- Tevhid kelimesi

Adsense kodları


Tevhid kelimesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Wed 29 September 2010, 12:33 pm GMT +0200
TEVHİD KELİMESİ


“Lâ İlahe İllallah Mulıammedün Rasûlullah"


Bu kelimenin manası şöyledir: "Allah'tan başka hak hiç bir ma-bud yoktur, sadece ve sadece bir tek mabud olan Allah (c) vardır."

İşte bu ifadeyle Tevhid kelimesi, Allah'dan başkasına ilahlık ve­rilmesini reddediyor ve bir tek Allah'a aidiyetini isbat ediyor.[9]

Şeyhul İslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şöyle diyor:

"Kalbler için, Allah sevgisinden daha sevimli ve hoş bir şey yok­tur. Aynı zamanda O'nun sevdiği şeylerle O'na yaklaşmaktan daha güzel ve sevimli bir şey de yoktur. Ancak Allah sevgisi, O'nun sevgisi­nin dışında kalan tüm şeylerin sevgisinden uzak kalmakla sağlanır. İn­san Allah sevgisinin dışındaki tüm sevgilere sırt çevirmelidir ki, Allah sevgisi mümkün olabilsin. İşte bu "Lâ ilahe illallah" gerçeğidir. Bu, İbrâhîm Halil (a.s) ile diğer tüm peygamberlerin -Allah'ın salât ve se­lamı onlara olsun- dinidir."[10]   

İşte Tevhid kelimesinin birinci şıkkı yani bölümü yukarıda ak­tardığımız husus idi. Bunun ikinci şıkkına gelince bu, "Muhammedün Rasûlullah" bölümüdür.

Bunun manası da şöyledir: "Rasûlullah (s.a)'ın emrettiği şeyleri derhal yerine getirmek, uzak durulmasını söyleyip yasakladığı her şey­den de uzak kalmak suretiyle Hz. Peygambere her bakımdan tabi ol­mak ve uymak."

Bu noktadan hareketle diyoruz ki: "Lâ ilahe ilallâh" kelimesi hem velâ hem de Berâ hususlarını, hem işin reddi gereken noktasını hem de kabul edilmesi yani isbatı gerekli olan noktayı içermektedir. Bu, Allah'a, dinine, kitabına ve peygamberinin sünnetine, ayni zamanda salih kullarına dost olmayı, veli olarak bunları tanımayı, velayeti de bunlara vermeyi gerekli kılmaktadır. Yine bu, Allah'tan başka tapı­nılan ve ibadet olunan her şeyden ve tağuttan uzak kalmayı gerekli kılmaktadır.[11] . Zira Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"O halde kim tâğut'u redde­dip Allah'a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır." (Bakara, 2/256).

Bu konuda Muhammed b. Abdülvehhab da şunları yazıyor: İnsan, Tağut'u inkâr etmediği sürece mü'min olamaz, bunu bilmelisi­niz. Bu husustaki delil ise az önce mealini vermiş olduğumuz Bakara sûresinin (256.) âyetidir."[12]

Kelime-i Tevhid, Allah'ın şeriatını temel kanun olarak kabul et­meyi emreder. Müslümana, Şeriata karşı gerçek manada bağlı kalın­masını ve yetkileri o prensipler çerçevesinde kullanmasını emreder. Ni­tekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:                           

"Rahbinizden size indirilene (Kur'ân'a) uyun. Onu bırakıp ta başka dostların peşlerinden gitme­yin. Ne kadar az öğüt alıyorsu­nuz!" (A'raf, 7/3)

Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır:

"(Rasûlüm!) Sen yüzünü "hanif" olarak dine, yani, Allah insanları hangi "fıtrat" üzere yaratmış ise o fıtrata çevir." (Rûm, 30/30).

Tevhid kelimesi aynı zamanda tüm cahili sistemlerden ve düzen­lerle hükümlerden uzak kalmamızı da öngörür, gerekli kılar. NitekimRabbim şöyle buyuruyor:

"Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliyyet hükmünü (idaresini) mü arıyorlar? İyi anlayan bir top­luma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Maide, 5/50)

Tevhid kelimesi aynı zamanda İslâm dininin dışındaki tüm din­lerden, rejimlerden ve din kabul edilen her şeyden uzak kalmayı ön­görür. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:           

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilme­yecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır." (Âli îmrân, 3/85)

Diğer taraftan Kelime-i Tevhîd Red ve kabul açısından hükümler kapsar. Tevhid kelimesi dört şeyi reddederken, dört şeyi de isbat ile kabullenir. Tevhid kelimesinin reddettiği şeyler dört tanedir.

•  Allah'tan başka tüm ilahları reddeder,

•  Tüm tağutları reddeder.

• Endadı reddeder.           

• Erbab'ı reddeder.

Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:

• İlâhlar: Kendisinden bir iyilik gelmesini beklediğin veya bir kö­tülüğün giderilmesini ondan dilediğin şeydir ki, kim böyle bir inanca sahip olursa, o kimse o şeyi ilah edinmiş olur.

• Tâğût: Kendisinden hoşnud kalınarak tapınılan ya da ibadet edil­mek ye saygı gösterilmek için seçilen her şey.

• Endâd: Aile, mesken (barınak), soy-sop veya mal gibi şeylerin kişiyi cezbetmesi ya da çekim alanına sokması nedeniyle, kişinin İslâ-mı bırakıp onları üstün görmesidir. İşte böyle şeylere Nidd, çoğul ifa­desiyle Endâd denir. Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"İnsanlardan bazıları Allahdan başkasını Allah'a (haşa) denk tanrılar (endâd) edinir de onları Allah'ı sever gibi severler," (Bakara, 2/165).

ıevnıa Kelimesi

Erbâb: Kişinin hakka muhalefet etmesi ve karşı gelmesi ve ken­disine de itaat etmesi için ona fetva veren ve böylece kişiyi itaati altına alan herkes. Rabbim şöyle buyuruyor:

"Onlar, Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini Rablar

(Erbab = ilahlar) edindiler." (Tevbe, 9/31).

Tevhid kelimesi, dört şeye de inanmayı gerekli kılar. Yani dört şeyin isbatını öngörür.

a) Sadece Allah'ı amaçlamak ve O'na yönelmeyi emreder.

b) Saygı ve sevgiyi Allah'a karşı göstermeyi gerekli kılar. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"İman edenlerin Allah'a olan sev­gisi ise, daha güçlüdür." (Baka­ra, 2/165)

c) Korku ile ümit arasında olmayı gerekli kılar. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sa­na bir hayır dilerse, O'nun kere­mini geri çevirecekte yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır." (Yûnus, 10/107).

İşte kim bunları biliyor ve tanıyorsa, o Allah (c.c)'dan başkanıy­la olan tüm ilgilerini keser. O hiç bir zaman batılın karanlıklarını bü­yütüp onlara değer vermez. Nitekim Rabbim Hz. İbrahim'den haber verirken -Ona ve bütün peygamberlerimize salat ve selâm olsun- onun putları nasıl kırdığını ve kavminden nasıl ilgisini kesip onlardan uzak bulunduğunu bildirmektedir:

"İbrahim'de ve onunla bera­ber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar ka­vimlerine demişlerdi ki, "Biz sizden ve sizin Allah'dan başka tap­tıklarınızdan uzağız. Sizi tanımı­yoruz. Siz bir tek Alllah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehîne, 6(/4)[13]

Aslında Kur'ân başından itibaren sonuna dek "Lâilâhe illallah" kelimesinin manâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o şirki ve benzerlerini reddediyor. Aynı zamanda ihlâsı ve bunun prensiple­rini kabulleniyor. Allah'ın razı olup hoşnud kaldığı her salih amel ve söz aslında ihlas kelimesinin kavram ve kapsamı içerisinde ifadesini bulup yerini almaktadır. Çünkü bunun dine delaleti bir çok yönden olmaktadır. Bunları ya mutabakat manasıyla, ya tazammum mana­sıyla veya iltizamı kavramlarıyla hepsini içermektedir. Yani dini tüm bu anlamlarıyla gerçek manasıyla kapsamına almış olmaktadır.[14]

d) TAKVA: Şer ve isyanı bırakmak, terketmek suretiyle Allah'ın gazabından, azap ve intikamından sakınmaktır. İbadette ihlaslı ve Allah için samimi olmaktır. Allah'ın şeriat olarak gönderip bağlı kalınması­nı emrettiği şeylere uymaktır. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd (r.a) şöyle buyuruyor: "Allah'a karşı gelmeyi terketmen, Allah tarafından bir nûr üzerinde olmanın delilidir. Aynı zamanda Allah'ın vereceği cezadan korkman da öyledir."[15]

Ancak Rasûlullah (s.a)'ın ashabı acaba bu kelimeyi tam olarak nasıl anladılar ve tanıdılar? Buna nasıl tam bir şekilde bağlandılar? Tam olarak bu kelimenin hükümleriyle nasıl amel ettiler, hükümleri­ne bağlılıkları nasıl oldu, gereğiyle nasıl amelde bulundular, bunun şartlarını acaba ne şekilde tam olarak yerine getirdiler?

İşte işin bu yönünü değerli İmam Süfyân b. Uyeyne[16] açıklamak­tadır. Muhammed b. Abdulmelik el-Masîsî'nin bildirdiğine göre de­miştir ki:

"Biz hicri 170 yılında Süfyân b. Uyeyne'nin yanında bulunuyor­duk. Bu sırada birisi kendisine İmân hakkında soru sordu. O da ce­vap olarak: "İman, inandığını dil ile söylemek ve onu amel olarak pra­tikte de uygulamaktan ibarettir." dedi. Adam: "İman artar ve eksile-bilir mi?" diye sordu. Hz. Süfyân: "Allah (c.c) dilediğince artar ve eksilir de. Öyle ki -Süfyân parmağıyla işarette bulunarak- bu (parmak) kadarı da kalmaz." diye cevapladı. Adam sorusuna devamla: "O halde yanımızda bulunan bazı kimseler, iman sadece söz (dil) ile söylemek­ten ibarettir, amel (pratikte) uygulama gerekmez, demektedirler. Biz bunlara karşı nasıl davranmalıyız?" diye sordu. Hz. Süfyân cevabın­da dedi ki: "İman'ın sınırları ve hükümleri henüz kesinleşmeden ve belirlenmeden önce durum onların dediği gibiydi. Aslında Allah (c.c), peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bütün insanlara:

"Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" demeleri için pey­gamber olarak göndermiştir. Yani Allah'dan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed de O'nun elçisidir, Rasûlüdür, ikrarında bulunmaları için bütün insanlara göndermiştir ki, bu kelimeyi söyleyip itiraf etsinler. Bunu söylediklerinde, bu sayede kanlarını ve mallarını koruma altına (garantiye) almış olurlar. Ancak Tevhid kelimesinin hakkı olan ceza­lar bunun dışındadır. îmanda samimi olup olmamaları hesabıysa Al­lah'a havale olunmuştur. Allah (c.c), böylece onların kalpleriyle bu kelimeyi söylemelerinde doğruluklarını ve samimiyetlerini tesbit ettirince, bu defa peygamberine, onların namaz kılmalarını emretmesi em­rini verdi.

Hz. Peygamber (s.a) de bu emre uyarak onlara emir verdi ve on­lar da verilen emri yerine getirdiler. Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar verilen bu emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ilk ik­rarlarının herhangi bir yararı olmayacaktı.

Allah (c.c), onların bu husustaki emri yerine getirmede kalben sa­mimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa, Hz. Peygamber'e, as­habının Medine'ye hicret etmelerini emretmesini bildirdi. Rasûlullah (s.a)da onlara bu emri verdi, onlar da derhal emri yerine getirdiler. Allah'a yemin ederim ki, şayet bunlar verilen bu ikinci emri yerine ge­tirmemiş olsalardı, bu durumda ne ilk ikrarlarının ne de namaz kıl­malarının kendilerine herhangi bir menfaati olmayacaktı.

"Allah (c.c) onların hicret konusunda da gerçekten içtenlikle doğru ve samimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa onlara tekrar Mekke'ye dönüp orada babaları ve kardeşleriyle kendileri gibi oluncaya dek savaşmalarını emretti (müslümanlarm söylediklerini söylemeleri, namaz kılmaları ve onların hicret etmeleri gibi görevlen yapıncaya ka­dar babaları ve kardeşleriyle savaşmaları emri verildi). Hz. Peygam­ber (s.a) onlara Allah'ın bu emrini iletti, onlar da derhal gelen emri yerine getirdiler. Öyleki inananların içlerinden babasının başım alıp getirenler oluyordu da Hz. Peygamber (s.a)'e şöyle diyordu:. "Ey Al­lah'ın Rasûlü! İşte kâfirlerin başının başı." Vallahi, şayet onlar bu verilen emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarları­nın, ne namaz kılışlarının, ne hicretlerinin, ne de savaşmalarının ken­dilerine hiç bir yararı olmayacaktı."

Allah (c.c) onların bu husustaki samimiyetlerini de ortaya koy­durunca, bu defa onların Ka'be'yi tavaf etmelerini, taabbudî olarak bu görevi yerine getirmeleri emrini Rasülüllah'a verdi, aynı zamanda başlarını da bir tezellül olmak üzere traş etmelerini emir buyurdu. Onlar da derhal bu emri yerine getirdiler. Vallahi onlar bu emri de yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarlarının, ne namazlarının, ne hicret etmelerinin, ne de babalarının öldürmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı."

Allah (c.c), onların bu husustaki kalbî samimiyetlerini ve doğru­luklarını ortaya koydurunca, peygamberine, onların mallarından onu

temizleyecek bir sadaka = zekât almaları emrini verdi. Rasûlullah (s.a) de onlara Allah'ın bu emrini bildirdi, onlar da derhal emri yerine ge­tirdiler. Öyleki herkes gücü oranında az olan azını, çok olan da çoğu­nu olmak üzere alıp getirdi. Allah'a yemin ederim ki, şayet onlar bu­nu yerine getirmemiş olsalardı, ne ilk ikrarlarının, ne namaz kılışları­nın, ne hicret etmelerinin, ne babalarını öldürmelerinin, ne de Ka'-be'yi tavaf etmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı."

İşte bu minval üzere Allah (c.c) peş peşe göndermiş olduğu emir­lerini, kısaca şeriatını, iman esaslarını ve sınırlarını böylece onların kal­ben tasdiklerini ve doğrulamalarını tesbit ettirdikten sonra, peygam­berine ashabına şu hususu iletmelerini bildirdi:

"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamam­ladım ve sizin için din olarak İs­lâm'ı beğendim." (Maide, 5/3).

Süfyan b. Uyeyne diyor ki: "Kim iman temellerinden biri olan bu şeylerden herhangi birisini terkeder bırakırsa bize göre o kimse kâ­firdir. Kim de sırf tembelliğinden dolayı onları terkederse veya küçüm­sediğinden ötürü bırakırsa biz onu da te'dip ederdik "-hizaya getirirdik" ve o kimse bu davranışıyla da bize göre fasık sayılır. İşte Sünnet bunu gerektirir. İnsanlardan sana bu hususta soru soranlara, bunu benden kendilerine ulaştır."[17]

İslâm alimleri "Lâ ilahe illallah" Kelime'i Tevhidi için yedi tane şart ileri sürmüşlerdir ki, kişi bu yedi şartın tümünü yerine getirme­dikçe, bunları kendisinden toplamadıkça bazılarının yerine getirilme­sinin sahibine herhangi bir yararı yoktur. Şimdi size bu şartların açık­lamasını sunuyorum.

 
Lailahe İllallah" Kelimesinin Şartları
 
"Öncelikle şunu bilmemiz gerekecektir ki, amaç sadece bu keli­menin lafızlarını saymak ve salt ezberlemek demek değildir. Nitekim nice ammî (cahil) olanlar var ki, o tüm bu şartları kendisinde topla­mış ve gereğini de yerine getirmektedir. Siz böyle bir kimseye, "bu kelimenin sayılarını bize söyle dersiniz de güzel bir cevap veremeyebi-lir. Buna rağmen o kelimenin gereğini yerine getiriyor. Yine nice kim­seler de var ki, bu kelimeyi ezberlemiştir, lafızlarını çok iyi bilmekte­dir, ancak bu tıpkı bir yay gibi geçer gider. Hatta çoğu zamanda gö­rürsün ki, o bu kelimeyle çelişkiyi gerektiren şeylerle meşguldür. Kı­saca muvaffakiyet Allah'ın elindedir."[18]

Vehb b. Münebbih[19] kendisine:

"Lâilâhe illallah" cennetin anahtarı değil midir? diye soran kim­seye şu cevabı vermişdir:

"Elbette öyledir, ancak, o açacak olan anahtarın dişleri varsa! Bilindiği gibi hiç bir anahtar dişsiz değildir. Şayet sen dişleri olan bir anahtar getirebilirsen, senin için cennetin kapısı açılır, aksi takdirde açılmaz."[20]

İşte bu anahtarın dişleriyse, "La ilahe illallah" kelimesinin şart­larıdır. Şimdi diş durumundaki şartları sunmaya başlıyoruz:

1- Bu kelimenin menfî ve müsbet anlamda taşıdığı tüm manaları­nı gereğince bilmek. Bu husustaki bilgisizliğe muhalif olan ne varsa bu alanda tam bilgi sahibi olmak. Nitekim Rabbim şöyle buyur­maktadır:

"Şu halde bil, gerçek şu ki, Allah'tan başka ilah yoktur." (Mu­hammedi 47/19) Yine Rabbim şöyle buyuruyor:

"Ancak kendileri bilerek hakka şahidlik edenler başka." (Zuhrûf, 43/86). Bu âyette geçen "Hakka şahidlik edenler" den maksad şudur "yani hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah'a ait olduğunu bilen ve böylece Lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilah yoktur) diye şahitlikte bulunanlar başka." Çünkü ancak bu gibi kimseler dillerinin söyledi­ğini kalbleriyle de bilenlerdir. Nitekim Allah (c.c) bir başka âyette şöyle buyurmaktadır:

"Allah, gerçekten kendisin­den başka ilah olmadığına şahit­lik etti; melekler ve ilim sahiplen     "

de ondan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Azîz ve Hakini olan O'ndan başka ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/18).                                                                     

Müslim'in Sahih'inde Hz. Osman (r.a)'den rivayet olunan bir ha­dise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:         

"Bir kimse, Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığım bilerek bu iman üzere ölürse cennete girer."[21]

2- Şüpheye yer bırakmayan gerçek anlamda iman (yakînî mana­da iman): Bunun anlamı şudur: Kişi, bu kelimenin ne manaya geldiği­ni kesin olarak bilerek söyleyecektir. Kısaca kelimeyi söyleyen kimse bunun medlulünü ve içeriğini bilecektir, hem de kesin bir iman ile bu­nu bilmek zorundadır. Çünkü iman denilince, onda zannın yeri yok­tur, onda kesin bilgi şarttır.[22] Nitekim yüce Allah (c.c) şöyle bu­yuruyor:

"Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Rasûlüne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler, işte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir." (Hucurât, 49/15).

Müslim'in Sahihinde Ebû Hureyre (r a)'den rivayet olunan hadi­se göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet (tanıklık) ederim. Herhangi bir kul bu iki kelimey­le (cümleyle) hiç bir şüpheye yer bırakmaksızın Allah'ın huzuruna böyle bir iman ile çıkarsa, karşılığında kesin cennete girecektir."[23]

Bir başka rivayet ise şöyledir:

"Herhangi bir kul bu iki kelimede şüphe etmeksizin Allah (c.c) ile karşı karşıya gelirse, cennet onu örtüsü altına alır"[24]

Yine Ebû Hureyre'den rivayet olunan uzunca bir hadiste şu ifa­deler yer alıyor: "Şu duvarın gerisinde karşılaşacağın kimse, kesin ola­rak Allahdan başka ilah olmadığına kalben şehadette bulunuyorsa, her­hangi bir şüpheye yer bırakmıyorsa, ona cenneti müjdele."[25]

"Kurtubî de Sahihi Müslim üzerine yazmış olduğu "el Müfhim Alâ Sahihi Müslim adlı kitabının "Sadece iki şehadet kelimesini sözle söylemek yeterli değildir" başlığı altında şu bilgiyi sunmaktadır:

"Aksine kesin olarak kalben iman etmesi gereklidir." İşte bu açık­lama sapık mürcie mezhebinin doğru bir mezhep olmadığına da işaret etmiş oluyor. Çünkü bunlar, kişinin sadece dil ile şehadet kelimesini söyleyen kimseleri, kalben iman etmeseler de imanlı saymaktadırlar. Halbuki bu konuya ilişkin hadisler, bunun fasid ve bozuk bir görüş olduğun göstermektedir. Kaldı ki, bu mezheb, şeriatçe fesadı ortaya konan bir mezheptir. Çünkü şeriatı gereğince bilen bir kimse, bu mez­hebin münafıklığı ve iki yüzlülüğü caiz gördüğünü bilecektir. Halbu­ki münafıkın sahih ve sağlam bir imana sahip olduğuna hüküm ver­mek ise kesinlikle batıl ve geçersiz olan bir görüştür."[26]

3- Bu kelimenin gerektirdiği tüm koşulları hem kalbiyle hem de diliyle kabullenecektir. Nitekim Allah (c.c) bize bunu kabul edenlerin kurtulduklarım, kendisi tarafından kurtarıldıklarını, kaçınıp reddeden­lerden de intikam alındığını şöylece bildirmiştir:

"İşte böyle senden Önce de (herhangi) bir memlekete bir pey­gamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şıma-np azan önde gelenleri! (şöyle) de­mişlerdir: Gerçek şu ki, biz, ata­larımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onlann iz­lerine   (eserlerine)  uymuşlarız!

 (peygamberlerden her biri de şöyle) demiştir: Ben size, atalarınızı üs| tünde bulduğunuz şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı? Onlar da demişlerdir ki: Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (karşı) kâfir olanlarız."                                                                 

"Böylece biz de onlardan intikam aldık. Öyleyse, sen bir bak ver; yalan sayanların sonu nasıl oldu?" (Zuhrûf, 43/23, 24, 25).

Rabbim yine buyuruyor ki:                                                   

"Sonra, biz, peygamberleri­mizi ve iman edenleri böyle kur­tarırız; müminleri kurtarmamız da bizim üzerimize bir haktır."

(Yunus, 10/103).

Bir başka âyette ise şöyle buyurulmaktadır:

"Muhakkak onlara: 'La ila­he illallah"denir (ve tevhide da­vet edilirlerse, yüz çevirip, teklif                                                     im edene) büyüklük taslarlardı. Ve derlerdi ki: ‘Biz, ilahlarımızla ibadet) i deli bir şair (sözü) için mi terk edeceğiz." (Saffât, 37/35,36)[27]                                               

4- Dördüncü şart olarak bu kelimenin delalet ettiği ve kapsamına almış olduğu tüm şeylere inanıp bunlara boyun eğmek ve buna müna-fi ve aykırı gelen her şeyi de terketmektir. Zira Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:                                                                               

"Size azab gelmezden önce (tevbe ederek) Rabbinize dönün ve (tevhid ve ihlas ile) Ona teslim olun." (Zümer, 39/54)                 

Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:                 

"İçlerinde doğru olarak ken­dini Allah'a veren ve İbrahim'in, Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kimseden dince daha güzel kim vardır?" (Nisa, 4/125)

Yine Rabbim buyurdu ki:

"İyi davranışlar içinde ken­dini bütünüyle Allah'a veren kim­se, gerçekten en sağlam kulpa ya­pışmıştır." (Lokman, 31/22)

Burada "en sağlam kulp" ifadesiyle amaçlanan "Lâ ilahe illallah" kelimesine yapışmaktır.

Nitekim bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Sizden herhangi biriniz heva ve isteklerini benim getirdiğime tabi kılmadıkça (uydurmadıkça) mümin olamaz."[28]

İşte bu, gerçek manada boyun eğmektir ve gaye de budur. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hu­susunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın (onu) tâm manasıyla kabüllenmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 4/65)

İbn Kesîr merhum bu âyetin tefsirinde şunları yazmaktadır:

"Allah (c.c) yüce zatına yemin ederek, bütün işlerinde kişi Allah Rasûlünü hakem tayin etmediği müddetçe iman etmiş olamayacağını çünkü o peygamberin vermiş olduğu hükmün ister gizli ister açık ol­sun her zaman bağlanılması gereken bir farz ve hak olduğunu, kimse­nin böyle bir hakka ve farza uymamazhk etmemesi gerektiğini bildiri­yor ve şöyle buyuruyor:

"... sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymak­sızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."

Yani seni hakem olarak tayin ettikleri zaman sana kesinlikle ve içtenlikle iman ve itaat ederler. Hakemlik yaptığın konuda hiç bir za­man kendi nefislerinde bir sıkıntı da duymayacaklardır. O hükmü açık ya da kapalı olsun eleştirmeyeceklerdir. Herhangi bir engel ve savun­maya başvurmaksızın tarn bir teslimiyetle verdiğin hükmü kabullenip teslim olacaklardır. Nitekim hadiste şöyle varid olmuştur:

"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden herhangi biriniz benim getirdiğime heva ve isteklerini uydurmadıkça mümin ola­maz."[29]

5- İçine yalan girmeyen katıksız bir doğruluk: Bu beşinci şarta göre kişi tevhid kelimesini içtenlikle kalbinden söyleyecek, kalbinin söy­lediğiyle dilinin ifade ettiği arasında kesin uyum olacaktır. Nitekim Rabbimize şöyle buyurmaktadır:

"Elif, Lam, Mim. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakı-lıvereceklerini mi sandılar? An­dolsun ki, biz onlardan öncekile­ri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıka­racak,   yalancıları   da   mutlaka   ortaya   koyacaktır."   (Ankebût,, 29/1,2,3 )[30]

Yine Rabbim bir diğer âyette şöyle buyuımaktadır:

"İnsanlardan bazıları da var­dır ki, inanmadıkları halde "Al­lah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müzminleri alda­tırlar. Halbuki onlar ancak ken­dilerini aldatırlar ve bunun farkın-                                                 da değillerdir. Onların kainlerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalan sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır. (Bakara, 2/8,9,10),                                                                     

Buharı ve Müslim Sahihlerinde Muaz b. Cebel (r.a) yoluyla Rasûlüllah (s.a)'dan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Herhangi bir kimse, Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed'in de ger­çekten Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna tüm kalbî doğruluğuyla söy­leyip şahitlik ederse, Allah (c.c.) ona cehennem ateşini haram kılar."[31]

Allame İbn Kayyım da şunları yazmaktadır:

"Lâ ilahe illallah, kelimesini tasdik edip doğrulamak demek, onun yükümlü kıldığı tüm hakları gereğince kavrayıp yerine getirmektir ki, işte bu da İslâm şeriatı demektir. Kısaca İslâm şeriatı, bu tevhid keli­mesinin etraflı bir şekilde ortaya konması demektir. Onun tüm haber­lerini tasdik edip doğrulamak, bütün emirlerine bağlanıp yerine getir­mek, ayni zamanda bütün yasaklarından da kesinlikle uzak durmak­tır. Gerçekte bunu tasdik edip doğrulayan kimse, o kelimenin gerek­tirdiği tüm yükümlülükleri yerine getiren kimse demektir. Bilindiği gibi, kişinin mal ve can güvenliği mutlak olarak ancak bu kelimenin gerek­lerini ve getirdiği yükümlülükleri yerine getirmekle ve aynı zamanda bu kelimenin tüm haklarını ifa edip korumakla sağlanır. Aynı zamanda mutlak olarak azaptan kurtulmanın yolu da bu kelime ile ve onun hak­larını yerine getirmekle mümkündür.[32]

Nitekim bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) efendimiz şöyle buyur­maktadırlar: "Benim şefaatim, Allah'tan başka ilah oimadığına ( = Lâ ifehe illah kelimesine) şehadet eden ve bunu samimiyetle yerine ge­tiren içindir. Böylesi, kalbinin inandığını dili ile söyler, dilinin söyle­diğine kalbi de kani olur."[33]

İbn Receb Hanbelî de suları söylüyor: "Diliyle "Lâ ilahe ilallah" deyip sonra da şeytana itaat eden, heva ve istekleriyle Allah'a isyan edip muhalefette bulunan kimse, onun fiili yani yaptıkları söyledikle­rini yalanlamış olan kimsedir. Böylece bu kimse masiyeti ve isyanı ora­nında, şeytana ve isteklerine boyun eğmesi nisbetinde tevhidinin ke­malini eksiltmiş kimse demektir.Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyur­maktadır:

"Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsina uyandan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50).                             

Bir başka âyet meali de şöyledir:                 

"Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni,Allah'ın yolundan saptı­rır."(Sâd,38/26)[34]                                                         

6- îhlas, kısaca samimiyet. Bu, kişinin tüm'şirk şaibelerinden ye kötülüklerinden arınmak suretiyle salip ve iyi bir niyetle amelini ve işini arıtması, temize çıkarmasıdır.[35]                                                 

Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"Uyanık olun, (şüphe ve şirkten) halis olan (arınmış olan) difi, yalnız Allah'ındır." (Zümer, 39/3)                                               

Bir diğer ayet meali de şöyledir:                                           

"Halbuki onlar, O'nun dininde ihlas sahipleri ve hanifler bata* inanç ve itikadları terkedip İslâm'a bağlananlar) olarak Allah'a iba­det etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekatı vermelerinden başkasıyla emrolunmadılar. (Bütün ilahî kitapların bildirdiği) dos­doğru din, işte budur!" Beyyine, 98/5)                                       

Ebû Hüreyre (r.a)'nin Rasûlullah (s.a)'tan rivayet ettiği bir ha­diste, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:                               

"Kalbinden veya ruhundan içtenlikle Lâ ilahe illallah diyen kim­seler, benim şefaatim sayesinde insanlar içerisinde en mutlu olan kim­selerdir."[36]

Yine Müslim'in Sahîh'inde rivayet olunduğuna göre, Utbân b. Mâlik[37], Hz. Peygamber (s.a) efendimizden şöyle bir hadis rivayet et­miştir:

"Kim, "Lâ ilahe illallah diyerek, bununla sadece Allah rızasını isterse, kesin olarak Allah (c.c), ona cehennem ateşini haram kılar."[38]

Nesaî'nin "el-Yevm ve'I-Leyle" adlı eserinde Sahabeden iki kim­senin Rasûlullah (s.a)'tan şöyle bir hadis rivayet ettiklerini zikreder;

"Kim kalbinden içtenlikle ve ihlas ile; "Lâ ilahe illallahu vahde-hu lâ şerike leh, Lehulmülkü ve lehul Hamdu ve Huve alâ külli şey'in Kadîr' derse ve bu dediğini dili de doğrularsa, Allah (c.c), bu kelime­ye gök kapısını Öylesine bir açar ki, yeryüzü halkından herhangi bir kimse bu kelimeyi ihlash olarak söyleyen kimseye (Allah) rahmetiyle nazar eder de (şöyle der): "Allah'ın kendisine rahmet nazarıyla baktı­ğı kimseye, Allah'ın o kimsenin arzusunu vermesi bir hak (ve gö­revdir"[39]

Fudayl b. İyad (r.a) da demiştir ki: "Şayet kişinin ameli halis olup, doğru olmazsa, kabul olmaz, eğer doğru olup ihlash olmaz ise yine kabul olmaz. Ancak hem doğru ve hem ihlash olması halinde kabul olunur. Halis demek, yapılan amelin sırf Allah rızası için yapılmış ol­ması demektir. Doğru demek ise, yapılan amelin sünnete uygunluğu demektir."[40]

Nitekim Allah (c.c), Kur'ân'ı Azim'inde Tevhidinde ihlas sahibi olan ile şirk koşan kimse için çok açık ve net bir örnek Vermektedir. Rabbim buyuruyor ki:

"Allah, çekişip duran bîr çok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı (mü'mini) misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir?" (Zümer, 39/29)

Merhum üstad Seyyid Kutub da tefsirinde şunları yazıyor: "İşte bu bir örnektir ki, Allah (c.c), Tevhid sahibi kul ile müşrik olan kulun halini böylece göstermiş olmaktadır. Öyle bir kölelik durumu ki, bir tek kölenin sahibi bir kaç kişidir ve bunlar ortaklıkları sebebiyle de birbirleriyle çekişip durmaktadırlar. O köle onlar arasında tevzi oluiî-muş, her bir ortağının onun üzerinde bir bakıma yönetme hakkı var­dır . Her bir sahibinin onun üzerinde yükümlülükleri bulunmaktadıf. Böylece köle bunlar arasında şaşkın bir haldedir. Adam bu bakımdan bir çizgide duramamaktadır, hangisinin emrini yerine getireceğini biı-miyordur ve şaşkınlık içerisindedir. Ama diğer taraftan bir köle düşü­nün, tek bir efendisi vardı. Köle efendisinin kendisinden ne istediğini bilmektedir, bu bakımdan kendisini onun istekleri ile sorumlu bulun­durmaktadır. Bunun için de müsterihtir, kesin bir çizgide ve yoldadıir, yolu da açıktır." İşte bu ikisi hiç bir zaman bir ve eşit olabilirler mi? Hayır. Çünkü bir tek efendiye bağlı bulunan ve ona boyun eğen kini­şe, bu bakımdan işini en iyi bir şekilde bilmekle rahat bir çizgidedir, bu çizgi üzere nimetlenmektedir. Bu itibarla yapacağı hizmette, tüf)i gücünü ve hizmetini tek amaca teksif ederek yoğunlaştırmış olmakta­dır. Gittiği yol da açıktır."

"Ancak bir çok kimsenin görev ve yükümlülüğü altında olan kö­leye ya da kimseye gelince, her zaman huzursuz, adeta işkence çek­mektedir. Çünkü istikrarlı bir hali yoktur adamın. Hepsini hoşnud kfı-ması bir tarafa, efendilerinden bir tekini bile memnun edememektedir ."

"İşte bu örnek çok açık bir şekilde Tevhid gerçeğini ortaya Ko­yarken şirk gerçeğini de bütün yönleriyle açıklamış olmaktadır. İnanmış olan kalb, Tevhid gerçeğini içine sindirmiş kimsededir ki, bu kirfı-se Allah'ın göstermiş olduğu yolda yürüyordun Yardımını sadece Al­lah'tan istemekte, her yönüyle Allah'a yönelmiştir ve bir tek onu ta­nımaktadır."[41]                                                                 

Şeyh Kasımı merhum da şunları yazmaktadır:                       

Esas amaç, yöneliş tevhidinde yani bir teklikte Mâbud'un Tevhi­di yani bir tekliğidir. Tüm ayrıhkarı söküp atmaktır. Nitekim yüce lâ şöyle buyurmuştur:

"...Darmadağınık   birçok (düzme) tanrılar mı hayırlıdır, yoksa (zat ve sıfatında hepsine ve herşeye gâlıp ve) kahhar olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 12/39)[42]

Aslında İslâm, gerçek anlamda ve tam manasıyla, bir tek olan Al­lah'a teslimiyeti, Allah'dan başkasına gönül bağlamayı ise terki ge­rektirir. İşte bu gerçek manada "Lâ ilahe illallah" kelimesinin mana­sıdır. Bir kimse hem Allah'a ve hem de başkalarına teslim olmuşsa o kimse müşriktir. Kaldı ki, Allah (c.c) kendisine şirk yani ortak ko­şanları hiç bir zaman bağışlamaz. Bu bakımdan kim Allah'a teslim olmaz ve kibirlilik ya da büyüklük gösterirse, Allah'a ibadetten ve O'na kulluktan uzak durursa, işte bunlar hakkında Rabbim şöyle buyur­muştur:

"Doğrusu Benim ibadetim­den (yüz çevirerek) büyüklük tas-layanlar, yakında hor ve zelil ola­rak   cehenneme   gireceklerdir,"

(Mümin 40/60)[43]

7- Bu kelimeye karşı olan muhabbeti ve sevgisi. Aynı zamanda bu kelimenin gerektirdiği ve delalet ettiği tüm şeyleri sevmesi ve ileri göstermesi gerekir. Aynı zamanda bu kelimeyi söyleyip gereğince amel edenleri ve bunun şartlarını yerine getirenleri de sevecek, yerine getir­meyenleri ya da bu kelimeyle çelişki içinde olanlara da buğzedecektir, bunlara nefret duyacaktır. Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan bazıları Allah'­tan başkasını (Allah'a) eş edinen kimseler de vardır. Onlan, Allah'ı sever gibi severler (itaat ederler).

İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlam (ve sarsılmaz)dır." (Bakara, 2/165)[44]

Bir diğer âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, içinizden kim  (Rasûlullah'ın  irtihalinden sonra) dininden dönerse, Allah(ü Teâlâ) müminlere karşı alçak gö­nüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli, kendisinin onları sevece­ği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir ki, Allah yolunda cihad ederler ve hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar." (Maide, 5/54).

Bir hadislerinde de Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadırlar:

"Her kimde üç şey bulunursa, bu üç şey sayesinde imanın hazzı-na erişmiş olur. Allah ve Rasûlünün kişi için her şeyden daha sevgili olması, bir kişiyi sevmek (severken) sadece Allah rızasını gözeterek sev­mesi, Allah (c.c) kendisini kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönüp gir­mekten, cehennem ateşine atilacakmışcasma (kaçınmak) istememek.[45]

Şeyh Hafız Hikemî merhum[46] diyor ki:

"Kulun Rabbini sevdiğine dair belirtisi, kendi heva ve arzusuna uymasa da Allah'ın sevgisini ve istediklerini ön planda tutmak, heva ve isteği ona yönelse de Rabbin buğzedip kızdığı şeylere buğzetmek. Allah ve Rasûlüne sevgi ve dostluk besleyenlere karşı sevgi ve dostluk besleyerek onların velayetini tanımak. Allah'a karşı düşmanlık ve kin besleyenlere, Hz. Peygambere tabii olanlara kin ve düşmanlık güden­lere karşı düşmanlık ve kin beslemek. Allah Rasûlüne kesinlikle uy­mak, onun yolundan ve izinden gitmek ve onun getirmiş olduğu hidâ­yeti ve doğru yolu kabullenmek[47].

İbn'ul-Kayyım da Nûniye adlı kasidesinde şunları zikretmektedir:

"Sevginin şartı, hiç bir isyana kalkışmaksızın, sevdiğin kimsenin sevgisine uygun olarak davranmaktır."

"Şayet sen, kendisine karşı sevgi iddiasında bulunduğun varlığa karşı sevgiye aykırı bir şey yapıyorsan, bu takdirde iftiracısın.”

"Sen ki, sevgilinin düşmanlarını sevmektesin, kalkıp bir sevgiden söz etmektesin, böyle bir şey imkan dahilinde değildir."

Aynı zamanda sen düşmanlığını onun sevdikleriyle çarpışarak geçiriyorsun. Ey Şeytanın kardeşi, nerede senin sevgin?

Kalb ve erkan huzuruyla birlikte Tevhidi Mahabbetin dışında bir ibadet yoktur."

Diye devam ediyor ve sonunda şöyle söylüyor:

"Biz müslüman olduğunu iddia eden öyle bir fırkanın apaçık şirk işlediklerini görmüşüzdür.

Bütün bunları O'na ortaklar koşmakta ve vehimde bulunmakta­dır. Aynı zamanda bütün bunları O'nunla eş tutmaktadır sevgide, hal­buki Sultan bu değildir.[48]

 

Lailahe İllallah Kelimesinin Ayrılmaz Bir  Şartı El-Vela Ve'l-Berâ'                        
 

Sunmaya çalıştığımız "el-Velâ ve'1-Berâ" "Lailahe illallah" Kelimesinin ayrılmaz bir vasfıdır.

"Mademki muvalatm yani dostluğun ve velayetin temeli sevgi, düşmanlığın yani adavetin temeli de buğz ve kindir. İşte bu ikisinden, hangi şey muvalatın = dostluğun ve hangi şey düşmanlığın içerisinde gerçek manada yer alacağı hususu ortaya çıkar. Çünkü bunlar kalblerin ve organların amelleridirler. Meselâ yardım, ünsiyet, yardımlaş­ma, cihad, hicret vb. gibi."[49]

Bu itibarla gerçek anlamda velâ ve Berâ meselesi "Lailahe illallah" kelimesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ondan farklı olarak düşünülemez. Gerek Kitaptan yani Kur'ân'dan gerekse Sünnetten buna ilişkin delil­ler gayet çoktur. Şimdi kitaptan olan delillerden bazılarını sunalım. Rabbim buyuruyor ki:

"Mü'minler, müzminlerden başka kâfirleri veli (dost, arkadaş, hakim, kumandan, hükümdar, devlet başkam, lider)ler edinme­sin. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiç bir şey (yardım) yoktur, (Allah'tan ilişiği kesilmiş olur. Allah ile dostluğu kalmaz.) Meğer ki onlardan (gelmesi muhtemel ve sakınılması gereken) bir zarardan korunmuş olasınız. (Daru'ül-Harb'de olduğunuz zaman düşmanın şer­rinden korunmak için fiilî bir dostluğa cevaz yoktur. Onları dost edi­nerek peşlerinden gitmenizi İslâm yasaklıyor. Ancak, dille sözle olan sathi bir dostluğa cevaz verilmiştir). Allah(ü teala) size (asıl) kendi­sinden sakınmanızı emrediyor. Nihayet dönüş (ancak) Allah'adır."

 (Al’i İmrân, 3/28).

Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyuruyor:

"(Rasûlüm) de ki: Eğer Al­lah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahları­nızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. De ki: Allah'a ve Rasûlüne itaat edin.

Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez" (Ali îmrân, 3/31-32).

Yüce Rabbim, Allah düşmanlarının hedeflerini şöyle açıkla­maktadır:

"Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olup onlarla bir (ve beraber)

olmanızı arzu ettiler. O halde Allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden veliler (dostlar) edinme­yin. Eğer (Tevhid ve hicretten) yüz çevirirlerse onları nerede bulursa­nız yakalayıp öldürünüz ve onlardan veli (dost ve yardımcı) da edin­meyiniz/' (Nisa, 4/89).

Yine bir diğer âyet meali de şöyledir:

"Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları da (veli, dost, sır­daş ve başınıza idareci)ler edinmeyin. Onlar (ancak) birbirlerinin veli (dost)leridirler. İçinizden kim onları veli (dost, sırdaş ve idareci) edi­nirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah(ü Teâlâ düşmana dostluk eden) zalimler topluluğuna hidâyet etmez." (Mâide, 5/51).

Konuya ilişkin hadisler ve nakiller bir hayli çoktur. Size bazıları­nı sunmaya çalışalım:

1-Ahmed b. Hanbel'in Cerîr b. Abdullah el-becelî yoluyla riva­yet etmiş olduğu hadise göre, Cerîr b. Abdullah Peygamberimiz (s.a)'e Bey'at ederken kendisinden şu şartla Bey'at yapılması istenmiştir: "Her bir müslümana öğütte bulunmak ve her bir kâfirden de uzak durmak"[50]

2- İbn Ebî Şeybe kendi senediyle rivayet etmiş olduğu hadiste Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduklarını bildirmişlerdir: "İmanın en güçlü ve güvenilir kulpu (ipi), Allah için sevmek ve yine Allah için buğzet-mektir,"[51]                               

3-Tabaranî de "el-kebîr" adlı eserinde îbn Abbâs (r.a)'tan şöyle rivayette bulunuyor. Rasûlullah (s.a) buyurmuşlardır ki: "İman ipi­nin (kulpunun) en güçlüsü Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık­tır. Yine Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir."[52]

4- İbn Cerîr ve Muhammed b. Nasr el-Mervezî, İbn Abbas (r.a)'tan rivayet ettiklerine göre, demiştir ki: "Kim Allah için sever, kim Allah için buğzeder ve kim Allah için dostluk ve velayet yetkisini kullanır, kim de Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sayesinde gerçekten Allah'ın dostluğuna erişir (Allah'ın dostluğunu kazanmış olur). Bir kimse de, bu saydığımız nitelikleri taşımadığı sürece, ne ka­dar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişeme­miştir. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münasebetini) sırf dünya ilişkilerine bağlamıştır, böyle bir hal ise kişiye asla hiç bir şey kazandıramaz."[53]

İbn Abbas'ın yukarıdaki ifadesini açıklarken Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed ise şunları söylemektedir: "Kim Allah için dostlukta bulunursa" demek, sevgi için gerekli olan ve sevginin ayrıl­maz bir parçası olan hali açıklamış bulunmaktadır. Bu da gerçek ma­nadaki bir dostluğu ve karşılıklı sevgi ve saygıyı içerir. Burada şu hu­susa da dikkat çekilmiş olmaktadır. Kişinin mücerred olarak "Seviyorum" demesi yeterli değildir. Mutlak surette bunun ayrılmaz bir vasfı olan sevginin yanında dostluğun da beraber sürdürülmüş ol­masıdır. Bu nitelikler de şunlardır. Allah için yardım, ikram, saygı, gerek iç görünüş gerekse dış görünüş yönüyle olsun kişinin sevdiğiyle beraber olmasıdır. O'ndan ayrı olmamasıdır.

Yine: "Kim Allah için düşmanlık sürdürürse" ifadesi de şu hu­susları içermektedir. Allah için buğuzda bulunmanın ayrılmaz bir vasfı,

Allah için düşmanlığını sürdürmektir. Bu da Allah'a düşman olanla­ra karşı, aynı şekilde müslümamn düşmanlığını açık ve net bir şekilde ortaya koymasıdır. Kısaca düşmanlığını fiilen ortaya koyacaktır. Me­selâ Allah düşmanlarına karşı cihad etmek, onlardan tüm ilişkilerini kesip uzak durmak, hem gizli manada ve hem açık anlamda zahiri ve batım anlamda ilgiyi kesmek. Demek oluyor ki, kişi ben buğzediyorum diye kuru bir iddia ile bunu kanıtlayamaz. Mutlaka buğzun ge­rekleri ne ise onları da beraberinde yapması gerekir.[54]

Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

“İbrahim'de ve onunla bera­ber olan (inanan)lar(in sözlerin) da, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavim-lerin(den küfr edenler)e: Muhak­kak bizler sîzden ve Allah'tan baş­ka ibadet ettiğjniz şeyler (olan                                    putlar)dan uzağız. Siz(in dininiz)i inkar ettik. Yalnızca Allah'a iman (edip şirki terk) edinceye kadar, bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyyen başgöstermiştir, demişlerdi." (Mümtehine, 60/4)

Ben de bu hususta derim ki, geçen örneklerden açıkça görülüyor ki, Allah için dostluk denilince, Allah için sevgi ve saygı göstermek, dinine mutlak olarak yardımda bulunmak, Allah'ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olarak onların yanında yer almak gerekir.

Aynı zamanda Bera demek, Allah'ın düşmanlarına buğzetmek, kin gütmek, onları sevmeyip kendilerine karşı cephe almak suretiyle cihad etmek demektir. İşte bunun içindir ki, birinci grupta yer alanla­rı Şarii Azîm olan Yüce Allah "Allah'ın dostları" (= Evliyaullah) di­ye isimlendirirken, ikinci grupta yer alanları da Rabbim: "Şeytanın yandaşları, dostları" = (Evliyâuşşeytân) diye adlandırmıştır. Nitekim bu hususta Rabbim (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Allah iman edenlerin velîsi(dostu ve yardimcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nur(un)a çıkarır. Küfreden­lerin dostları ise tağüt (şeytan)dur. O da onları (insanı fıtratları olan

İslâm'ın) nurundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş (ce­hennemliktirler. Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalı­cıdırlar." (Bakara, 2/257).                                                         

Bir başka âyet meali de şu merkezdedir:                             

 "İman edenler Allah yolun­da savaşırlar. Kâfir olanlar da Tağût yolunda savaşırlar. Ey mü'-minler, şimdi siz şeytanın velileri (ordusu, dost ve yandaşları olan kâfirler) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilekârlığı zayıftır." (Nisa, 4/76).

Şunu iyice bilmelisiniz ki, Allah (c.c) Tevhid inancım tebliğ için her ne zaman bir peygamber gönderdiyse onun aynı zamanda düşman­ları da olmuştur. Kısaca düşmanı olmayan hiç bir peygamber gönde­rilmemiştir. Nitekim Allah (c.c) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler telkin  ederler."

(En'âm, 6/112).                                                                       

 Kimi zaman da Tevhid düşmanları nezdinde bir çok ilimler, ki­taplar ve hüccetler de olabilir. Nitekim bunlar için Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Peygamberleri onlara apa­çık (mucize ve) deliller ile geldi­ğinde onlar, yanlarındaki (kendi

akıllarınca) ilim (sandıklan ka­zanç, ticaret ve batıl inançları ile)

sunardılar (ve peygamberleri ile alay ettiler) ve alay edegeldikleri şey (azab) onları kuşatıverdi." (Gafir = Mümin, 40/83).

İşte bütün bu esaslara göre mü'min ve müslüman olan kişinin gö­revi, dinini gereğince öğrenmektir. Çünkü Allah'ın dini konusunda öğ­reneceği şeyler elinde bir silah oluşturmalıdır ki, bu silahla o şeytanları durdurabilsin ve onlarla savaşarak karşı koyabilsin. Bunun için de i mü'minin korkup üzülmesine de ayrıca gerek yoktur. Çünkü yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:                                                       

"Şüphesiz şeytanın hilekârlığı (kurduğu düzen) zayıftır." (Nisa,4/76).

îşin doğrusu Ehl-i Tevhîd olan bir halk tabakası, müşrik bilgin­lerinden binlercesini yenebilir. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ve gerçekten bizim ordumuz (mü'minler), elbette onlar (kâfir­lere) galip (üstün) olanlardır." (Saffât, 37/173).

Kaldı ki, Allah'ın ordusu hem eldeki delilleri ve dilleri sayesinde onlara karşı üstündürler. Hem de kılıç, ok ve silahlarıyla, mızraklarıyla da üstündürler.[55]                                                                   

İster mülhidler yani dinsizler, ister yahudî, hristiyan, varlığını yitirmiş, batılılık iddiasına kalkışan zavallılar olsun, ister dünya siyonistleri ve komünistleri olsunlar, hepsinin bir tek amaçları vardır. Bu da müslümanların inançlarını ve akidelerini sarsmak, müslümanları da kendi potalarında eritmektir. Onların şahsiyetlerini ve kişiliklerini kendi içlerinde eritip yok etmektir. Böylece İslâm toplumunu, kendi­lerince seçkin olan toplumun binek hayvanları olan merkepler haline; getirmektir.

Nitekim Siyon protokolleri bunun en açık örneğini oluşturmak­tadır. Bu protokoller, müslümanlar için konuyu açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. Müsiümanlar bunları öğrenmek! suretiyle işin önemini kavrasınlar. Böylece her müslüman nasıl korunması gerekiyorsa öylece korunabilsin. Müslüman hem kendisini, nemf kendisiyle birlikte olan kardeşini, bundan da öteye tüm müslümanları koruyabilmesi için mutlaka bunları bilmesi gerekiyor. Düşmanını tanıyabilmesi için şarttır bu.

Müslüman, edinmiş olduğu bu bilgiler sayesinde tehlikenin nef oranda büyük olduğunu, aldanması halinde gerçekten büyük badirelere yuvarlanacağını hiç bir zaman unutmamalıdır. Çünkü gerçekten bu dinsiz propagandalar, aldatmaca hareketleri hep şu sloganlarla ortaya atılmış olmaktadır:

"Kardeşlik, eşitlik!.. Din Allah'ındır. Fakat vatan ya da dünya herkesindir" İşte bunun gibi yaldızlı sözlerle müslümanları aldatırlar.

Allah'ın izniyle daha etraflı bir şekilde bu konuyu son bölümde ele alıp sizlere aktarmış olacağız.

Artık bu apaçık deliller sayesinde, Kitap ve Sünnetten sunduğu­muz deliller çerçevesinde "Velâ ve Berâ" konusu, yani kimleri seve­ceğiz, kimlere dostluk gösterip, velayetlerini kabulleneceğiz, kimler­den de uzak durup, onlara bu manada bir yetki vermeyeceğiz, konu­su, gerçek anlamıyla "La ilahe illallah" kelimesinin ayrılmaz bir şartı ve vasfıdır. Aynı zamanda bu, Lâ ilahe illallah kelimesinin manasının gerçek anlamda tahkikidir. Nitekim İbn Teymiyye (r.a) bu hususta der ki:

"Allah'dan başka ilah olmadığına dair şehadetin ve tanıklığın tah­kiki ya da gerçekleşmesi için, şu noktanın iyi bilinmesi gerekir. Kişi sevdiğini sadece Allah için sevecektir. Buğzettiğine de Allah için buğ-zedecektir. Dost ve veli edindiği kimseyi de Allah rızası için dost edi­necek, velayetini bu manada tanıyacaktır. Aynı zamanda düşman ka­bul ettiklerini de, Allah'a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müs­lüman Allah'ın sevdiklerini sevecek, Allah'ın buğzettiklerine de buğzedecektir."[56]

Kişi nerede ve hangi toplumda olursa olsun müslümanı sevecek, onu dost edinip, onun velayetini tanıyacaktır. Aynı zamanda nerede bulunursa bulunsun kâfire de düşmanlık gösterecektir. Hatta bu kâ­fir olan kimse en yakınından daha çok kendisine yakın birisi bile olsa, onu da Allah düşmanı olduğu için sevmeyip, düşmanlık gösterecektir. Kaldı ki, Velâ ve Bera (Mü'minleri dost edinmek, kâfirlerden de uzak durmak) konusu, İslâm akidesinin bir parçasıdır. Bunun ikinci rüknü ise, Tağutu reddetmek, onu inkâr etmektir. Zira bunsuz vela­yet eksiktir, tamamlanmamış olur. Cenabı Hak (c.c) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"O halde kim Tağut'u red­dedip Allah'a inanırsa, o kesinlik­le kopması hiç mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır."

(Bakara, 2/256).

Bu itibarla tağuta küfretmeyen, onu inkâr etmeyen kimse asla mü'-min olamaz. Tağût ise: Allah'tan ba^ka uyulan, kendisine tabi olu­nan, arzulanan ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir. Buna Şeytan da dahildir.

Kişinin imanı kabullenmesi, sağlam kulp olan Kur'ân ve İslâm'a sarılmış olması Tağût'a küfretmesi, yani inkâr etmesini gerektirmek­tedir. Nitekim biraz Önce mealini sunmuş olduğumuz Bakara 256. âyeti de bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.

 

• Tevhid Kelimesini Sadece Sözle Söylemek Yeterlidir Diyenlere!
 

Tevhid kelimesini dil ile söylemek yeterlidir ve bunu söyleyenler mü'mindir diye iddia edenlere verilecek en doğru cevabı vermeye çalı­şacağız. Bu konuda doğru ve sahih olan mezhep hangisi ise, konuyla ilişkisi olan hangi hadis varsa birlikte vereceğiz:

Allâme İbn Kayyım (r.a) diyor ki: "Tevhid, sadece kişinin, "Al­lah'tan başka bir yaratıcı yoktur, Allah (c.c), her şeyin Rabbi Meliki, sahibidir," demek değildir. Nitekim putperestler de bunu söylemek­teydiler ama yine de müşrik idiler. Bütün bunların aksine Tevhîd, Al­lah sevgisini içerir, Allah'ın tüm emirlerine boyun eğilmesini, emirleri karşısında tümüyle teslimiyetini ister. Allah'a kamil manada itaati, sa­mimi ve ihlash bir şekilde ibadet etmeyi, O'nun yüce iradesini tüm söz ve fiilleriyle yerine getirmeyi gerektirir. Yasakladığını yasaklamak, ver dediğini de vermek, O'nun için sevmek ve O'nun için buğzetmek ge­rekir. Çünkü Tevhid bunları içerir. Kısaca kişi ile masiyet (kötü ve şer) sebepleri arasına girebilen şeyler ve bunlarda ısrar gibi hususlarda Tev­hid esasından ayrılmayıp Allah'ın reddini istediği her şeyi reddetmek ve yapılmasını istediği her şeyi de yerine getirmek gerekir. İşin bu yö­nünü bilen bir kimse Rasûlullah (s.a)'ın şu ifadesini kavramış demektir:

"Bir kimse gerçekten Allah rızasını istemek suretiyle içtenlikle ve ihlash olarak "La ilahe illallah" derse, Allah (c.c) ona cehennem ate­şini haram kılar."[57]

Yine Hz. Peygamber (s.a)'in: "La ilahe illallah, diyen kimse ateşe (cehenneme) girmez"[58] hadisi ve benzeri hadisler, bir çok kişilerce yanlış yorumlanmıştır. Bir çok kimse bu hadisler karşısında zorlan­mışlardır. Hatta kimileri bu hadislerin mensûh olduğunu yani yürür­lükten kaldırılmış olduklarım sanmışlardır. Kimisi de bu hadislerin he­nüz emirler ve yasaklar gelmeden önce irad buyurulduklannı ileri sür­müşlerdir. Diğer bir ifadeyle: "Şeriat henüz kesinleşmeden önce bu hadisler söylenmiş olabilir," demişlerdir. Kimisi de bu gibi hadisleri müşriklerin ve kâfirlerin ebedî cehennem ateşinde kalacakları şeklin­de yorumlamışlardır. Bazıları ise, "Cehennemde ebedî kalış" husu­sunu şöyle yorumlamışlardır: "Yani bu, bunu ifade eden kimselerin sürekli olmamak kaydıyla cehenneme girecekleri" demektir, gibi hiç de hoş karşılanmayacak tevil ve yorumlara başvurmuşlardır.

Aslında Sâri' olan Rasûlullah (s.a) efendimiz, bu ifadeleri sadece dil ile söyleyenlere cehennem ateşi haramdır, diye söylememiştir. Doğ­rusu bu tüm bilinen gerçeklere aykırı düşmektedir. İslâm dininde za­rurî olarak bilinmesi gereken şeylerle bu, çelişmektedir. Çünkü mü­nafıklar da bunu dilleri ile söylemektedirler. Halbuki buna rağmen kesin inkarcı olmaları nedeniyle, cehennemin en alt tabakasında yer alacak­lardır. Zira Kur'ân bu hususu böylece bildiriyor.

Dolayısıyla, sadece dil ile söylemek yeterli değildir. Dil ile söyle­nirken içtenlikle de yerine getirilmelidir.

Kalbin söylemesine gelince, bu hususun kalb ile bilinmesi ve onu kalbin de doğrulaması demektir. Aynı zamanda bu kelimenin içerdiği menfi ve müsbet noktaları da bilmesi ve bunları yerine getirmesi gere­kir. Bu kelime neyi kabul etmemizi ve neyi de reddetmemizi istiyorsa, bunun gereklerini yerine getirmek zorundayız. Kişi böylece Allah'tan başka tüm şeyleri reddedecek, aynı zamanda Allah'a ait bilinmesi ge­rekenleri de bilmiş olacaktır. Zira Allah için var olması gereken nite­likler başkaları için asla söz konusu değildir, muhaldir. İşte Tevhid kelimesini söyleyen bir kimse bütün bunları kalbiyle kesin olarak bi­lecek, tanıyacak, yakînen kavrayacak ve ayni zamanda yaşayacaktır. İşte ancak bu manada Tevhid kelimesini söyleyen kimseye cehennem ateşi haramdır.

Bir de şu "Bitake" hadisini düşün. Bu, üzerinde şehadet kelimesi yazılı bulunan bir kağıt parçasından ibarettir.[59] Bu, kıyamet günün­de mizanın yani terazinin bir kefesine konuyor. Diğer kefesine ise 99 ciltlik bir dosya açılacak, açılan her bir dosyanın boyu göz alabildiği­ne uzun olacaktır. Ancak bu mini belge bütün bunlardan daha ağır basacak onca dosya havaya kalkacakdır. Sonuçta şahadet kelimesi­nin yazılı olduğu bu mini belgenin sahibi de azap ve ceza görmeyecek­tir. Şurası bilinmelidir ki, her bir muvahhidin bu bitaka yani ufacık kağıt parçası gibi tevhidinin gerçekleşmesi gerekir. Ama bu ufacık ka­ğıdı her şeyden daha ağır kılan şey nedir? Bu belge sahiplerinin yap­tıkları diğer işler neden bu belge kadar kâr getirici ve etkili değildir. Sebebi ne olabilir?

Yine şu müthiş olayı düşününüz. Yüz kişinin katili olan kimseyi[60]. İman olayı onun kalbinde öyle bir yer etmiştir ki, bu ger­çek, onu gidilmesi gereken kasabaya gitmekten alakoyamıyor. Ölüm ile pençeleşip dururken bile göğsüyle gideceği yöne doğru sürünerek gitmeye çaba gösteriyor. Gerçekten bu da bambaşka bir iştir. Bam­başka bir iman duygusudur. İşte bunun içindir ki, bu kişi halkı salih ve iyi olan kasaba halkından sayılmıştır. Yine buna yakın bir başka örnek. Azılı bir kimsenin kalbine doğan merhamet ve şefkat olayı[61]. Çok katı yürekli olan bir kişi susuzluktan neredeyse ölmek üzere olan bir köpek görüyor. Hayvancağız susuzluktan nemli toprağı yalamaya başlamıştır. Onun bu halini görünce hemen o andan itibaren adamın kalbine bir yumuşaklık ve şefkat duygusu gelmiştir. Yanında suyu ku­yudan çekebilecek herhangi bir alet de yoktur. Kendisine yardımcı ola­cak birileri de yoktur. Onun bu yaptığını gören birileri de bulunma­maktadır. Hemen bu şahıs kuyuya iniyor, ayakkabılarına kuyudan su dolduruyor. Sonra bunu ağzına alarak, dişleriyle tutuyor ve kuyudan yukarıya doğru tırmanıyor. O anda düşmeyi, ölmeyi unutmuştur. Ku­yudan ayakkabılarıyla çekip çıkardığı suyu hayvancağıza içiriyor. Hal­buki bunu yaparken de ondan bir karşılık ve bir teşekkür de bekleme­mektedir. İşte Tevhid gerçeğinin bu kadarı bile, o kimse de ilahî nu­run yeşermesini sağlamış, böylece bu azılı kimsenin bağışlanarak kurtulmasını sağlamıştır"[62]

Müslim'in Sahih'inde rivayet olunan hadise göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Kim La ilahe illallah" derse, Allah'tan başka ibadet olunan ve saygı gösterilen tüm şeyleri de İnkâr ederse, o kimse­nin malı, kanı haram kılınmış olur. Hesabı da Allah'a bırakılmış­tır."[63]

Bu hadisin açıklamasıyla ilgili olarak Muhammed b. Abdullvah-hâb şunları yazmaktadır:

yi "İşte Rasûlullah (s.a)'ın bu hadisleri, La ilahe illallah, kelimesi-,nin manâsını en açık bir şekilde izah etmiş olmaktadır. Dikkat edilir­se hadis; dil ile bu kelimeyi söyleyen kimsenin malının ve canının ga­rantiye alındığından söz etmemektedir.Yine hadis, bunun manâsını bil­mekle de imanın gereğinin yerine getirilemeyeceğini bildiriyor. Evet bu kelimeyi sadece ikrar etmek de onun mal ve can emniyetini sağla­mıyor. Kişinin Allah'tan başka İlah yoktur, O'nun eşi ve ortağı yok­tur demesi de bunun için yeterli olmuyor. Bütün bunları söylemek o kimsenin mal ve can emniyetini sağlamıyor. Peki bu nasıl olacaktır? Hem yukarıda sayılan şartları yerine getirecek hem de Allah'tan baş­ka tapınılan ve saygı gösterilen tüm küfür çeşitlerini ve düzenlerini red­detmek yükümlülüğünü yerine getirecektir. Bunu yapamadığı ya da bunda şüphe etmesi halinde veya birazcık olsun duraklaması durumun­da böyle bir kimsenin mal ve can güvenliği söz konusu değildir."[64]

İşte biz buradan Mürcie akidesinin bozuk bir akide olduğunu öğ­renmiş bulunmaktayız.[65] Çünkü bunlar şöyle demektedirler: "İman, sadece meseleyi bilip tanımaktır. Küfr ise bilmemektir, cehalettir." Bu bakımdan ameli imandan sonraya bırakmışlardır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, Mekke'li kâfirler, Hz. Peygamber (s.a)'in "La ilahe illallah" kelimesinden kasdının ne olduğunu bili­yorlardı. Ancak sırf büyüklük (istikbar) gösterdikleri için kabullen­miyorlardı. Bu itibarla, onların Allah'ın bir tek oluşuna, rızık verenin de sadece O olduğuna, dirilten ve öldürenin de o olduğuna inanmala­rı onlara hiç bir fayda sağlamamıştır.

Hatta Hz. Peygamber (s.a), bu kimselere:

"Gelin Lâ ilahe illallah" deyin diye çağrıda bulununca şöyle ce­vap vermişlerdir:

"Acaba O (Muhammed), ilahları bîr tek ilah mı yaptı? doğ­rusu bu, şaşırtıcı bir şey." (Sâd, 38/5).

Muhammed b. Abdulvahhab şöyle devam ediyor:             

"Cahil kâfirlerin bu gerçeği bildiklerini öğrendiniz. Bu duruma rağmen hala müslüman olduğunu iddia eden kimseye şaşılır. Çünkü müslüman olduğunu iddia ettiği halde, cahil kâfirlerin bildiği manâ­da bu kelimenin tefsirini ve içeriğini bilememektedir. Aksine bugünün müslümanı, manâlarını bilmeksizin ve kalben buna itikad etmeksizin, sadece söz ile bunu söylemeyi yeterli görüyor. Esas itibariyle bu hu­susta duyarlı olan kimse, bu kelimenin manâsının şöyle olduğunu kav­ramakta gecikmez." Yaratan, yedirip nzık veren, dirilten ve öldüren, bütün işleri düzene koyan, Allah'tan başkası değildir. Artık cahil kâ­firlerin bile kendisinden çok daha iyi olarak kavradıkları "La ilahe illallah" kelimesini gereğince değerlendiremeyen bir müslümandan, ha­yır beklenemez.[66]

Aynı yazar bu hususta buna ek' olarak şunları yazıyor: "Burada bir şüphe ve kuşku bulunmaktadır. O da Hz. Peygamber (s.a)'in, Hz. Üsame (r.a)'ye: Lailahe illallah" diyen bir kimseyi öldürmesini hoş karşılamadığına dair olan sözüdür.[67]

Yine Hz. Peygamberin şu sözü de bu kuşkuyu gündeme getirmek­tedir: "İnsanlarla, La ilahe illallah, deyinceye kadar savaşmakla em-rohındum."[68] Yine buna benzer daha bazı hadisler de vardır ki, bun­lar da, bu kelimeyi söyleyenlerden uzak durmayı içermektedirler.

"Aslında bu cahiller bu sözleriyle; "Bunu söyleyenler tekfir olu­namazlar, ne yaparlarsa

hafız_32
Wed 29 September 2010, 12:37 pm GMT +0200
yapsınlar, kendileri öldürülüp, karşılarına çıkılamaz" demek istemektedirler."[69]

"Bu cahil müşriklere şöyle cevap verilebilir bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a), yahudilerle savaşmış ve onları bulundukları yerden sür­gün etmiştir. Halbuki bunlar da "La ilahe illallah" demekte idiler. Aynı zamanda Hz. Peygamber'in ashabı, Hanifeoğullarıyla (Benî Ha­lîfeyle) savaşmışlardır. Halbuki bunlar Şeh. det kelimesini söylüyor­lardı. Yani Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a)'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadette bulunuyorlardı, namaz kılıyor­lardı, müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Hz. Ali b. Ebî Talib onları ateşte yakmıştır.[70] Çünkü bu cahiller şunu ikrar edip söy­lemektedirler. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden küfre girmiş olur, dolayısıyla öldürülür. Bu kimse "La ilahe illallah" dese de öldürülür. Şayet İslâmî rükünlerden herhangi birisini inkâr ederse ve aynı zamanda tevhid kelimesini söylese de küfre girer ve öldürülür.

"Bu nasıl bir şeydir ki, İslâm'ın fer'î meselelerinden birini inkâr eden kimseye herhangi bir yarar sağlamıyor da dinin aslı, bütün pey­gamberlerin getirmiş olduğu dinin temeli olan ve başı durumunda bu­lunan tevhidi inkâr eden kimseye, sadece sözle "La ilahe illallah" ke­limesi yarar sağlayabilir, menfaat getirebilir?"

"Ancak Allah düşmanları, hadislerin manasını gereğince kavrayamıyorlar. Şurası bilinen bir gerçektir ki, bir kimse müslüman olduğunu açıkladıktan sonra, artık ona aykırı olan tüm şeylerden kendisi­ni çekip çevirmesi gerekir ki, bunlar kendisinde kesin bir iman halini almış olsun. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler, Allah yo­lunda  savaşa  çıktığınız  zaman

(mü'mini kâfirden iyice ayırdetmek hususunda meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin (çok dikkatli davranın ve acele etmeyin)." (Nisa, 4/94).

Bû âyet şu gerçeği vurgulamış olmaktadır. Kişinin durumu kesin belirlenip ortaya konuluncaya dek, ona ilişmemek. Ancak mesele, araştırılıp ortaya çıkınca, kendisinde İslâm'a muhalif bir durum varsa, o zaman bu âyetin: "durumlarını belirleyince" hükmü gereğince öldü­rülürler. Şayet öldürülmeyip ya da kendileriyle savaşa girilmeyip ol­duğu gibi bırakılırsa, "durumları kesin olarak belirlenince" ifadesi­nin zaten bir anlamı da.olmamış olur."

"Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a) efendimiz, Haricîlerin öl­dürülmelerini hadislerinde emir buyurmuşlardır:

"Onlara nerede yetişirseniz, derhal onları öldürün. Şayet ben on­lara erişmiş olsaydım, tıpkı Âd kavminin öldürüldüğü gibi onları öl­dürürdüm."[71]

"Halbuki bunlar insanlar içerisinde en çok ibadet edenler, en çok "La ilahe illallah" ve "Subhanallah" diyenlerdir. Öyleki Sahabîbile, onların namazlarını gördüklerinde kendi namazlarını ve ibadetlerini küçümsenmişlerdir. Ki bunlar ilmi de sahabeden alıp öğrenmişlerdir Ancak bunlara ne "La ilahe illallah" demelerinin bir yararı olmuş­tur. Ne de çok çok ibadette bulunmalarının bir yararı. Ne de İslâm iddiasında olmalarının bir faydası. Çünkü bunlardan zuhur eden şey­ler, şeriata muhalif şeylerdi."[72]

Artık hemen her akıl sahibi şu gerçeği anlamış olacaktır ki, şayet bu kelime, evet mücerred olarak bu kelime ile her şey olacak idiyse, yani sadece dil ile mücerred söylemekle, kelimenin gereklerini yerine getirmemekle her şey olacak idiyse, o zaman bu kelime Kureyşliler için gayet kolay gelirdi. Hemen onu söylerlerdi, böylece karşılaştıkları sı­kıntılardan, ilahlarının aşağılanmasından da kurtulmuş olurlardı.

Ancak durumun hiç de öyle olmadığını görmektesin. Sen de bil­mektesin ki, bu kelimenin medlulü ve içeriği Cahili Kureyşlilerinin tüm amaçlarını değiştirmektedir. Bu kelimenin insandan yerine getirilme­sini istediği şeyler vardır. Bu istenilen şeyler Kureyş'in tüm azgınlıkla­rına ve taşkınlıklarına son vermekte, onların bunu insanlar için uzak bir şey gibi görmelerine de izin vermemektedir.

Bu kelimenin aynı zamanda, insanı özgürlüğüne kavuşturması ba­kımından büyük bir önemi vardır. İnsanı insana kulluktan kurtarıp Allah'a kul yapıyor. Evet insanların birbirlerine olan kulluklarından kurtularak bir tek ve Kahhâr olan Rabbin kulluğuna vermektedir. Bu kelime takvayı en önemli ölçü ve terazi olarak kabullenmektedir. İn­sanın bu sayede en övünülecek şeyi bulmasını sağlamaktadır bu keli­me. Yine bu kelime, insanların atalarından ve dedelerinden miras yo­luyla edinmiş oldukları cahili gelenekleri, adet ve töreleri tümüyle red­detmektedir.

O halde müslümana düşen ve layık olan şey, İslânıım en iyi bir şekilde yaşaması, bu kelimenin istediği manada değerini vermesidir. Böylece kişi, Allah'a ibadet edenler arasında, ibadetini basîret üzere bilerek ve yakînî anlamda yerine getirenlerden olacaktır.


[9] bk. Fethu'I-Mecîd, 36.

[10] Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye, Mecmau'i-Fetâvâ, XXVIII. 132. (Cem', Abdurrahman  b. Kasım).

[11] İbnul Kayyım, "Tağût" için en güzel ve etraflı tanımı şöyle yapmıştır: "Tağût; ku­lun haddi tecavüz ederek Allah (c.c) dışında başkalarını mabut edinmesi, başkaları­na uyması veya itaat etmesidir. Bu bakımdan her kavmin tağut'u denilince, o toplu­mun Allah ve Rasûlü dışında hakem kabul ettikleri, ya da Allah'dan başkalarına kullukta bulundukları, ya da İleriyi görmeksizin körü körüne Allah'tan başka uy­dukları veya itaat ettikleri şeylerdir, bilmeden itaatte bulundukları bu şeyleri Allah'a taatmış gibi değerlendirenlerdir. Abdurrahman b. Hasan, Fethulmecîd, 16.

[12] bk. Abdurrahman b. Kasım, Ed-Dürerü's-Seniyye, 1/95.

[13] M. bin Abdulvehhab, İslâm Akaidi Hk. birkaç Risale, 35.

[14] Delâlet: Lafız ile manâ arasındaki münasebete denir ki, "Vaz'iyye" ve "akliyye" olmak üzere iki kısma ayrılır.

  Delalet'i Vaz'iyye Lafzın, konulmuş olunan manâya tümüyle delalet etmesidir ki, buna aynı zamanda "Delalet'i Mutafetıkıyye" adı verilir. Meselâ Arslan lafzının bilinen yırtıcı hayvana ad olarak konulduğu gibi, ona mutabık ve uygun olması nedeniyle hem vaz'î hem de mutabıkı denilmektedir.

"Aklî Delâlet"e gelince, kelimenin asıl konulmuş olduğu anlamda değil de, ken­disi için makul olan bir kavramı göstermiş olmasıdır. Bu da iki kısımdır. Tazammunî delâlet ve iltizamı delalet.

Tazammûnî delâlet: Bir lafzın konulmuş olduğu manânın tümünü değil de, bu­nun bir kısmına delâlet etmiş olmasıdır.. Meseiâ cesaret sahibi bir kimseye Arslan denilmesi gibi. Böylece o kimseye arslanda bulunan yırtıcılık vasfı değil de, arslanın bir vasfı olan cesareti ve atılganlığı kastedildiğinden tazammûnî delalet denilmiştir.

iltizâmı delâlet: Bir lafzın asıl manâsından başka bir manâya verilmiş olması gibi. Mesela "EH açık adam” denilince, bu o kimsenin yardım sever olduğunu gös­terir. Yoksa elinin açıklığını değil.

[15] bk. Mecmuatürresail vel Mesailinnecdiyye ile birlikte basılan "el-Mevridu'1-Azbü'z-Zülâl", 4/99.

[16] Süfyân b. Uyeyne, Müctehid İmam'dir. (Süfyân b. Uyeyne el Hilâli). Hadis hafızı olup, İslâm'ın sayılı alimlerindendir. d. 107/725 v. 198/813 (91) yıl yaşamıştır. İmam $afiî, hakkında şunları söylemektedir: "Şayet İmam Malik ve İbn Uyeyne olmamış olsalardı, gerçekten Hicaz bölgesinin ilmi kaybolurdu". Ahmed b. Hanbel de hak­kında şunları söylüyor: "İbn Uyeyne'den daha çok sünnet ilmini bilen birini gör­medim. Gerçekten değerli biriydi ve kendisi pek çok ibadet edenlerdendi. Yetmiş yıl haccetmiştir." bkz. Şezerât, 1/354. A'lâm, 3/105.

[17] Bkz. Ebû Bekir Muhammed b. Hüseyin el Acurrî, "K. eş-Şeria" 104. Tahkik, Mu-hammed Hamİd el-Fakî.

[18] Bkz. Şeyh Hafız Hikemî, "Mearicu'l-Kabûl" 1/377.

[19] Vehb b. Münebbih b. Kâmil, el-Yemânîes-San'ânî Kendisi Ebû Hureyre, Ebu Saîd, İbn Abbas, İbn Ömer ve daha başkaları gibi zatlardan hadis rivayetinde bulunmuş­tur. Âcelî, kendisi hakkında der ki: "Güvenilir bir tabiîdir. Kendisi Sana'da kadılık görevini yürütmüştür. Ayrıca kendisinin güvenilirliğini şu zailar da bildirmişlerdir. Ebû Zür'a, Nesâî, İbn Hibbân. Hicri 34 yılında doğmuş, H. 110 tarihinde vefat et­miştir, bk. Tehzîbu't-Tehzîb, XI, 167.

[20] bk. Buharî Çenâiz, "Son sözü La ilahe illallah olan kimse" bahsi, III, 109.

[21] Mearicu'l-Kabûl, I, 378. el-CâmiıTl-Ferîd, 356. Müslim, İman, 26.

[22] Mearicu'l-Kabûl, 1, 378.

[23] Müslim. İmân, 28.

[24] Müslim, İman, 27.

[25] Müslim, İman, 31.

[26] Fethu'l Mecîd, 36.

[27] bkz. Mearİcu'l-Kabûl, I, 380.

[28] Meâric'ul Kabûf, I, 381. Ayrıca bkz. İmam Nevevî, Kırk Hadis 41. Hadis. (Neve-1 vî, bu hadisin Sahih Hasen bir hadis olduğunu belirtmektedir).

[29] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’I-Kur'âni’l-Azîm, ilgili âyet, (II, 306).

[30] Mearicu'l-Kabût, I, 381.

[31] Buharî, K. İlim, 49, Cuma 18; Müslim İman 53; İbn Mace zühd 19, el-Lii'lüü ve'I-Mercân, I, 8.

[32] İbn Kayyım, el-Tibyân fî Aksâmi'l-Ktır'ân, s. 43. (Talik, Tâhâ Yusuf Şahin).

[33] bk. Hakim, el-Müstedrek, I, 70. Hakim bu hadisin isnadının sahih olduğunu belirt­miş, Zehebî bu hususta ona katılmıştır.

[34] Abdurrahman İbn Recep, Kelimetu'l-İhlâs, s: 28 (Thk. Züheyr Şaviş-Elbânî).

[35] Mearicu'l-Kabûl, I, 382. el-Camiu'1-Ferîd, 356.   

[36] Buharı, İlim 1, 33, Rikak 51

[37] Utbân b. Mâlik b. Acİân eî-Hazrecî, es-Saîimî, el-Ensarî. Cumhur'a göre Bedir as-hâbındandır..Salimoğullannın da kavminin İmamıdır... İbn Sa'd'm anlattığına gö­re Rasûlullah (s.a) kendisiyle Hz. Ömer'i kardeş yapmıştır. Hz. Muavİye'nİn halife­liği döneminde vefat etmiştir, bkz. İbn Hacer, el-İsabe, II, 452.

[38] Müslim, K. el-Mesâcid, 263.

[39] İbn Recep bu hadisi İhlas Kelimesi adlı eserinde, 61. sayfada zikretmiştir. Elbânî hadis hakkında şunları söylüyor: Hadisi, Câmi'ul-Kebîr'e nisbet ediyor, (2/477), Yakub b. Asım'dan rivayet ediyor. Bu zat da demiştir ki: Bana sahabeden iki kimse rivayette bulundu. Adı geçen bu Yakûb, Müslim'in râvilerindendir. İbn Hibban da bu hususta kendisine katılmıştır. Şayet senedin buna bağlanışı sahih ise, hadis sabit olan bir hadistir.

[40] bkz. İbn Teymiye, İktizau’s-Sırati' I -Müstakim 451. (Thk. M. el-Fakî).

[41] Fî Zilal’il-Kur'an, V, 3049; ibn Kayyım, et-Tefsîru’I-Kayyım, 423. (Cemeden, Muhammed Üveys en Nedvî, Thk. M. Hamid el Fakı).

[42] Muhammed Cemaluddîn el-Kasımî, Mehasimı't-Te'vîl, XIV, 5138. (Thk.M. F. Ab-dulbakî).

[43] İbn Teymiye, İktizaussırat'il-Müslakîm, 454; İbn Teymİye, et-Tuhfetu’l-Irakiyye, 41.

[44] Hafız el-Hikemi, A'lamüssünneti'l-Menşûre, 14; Mearicu'l-Kabûl, I, 383. el-Câmiu'I- Ferid, 356.

[45] Buharı, îman, 9-14; îkrâh, 1; Müslim, îmân, 66-67.   

[46] Şeyh Allâme Hafız b. Ahmed el-Hikemî, Selef akidesine bağlı bir alimdir. Kendisi Tihame bölgesindendir. 1342/1923'de doğmuş, doğum yeri Cîzan yakınlarında Se­lâm köyüdür. Kendisi zekâda bir deha idi, kuvvetli bir hıfza ve güçlü bir anlayış ve kavrayışa sahipti. Abdullah el-Kar'avî'den ders almıştır. Gerçekten ilim, takva ve iffet sahibi bir zat idi. Vefatı 1377/1957'dir. Vefatında 35 yaşlarındaydı. Hal tercemesi için Kendi oğlu Ahmed'in kalemiyle, Mearİcu'l-Kabul'un ilk cüzü.

[47] Mearicu'l-Kabul, 1/383.

[48] en-Nûniye, 158.

[49] Şeyh Abdullatif b. Abdurrahman, er-ResâiIü'1-Müfîde, 296.

[50] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 357-358 (Bu Hasen bir hadistir.).

[51] bk. Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe V. 235/849. el-İmân, 45. (Thk, Elbânî. Elbânî, demiştir ki: Taberânî bu hadisi el-Kebîr adlı eserinde İbn Mes'ûd1-dan merfu olarak rivayet etmiştir. Hasen bir hadistir. Müsned, VI, 286.

[52] bk. Süyûtî, el-Camiu's-Sağîr, I, 69; (Elbânî, hadisin Hasen oldufğunu bildirmiştir. bk. SahihıTl-Camiu’s-Sağîr, II, (343, Hadis no; 2536).

[53] Hilyetu’l-Evliyâ, 1, 312, İbn Recep Hanbelî, Camiu'l-Ulûm ve'l-Hikem, 30.

[54] Şeyh Süleyman b. Abdullah b. Muhammed, Tefsîru'1-Azîzi'l-Hamîd, 422.

[55] bk. M. Abdülvehhab, Keşfu'ş-Şübühât, 20, Mecmnatürresail ve'l-Mesail en Nec diyye. IV. 46.

[56] İbn Teymiye, et-İtıticac, bil Kader,62.

[57] Bu hadisin kaynağı daha önce belirtildi.

[58] Bununla ilgili bilgiler "Lâ İlahe illallah" şartlan bahsinde geçti.

[59] Tirmizî, İmân, 17, 2641. İbn Mace, Zühd, 35. Ahmed b. Hanbei, II, 213, 222. (Ab­dullah b. Ömer'den hasen senedle rivayet olunmuştur. Hadis ravileri güvenilir olup, hadis de sahihtir.)

[60] Buhârî, Enbiyâ, 54. Müslim, Tevbe, 46, 47.

[61] Müslim, Selâm, 2245.

[62] İbn Kayyım, Medaricu's-SalikînMen özetleyerek, 1/330-332.

[63] Müslim, İman, 23.

[64] K. et-Tevhîd, 115.

[65] Mürcie, İrca kökünden, tehir etmek, ertelemek anlamına gelir. Bunlar, imanın sa­dece ikrardan ibaret olduğunu savunurlar, bk. Eş'arî, Makâlât, I/214; Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak, 202.

[66] Muhammed b. Âbdulvahhab'in eserleri, 5/15 (I. Baskı).

[67] Müslim, îman, 97.

[68] Müslim, İman, 20.

[69] Aslında bu iddiayı ileri sürenler Mürcie mezhebinden olanlardır. Çünkü bunlara göre iman varsa, masiyetin ve isyanın bir zararı yoktur. Nitekim, kâfir olan kimseye ita­atin yarar getirmediği gibi.

[70] Bunlar Hz. Ali'nin ilahlığmı savunan sapıklardır.

[71] Müslim, Zekât, 1064.

[72] Keşfu'ş-Şubuhât, 40.

Yağmur Gümüş 8-B
Wed 21 October 2015, 05:06 pm GMT +0200
Bismillah...
Tevhit Allah`ın varlığına ve birliğine inanmaktır...
Tevhit kavramına inanmak en büyük inanç esaslarındandır.Allah hepimize `La ilahe illallah` demeyi nasip etsin inşallah.paylaşım için Allah razı olsun...