- Trablusgarpta Hüzün

Adsense kodları


Trablusgarpta Hüzün

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 11 July 2011, 07:55 pm GMT +0200
Dün Bugün Yarın


Ekim 2010 142.SAYI


Sadık ILGAZ kaleme aldı, DÜN BUGÜN YARIN bölümünde yayınlandı.

Trablusgarp’ta Hüzün

20. yüzyıla girildiğinde, altı asırlık Osmanlı Devleti son demlerini yaşıyor, birçok iç ve dış etken, imparatorluktan her geçen gün bir toprak parçasını daha kopartıyor, kimse bu kötü gidişe dur diyemiyordu. 1911 yılına gelindiğinde ise bir başka kötü haber Trablusgarp (Libya)’dan gelmişti. İtalyanlar uzun süredir hayalini kurdukları Trablusgarp’ı sömürgeleştirmek hayallerine bir adım daha yaklaşmış ve Osmanlı’nın elinde kalan bu toprak parçasını işgal etmişlerdi.

Kötü haber Osmanlı başkenti İstanbul’da ve tüm İslâm coğrafyasında tez duyuldu. Bütün imkansızlıklara rağmen Trablusgarp’ı İtalyanlara öylece bırakmayı kimse içine sindiremiyordu. Dönemin önemli komutanlarından Enver Paşa da Almanya’da yaşayan bir arkadaşına 9 Ekim 1911’de yazdığı mektupta bu durumu şu sözlerle ifade edecekti: “Trablus, zavallı memleket! Kaybetti şimdilik. Kimbilir belki de ebediyen... Peki, o zaman niye gidiyorum? İslâm dünyasının bizden beklediği bir ahlâkî görevi yerine getirmek için...”

Enver Paşa giderken, hükümetin görevlendirdiği Mustafa Kemal, Ali Fethi (Okyar), Kuşcubaşı Eşref, Mümtaz Bey, Nuri Bey, Süleyman Askerî Bey, Kısıklılı Yüzbaşı Cemil, Fuat Bulca gibi dönemin önemli subaylarını ve istihbaratçılarını da yanında götürmeyi ihmal etmeyecekti. Amaçları ise bölgeye gizlice sızmak ve eldeki imkanlarla bölge halkını örgütleyerek, Trablusgarp’ın İtalyan işgalinden kurtulması için ellerinden geleni yapmaktı. Bu amaçla çeşitli planlar yapıldı. Osmanlı’nın istihbarat birimi Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kara Kemal, bölgeye gidecek isimlerin iaşe ve pasaportlarını ayarladı. Kimin hangi kimlikle bölgeye gideceği belirlendi. Örneğin; Mustafa Kemal bir halı tüccarı, Süleyman Askerî genç bir molla, Kısıklılı Yüzbaşı Cemil hoca kılığındaydı. Ve yola çıkıldı…

Grup, İskenderiye üzerinden tez zamanda Trablusgarp’a sızdı. Bölgenin önemli isimlerinden Şeyh Sunusî gibi isimlerle buluşup kısa zamanda İtalyanlara karşı önemli bir direniş başlattı. Direnişin başlamasının ardından Mısır, Tunus, Cezayir, Sudan gibi yakın bölgelerden Trablusgarp’a gönüllü akıyordu. Bir yıla yakın süren direnişte İtalyanlar sahile kadar geri çekilmeye zorlanmıştı. Bu bir yıllık dönemde Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Bey keskin nişancılığı ile ün salmış, pusuya yatan Nuri Bey’in, tek başına 100’den fazla İtalyan askerini öldürdüğü dilden dile yayılmış, Kuşcubaşı Eşref de direnişe katkısıyla “Uçan Şeyh” ünvanını kazanmıştı.

Yapılan büyük mücadeleye rağmen imkanlar oldukça yetersizdi. Bakın Kuşçubaşı Eşref, o zor günleri tarihçi Cemal Kutay’a hangi sözlerle anlatmıştı: “Hiçbir harpte, Trablusgarp’te olduğu kadar yalnızlığımızı hissetmemiştik. Çöl ortasında idik. Yaralarımızı saracak pamuğumuz, tentürdiyotumuz yoktu. İçinde amonyak vardır diye yaraların üzerine idrar döküyorduk. Biz bu yoksulluk içinde iken, İtalya, Hıristiyanlık aleminin yardımına mazhardı. Kızılhaç’a mensup prensesler, Avrupa saraylarının kadın şahsiyetleri, Vatikan’ın dünyanın dört tarafından davet ettiği her mezhepteki kadın müesseseleri, sanki İtalya kendi topraklarından bir kısmını kurtarıyor da bizler istilacı imişiz gibi karşımızda yer aldı. Ele geçirdiğimiz İtalyan eşyası içinde neler yoktu? Bu hediyeler arasında ‘Barbarlara karşı harp eden İtalyan askerine minnet’ cümleleri ve bunların altında Güney ve Kuzey Amerika’yı, Avusturalya’yı, Kanada’yı, Yeni Zelanda’yı temsil eden halk imzaları vardı. Kendilerine hiçbir fenalığımız dokunmamış insanlar, bizi yanlış tanıtmış olanların günahlarıyla karşımızda idiler.”

Kuşçubaşı Eşref’in sözlerinde de görüldüğü gibi Hıristiyan dünyası tüm imkanlarıyla İtalya’nın yanında saf tutmuş, imkansızlıklarla boğuşan Osmanlılar ise bir de Balkan Savaşı’nın patlak vermesiyle iyice zor duruma düşmüştü.  Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’ta İtalyanlarla meşgul olmasını fırsat bilen Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ birleşerek, 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmişlerdi. Batı Trakya’da müslümanların yoğun olarak yaşadığı Selanik, Edirne, Yanya ve İşkodra gibi birçok şehir Balkan devletlerinin eline geçince ve İstanbul’un düşme tehlikesi de belirince, Enver Paşa önderliğinde Trablusgarp’ta savaşan Osmanlı kuvvetlerinin acilen İstanbul’a dönmesi istenmişti. Böylece Enver Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Trablusgarp’ı mecburen kendi kaderiyle baş başa bırakarak ve Trablusgarp halkının gözyaşları, marşları, tekbir ve duaları eşliğinde İstanbul’a doğru yola çıktılar.

Pakistan Müslümanlarının Fedakârlığı


Bu duruma en çok İslâm dünyasının müslüman halkları üzüldüler. Zira imkansızlıklar ve Batılı sömürgeci devletlerin işgal güçleriyle boğuşan İslâm dünyasının elinden bölgeye gönüllü asker göndermek ve dua etmekten ötesi gelmiyor, sadece gönülden Trablusgarp’ın İtalyanlardan temizlenmesi ve Osmanlı’nın yeniden eski gücüne kavuşarak Batılı devletlerin zulümlerinden kendilerini kurtarmasını beklemek geliyordu.

O halklardan biri de Trablusgarp Harbi boyunca Osmanlı’dan manevi desteğini esirgemeyen Hindistanlı Müslümanlardı. İtalyanların Trablusgarp işgalini başlatmasından itibaren Hindistan ayağa kalkmış, büyük şehirlerde sokağa dökülen halk İtalyan konsolosluklarına saldırmış, Hint gazeteleri işgali kınayan kara çerçeveye alınmış manşetler yayımlanmıştı. Bunlarla da yetinmeyen Hintli Müslümanlar, tüm fakirliklerine rağmen yardım toplantıları tertip ediyor, ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Bu amaçla Hindistan’ın Lahor meydanında toplanan halk çeşitli protestolarda bulunuyor, büyük mütefekkirlerinden Muhammed İkbal de coşkulu konuşmalar yaparak, kitleye önderlik ediyordu.

O konuşmalardan birinde Muhammed İkbal şunları söylüyordu: “Cemaat, ben şu anda kendimi Rasul-i Ekrem’in s.a.v. huzurunda görüyorum. Bana diyor ki: ‘İkbal, ne hediye getirdin?’ Ben de diyorum ki: Ya Rasulallah, benim size getirebilecek bir hediyem yok. Fakat huzurunuza öyle bir hediye ile geldim ki, ben onu cennetlerin kevserleriyle değişmem. Size Trablusgarp’ta şehit düşen Müslüman Türk’ün kanını getirdim!”

Bu konuşmaya şahit olan Hintli Müslümanlar ellerinde ne varsa veriyor, kadınlar bileziğini, fakir köylü elindeki tek keçisini, gelinlik çağındaki kızlar çeyizlerini bırakıyorlardı. Osmanlı’nın vefalı dostu olan bu halk, Kurtuluş Savaşı’nda da âlicenaplığını ve yardımseverliğini ülkemizden esirgemeyecek ve 1,5 milyon sterlin nakit para başta olmak üzere birçok yardım ve dua ile Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasına önemli bir katkıda bulunacaktı.

1947 yılında İngiliz sömürgesinden kurtulan ve Pakistan İslâm Cumhuriyeti adını alarak Hindistan’dan ayrılan bu vefalı halk, şimdilerde insanlığın gördüğü en büyük felaketlerden birisiyle boğuşuyor. 22 milyon insanın evsiz kaldığı, binlerce insanın öldüğü ve kaybolduğu, su ve çamur altındaki ülkelerinde temiz su, gıda, giyecek sıkıntısı gibi imkansızlıklarla boğuşuyor, birçok salgın hastalıkla mücadele ediyorlar. 

Ne dersiniz, Trablusgarp’ta, Kurtuluş Savaşı’nda ülkemizi maddi ve manevi olarak yalnız bırakmayan bu vefalı halk, şimdi biraz olsun ilgimizi ve yardımlarımızı hak etmiyor mu?

Kaynak: Abdullah Muradoğlu, Yeni Şafak, “Teşkilat-ı Mahsusa – 2-3”, 15-16 Kasım 2005