- Türk Dünyası: Hayal ve Gerçek

Adsense kodları


Türk Dünyası: Hayal ve Gerçek

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Sat 15 October 2011, 05:34 am GMT +0200
Dünya Hali


Ekim 2006 94.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.


Türk Dünyası: Hayal ve Gerçek


Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı’nın 10’uncusu 18-20 Eylül tarihleri arasında Antalya’da yapıldı. Türk devlet ve topluluklarından yaklaşık beş yüz delege, üç gün boyunca 300 milyonluk Türk dünyasının sorunlarını ve geleceğini tartıştı.

Birincisi 1993 yılında yapılan Kurultay, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra bağımsızlığını kazanan Türkî cumhuriyetleri ve Balkanlardan Rusya’ya çeşitli Türk topluluklarını bir araya getirmeyi hedefliyor.

Bu yılki kurultay ilk defa devlet başkanları düzeyinde ve Türkiye başbakanının himayesinde yapıldı. Türk dünyasında Türkçe dil birliğinin sağlanması, ortak eğitim ve kültür programları, enerji ve ticaret alanlarında ortak girişimler ve Türk topluluklarının siyasi ve kültürel hakları, bu yılki kurultayın ana gündem maddeleri arasındaydı.

Aynı günlerde İstanbul’da Türk dünyası işadamlarının bir başka toplantısı vardı. Burada da Türkî cumhuriyetler arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için önemli kararlar alındı. Kazakistan ve Azerbaycan, dünyanın en önemli enerji kaynaklarına sahip ülkelerinin başında geliyor. Türkiye’nin öncülüğünde bu enerji kaynaklarının dünya pazarlarına taşınması büyük önem taşıyor. Bu yıl tamamlanan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı, bunun önemli adımlarından biriydi.

Fakat Türk dünyası aynı zamanda önemli sorunlarla karşı karşıya. Dil birliği meselesi hâlâ bir temenni olmaktan öte gidebilmiş değil. Bir Türk’ün Kazakçayı, bir Özbek’in Kırgızcayı sorunsuz bir şekilde anlaması henüz mümkün değil. Kültürel alanda da önemli kırılmalar var. Rus kültürünün Orta Asya cumhuriyetleri üzerindeki derin etkisi devam ediyor. Kazaklar, Kırgızlar ve diğerleri, kendi dillerinden çok Rusça konuşuyorlar. Rusya bu coğrafyada hep iki adım önde.

Bunun sebeplerini doğru okumamız gerekiyor. Osmanlı ve Türkiye ile Orta Asya toplulukları arasında 8 asırlık bir tarihi kopukluk var. Selçuklulardan itibaren Anadolu Türklerinin Orta Asya Türkleriyle köklü ve sürekli bir etkileşimi olmamış. ‘Kızıl elma’yı Batı diyarlarında arayan Osmanlıların bu coğrafyayla ilgilenecek ne vakti, ne de enerjisi vardı.

Bugün bu tarihi boşluğu aşmak zorundayız. Türk Dünyası Kurultayı bu yönde atılmış önemli bir adımdır. Fakat bunun uzun soluklu bir yürüyüş olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Sekiz asırdır dondurulmuş olan bir tarihi birkaç on yılda tersine çevirmek mümkün değil. Orta Asya enerji kaynaklarının ABD, Rusya ve Çin arasında paylaştırıldığı şu günlerde, Türkiye’nin bu bölgede daha aktif olması gerekiyor.

Kurultayların ana sorunu, bir takip mekanizmasının olmaması. Yapılan konuşmalar, alınan kararlar somut bir eylem planına dönüşmek zorunda. Bunun için kararların uygulanıp uygulanmadığının takip edilmesi gerekiyor. Son olarak, bu kurultayın hep Türkiye’de yapılıyor olması doğru değil. Bu, diğer ülkelerin bu konuya Türkiye kadar önem vermediğini gösteriyor. Kurultayın rotasyon usulüyle her yıl ya da iki yılda bir, bir başka Türkî cumhuriyette yapılması, o ülke ve toplulukların katılımını arttıracaktır.

Hoş Geldin Rahmet Ayı


Rahmet ayı Ramazan’a tekrar kavuştuk. Ne mutlu bize! Ne mutlu bize ki bu ayın feyz ve bereketinden bir kez daha nasipleneceğiz. Oruçlu aldığımız her nefesle Yaradanımız’a şükredecek, onun nimetlerini hatırlayacağız.

Bu ayda inşallah namazlarımıza daha dikkat edecek, rahmet ve mağfiret yağmurlarından istifade edeceğiz. Kur’an okuyacak, onun manası üzerinde düşüneceğiz. Bu ayda, mümin kişiye yakışır bir ciddiyet, vakar ve neşve ile ibadet edeceğiz. Yani insanoğlu için aslında normal bir hal olan ibadet makamında bulunacağız.

Kimimiz, Ramazan’ın bir kısmını Kâbe’de yani dünyanın merkezinde geçirecek. İftarını Harem-i Şerif’te okunan ezanlarla açacak. Teravihini o mübarek topraklarda kılacak. Teravih kılacağız; yani manevi rahat ve huzura ereceğiz. Yüce Mevlâ bu Ramazan’ı hepimiz için bir bereket, mağfiret ve ihsan ayı kılsın inşallah.

Kültür ve Vahşet


Modern eğlence kültürü şiddet üretmeye devam ediyor. Son olarak Kanada’nın Montreal şehrinde 25 yaşında bir genç bir liseye silahla girerek bir kişinin ölümüne, 19 kişinin yaralanmasına neden oldu.

Cinayeti işleyen genç bir web sayfasında kendisini “Ölüm Meleği” olarak tanımlıyormuş. Bu Kanadalı genç, pek çok akranı gibi şiddet ve korku filmlerinin, vampir hikayelerinin başı dönmüş takipçilerinden biri.

Temiz bir tabiatla (fıtratla) bu dünyaya gelen insanlar nasıl bu hale gelebiliyorlar? Neden insanlardaki hayır ve iyilik melekeleri değil, şer ve yıkım eğilimleri güç kazanıyor?

Modern tüketim ve eğlence kültürü, bizi hep en uçta olmaya itiyor. Gençlerimiz ‘sıra dışı olmak’ adına insan tabiatına aykırı her şeye zorlanıyorlar. TV kültürü, müzik klipleri, filmler, arkadaş baskısı, okul partileri, kulüpler, vs. derken gençler karşı koyamayacakları kültür ilişkilerine zorlanıyorlar. Sonucun ne olduğu ortada. Yeni eğitim yılının başladığı şu günlerde hepimizin çok dikkatli olması gerekiyor.

Ulusal Mutabakat, Uluslararası Körlük


Filistin’de ulusal mutabakat hükümeti kuruluyor. Şubat seçimleriyle iş başına gelen Hamas Hükümeti, muhalefet partisi Fatah’la beraber bir ulusal mutabakat hükümeti kurmaya hazırlanıyor. Amaç, Hamas’a yönelik ekonomik ve siyasi ambargoyu sona erdirmek.

Demokrasi sloganıyla Filistin’de seçim isteyen Bush yönetimi, Hamas iktidara gelince çark etti ve ‘şartlı demokrasi’ uygulamasına başladı. Hamas, ABD ve İsrail’in ileri sürdüğü şartları yerine getirirse hükümet edebilecek. Yani Hamas hükümetinin meşruiyetini sağlayan, Filistin halkının verdiği oylar değil, Washington ve Tel Aviv’in onayı. Arap ve İslâm dünyası, ambargoyu delme konusunda sınıfta kaldığı için, Hamas şimdi seçimlerde yendiği rakibi Fatah partisiyle koalisyon hükümeti kurmak zorunda.

Hangi açıdan bakarsanız bakın, bu adil bir çözüm değil. Seçim kaybetmiş bir partiyi, ‘uluslararası meşruiyet’ bahanesiyle tekrar iktidara taşımak dünyanın neresinde görülmüş. AB ve ABD, böyle bir ‘mutabakat’ hükümetiyle barış sürecinin canlanacağını ileri sürüyor. Sanki sorun Filistin tarafındaymış gibi! Aklı başında olan herkes Filistin’de kimin barış isteyip kimin istemediğini yakinen biliyor.

Savaş Suçluları


İsrail’in son Lübnan saldırısı, insan hakları kuruluşları tarafından inceleniyor, tartışılıyor. Savaş sırasında neredeyse tamamı sivil, binin üzerinde Lübnanlı, buna karşılık tamamı neredeyse asker 163 İsrailli öldü. Sadece bu rakamlara baktığımızda bile hangi tarafın neyi amaçladığı açıkça ortaya çıkıyor.

Hizbullah’ı eleştirenler, Nasrallah’ın Lübnan’a ölüm ve yıkım getirdiğini savunuyor. “İsrail gibi bir canavarın öfkesini üzerimize çekmek bizim neyimize?” diyorlar. Fakat Hizbullah’ın bu savaşta da nefs-i müdafaa yaptığını görmek zor değil. Çünkü İsrail Güney Lübnan’dan çekileli neredeyse altı yıl oluyor. Fakat İsrail hapishanelerinde bulunan yaklaşık iki bin Lübnanlı hâlâ tutuklu. Hizbullah altı yıldır neredeyse rutin haline gelen ‘esir değişimi’ sürecini işletmek için iki İsrail askerini kaçırmıştı. Fakat bu sefer İsrail farklı bir yol izledi ve savaşı tercih etti.

Şimdi Uluslararası Af Örgütü, Hizbullah’ı savaş suçları işlemekle suçluyor. Tabii İsrail’i de. Yani ‘aslında herkes suçlu’ deniyor. Fakat kimin zalim, kimin mazlum olduğu da ortada. Böyle durumlarda siyasi söylemi sulandırmak ve ‘o da hatalı, bu da’ demek, ancak ABD ve İsrail’in işine yarıyor.

Papa'nın Hezeyanları


Papa 16. Benediktus’un 12 Eylül günü Almanya’nın Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma sırasında sarfettiği sözler, İslâm dünyasında tepkilere yol açtı. Pakistan Parlamentosu Papa’nın sözlerini kınayan bir bildiri yayınladı. Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilatı, Papa’nın sözlerinin “İslâm dünyasında öfkeye neden olduğunu” açıkladı. Irak’ta Cuma namazı sonrasında camilerde protesto gösterileri yapıldı. İslâm Konferansı Örgütü, Papa’nın sözlerinin üzüntü verici olduğunu açıkladı.

Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Papa’nın sözlerinin tarihi kabul edilemeyeceğini ve Papa’nın derhal özür dilemesi gerektiğini söyledi. Papa, gelen tepkiler üzerine yanlış anlaşılmasından duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Bunun bir ‘özür’ olup olmadığı hâlâ açıklık kazanmış değil. Fakat Papa’nın sözleri, Müslüman, Hıristiyan ve seküler bütün dünyada hararetli bir tartışmaya neden oldu.

Papa’nın konuşması ve yol açtığı tepkiler, İslâm dünyasıyla Batı arasındaki ilişkilerin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Şiddet ve terörizmin İslâm’la neredeyse özdeşleştirildiği günümüzde, böyle bir konuşmanın Katolik Kilisesinin ruhani liderinden gelmesi hem şaşırtıcı hem de üzüntü verici. Şaşırtıcı, çünkü din temelli saldırı ve karalamaların ne manaya geldiğini Papa gibi birinin bilmesi gerekir. Üzüntü verici, çünkü Papa’nın sözleri Batı’da yükselişe geçen İslâm korkusu ve karşıtlığını kışkırtır nitelikte.

    Kısa Kısa Dünya Turu


    Saddam Hüseyin davası renkli sahnelerle devam ediyor. Yeni baş hakim Abdullah el-Emirî, mahkeme sırasında Saddam’a “Aslında sen bir diktatör değilsin.” demiş. Elinden gelse herhalde bir de Saddam’a sarılıp gönlünü alacak. Savcı, baş hakimin Saddam’a karşı fazla yumuşak olduğunu ileri sürerek istifa etmesini istiyor. Eğer Saddam diktatör değilse, Halepçe’de Kürtler öldürülmedi, Amerika da Irak’ı işgal etmedi demektir!

    ***

    Artık darbeler de değişti. Eskiden darbe deyince sokaklarda tanklar, buna direnen siviller, vs. olurdu. Tayland’daki askeri darbe kansız, kavgasız ama aynı zamanda renksiz ve heyecansız bir şekilde yapıldı. Ülke başkanı New York’tayken ordu yönetime el koydu; kral orduyu destekledi ve her şey bitti. Ülkeler henüz resmi bir açıklama yapmak için erken diyorlar ama görünen o ki darbe Tayland halkı tarafından da kabullenilmiş durumda.

    ***

    Venezuela Devlet Başkanı Chavez, BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada ABD Başkanı Bush’a ‘şeytan’ dedi. Chavez, Latin Amerika’nın ABD’ye yönelik öfkesini bir kez daha dile getirmiş oldu. Hem de yenilir-yutulur olmayan bir sertlikle. Fakat Bush bu terminolojiye yabancı biri değil. O yüzden pek gocunmamıştır herhalde. Ne de olsa kendisi birkaç yılda bir çıkıp bazı ülkeleri şer ekseni yapıp birilerine diktatör, faşist, vs. diyor.

    ***

    Bir araştırmaya göre Amerikalıların sadece yüzde 25’i kongrenin (yani ABD meclisinin) yaptıklarını onaylıyormuş. Yani Amerikan halkının dörtte üçü, Amerikan senatosunun performansından memnun değil. Başka yerde olsa bu herhalde darbe gerekçesi olurdu. Azınlık desteğiyle yürüyen bir siyasi sistem kabul edilebilir mi? Ama biz Amerikalıların her konuda kendilerini müstesna bir durumda gördüklerini biliyoruz. Eminiz buna da bir izah bulurlar!