- Toplumun örgütlendirilmesi

Adsense kodları


Toplumun örgütlendirilmesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Sat 15 January 2011, 08:46 am GMT +0200
Toplumun Örgütlendirilmesi

Medine’nin Nüfusu

331. Önceki bölümde, hukukî bir anlaşma (muâhât) ile, Mekkeli 186 ailenin bir o kadar Medineli ailenin yanına yerleştirildiğini görmüştük. Hicret’in hemen başlangıcında yaklaşık dört yüz aile reisinin İslam’ı kabul ettiği göz önünde bulundurulursa, Müslümanların toplam sayısının çok daha fazla olması gerekir. Bu durumla ilgili olarak Buhârî’de geçen şu hadisi belirtmek uygun olacaktır:

        “Huzeyfe’nin naklettiğine göre, Resulullah (AS) bize şöyle dedi: İslam’ı kabul eden herkesin adını yazıp bana getiriniz. Ve biz, kendisine binbeşyüz kişinin adını yazıp getirdik.”339

332. İslam tarihindeki bu ilk nüfus sayımında kaydedilen 1500 Müslümanın yanı sıra, Medine’de henüz İslam’ı kabul etmemiş olan Arap kabileleri de bulunmaktaydı. Bunlardan ayrı olarak, neredeyse Araplarla aynı sayıda olan Yahudiler de vardı. Bu durumda, Medine’de H. 1 yılında on binden fazla bir nüfusla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

İç İlişkiler

333. Evs ve Hazreç vaktiyle iki kardeş idi. Bunların soyundan gelen insanlar Medine’de iki rakip kabile oluşturdular. Hicretten yaklaşık altı yedi yıl önce meydana gelen ve kardeşler arasında yapılan Bu’âs savaşında, Hazreçliler galip geldiler ve şehirdeki Yahudilerle ittifak anlaşması yaptılar.340 Hiç kuşkusuz, kuvvetler arası bu dengesizlik, Evs kabilesini, yukarıda söz konusu edilen Mekkeli Kureyşlilerle bir ittifak anlaşması yapmaya yöneltmişti. Her iki kabilenin bilge kişileri bu kardeş savaşlarından bıkıp usanmışlardı.341 Gayet açıktır ki, Muhammed gibi yabancı bir kimse, her iki topluluğun ortak başkanı olarak daha başarılı olma şansına sahipti. Aslında Hazreçliler, Hicretten önce kendilerine bir kral seçmeye karar vermişler ve gerçekten de, Resulullah (AS)’ın Medine’ye geldiği günlerde, Medineli tüccarlara, Abdullah ibn Ubey’in taşımasına karar verilen bir tacın siparişi verilmişti.342 Hazreçli birisi Evslilerce kral olarak kabul edilemezdi. Muhtemelen Yahudiler için de durum böyleydi. Medine’de ansızın gündeme gelen İslam, üzerinde karar kılınan kral adayının derin üzüntüsüne yol açacak biçimde, Hazreçlilerin bu tasarılarının gerçekleşmesini engellemiştir. Öte yandan, Abdullah ibn Ubey’in İslam içinde gösterdiği münafıklığın ve daha sonra Müslümanların başına açtığı birçok sıkıntının açıklamasını da bu olayda aramak gerekir.

334. Yahudiler ise Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurayza olmak üzere üç ana kabileye ayrılmışlardı. Bunlardan ilki Hazreçlilerle, sonuncusu ise Evslilerle ittifak halindeydi.343 Yahudiler içinde de bir takım iç çatışmalar herhalde vardı ki, bunlardan bazıları bir Arap kabilesinin müttefiki olduğunda, diğer bazıları, birincinin hasmı durumundaki başka bir Arap kabilesi ile ittifak anlaşması yapıyordu. Kelimenin etimolojik anlamına bakılacak olursa, Kaynuka kuyumcu, Nadîr yaprakların tazeliği (yani bunların ziraatle uğraştıklarını göstermekte), Kurayza ise deri tabaklayan kimselerin kullandığı bir bitki demektir. Muhtemelen onların asıl meslekleri de buydu ki en azından bu Yahudi kabilelerinin Medine’ye gelip yerleştikleri sırada öyle oldukları söylenebilir. Ticaret alanında ise ithalatçı, tahıl maddeleri satıcısı ve banker olarak çalışmaktaydılar; (Resulullah vefat ettiğinde, zırhtan yapılmış gömleği, ödünç aldığı bir miktar tahıl karşılığında rehin olarak bir Yahudi’nin elinde bulunuyordu).344

335. Hıristiyanlara gelince; bunların Medine’deki sayıları hemen hemen yok denecek kadar azdı: Evs kabilesinden Ebû Amir adında birinden söz edilir ki bu zat Hıristiyanlığı kabul etmiş345 ve daha sonra keşiş olmuştur. (Oğlu Hanzala ise en seçkin Müslümanlar arasına katılıp, Uhud Savaşı’nda şehit düşmesi üzerine Gasîlü’l-Melâike -Melekler tarafından yıkanmış- unvanını almıştır.) İslam’a düşman olan Ebû Amir Medine’yi terk edip, Mekkeliler safında İslam’a karşı savaşmak üzere yanında elli kadar avanesi ile Uhud Savaşı’na katılmış, sonunda tüm ümidini yitirince gidip Bizans topraklarına yerleşmiştir. Resulullah (AS) Bizans’a karşı büyük Tebuk Seferi’ne girişince,346 Ebû Amir talihin nihayet kendisine güldüğünü sanıp, Medine’deki diğer münafık arkadaşlarına Bizans ordusuna Medine’yi istila ettireceği güvencesini vererek, onlardan Kuba mescidi yakınlarında rakip bir mescit inşa edip, öteki münafık yandaşlarının burada toplanmalarını istemişti347 (bk. Samhudî, 2. bs, s. 814, Beyhakî’den naklen). Ancak Resulullah (AS) onun maksat ve niyetinden kuşkulanarak, bu münafıklık merkezinin yıkılıp ateşe verilmesini emretmiştir. Bu olaydan iki yıl sonra Ebu Amir, Bizans İmparatoru Herakliyus’un yanında ölüp gitmiştir. Kaynaklarda, Medine’de Hıristiyanlıkla ilgili başka bir olaya rastlanılmamaktadır.

336. İslam öncesi Medine’sinde başka dinlerin temsilcileri ile ilgili hiçbir ize rastlanmamaktadır.

Siyâsî Hayat

337. Siyâsî hayat ve sosyal yapı itibarıyla Medine, kabilecilik sınırlarının ötesine geçememiştir. Hatta bir şehir-devlet yapısından bile söz edilemez. Gerek Araplar gerekse Yahudiler arasında olsun, her kabile bağımsız bir hukuksal birlik oluşturmakta ve kendi kabile başkanınınkinden başka hiçbir siyasi otorite tanımamaktaydı. Bu kabile başkanlarının seçiliş tarzları hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Her kabile, halkın toplanması ve gerekli görüldüğü durumlarda kabile büyüklerinin müzakere ve görüşmelerde bulunmak, aynı zamanda özellikle yaz aylarında akşamları toplanıp eğleşmek üzere özel bir yere sahipti. Yahudi Benû Nadîr kabilesinin durumuna bakarak denilebilir ki,348 her Yahudi kabilesinin, savaş vb. gibi beklenmedik harcamalar için kabile mensuplarının katkılarıyla oluşturulmuş bir halk sandığı vardı. Arap kabileleri arasında ise bir tür sosyal güvence kurumu vardı. Bu kurum, bir cinayet sırasında özellikle “kan diyeti” olarak maktulün ailesine ödenmesi gereken nakdî ya da aynî tazminattan oluşan bir meblağın, suçlu kimse tarafından bireysel olarak değil de, kabile topluluğunca ödenmesi şeklinde bir sorumluluk ilkesine dayanıyordu.349 Farklı kabileler üzerinde ortak bir otorite gücü yoktu: Suçlunun kurbanınkinden farklı bir kabileye mensup olması halinde adaleti sağlamak için tek çare, güç ve kuvvetin desteğinde yapılan müzakereler yoluydu. Bu konuda da eşitlik yoktu. Kaynaklara göre, herhalde daha az kuvvete sahip kabilelere ödenen kan diyeti, daha kuvvetlilere ödenenin yarısı kadardı.350 Belirli kurallara oturtulmuş yasalar mevcut değildi; herhangi bir durumda seçilmiş olan hakemlerin verdiği kararlar, sadece hakemlerin kişisel görüşlerine ya da müphem bir takım geleneklere dayanmaktaydı.

338. Şehrin bulunduğu arazi oldukça elverişsizdi. İstilacı ve saldırgan güçlere karşı savunma amacıyla her kabilenin belli bir sayıda müstahkem kalesi vardı. Yetişkin ve eli silah tutan erkekler ovalarda çarpışmaya gittiklerinde, kadın ve çocukların yanı sıra koyun sürüleri de bu kalelerde barınırlardı. Uhayha ibn Culah’a ait olan ve Medine’nin güney kısmında bulunan, çok katlı, “gümüş gibi bembeyaz” taşlarla inşa edilmiş olan351 Dihyân kalesinin harabeleri, zamanın aşındırma gücüne karşı günümüze kadar direnmiştir. Bu zatın dul kalan eşi daha sonra Hâşim’le evlenerek Abdu’l-Muttalib’in annesi olmuştur (Samhûdî, 2. bs., s. 194).

339. Eğitim ve öğretim durumuna gelince: Çok sınırlı sayıda erkek okuma ve yazma biliyordu. Yahudiler Arapça konuşuyorlar, ama anlaşıldığı kadarıyla bu dili İbranice harflerle yazıyorlardı. Yine, kendi aralarında Beytü’l-Midrâs adlı bir kurumun varlığından da söz edilmektedir.352 Kutsal bir kitaba sahip olmalarının yanı sıra, hem eğitim hem de adaleti sağlama amacıyla kurulan bu yer, kendilerine putperest ve okuma-yazma bilmeyen komşuları üzerinde belli bir psikolojik üstünlük de sağlamaktaydı.

340/1. Medine arazisi oldukça geniş düzlükleri olan bir vadidir: Deve sırtında Kuzeyden Güneye, ya da Doğudan Batıya yolculuk bir gün çeker. Vadinin etrafı dağlarla çevrilidir. Vaktiyle fışkıran volkanlar, lavlarıyla bu bölgenin bir bölümünü kaplamış durumdadır. İklimi tatlı, toprağı bereketlidir. Kuyu suları, özellikle Aynu’z-Zerka pek serin ve boldur. Bu sular kadar lezzetlisini başka yerde içmemişimdir. Hurma bahçelerinden elde edilen ürünler yüksek nitelikli, çeşidi bol ve çok büyük miktarlardadır. H. 1. yüzyılda, Medine Suriye’ye buğday ihraç ederdi. Buraya Mekke’de olduğundan daha çok ve sık yağmur yağar ve Mekke’nin güney doğusunda uzanan Taif’in Vecc vadisinin suları Medine’den geçerek Kızıl Deniz’e dökülür. Bu sular, şehrin kuzeyinde Medine’ye ulaşmadan önce Akul adlı bir gölde toplanır ve bazen su bütün yıl burada kalır. 1946 yılındaki ziyaretim sırasında, bölgede bazı göçebeler oturmaktaydı ve bana, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Türk yöneticilerinin burada gezinti amacıyla tekne ve kayıklarının olduğu söylendi. Bugün şehrin içme suyunu sağlamak için ilave olarak bu göldeki su da kullanıldığı için, Aynu’z-Zerka eski tat ve letafetini yitirmiştir.

340/2. Anayasa belgesinin içeriğini incelemeye geçmeden önce, şu hikmet ve ibret dolu olayı gözler önüne sermek yerinde olacaktır: Medine’de iş başında herhangi bir kral olmadığı, yani bu makam henüz boş olduğu için, Muhammed (AS) burada hiçbir engelle karşılaşmadan en yüksek siyasi başkan olarak tanınmıştı. Şayet önceden bir kral olsaydı, bu kimse kendi peygamberinin lehine de olsa kolayca feragat etmezdi (Bu konu ile ilgili olarak, Constantin’in 323 yılında Hıristiyanlığı kabul etmesi ve dönemin Papa’sı ile olan ilişkilerini hatırlamak gerekir). Ne Zerdüşt, ne Konfüçyüs, ne Krişna, hatta ne Musa ve ne de İsa, Resulullah (AS)’ın sahip olduğu kader ve talihe sahip olmamışlardı. Buddha ise, hükümdarlık kendisine babasından kaldığı halde, kendi isteğiyle tahtından vazgeçmişti. Allah’ın bu ilahi lutfu olmasaydı, Muhammed (AS), kendi cemaati için “izinden gidilip taklit edilecek mükemmel bir örnek”, getirmiş olduğu öğretiyi bizzat kendi hayatında da uygulayan, insanın hem ruhi-manevî ve hem de dünyevî-maddî hayatına yön veren örnek bir şahsiyet olamazdı. İnsanlık için ne büyük ve ne benzersiz bir mutluluk! Acaba hangi kral ya da devlet başkanı, bir peygamber kadar akıl ve hikmetle ve aynı zamanda her türlü kişisel çıkarlardan uzak bir biçimde yönetme gücüne sahip olabilir!

İlk İslam Devleti’nin Anayasası

341. Resulullah (AS)’ın Medine’deki İslam toplumunu daha önceden pekiştirip sağlamlaştırma çabalarına rağmen (önceki bölümlerde kabile başkanlarının ve Hicret’ten önce Akabe’de başkanların başkanını atamasında gördüğümüz gibi), toplum henüz tam bir tutarlılık ve dayanışmadan uzaktı. Resulullah (AS)’ın ve bağlılarının karşılıklı hak, görev ve sorumluluklarının tanımlanması, şehirde yaşamakta olan Arap ya da Yahudi gayrı müslimlerle de anlaşılması ve bir uyum sağlanması gerekiyordu. Ayrıca, adliye, eğitim, maliye, askerlik, din vb. alanlarında kurumların oluşturulması ve toplum hayatının bir düzene sokulması gerekiyordu. Öte yandan, Muhammed (AS)’ın hayatındaki yegane görev ve amaç olan İslam’ın geleceğini de düşünmek lazımdı. Onun eğitim anlayışı daha ilk günden başlayarak Allah’ın varlık ve birliğine iman ve güzel davranışlarda bulunma ilkesine dayanmaktaydı. Mekke döneminde iken bile, Müslümanlar, günde beş vakit namaz kılmak ve herkes kendi imkanı oranında yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine sadaka vermekle yükümlü kılınmıştı. Ama insanları sadece bunlardan sorumlu tutmak da yeterli değildi. Daha sağlam temellere dayanan, tutarlı bir şeyler yapmak gerekiyordu. Yaptığı bazı gözlemler sonunda, Muhammed (AS), Allah’ın gönderdiği bir resul olması dolayısıyla sahip olduğu manevi ve ruhsal ayrıcalıklarının dışında, dünyevi bir takım güçlerle de kendisini donatması gerektiği kanısına vardı. Her şeyden önce geçirdiği deneyimler, toplumun ahlaki ve manevi değerlerini ayakta tutabilmek için birtakım yaptırımların zorunlu kılınması gerektiğini kendisine öğretmişti. Ayrıca, ülkede İslami anlayışlar çerçevesinde bir başkanın dünya işleriyle ilgili görevlerini yürütecek herhangi bir kimse de yoktu. Çünkü İslam halen oluşum sürecindeydi ve Resulullah (AS)’den başka hiç kimse İslam’ın getirmiş olduğu kuralları gereğince bilmiyordu. Öte yandan, insanlığın geçmişinde yaşanan olaylar göstermiştir ki, devlet başkanları ve ordu komutanları da en az öteki yöneticiler kadar bir takım davranış biçimlerine gereksinim duymuşlardır. İşte İslam öncesinde insanlık alemi toplumsal ve dinsel reformlara böylesine muhtaç bir konumda idi. Eğer her şey mutlak yetkileri elinde bulunduran devlet başkanlarının arzu ve isteklerine bırakılacak olursa, ortaya çıkacak despotizm insanlığa anarşiden daha çok zarar verebilir. Kaldı ki önümüzde hem dini hem de manevi yetkileri aynı anda icra etmiş olan Musa ve Davut gibi eski peygamberlerin bırakmış olduğu örnekler de vardır.

342. Durum ne olursa olsun, Muhammed (AS) bu konuda hem kendi sahabesinin hem de Müslüman olmayan komşularının görüşlerini alarak onlarla bir durum değerlendirmesi yaptı. Ve hep birlikte, Enes’in353 evinde toplanarak bir Şehir-Devleti oluşturulmasını kararlaştırdılar. Devletin anayasası bir sözleşme biçiminde kaleme alınarak tespit edildi. Bu anlaşma metninin günümüze kadar hiç değiştirilmeden korunduğunu sevinerek söyleyelim.354 Bu belge ilk İslam Devletinin anayasası olmasının yanı sıra, aynı zamanda yer yüzünde bir devletin ortaya koymuş olduğu ilk yazılı anayasa olma özelliğine de sahiptir. Tevrat’ta yer alan ve zalim hükümdarların sahip olduğu ayrıcalık ve üstün siyasi hakların bir listesi (bk. Birinci Samuel, VIII/2-18 ve X/25, MÖ 11. yüzyıla tarihlenmektedir), Peygamber İşmuil (Samuel) tarafından basit bir alay konusu yapılmıştı. Bu liste “bir devletin yazılı anayasası” olarak değerlendirilemez. Yine, Solon’un (MÖ 640-558), Atina Şehir-Devleti’nin idare meclisinde bir üye olması dolayısıyla yazmış olduğu şeyler de, önceden var olan anayasayla ilgili bazı değişiklik önerilerinden oluşmaktadır. Solon’un eserinde yapmış olduğu bu öneriler daha sonra benimsenerek uygulanmıştır. Ancak bunların yazılı olup olmadığı hakkında bilgimiz yoktur. Tüm bu öneri ve tavsiyelerin bir anayasanın tamamı ve bütününü kapsamadığı kesindir. Konfüçyüs’ün (MÖ 551-419), Aristo’nun (MÖ 384-322) ve onun Hindistanlı çağdaşı Kotilya’nın eserleri hiçbir şekilde kendi ülkelerinin anayasaları olmamış ve yürürlüğe konmak üzere kanun haline getirilmemişlerdir. Ancak bu eserler şehzade ve prensler için okul kitapları ya da onları kabul ya da reddetmekte tamamen özgür olan hükümdarlar için sunulmuş öğüt kitapları olarak ortaya çıkmıştır. Hatta Aristo’nun ünlü “Atina Anayasası”, Atina’nın artık bir Şehir-Devlet olmaktan çıktığı ve Aristo’nun da artık sözü dinlenir bir bilge, bir bakan ya da hükümdarın danışmanı sıfatını taşımadığı bir dönemde hazırlanan bir tarih kitabından başka bir şey değildir.

343. Elimizde bulunan Medine kaynaklı bu belgenin Avrupa dillerine ilk çevirisi 47 maddeye ayrılmış ve ne yazık ki sonraki çevirmenler bu taksimi aynen sürdürmüşlerdir. Oysa benim kanaatimce bu belge 52 maddeden oluşmaktadır. Sözleşme iki farklı bölümden oluşmaktadır: 1 ila 23. paragraflar arasındaki ilk bölüm (ki aslında 25 madde içermektedir) Müslümanlarla ilgili konuları, 24 ila 47. paragraflar (27 madde içermektedir) ise Yahudilerle ilgili konuları ele almaktadır. Kaynaklarımıza göre355 sözleşme Resulullah (AS)’ın Medine’ye gelişinden kısa bir süre sonra, H. 1. yılda yürürlüğe konulmuştur ve bu kaynakların her iki bölümle ilgili olarak dayandıkları çalışmalar birbirinden pek farklı değildir. Onların bu konuda sessiz kalışı, bizlere her iki bölümün de aynı tarihlerde yürürlüğe konmuş olduğunu düşündürmektedir. Bununla birlikte, kendi kendimize, Yahudilerin nasıl ve niçin, sahip oldukları bağımsızlıktan kendi iradeleriyle vazgeçip, Yahudi olmayan, kendilerince meçhul hatta iktidar bakımından güçsüz bir yabancının egemenliğini kabul etmiş olduklarını sormadan edemiyoruz. İlerde ele alacağımız nedenler doğrultusunda, burada belki de farklı iki dönemde kaleme alınmış, ancak tarihin bunları birbiri içerisinde kaynaştırarak bize bir tekmiş gibi sunduğu iki belge söz konusudur.

344. Bu konuya giriş yaparken dikkatimizi çeken bir durum da, bu sözleşmenin kendisini bir “kitap” olarak adlandırmış olduğudur. Öyleyse bu, hem tebeasının işlerini düzenleyen yüksek bir makamdan gelmiş gerçek bir emir, hem de yazılı bir belge idi. Muhammed (AS), kalem ve yazıya övgülerle başlayan ve insan hayatında yazının sahip olduğu önemi ortaya koyan ilk vahyi unutmamıştı. Ayrıca, söz konusu belgenin sonraki bölümlerinde bu sözleşmeye sekiz kez sahife (suhuf) (yaprak, belge, yazılı kanun) şeklinde göndermelerde bulunulmaktadır ki Kur’an bu terimi İbrahim ve Musa’ya vahyedilmiş olan “Kutsal Kitaplar” için de kullanmaktadır.356 Her halde bu tür benzetmeler, idari ve siyasi ilişkilerini düzenleyeceği kişiler tarafından bu anayasaya verilen önemi ortaya koymaktadır.

345. Söz konusu belgenin ilk maddesi, siyasi olduğu kadar dinsel anlamda da bir İslam toplumunun kurulmasını ve bu topluluğun Mekke’den hicret eden Muhacirlerle Medineli Müslümanlardan, ayrıca sivil iktidarın merkezileştirilmesini ve bir savaş ihtimali karşısında Müslümanların yanında çarpışmayı kabul eden gayrı müslimlerden oluşmasını öngörmektedir. Bu topluluğun (ümmet) tüm insanlar içerisinde seçkin bir yeri olup (§ 2), özellikle savaş zamanında kendisini meydana getiren ögelerin her birinin eşit haklara sahip olduğunu kabul etmektedir (§ 15, 18, 19). Özel bir madde ile (§ 16), karşılıklı yardım ve herkes için adalet ilkesi doğrultusunda, Yahudilerin de bu siyasal örgüte girebilmesine açık kapı bırakılmıştır. Sözleşme belgesi, adaletin dağıtım ve uygulanması konusunda da gerçek bir devrim niteliği taşımaktadır. Zira bu konuda alınacak önlem ve gösterilecek özen bundan böyle artık bireylere değil, tamamen topluma ve merkezi otoriteye bırakılmıştır. Her vatandaşın, kendi kabilesi, ailesi ya da akrabalarının aleyhine de olsa, merkezî iktidara destek olması gerekmektedir (§ 13). Asla bir caniye sığınma hakkı tanınmayacaktır (§ 22). Herhangi bir ihtilaf halinde Allah yasaları ve adaleti sağlama hususunda yegane başvuru kaynağı, “Allah’ın Elçisi Muhammed” de en yüksek hakem konumundadır (§ 23). Anayasa metninde geçen “geçmişte olduğu gibi (ma’âkileheme’l-ûlâ)” deyiminden de anlaşılacağı gibi, bir takım eski töre ve adetlerde bazı değişikliklere gidilerek, savaş esirleri için kurtulmalık (fidye), öldürme ve yaralama olaylarında da kısas yerine kan diyeti ödeyebilmek için bir sosyal sigorta kurumu meydana getirilmişti. Çünkü Müslümanların yakınlarından hiçbir kimseyi ağır yükümlülükler altında bırakmamaları ve bunu kendi aralarında ödemeleri gerekiyordu (§ 12). Bu sosyal güvenlik sisteminde her kabile özerk bir yapıya ve yeni bir düşünce yapısına sahip olmakta (§ 4-11) ve artık eskiden olduğu gibi doğum ve katılma esasına dayalı, akrabalar arası ve dışa kapalı bir nitelik taşıyan fosilleşmiş kabile özelliğinden çıkarak, kişinin rıza ve iradesine dayanan dinamik bir yapıya kavuşmaktaydı. Örneğin, aralarında sayısız Arap kabilelerinin yanı sıra Habeşliler gibi Arap olmayan kişilerin de bulunduğu Mekkeli Muhacirlerin, birlikte yeni bir “kabile” anlayışı içinde yeniden yapılandıklarını (§ 3) görmekteyiz. Araplar öteden beri az sayıda bir takım yabancıların kuşkusuz asıl kabile üyeleri ile aynı haklara sahip olmaksızın kendi kabile topluluklarına katılmaları usulünü (mevlalık) biliyor ve uyguluyorlardı. Ancak en ince ayrıntısına varıncaya kadar tüm parçalarının yeni baştan oluşturulduğu bir kabile anlayışı o güne kadar duyulmamış bir şeydi. Hiç kuşkusuz “İslam milliyeti” (ümmet) ağacı, işte bu küçük fideden yetişerek boy atmıştır; ve, gerçekten diğer toplumlarda gördüğümüz, ırk, ten rengi, dil ya da doğum yeri birliği gibi değiştirilmesi mümkün olmayan ve tamamen insanın irade ve seçimi dışındaki bir takım kavramlar yerine, İslam, kendi milliyetçilik anlayışına temel olarak Weltanschauung (dünya ve kainat anlayışı), toplumsal sözleşme, bireyin kendi hür iradesine dayalı seçim birliğini esas kabul etmiştir. Savunma ve güvenlik konularında ise anayasa, barışın bölünüp parçalanamaz bir şey olduğunu beyan etmekte (§ 17), askerlik hizmetinin tam bir eşitlik anlayışı ile herkes için zorunlu olduğunu (§ 18) belirterek, o sırada yegane düşman olan Kureyşlilerin mallarına ve canlarına gayrı müslim tebeanın –ve öncelikle de Müslümanların- herhangi bir himaye ve eman hakkı vermelerini yasaklamaktadır (§ 20). Son olarak ve özellikle bu anayasa, insanlar arasındaki her türlü ihtilafın giderilmesinde “Allah’ın Elçisi Muhammed”in yegane hüküm verme makamı olarak kabul edilmesini de istemekteydi (§ 23).

346. Anayasanın bu bölümünde Devletin hudutlarıyla ilgili bir düzenlemenin bulunmayışı dikkat çekicidir. Yahudilerle ilgili bölümde bu husus yeniden ele alınmıştır (§ 39). Müslümanlarla (Araplarla) ilgili bölümde bu konunun ele alınmaması da bizi hiç şaşırtmamalıdır. Çünkü Medine nüfusu vadiler arasında karışık bir halde oturmakta ve Yahudi yerleşim bölgeleri arasında Araplar, Arapların oturdukları bölgede de Yahudiler yaşamaktaydı. Artık Yahudiler de bu tek vücut hale gelen siyasal örgüte katılınca ülke sınırlarının belirlenip tespiti mümkün ve pratik bir hale geldi. Anayasada Devlet arazisi ile ilgili hüküm kısa ve öz olup, sadece Medine’nin “cevf”inden söz edilmektedir. Burası,  farklı kabilelerin yerleşip oturduğu Medine ovası ve vadisinin tamamını kapsıyordu. Ancak diğer kaynaklarda daha açıklayıcı bilgiler bulunmaktadır. Örneğin İbn Hanbel,357 Resulullah (AS)’ın Medineli sahabelerinden, Cuşem ibn Hârise kabilesinden Râfi’ ibn Hadîc’in şöyle dediğini bize nakleder:

        “Resulullah (AS) Medine’yi kutsal (haram) bir belde haline getirdi ve bu durum evlerimizde havlanî türü bir deri parçası üzerinde tasvir edildi.”

        Buharî, Resulullah (AS)’ın, Şehir-Devlet’in değişik yerlerdeki sınırlarını göstermek üzere Ka’b ibn Mâlik’i sınır taşları dikmek üzere gönderdiğini eklemektedir. Matarî358 de, Medine şehrinin tarihçesi ile ilgili eserinde, tam olarak Ka’b ibn Mâlik’in şu ifadesini aktarır:

        “Ka’b ibn Mâlik der ki:

        -Resulullah kutsal (haram) Medine arazisinin yüksek yerlerine işaretler dikmek üzere beni görevlendirip gönderdi. Ben de onları Zatu’l-Ceyş tepelerine, Muşeyrib’e, Mahîd tepelerine, Hufeyyâ’ya, el-Uşeyre’ye ve Teym’e diktim.”

        Hadis metninde daha sonra Medine’nin dört ana noktasında bulunan bu yerlerle ilgili tam ve açıklayıcı bilgiler verilmektedir. Burada söz konusu edilen, o bölgedeki tepeler ve alçak dağlardır. Örneğin Teym doğu yönünde bulunmaktadır. Muhammed (AS)’ın hayatıyla ilgili eserlerde bu sınır iki cümleyle özetlenmektedir: “Sevr ve Ayr dağlarının arası” (yani sırasıyla en kuzey ve en güneydeki dağlar), “iki volkanik ova arası” (yani meskun bölgenin doğu ve batısı arasındaki bölge).

347. Yahudi kabileleriyle yapılan ittifak anlaşmaları konusunda her ne kadar kaynaklarda bilgi bulunmasa da, bunların müslim ya da gayrı müslim Arap kabileleriyle birlikte ve aynı zamanda müttefik olduklarını düşünmemek gerekir. Muhammed (AS) Yahudi ırkından değildi ve Yahudi dinine de mensup değildi. O sıralarda İslam’ın Medine’de eriştiği güç ve kudret ise bu Yahudilerin güvenlik ve bağımsızlıkları için bir tehdit oluşturmuyordu. Oysa, ilerde de göreceğimiz gibi, anayasanın içerdiği hükümler Yahudilerin siyasal alanda olduğu kadar ekonomik alanda da bağımsızlıklarının önemli bir bölümünü ellerinden almaktadır. Yine metin incelendiğinde görüleceği gibi, bu anayasa hiçbir zaman açık bir biçimde Yahudi kabilelerini bağımsız birimler olarak nitelendirmemekte; tam aksine, anayasa metninde İslam’ı kabul eden on kadar Arap kabilesi sayılarak, filan ya da falanca Arap kabilesi ile ittifak yapmış olan Yahudilerin filan ya da falanca haklara sahip olacakları belirtilmektedir (§ 24-35 ve 46). Görünüşe bakılırsa Yahudiler, federal yapıdaki bu Şehir-Devlet’e eşit koşullarda değil de, efendi durumundaki Müslüman-Arapların mevlâları olarak katılmışa benzemektedirler. Olayların bu şekilde gelişmesi ise, ancak Müslümanların ülke dışında görkemli zaferler elde ettikleri ve içerde de durumlarını iyice pekiştirdikleri bir döneme rastlamaktadır. Zaten Araplarla ilgili 16. maddede de gördüğümüz gibi, Yahudilerin herhangi bir zamanda bu anlaşma kapsamına girebilmeleri için açık kapı bırakılmıştı. Eğer onlar daha başlangıçta ittifaka dahil olmuş olsalardı, bu madde gereksiz yere konulmuş olacaktı. Metindeki bu tür kanıtların yanı sıra, tezimize destek niteliğinde bir dizi olaya daha tanık olmaktayız. Anladığımız kadarıyla İbn Manzur,359 Yahudilerle yapılan bu anlaşma hükmünün, Ensâr ve Muhacirleri ilgilendiren maddeden tamamen bağımsız bir nitelik taşıdığı kanısındadır. Gerçekten, yazarın bu anayasa ile ilgili olarak kaleme aldığı eserde, bir kez “Muhacir Müslümanlarla Medineli Müslümanlar arasında akdedilen sözleşme”, bir başka yerde de “Yahudilerle akdedilen sözleşme” ifadesi kullanılmıştır. Büyük hadis bilgini Ebû Dâvûd360 ise bu konuda daha açık ve net bir ifade kullanarak şöyle der:

        “Bu anlaşma (H. 2. yılda cereyan eden) Bedir Savaşı’ndan sonra ve Ka’b ibn el-Eşref’in ölümü üzerine yapılmıştır.”

        Burada adı geçen Ka’b, Müslümanlarla olan ilişkileri hiç de iyi ve samimi olmayan, Yahudi kökenli hicivci bir şairdi.

348. Bizi kaygılandıran tek husus, anlaşmanın Yahudilerle ilgili bölümünün başlangıç kısmının elimizde bulunmamasıdır. Bu bölüm ansızın şu ifadelerle başlamaktadır:

        “Yahudiler, her iki taraf da ortaklaşa savaşçı olarak kaldıkları sürece, Müminlerle (Müslümanlarla) birlikte paylarına düşen savaş masraflarını karşılamak zorunda olacaktır” (§ 24, yani anlaşmanın Yahudilerle ilgili bölümünün 1. maddesi).

        Duruma şu şekilde açıklık getirebiliriz: Yahudilerle yapılan bu anlaşma asıl anayasanın genişletilmesinden başka bir şey değildi ve dolayısıyla Müslüman Şehir-Devleti’ne yeni katılan birimlerin haklarını ve yükümlülüklerini belirtmek için bazı ek maddelerin konulmasına gerek duyulmuştu. Aksi takdirde, kaynaklarımızın yeni anlaşma metninin başlangıç maddelerini basitçe çıkarıp attıkları sonucuna varmak gerekecektir. Oysa bu yeni anlaşmanın amacı Yahudileri de Müslümanların siyasal-anayasal hayatı içine sokmak olduğu için, kaynaklarımız her iki belgeyi harmanlayıp tek bir belge olarak sunmuşlardır.

349. Anayasanın Yahudilerle ilgili bölümü, bir savunma savaşı sırasında üstlenilecek görevlerden söz ederek başlamaktadır. Bu durumda, Müslümanların o dönemde sadece dışarıdan gelebilecek bir saldırıdan değil, aynı zamanda Medine’li Yahudilerin bu saldırgana karşı duyabilecekleri yakınlık ve sempatiden de endişe duyduklarını düşünmek doğru olacaktır. Bu yaklaşım, Ebû Dâvûd’un yukarıda aktardığımız anlatımıyla da örtüşmektedir. Mekkeli müşrikler Bedir’de hiç beklenmedik bir bozguna uğramışlar ve karşı saldırı için hazırlıklara girişmişlerdi. Medineli Yahudi şair Ka’b ibn el-Eşref, mağlup tarafa yakınlığını göstermek ve Müslümanların aleyhine Medine’nin istila ve işgali durumunda kendilerine aktif destek verebileceğini bildirmek üzere özellikle Mekke’ye gelmişti. Medine’ye döndüğünde, bu ihanet girişimi, kendisine bir Müslüman grubun eliyle hayatını kaybetmesine mal olmuştur.361 Böylece, pek itibar ettikleri büyük reislerinin ölümü üzerine Yahudiler korkuya kapılıp, derhal Müslüman komşularıyla bir savunma anlaşması ve ihtiyaç halinde karşılıklı yardımlaşma ilkesine dayalı bir sözleşme imzalanması yoluna gittiler. Sonuçta Müslümanlara verilmesini kabul ettikleri imtiyazları bir başka zamanda, özellikle de Hicretin ilk günlerinde kabul etmeleri mümkün değildi. Örneğin, “Allah’ın Resûlü Muhammed” deyiminin anayasanın bu bölümünde iki kez (§ 42, 47) tekrarlanmasını başka türlü açıklamak mümkün değildir. Yahudilerin içinde bulunduğu zayıf ve eğreti durum, onları, kendileri için bir anlam ifade etmeyen “Allah’ın Resûlü” deyimini açıktan açığa hoşgörü ile karşılamaya ikna etmişti. Zira Yahudilerin kendi dinlerini özgürce yaşayabilmeleri özel bir madde ile (§ 25) güvence altına alınmıştı. Aynı şekilde, Yahudiler, tek başlarına halledemeyecekleri her türlü anlaşmazlıkta Muhammed (AS)’i hakem olarak kabul ediyorlardı (§ 42). Anayasa metninde bulunmamakla birlikte, Kur’an, Yahudi, Hıristiyan vb. çeşitli toplulukların kendi gündelik hayatlarındaki her türlü meseleyle ilgili olarak uygulamaları gereken dinî kuralları açıkça ortaya koymaktadır.362 Muhammed (AS)’ın sağlığında Medineli Yahudilerin, aralarındaki anlaşmazlıkları kendi başkanlarının kararlarıyla halledemeyince kendi istekleriyle Muhammed (AS)’ın yanına geldikleri ve onun da, İslami kurallara göre değil de, onların kendilerine özgü hukukî yapıya dayanarak hüküm verdiği birçok olay vardır.

350. Yahudilerin Mekkeli Kureyşlilere ve onların müttefiklerine yardım ya da himaye hakkı tanımaları anayasada açıkça yasaklanmıştı (§ 43). Bu madde, Mekkelileri Yahudilerin yardımından yoksun bırakmanın ötesinde, hangi tarafa olursa olsun bir düşman saldırısı söz konusu olduğunda bir Müslüman-Yahudi ittifakını da hedeflemekteydi. Öyle ki, saldıran tarafla yapılacak bir barış anlaşması ortak bir kararı gerektiriyordu; ve merkezî iktidarca kararlaştırılan her husus, resmen Medine Şehir-Devleti’nin konfederal üyeleri için bağlayıcı nitelikteydi (§ 37, 44, 45). Şehrin savunması için yapılacak savaşlarda masrafların Müslüman ve Yahudi her iki topluluk tarafından karşılanması gerekiyordu (§ 24, 37, 38). Ancak saldırı ya da dini yaymaya yönelik bir dış savaş durumunda, hiçbir topluluğun diğerine yardım etme yükümlülüğü bulunmamaktaydı (§ 45). Müslümanların seferlerine Yahudilerin katılması Muhammed (AS)’ın iznine bağlıydı (§ 36). Yabancılara sığınma hakkı tanınması, savaş esirleri için fidye ve kan bedeli gibi eski adet ve uygulamalar Yahudiler için de tanınmıştı (§ 25b, 31, 36b, 40). Ancak Yahudiler Müslümanların düşmanı olan Mekkelilere artık sığınma hakkı veremeyeceklerdi (§ 43). Kendi yakınları bile söz konusu olsa, arabuluculuk ya da himaye biçiminde adaletin uygulanmasına engel olmak herkes için kesinlikle yasaklanmıştı (§ 36b vs.). Sonradan Yahudiliğe geçen Araplar da dahil tüm Yahudi kabileleri, onların mevlâları (mevali) ve onlara bağlı olarak yaşayanlar aynı haklara sahip ve aynı yükümlülüklere tabi idiler (§ 25 vs.). Son olarak, yoruma açık özelliği nedeniyle bizim son derece ilgimizi çeken bir deyime işaret edelim. § 24’de aynen şöyle denilmektedir:

        Benû Avf Yahudileri Müminlerle birlikte bir ümmet oluştururlar. Ancak Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir. Bu hükme gerek mevlaları gerekse bizzat kendileri dahildir.”

        İbn Hişâm’ın metnindeki ifade böyledir. Ebû Ubeyd’in metninde ise şu satırları okumaktayız:

        “… Müminler topluluğuna mensup bir ümmet oluşturacaklardır.”

        İlk metindeki “umme min’el-mü’minîn” ile ikinci metindeki “ümme me’a’l-mü’minîn” arasında tek fark me’a ya da min kelimeleridir. Acaba Resulullah (AS) böyle yapmakla, Yahudilerin, tektanrılı bir dine mensup olmaları dolayısıyla, o sırada müşrik olan Mekkelilerle karşılıklı yardımlaşma içinde bulunmamaları gerektiğini mi vurgulamak istemişti? Yoksa daha da ileri gidip, bu madde sayesinde, Medine Şehir-Devleti’nde siyasal bir konfederasyonun yanı sıra dini bir konfederasyon mu kurmak istemişti? Elimizde bu konuyu aydınlatacak hiçbir veri bulunmamaktadır. Birinci varsayımla ilgili olarak Kur’an’a başvuralım:

        “Sen kendilerine Kitâb’dan bir hisse verilenleri ve onların Cibt’e ve Tâğut’a (putlara ve bâtıl tanrılara) inandıklarını, sonra da kâfirlerin tarafını tutarak: “Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadırlar”, dediklerini görmedin mi? İşte onlar Allah’ın lânet ettiği kimselerdir. Ve Allah bir kez birine lanet ederse (rahmetinden uzaklaştırırsa) sen asla o kimseyi kurtaracak birini bulamazsın.”363

351. Kur’an’ı tefsir eden bilginlere göre,364 bu ayette, Mekkeli müşriklerin desteğini elde edebilmek için, şeytani bir düşünce ile Mekkelilerin putperestliğinin İslam’ın tektanrıcılığından (vahdaniyet anlayışından) daha üstün olduğunu söyleyecek kadar ileri giden Benî Nadir Yahudileri söz konusu edilmektedir. Eğer yukarıdaki ikinci varsayımı ele alacak olursak, bu konuyla ilgili olarak da Kur’an’ın birçok ayetini gösterebiliriz. Şöyle ki:

        “De ki: “Ey kendilerine Kitap gönderilenler!Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; ve aramızdan hiç kimse çıkıp da Allah’tan başkasını tapınacak Rab (efendi) edinmesin.” Eğer tüm bunlardan sonra onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman “Siz şahit olun ki kuşkusuz biz Müslümanız (Allah’a teslim olup inananlardanız) deyiniz.”(Al-i İmrân: 3/64)

352. Resulullah (AS), daha sonra kendilerini İslam’a girmeye davet ettiğinde de İmparator Herakliyus’a ve diğer Hıristiyan hükümdarlarına aynı çağrıyı yapmıştı. Kur’an’ın ifadesiyle:

        “Kuşkusuz Allah’a iman edenler, yani Yahudilik dininden olanlar, Hıristiyanlar, Sabiîler, Allah’a ve Ahiret gününe inanıp da salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (Bakara: 2/62; ayrıca bk. Nisâ: 5/69)

353. İşte İslam’a göre dinin ve gerçek imanın esası budur. Kur’an, başka ayetlerde de (örneğin Bakara: 2/135) “Kutsal Kitaplara sahip milletler”e özellikle İbrâhim’in dinini yaşatmaları ve bu dinde birleşip toplanılması çağrısında bulunur.

354. Hal böyle olunca, geriye anayasa metninde adı geçen Yahudi grupların gerçek kimliklerini ortaya koymak kalıyor. Tarihçilerin hemen tamamına göre, Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı: Benû Kaynuka, Benû Nadir ve Benû Kurayza. Ancak elimizdeki belge bunların hiçbirinden söz etmemekte, sadece şu ya da bu Müslüman Arap kabilesine mensup Yahudilerden bahsetmektedir. Aynı kaynaklara göre Medine’de Arap olarak sadece Benû Kayle olup, bu kabile de iki erkek kardeşin soyundan gelen (annelerinin adı Kayle idi) Evs ve Hazreç kabilelerine ayrılmıştı. Anayasa metninde de durum bu şekilde ele alınmamış ve bu kabileler birer alt zümre olarak belirtilmiştir. Ama yine de bunların Evsliler ve Hazreçliler şeklinde nitelendirilmesi ve bu kabilelerle ilişkilendirilmeleri kolaydır. Eserinin önemli bir bölümünde İbn İshak’ın365 bildirdiğine göre, “Benû Kaynuka’nın çoğunluğu Hazreçlilerin, Benû Nadir ve Benû Kurayza’nın çoğunluğu da Evslilerin müttefiki idiler.” Anayasa metninde Evs ve Hazreçlilerden doğrudan doğruya isim belirterek değil de bunların Neccâr, Sâide vs. gibi alt dallarının adının belirtilerek zikredilmesine bakılırsa, aynı şekilde onların müttefiki durumundaki Yahudilerin de teorik olarak üç ana grupta toplandıkları, uygulamada ise Araplardaki gibi bir takım alt dallara ayrılmış olduklarına inanmak gerekecektir. Bu anayasa metninin 4-11. maddelerinde olduğu gibi, kabilelerin soy ağaçlarının dağılımını daha iyi bir biçimde görebilmek için § 358/2’de verilen çizelgeye bakılması gerekmektedir: Buradaki ilk beş soy Hazreçlilere, son üç soy ise Evslilere aittir.

355. Muhammed (AS)’ın önce bir Şehir-Devlet ve daha sonra da olayların seyri içerisinde İslam İmparatorluğu’nun başkenti haline getirmek üzere Medine vadisinde ortaya koymuş olduğu anayasanın kısaca tahlili bundan ibaretti. Bu, yazılı bir anayasadır ve o sıralarda kurulmuş olan hükümetin ana organlarından, ayrıca doğmakta olan siyasal topluluğun savunma, yasama, yürütme, yargı vb. özel ihtiyaçlarından söz etmektedir. Resulullah (AS)’ın sağlığında bile, siyasal hayatın doğurduğu koşullar doğrultusunda bu anayasa metninde zaman zaman bir takım değişiklikler yapılmış olabileceğini düşünmek gayet doğaldır. Tarihçiler bunlardan söz etmezler. Ancak biz bu konuda dikkat çeken bir olaya işaret etmek istiyoruz: Anayasanın Müslümanlarla ilgili 20/b maddesine göre, Mekkeli Kureyşlilerin canları ve malları konusunda hiçbir korunma ve sığınma hakkı tanınmayacağı açıkça düzenlenmişti. Buna rağmen, Buhârî gibi büyük bir yetkiye sahip hadis yazarının bildirdiğine göre, H. 2. yılda cereyan eden Bedir Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde en az iki olay yaşanmış ve bu olaylarda, Müslümanların en önde gelen şahsiyetleri Mekkelilerin malları için himaye sağlamaktan çekinmemişlerdir.366 Acaba buradan, anayasanın ilk halinde bu tür yasaklamaların bulunmayıp, Bedir savaşından sonra mı, yoksa anayasa metninin tamamının Bedir savaşından sonraki bir tarihte mi konulduğu anlamı çıkarılmalıdır?

356. Ne olursa olsun, bu anayasa ile birlikte İslam hayatında yeni bir çığır açılmış oldu; ve böylece dünyevi işlerle harmanlanan manevi hayat, İslam’a özgü yeni bir özelliği ortaya çıkardı. Ruhî-manevî özelliklerden arındırılmış bir siyasi hayat bizi doğruca maddeciliğe (materyalizme) götürür ki bu, yırtıcı hayvanlarınkinden de aşağı bir hayat tarzı demektir. Öte yandan, dünyevî gerçeklerden sıyrılmış salt manevî-ruhsal değerlerin ön plana çıktığı bir yaşayış da belki bizi meleklerden de yüksek düzeylere eriştirir. Ancak bu, son derece sınırlı sayıda insanın yapabileceği bir şeydir. Çünkü insanların büyük çoğunluğu böyle bir düşünce tarzını uygulayabilecek durumdan çok uzaktır. Muhammed (AS) özellikle vasat durumdaki insanlara hitap etmiş ve onlara insan hayatının her iki yönünü nasıl dengeleyebileceklerini, böylece hem maddi hem de manevi hayatı bir araya getiren bir sentez oluşturmanın yolunu göstermişti. Bu dini anlayış, toplumdaki her birey için asgari düzeyde gerekli olan ama manevî-ruhî hayata daha çok oranda uygulama imkanını fertlere bırakan belli başlı esasları tespit etmekteydi. Resulullah (AS)’ın sahabeleri o zamanlar bağımsız bir Devletin yönetici topluluğunu oluşturmakta ve Resulullah (AS) da her alanda bu devletin nihaî başkanı konumunda idi. Eski tarz yaşam tarzının artık değişmesi gerekiyordu: ve bu, krallara özgü şatafatlı bir hayat adına değil, aksine daha zahidane bir hayat içindi. Erkek ya da kadın, genç ya da yaşlı her Müslüman, Hicretten önceki dönemden itibaren günde beş kez namaz kılmakla yükümlü kılınmıştı. Böylece namaz için ayrılan süre iki katına çıkmıştı. Önceleri oruç farz değildi; ve o da yılda bir ay süre ile tüm Müslümanlara farz kılındı. Burada Medine döneminin başlangıcındaki uygulamalar söz konusu olup, bunlar gün geçtikçe artmıştır. Bir yandan maddî ve dünyevî işleri düzenlerken, öte yandan ruhî-manevî hayata da yönelmek: İşte İslam’da vasat insanın hayatı bu şekilde dengelenmiş oluyordu. Ayrıca, namazın camilerde cemaat halinde kılınmasının önemi üzerinde durulmakla birlikte, insanın kendi evinde, tarlada ya da bir namaz vaktinin girdiği her an uygun bir yerde ferdî olarak da namaz kılınmasına izin verilmişti. Böylece, alınan önlemler sayesinde İslam dini bireysel hayata nüfuz etmiş oldu. Araya papaz gibi din adamı niteliğinde hiçbir kimse girmeksizin, Allah ile sıradan bir insan karşı karşıya gelmiş oldu.

357. Muhammed (AS)’ın Medine dönemindeki hayatı o kadar çeşitli olaylarla doludur ki, bunların oluş sırasına göre değerlendirilmesi, onun hayatı kadar yaptığı faaliyetler bakımından da değerlendirilmesine imkan sağlayacak temel noktaları ortaya çıkarmak için yeterli değildir. Dolayısıyla biz, olayları konularına göre ve nasıl meydana geldiklerini göstererek incelemenin yararlı olacağına inanıyoruz. Kuşkusuz bu arada bazı tekrarlamalara düşülebilir; ancak böylece onun hayatının farklı görünüşlerini bağımsız bir biçimde ve açık seçik olarak inceleme imkanı bulunacaktır ki elinizdeki bu mütevazı çalışmanın da esas amacı budur.

358/1. Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz Medine Şehir-Devleti’nin anayasasının tam metni şu şekildedir:

        “Bismillâhirrahmânirrahîm.

1. Bu kitap (yazı), Resulullah (AS) Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlar ve onlarla birlikte cihat edenler için (olmak üzere) düzenlenmiştir.

2. Bunlar, diğer insanlardan ayrı ve tek bir ümmet (cemaat) oluştururlar.

3.Kureyş’den hicret edenler, kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

4. Benû Avflar da, kendi aralarında adet olduğu üzere eskiden olduğu gibi kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

5. Aynı şekilde Benû Hârisler de kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

    6. Yine Benû Sâideler de kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

7. Benû Cuşemler de, kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

8. Benû’n-Neccârlar da kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

9. Aynı şekilde Benû Amr ibn Avflar da kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

10. Benû’n-Nebîtler de kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

11. Benû’l-Evsler de kendi aralarında adet olduğu üzere kan bedelini kendi aralarında paylaşarak ödeyecekler ve her taife savaş tutsaklarının kurtulmalık bedelini müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

12. a. Müminler aralarından hiçbir kimseyi içine düştüğü ağır mali sorumluluğun altında tek başına bırakmayacaklar, gerek kan bedeli gerekse kurtulmalık gibi borçlarını müminler arasında bilinen en iyi ve makul esaslar doğrultusunda ödeyeceklerdir.

12. b. Hiçbir mümin başka bir müminin mevlâsı aleyhine bir iş yapamayacaktır. (Ya da farklı bir okunuşa göre) Hiçbir mümin başka bir müminin mevlâsı ile o kişinin aleyhine bir anlaşma yapamayacaktır.

13. Allah’tan hakkıyla korkan müminler, kendi aralarında karşılıklı saldırıya ve haksız bir fiil işlemeye yönelik olarak bir suç ya da bir hakka tecavüz veya inananlar arasında kargaşa çıkarma niyeti taşıyan kimseye karşı olacaktır. Ve Bu kimse onlardan birinin çocuğu bile olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.

14. Hiçbir mümin bir kafir yüzünden bir başka mümini öldüremez ve bir mümin aleyhine bir kâfiri destekleyemez.

15. Allah’ın zimmeti (koruma ve güvencesi) tek olduğu için, müminlerin arasından en mütevazı olanın bile bir başkasına yapacağı himayenin herkes nezdinde bir değeri vardır. Zira müminler, diğer insanlardan ayrı olarak, birbirlerinin mevlâsı (kardeşi) durumundadır.

16. Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın ve aleyhlerine olan kişilerle yardımlaşmaksızın, bizim yardım ve gözetimimize hak kazanacaklardır.

17. Barış da müminler arasında bir tekdir. Hiçbir mümin, Allah uğruna girişilen bir savaşta, öteki müminlerin haberi olmaksızın ve onları dışlayacak biçimde bir barış anlaşması yapamaz. Bu barış, ancak müminler arasında eşitlik ve adalet ilkeleri üzerine yapılacaktır.

18. Bizim saflarımızda savaşacak olan bütün askerî birlikler nöbetleşe görev yapacaklardır.

19. Müminler, birbirlerinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını alacaklardır.

20a. Allah’tan hakkıyla korkan müminler en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunmaktadırlar.

20b. Hiçbir müşrik (putperest) Kureyşli birinin mal ve canını himayesi altına alamaz ve bu hususta hiçbir müminin Kureyşlilere saldırmasına engel olamaz.

21. Ayrıca, herhangi bir kimsenin bir müminin ölümüne neden olduğu kesin delillerle kanıtlanır ve maktulün velisi (hakkını savunan) razı olmazsa kısas hükümleri uygulanır. Bu durumda bütün müminler ona karşı olurlar. Ancak bunlara, sadece bu kuralın uygulanması için hareket etmeleri helal (doğru) olur.

22. Bu yazının (sahifenin) içeriğini kabul eden, Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanan bir müminin bir katile yardım ve yataklık etmesi helal (doğru) değildir. Kim ona yardım ve yataklık ederse Kıyamet Günü Allah’ın lanet ve gazabına uğrayacaktır ve o gün kendisinden bir tazminat ya da taviz kabul edilmeyecektir.

23. Üzerinde ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey Allah’a ve Muhammed’e götürülecektir.

24. Savaş devam ettiği sürece, Yahudiler de müminler gibi kendi savaş giderlerini karşılamak zorundadırlar.

25.a. Benû Avf Yahudileri Müminlerle (İbn Hişâm’a göre me’a edatıyla) / Mü’minler’den (Ebû Ubeyd’e göre min edatıyla) bir camia (ümmet) oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri de kendilerinedir! Mevlâları için de kendileri için de aynı durum söz konusudur.

25.b. Kim bir başkasına haksızlık eder ya da bir suç işlerse sadece kendisine ve kendi aile bireylerine zarar vermiş olacaktır.

26. Benû’n-Neccâr Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardır.

27. Benû’l-Hâris Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardır.

28. Benû Sâ’ide Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardır.

29. Benû Cuşem Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardır.

30. Benû’l-Evs Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardı

31. Benû Sa’lebe Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak kim bir başkasına haksızlık eder ya da bir suç işlerse sadece kendisine ve kendi aile bireylerine zarar vermiş olacaktır.

32. Cefne ailesi Sa’lebe’nin bir koludur. Dolayısıyla Sa’lebeler için geçerli olan şeyler onlar için de söz konusudur.

33. Benû’ş-Şuteybe de Yahudileri de Benû Avf Yahudileriyle aynı haklara sahip olacaklardır. Kurallara tam olarak uyulacak ve aykırı bir davranışta bulunulmayacaktır.

34. Salebe’nin mevlâları da bizzat Sa’lebeler gibi kabul edileceklerdir.

35. Yahudiler arasında bulunan kimseler de (Bitâne) bizzat Yahudiler gibi kabul edileceklerdir.

36.a. Bunlardan (Yahudilerden) hiçbir kimse Muhammed’in izni olmaksızın, Müslümanlarla birlikte askerî bir sefere çıkamayacaktır.

36.b. Bir yaralamanın intikamını almak yasaklanmayacaktır. Ancak kim birini öldürürse sonuçta kendisini ve ailesini sorumluluk altına sokacaktır. Aksi takdirde bu haksızlık olur (yani bu kurala uymayan kimse haksızlıkla suçlanacaktır).

37.a. (Bir savaş durumunda) Yahudilerin masrafları kendilerine, Müslümanların masrafları da kendilerine aittir. Kuşkusuz bu sahifede (belgede) hedef gösterilen kimselerle savaşanlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır. Kurallara tam olarak uyulacak ve aykırı bir davranışta bulunulmayacaktır.

37.b. Hiç kimse müttefikinin aleyhine bir suç işlemeye kalkışamaz. Kuşkusuz zulmedilene yardım edilecektir.

38. Yahudiler, Müslümanlarla birlikte savaştıkları sürece savunma harcamalarına katılacaklardır.

39. Bu sahifenin (belgenin) gösterdiği kimse lehine Yesrib vadisi dahili (cevf) haram (kutsal, hakların gözetilmesi gereken) bir yer olacaktır.

40. Himaye altındaki kimse (câr) kendisini himaye eden kimse ile aynı konumdadır. Ne kendisine zulmedilecek ne de kendisinin bir zulüm yapmasına izin verilecektir.

41. Ancak, himaye verme hakkına sahip kimsenin izni dışında, himaye edilen kişi bir başkasına himaye hakkı veremez.

42. Bu sahifede (yazıda) gösterilen kimseler arasında ortaya çıkmasından korkulan her türlü öldürme ya da tartışma olaylarının Allah’a ve Allah’ın Resûlü Muhammed’e götürülmesi gerekir. Allah bu sahifeye (belgeye) en sıkı ve en titiz bir biçimde riayet edenlerin güvencesi olacaktır.

43. Ne Kureyşliler ne de onlara yardım edecek olanlar himaye altına alınmayacaklardır.

44. Onlar (Müslümanlarla Yahudiler) arasında, Yesrib’e saldıran kimselere karşı yardımlaşma olacaktır.

45.a. Eğer (Yahudiler) (Müslümanlar tarafından) bir barış anlaşması yapmaya ya da böyle bir anlaşmaya katılmaya davet edilecek olurlarsa, bunu yapacak ya da katılacaklardır. Eğer (Müslümanları) aynı şeye çağırırlarsa, Müslümanlarla aynı yükümlülükleri paylaşacaklardır. Ancak, din uğruna savaş yapılması hali müstesnadır.

45.b. (Savunma ve diğer harcamalar konusunda) herkes kendisine ait bölgeden sorumludur.

46. Bu sahifede (belgede) belirtilen kimseler için öne sürülen koşullar hem mevlâları hem de kendileri olmak üzere bütün Evs Yahudilerine bu sahifenin (belgenin) ilgili maddelerinde gösterilen kimselerce sıkı sıkıya uygulanır. Kurallara tam olarak uyulması ve aykırı bir davranışta bulunulmaması gerekir. Ve haksız yere bir kazanç sağlayanlar ancak kendi kendilerine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifeye (belgeye) en sıkı ve en titiz bir biçimde riayet edenlerle beraberdir.

47. Bu belge, haksız bir fiil ya da suç işleyen kişi ile onun cezası arasına engel olarak giremez. (Cihad amacıyla evinden) çıkan kişi emniyettedir ve yine aynı şekilde şehirde (Yesrib’de) kalan kişi de emniyettedir. Ancak haksız bir fiil ya da suç işlenmesi durumu müstesnadır. Allah ve Muhammed (AS), bu sahifede gösterilen maddelere tam bir sadakat ve titizlikle uyan kimselerin yardımcısıdır.367

         Amr ibn Avf (§ 9) ve Nebîtler (§ 10) gibi Arap kabileleri arasında Yahudilerin bulunmaması oldukça dikkat çekicidir. Yine, Yahudi olan Sa’lebe (§ 11), Cefne (§ 32) ve Şuteybe (§ 33) kabileleri arasında da Müslümanların varlığından hiç söz edilmemektedir. Soy ağacı bakımından bu kabileler şu bölümlere ayrılmaktadır:

Hârise

                     El-Evs                                                          el-Hazrec

        Nebît            Amr b. Avf             

                                                            Neccâr      Cuşem  Sâ’ide   El-Hâris    Avf

        Yahudiler hem Sa’lebe hem de Şuteybelerin soyundan gelmektedir (§ 31, 33). Oysa Sa’lebeler, Cefneler ve Şuteybeler pek Arap gibi görünmemektedir. Çünkü bunlar ne Batılı soybilimci Wüstenfeld’in (Genealogische Tabellen) ne de Kudâme el-Makdisî’nin (Nesebu’s-Sahâbe mine’l-Ensâr) eserlerinde kayıtlı değillerdir. Bu nedenle onları yukarıdaki soy ağacına dahil edemiyoruz. Samhûdî’ye göre (s. 165) Medine’de yirmiden fazla Yahudi kabilesi bulunmaktaydı.

358/3. a) Mekkeli müşrikler, İslam’a karşı besledikleri şiddetli kinleri nedeniyle, Müslümanları ve onlarla birlikte Resulullah (AS)’ı doğup büyüdükleri şehirlerinden çıkıp gitmeye zorluyorlardı. Zaten fitne ve fesat çıkarmayı seven ve şehirde kargaşaya yol açan Mekkeli bu müşrikler, Müslümanlardan kurtulduklarına sevinmekle kalmayıp, hicret edenlerin geride bıraktıkları taşınır ve taşınmaz bütün mallarını açıkça gasp edip el koydular. Herhalde Mekkeli Müslümanlar ve Resulullah (AS) başlarına gelecek olan bu felaketlere rıza gösterecekler ve geçmişte yaşanan bu kötü olayları zamanla unutacaklardı. Ancak, ilerde de göreceğimiz gibi, Mekkeli bu müşrikler, aksi takdirde Medine’nin yerli halkını yurtlarını istila etmekle tehdit ederek, Resulullah (AS)’ı öldürmeye ya da en azından şehirden atmaya zorladılar (Bk. El-Vesâ’ik adlı çalışmam, Nº 2/a, b). Resulullah (AS), her ihtimale karşı kendisini savunmak için Medine’deki o sayıca az ama anlamca büyük İslam toplumunu örgütledi ve bölgedeki diğer gayrı müslimlerle de ittifak yaparak, emri altına aldığı bütün bu insanları bir Şehir-Devlet’le donatmış oldu.

        b) Kuşkusuz tüm bu alınan önlemler yeterli değildi, zira Müslümanlar bölgede henüz küçük bir azınlık durumunda idiler. İslam tabii ki giderek yayılmaktaydı, ama çok az da olsalar Müslümanların sayısını çoğaltmak için başka çareler bulmak gerekiyordu. Resulullah (AS) işe, o sıralarda dağınık vaziyetteki Müslümanları bir araya getirerek başladı. Başvurduğu yöntem ise şuydu:

        c) Mekkeli Muhacirler yapmış oldukları hicret eylemiyle haklı olarak gurur duyuyorlar ve Allah yolunda, imanlarını kurtarmak için her şeylerini terk edebilme fedakarlığını gösterdikleri için, bundan bir övünme payı çıkarıyorlardı. Resulullah (AS) bu hicret uygulamasını daha da geliştirerek, Medine’den göç etme şeklindeki bu iftihar edilecek Hicretin sadece Mekke’den gelenlerle sınırlı olmadığını, yeni bir emre kadar Arap yarımadasındaki bütün Müslümanlara bu yolun açık olduğunu ilan etti. Böylece Medine dışında oturup da İslam’ı kabul eden herkesin kendi kabile ve yurdunu terk ederek Medine’ye yerleşmeleri zorunlu (farz) kılınmış oluyordu. (Bu durum H. 8 yılında Mekke’nin fethine kadar devam etti). Büyük bir azimle sürdürülen bu politika oldukça önemli sonuçlar doğurdu: Resulullah (AS)’ın Medine’ye gelişi üzerinden sadece dokuz ay geçmişti ki, aşağıda sıralanan şu somut sonuçlar alındı:

        d) Hicretin 2. yılının 10 Muharrem günü kendisini ziyarete gelen Esmâ ibn Hârise el-Eslemî’ye Resulullah (AS) şöyle sordu:

        “-Bugün oruçlu musun?

        - Hayır!

        - Öyleyse oruca niyetlen!

        - Ama ben bu sabah kahvaltı yaptım.

        - Olsun, günün geri kalan vaktinde oruçlu ol ve aynı şeyi yapmasını ailene de emret!”

        Eslemli kadın sahabe, bu emir üzerine daha ayağındaki terliklerini bile çıkarmadan koşup, Medine dışındaki Ya’in’de oturmakta olan kabilesine döndü ve oradakilerden Aşûre Orucu’nu tutmalarını istedi (Bk. Buhârî’: 95/4/2, 30/69/8; Samhûdî, 2. bs., 1335, İbn Hanbel’den naklen, 4/78). Resulullah (AS)’ın H. 2 yılında, yani Ramazan orucu henüz farz kılınmadan birkaç ay önce Aşûre orucunun tutulmasını istediğine bakılacak olursa, Eslemlilerin Ya’in’e daha H. 2. yılın Muharrem ayında yerleşmiş olduklarına şüphe kalmaz. Böylece Medine dışından göç eden Müslüman toplulukları Medine bölgesinde günden güne artarak çoğalmışlar ve doğal olarak kendi kabile ve akrabalık ilişkilerine göre örgütlenmişlerdir (Bu konuyla ilgili olarak, Urduca yayınlamış olduğum Ahd-i Nebevî men Nizâm-ı Hükümrânî adlı eserimin “Hijrat yâ Nauâbâdkârî “ bölümüne bakılabilir).

            e) Resulullah (AS), kendisinin kurduğu ve gün geçtikçe ahalisinin Müslümanlığı kabul edip ülke sınırlarının genişlediği İslam Devleti’nin güvenlik ve bağımsızlığını pekiştirmek için, Medine etrafında bulunan ve örneğin kuzeyde Cuheyne, güneyde ise Damra, Gıfâr ve Mudlic gibi kabilelerle askerî ittifaklar arama girişiminde bulunmuş; böylece çevresini dostlarla kuşatıp, düşman şehir durumundaki Mekke’den gelebilecek tehlikeleri savuşturmak istemişti. Şimdi ortaya çıkan bu birbirinden farklı durumları teker teker ele alıp inceleyeceğiz. Ancak dışarıda karşılaşılan güçlüklerin yanı sıra, bizzat Müslümanlar arasında da bir takım güçlüklerin yaşandığını unutmayalım. Örneğin, her ikisi de İslam’ı kabul etmekle birlikte zaman zaman Evs ve Hazreçliler, kanlı geçmişlerini hatırladıkça saldırganlaşıyorlar, Yahudiler de bu tür olaylarla yakından ilgilenip onları birbirlerine karşı tahrik ediyorlardı (Bk. Samhûdî, 2. bs., 268).


339 Buhârî, 56: 181, Nº I. Daha ayrıntılı bilgi için, bk. M. Tayyib Okiç, İslamiyette İlk Nüfus Sayımı, (Fransızca özetle birlikte), İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1958-59, VII, 11-20.

340 İbn Hişâm, s. 286; Ayrıca bk. 387.

341 A.g.e., s. 287; Buhârî, 63/I, Nº 7; İbn Sa’d, 1/1, s. 147. İbn Hanbel, V, 427.

342 İbn Hişâm, s. 413, 727; Taberî, Tarih, I, 1511; A.g.e., Tefsîr, 63/8; Suheylî, II, 51; Buhârî, 79/20.

343 İbn Hişâm, s. 546, 554, 688.

344 Buhârî, 34: 14; 43; I.

345 İbn Hişâm, s. 561-562. Bu keşişle ilgili olarak şu makaleme bk. Journal of Pakistan Historical Society, Karachi, Oct. 1959, VII/4; Daha başka ilginç ayrıntılar için bk. Samhudî. 2. bs, s. 219.

346 Vâhidî, Esbâbu’n-Nuzûl, s. 195.

347 Makrızî, I, 481, Tefsir-i Taberî’den naklen, XI, 18, 9/107.

348 Şe’mi, Sîre Gazvetu’s-Sevîk (C. 4) s. 259.

349 Corpus des documents sur la diplomatie musulmane adlı makalem, Nº 1, § 4-11.

350 İbn Hişâm, s. 802-3 (Arap kabileleri için); İbn Hanbel, Nº 2212 (Yahudi kabileleri için), 3434.

351 Agânî, XIII, 124.

352 İbn Hişâm, s. 383, 388, Hıristiyanlar için bk. S. 401; Buhârî, Kitab 65, 3. Bab, 9 no’lu hadis.

353 Buharî 96/17, Nº 18.

354 Arapça metin, İbn Hişâm, Ebû Ubeyd ve İbn Ebî Hayseme vs. kaynak gösterilerek el-Vesâ’iku’s-Siyasiyye adlı eserimizde 1 no’lu belge olarak yer almıştır. Fransızca çevirisi için Documents ve Corpus adlı eserlerimize; diğer çeviriler için ise Wellhausen, Skizzen, IV/2; Caetani, Annali, I: 43 vd; Wensinck, Mohammad en de Joden, s. 78 vd.; Majid Khaddûri, War and Peace in the Law of Islam, Baltimore, 1955, s. 106-109 vs. adlı eserlere bakılabilir.

355 Örneğin Ebu Ubeyd, § 518.

356 A’lâ: 87/19.

357 İbn Hanbel, IV, 141, nº 10, Muslim, 15/457.

358 Matarî, et-Ta’rîf bimâ ensetu’l-hucre min me’âlim dâri’l-hicre (elyazması, Medine, Şeyhu’l-İslam). Ayrıca bk. Samhûdî, 2. bs., s. 92-98.

359 Lisânu’l-Arab, bk. Ra-Be-‘Ayn maddesi.

360 Ebû Dâvûd, 19: 23.

361 İbn Hişâm, s. 548.

362 Mâide: 42-50.

363 Nisâ: 51-52.

364 İbn Hişâm, s. 391.

365 İbn Hişâm, s. 372, ayrıca bk. 546, 554.

366 Buhârî, 40: 2; 64: 2.