Beden üzerinden ruha hükmetme yerleri hâline getirilmişti.

Mitik semboller 12 Eylül romanlarının bir diğer aslî unsurlarındandı. Sağ ve sol gruplar için devrim bir mitti. Cenaze törenleri, mitingler ve gösteriler bu miti besleyen ritüellerdi. Bu, karakterlerin isimlerinde de karşımıza çıkmaktaydı. Sol gruplar Devrim, Eylem, Umut adlarını tercih ederken, ülkücü gruplar Selçuk, Mete, Oğuz, Cengiz gibi Türk isimleri ve boylarının adlarını kullanmışlardı.

Çatışma, bir devrim uğruna yapılmıştı. Bir ütopya uğruna. Yeni bir dünya, ülke, kent, hayat kurmak ütopyası. Bu, hem sağ hem de solun çatışma sebebiydi. Ütopya, Oya Baydar’ın Hiçbiryer’e Dönüş romanında sol nazarından, Naci Bostancı’nın Işığın Gölgesi’nde sağın nazarından işlenmişti. Oysa 12 Eylül darbesi, bütün ütopyaları darmaduman etmişti. Uğruna savaşılan değerler anlamsızlaşmış, yenilgi büyük bir travmaya neden olmuştu. Mehmet Özger ütopyanın yok olmasının sebebini 12 Eylül’le sınırlı tutuyor. Ona göre dünyadaki gelişmeler de ütopyayı yıkmıştı. Sözgelimi Berlin Duvarı’nın yıkılması bir başka sebepti.

İnsanların ideolojilerle buluşmaları bir gelenek üzere gelerek, bilinçle olmamıştı. 12 Eylül’ü ele alan isimler de bunun üzerinde durdu. Dayatılan bir fikir ve kavga ortamı gençleri iki taraftan birine ait olmak zorunda bırakmıştı. Üniversitelerde siyasetle ilişkisi olmayan gençler dahi, mecburen sağcı ya da solcu oldular. Yoksa amfide oturacak yer bulamazlardı…

Hapishanelerde psikolojik baskı uygulandı. En çok uygulanan yöntem gürültü çıkarmaktı. İşkenceler ise romanların hemen tamamında ele alındı. Fiziksel işkenceler, elektrik verme, taciz, tecavüz, Filistin askısı, çıplak bırakma, soğukta bekletme bunlardan bazılarıydı. Darbeyle birlikte özel işkence birliklerinin kurulması, darbecilerin vardığı noktayı gösteriyordu.

Yaralı bilinç ve değerler yitimi
Romanlarda darbe sonrası da ele alındı. Darbe sonrasındaki yozlaşmanın neşet ettiği ortam söylemde kendisini göstermişti. Darbe öncesinde dillere pelesenk olan ne varsa darbeyle birlikte içi boşaltılmış anlamsızlıklar yığınına dönüşmüştü. Hatta darbeden yıllar sonra söylemler bir alay malzemesi hâline getirilmişti. Darbe travmasını atlatmanın bir yolu olarak Tanrı inancına yönelinmişti. Bazı romanlarda ele alınan bu gelişme de, daha önce bir Allah inancına sahip olmayan insanların tutunma vesileleri olmuştu. İntihar etmek ya da Allah’a yönelmek darbenin verdiği travma sonrası geçerli iki yol olarak romanlarda söz konusu edildi.

Kaçış ve sürgün 12 Eylül sonrası hayat tarzları hâline geldi. Yakalanmak, işkence görmek, aileye ve sevdiklerine zarar gelecek korkusu kaçışı ve sürgünü kurtuluşa çevirmişti.

12 Eylül’ü işleyen romanlara yön veren birtakım eğilimler de söz konusuydu. Bunlar Mehmet Özger’in tasnifiyle nostalji, sürgün, yaralı bilinç ve değerler yitimiydi. Gerek 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı insan tipi, gerek ise darbeye giden süreçte yaşananlar bu tasnifin yapılmasının ne derece doğru olduğunu göstermektedir. Burada, bilhassa dikkat edilmesi gereken nokta yaralı bilinç ve değerler yitimidir. Cinselliğin ve sıradanlığın hâkim olduğu 80’li yıllar, romanda da kendisini bu cephesiyle göstermişti. Özel hayatın ortadan kalktığı bir dönemi imleyen bu süreç, 12 Eylül romanlarında eleştirel bir yaklaşımla ele alınmıştı.