- Tevhid 2.İkinci Bölüm İmam Maturidi

Adsense kodları


Tevhid 2.İkinci Bölüm İmam Maturidi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ezelinur
Sun 28 March 2010, 04:49 pm GMT +0200
TEVHİD 2.BÖLÜM İMAM MATURİDİ


Mes´ele (Tevhidi İfade Eden Yollar Hakkında)

Mes´ele (Îlim Ve Nazarı Reddetme)

(İbni Şebib´in Cisimlerin Hadis Olması Hakkındaki Münakaşası)

(Dehrîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Beyan Edilmesi)

Mes´ele (Dehrîlerden Sümenilerin1 Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olduğunun Açıklanması)

Mes´ele (Sofistlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olduğunun Açıklanması)

Seneviyyeierin Sözlerinin Sıfatı Hakkında Mes´ele (İlk Olarak; Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması)

(İkinci Olarak : Disânîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması)

Üçüncü Olarak : Marlnyâtülerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması.

(Mecûsîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması)

Mes´ele (Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı Ve Kendilerine Olan İhtiyacın Açıklanması)

İbni Râvendî´nin Peygamberlik Hakkmdaki Kösleri Ve Sökerinin Fâsiâ Olmasının Açıldanması

Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Îsbâtı

(Özellikle Muhammet! Sa!Liillulmiüeyhivesellem´in Peygamberiiğinin İsbata)

(Hıristiyanların Îsâ Aleyhisselâm Hakkındaki Görüşleri Ve O Görüşlerin Reddedilmesi) :

(Mes´ele)

Mes´ele Allah´ın Fiilleri

Mes´ele.

(Kulların Fiilleri Ve Onların İspat Edilmesi)

(Fırkaların, Kulların Fulleri Hakkındaki İhtilâfı)

Kulun Kudreti Veyahut Gücü Ve Takati

Mes´ele (İki Zatda Bir Kudretin Carî Olması Ve Güç Yetmeyen Şeyin Teklif Edilmesi Hakkındaki Sözler Ve Görüşler)



Mes´ele (Tevhidi İfade Eden Yollar Hakkında)

Fakîh Bbu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra «tevhidi ifade etmek, bir çok yoldan[1] hâsıl olur. Şöyle ki : Dehriyyun; kendi aralarındaki ihtilâfa rağmen— bir yaratıcının bulunduğuna veyahut[2] toprağın ka­dîm olduğuna veya heyûlâ olduğuna ittifak etmişlerdir. Onların katında heyûlâ, birdir. Kendisine arazlar gelmiş olup birinci halinden değişikliğe uğramıştır.

Senviyyeler; hakîm, rahîm ve âlim olan, muhakkak birdir ve diğeri­nin mânâsı rubûbiyet mânâsı değildir; bilakis o, rubûbiyet mânâsının zıt-tıdır. Çünkü onun hepsi sefeh ve serdir, diyorlar. Diğer ehli edyan ise; bir olanın kadîm olduğunu ispat ediyorlar. Hatta bir grup bir olanın sonradan cisimlendiğini ifade ediyor, Başka bir kavun ise bir olanın bir de oğlu olduğunu sürüyor.

Onlar, bu ihtilâflarına rağmen birin var olduğuna ittifak ediyorlar. Böylesi, benzeme sahibi olamaz. Çünkü ona bu hususu isnad mümkün değildir. Kendi gayrisi olmayınca o, buna göredir. Çünkü kendisinde benzerlik olan vecih, gayrinde hadis olmadaki şeyin bulunmasıdır ki, bu da uzak bir ihtimaldir, işte bu bir olmanın mânâsıdır. Zira O, yüce­liğinde ve celâlinde birdir. Zatta bir olanın zatına benziyen bir şeyin bu­lunması muhaldir. Bu, geçen mevzuda beyan ettiğimiz gibi tevhîd aki­desini sarsıp ortadan kaldırır. Sıfatlarında bir olması, ilim, kudret ve tekvîn ile vasfolunan şeyin hakikatlerinde birinin ona ortak olmasından yücedir ve bendir. Hatta bunlardan her sıfat ki, yok iken, sonradan başkası ile bulunan her sıfattan münezzehtir. Hadis ile kadîmin birbir­lerine benzemeleri asla mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki :
Beşerin hepsinden görüşü ve bakışı olana umumiyetle tehvîd akidesi verilmiştir. Sonra onlardan her fırka umum olarak verilen bu tevhîd akidesini tefsir etmekle bozmuştur. An­cak ehli İsiâmdan bir fırka müstesna. Onlar, kendilerine verilenin hep­sine sahip çıkmışlar ve onu benimsemeyi elzem kılmışlardır.

Bunun örneği : Dehrîlerin, bir yaratıcının var olduğunu ve onun kadîm olduğunu öne sürüp bütün varlığın ezelde yaratıcı ile beraber bu­lunduğunu ifade ettikleri gibi. Bunda ise tevhîd akidesini iptal etme var­dır. Onlardan bir kısmı, toprağın kadîm olduğunu ve «heyûlâ»nm var olduğunu söyler ki bu, her ikisini bir kılar; sonra onu yok eder ve böy­lece kendisinden intikal etme ve yok olma bakımından sayılmıyacak kadarını meydana çıkarır.

Senviyelerden ise, bir olan âlimin var olduğunu söyliyen vardır. Ve bu, o bir´in cinsin biri olduğunu ifade etmeğe gider. Çünkü o, bütün hayırları o birin cüzleri olarak kılar. Bu söz, menaniler ile mecusî, zındık­lardan onların benzerlerinin sözüdür. Onlar, cismi kabul etmekle bir ol­manın mânâsını iptal ettiler. Çünkü cisim, kendisinde çokluk bulunan geym ismidir.

Yahudiler ise, o bir´e mahlûkatı benzettiler. Bununla sayıları ço­ğalıp hatta sözleri[3] çocuğun bulunmasının mümkün olma haddine var­mıştır. Hıristiyanlar; «omıak»ta birdir, diyorlar. Ekânimde ise; üç ola­rak bulunduğunu öne sürüyorlar. Böylece her Uknumda cüz ve had, nefyolunmuştur. Onlar, «bir» mücessem değildi, sonradan cisimleşti, di­yorlar. Bilinir ki, gerçekten cisim cüzleşen ve parça parça olan şekil­den ibarettir.

Tabiat felsefesini benimseyenler ise, onlar, tabiatın kendi nefsi ile bir şey icadettiğini ve yaptığını, tabiatın kendisine gerekli kılmazlar. Hatta tabiatın arasım cenıeden ve ayıran «foir»i olur. O ise, onların nezdinde ezelîdir.

Tevhîd akidesi hakkında başkalarının görüşleri ile fikir yürüten­lerden birisi de mu´teziledir. Mu´tezile mezhebinden olanlar, eşyanın ka­dîm olduğunu söylerler. Kadîm ismi, ezel ismini de alır. Eşya da bunun gibidir. Onların sözlerine göre; dehriyyûnun, âlemin kadîm olması hakkındaki sözünü geçen mevzularda iptal etmek üzere açıkladığımız gibi tevhîd akidesini iptal etmektedir. Bununla beraber onların nezdin­de Allah, Hahk, Rahman ve Rahînı değil idi. Allah, sonradan Hâhk, Rahman ve Rahîm olmuştur. Eşya, senviyelerin, zatta; birbirine zıddi­yetin bulunmasından sonra imtizaç ettiklerini söyledikleri şey üzere son­radan var olur. Heyula felsefesini ve toprağın kadîm olduğu görüşünü benimseyenlerin sözlerine göre de Allah, cihette bir idi; sonra hadiseler­den, sonradan var olan şey île o hali almış olur. Fakat, onların sözü mu´teziîenin sözünden aklen gerçektir. Çünkü onlar, değişmeyi asıldaki hadiselere lâzım kıldılar. Bunlar ise, asim dışında kalan[4] hadiseler ile gerektiğini söylediler. Görünen âlemde bir şey yoktur ki, bulunduğu hal üzerinden kendisine lâyık olmıyan ile değişsin. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Hüseyin´in[5] Berğus´ım[6] ve onların gayrisinin bu ikincisi hakkındaki sözleri de buna göre söylenmiştir. Onlar da, Allah vardı, mekân ise yok idi demeleri[7] bakımından mekânla değişikliği gerektirdiler. Sonra Al­lah´ın her mekânda mevsuf olduğunu öne sürerek, hadis olan ile vas-folunmasını da icabettirdiler ki, bununla tevhidin anlamı iptal olmuş olur.

Muşebbiheler ise; yaratmakta, cisim olmakta, sınırla olmakta, so­nuçlu olmakta, hareket ve sükûnet sahibi bulunmakta Allah´ın benzeri olduğunu söyliyerek, âlemin hadis olduğunu kendisi ile bilmen şeyi Al­lah´a da gerçekleştirdiler ve onu Allah´a benzer kılarlar. Allah-u Teâlâ, bu gibi şeylerden yücedir, beridir.

Tevhîd akidesini benimseyen fırkanın sözü de şöyle hulâsa edilir : Gerçekten Allah, Zatında birdir. Bütün birler, kendisine muhtaçtır. O, sınırlanma ve sonuçlanma veyahut zeval bulma, değişme sıfatının ken­disinde bulunması mümkün olan ve adedlerin sıfatını icabettirecek şey­deki birler mânâsını ifade etmekten yücedir ve beridir. O, kudret, tek-vîn ve kıdem sıfatları ile mevsuftur. O, değişme ve zeval bulmadan yüce ve beridir. Her halde yapılan hamdu sena, Allah´a mahsustur.

Sonra dehrîlerin ihtilâfı üç noktada toplanıyor :

Birincisi : Varlıkların birbirine zıt olup sonra bir araya toplanma­ları. Bu görüş, zındıkların[8], seneviyye9[9]fırkasının salikîeri ile ziya ve ka­ranlık görüşünü öne sürenlerin sözüdür.

İkincisi: Bir araya toplanıp sonra birbirine zıt ve uyumsuzluk ha­linde bulunmaları. Bu da toprağın kadîm olduğunu ve âlemin «heyûlâ»-dan var olduğunu söyliyen kimselerin görüşüdür.

Üçüncüsü: Her ikisinin bilinmemesi cihetinin benimsenmesi[10] Bu ise âlemin kadîm[11] olduğunu öne süren kimselerin görüşüne göre ifade edilmektedir. Bu görüşün tabiatın mûcid olduğunu benimseyen kimse­lerin sözünün böyle olmasına benzer. Oysa ki bu husus, onların sözün­den açıkça anlaşılmıyor. Sonra ayrılığın veyahut içtimain kadîm[12] olma­sına benzetiliyor. Bunlar, âlemin olduğu haliyle bu iki sistem üzere ol­masını görüyorlar. Başlangıcı olmayan hâdiselerle beraber varlıkların kadîm olduğunu söyliyen kimsenin sözü de bu söz gibidir. Her iki hâ­lin arasını ayıranın sözündeki tenakuz ayan - beyandır. Çünkü o, ken­disine içtima veyahut tebayünden meydana gelen iki vecihten birisini vacip kılmıştır. Zira bu onun kıdemle vasfettiği husustur ki, sonra ken­disinden bu husus, kendi nefsi yok olmadan yok olup gitmiştir. îşte bununladır ki, kendisinin var olmasına sebeb olanla beraber bulunduğu haldeki husus bâtıl olup fesada uğramıştır. Bu ise yok olması halinde «şeydin icadının illetinin var olmasıdır ki, bu da aklen fasittir. Bunun­la beraber eğer bu hususun vuku bulması caiz olsaydı, kadîmin hadis, hadis olanın da kadîm olması caiz olurdu. İste bu hususta kıdem hak­kındaki sözlerinin bâtıl olduğu anlaşılır. Ve yine kendi nefsi ile zeval bulması sabit olan şeyin var olması ve kendi nefsi ile yok olan şeyin sabit olması caiz olmuş olsaydı, kendi nefsini yok bulanın var olması ve kendi nefsinin yokluğunun var olduğunu iddia edenin de yok olması caiz olurdu, Bunda da iki vecih vardır :

Birincisi: Âlemin yok iken sonradan var olması ve yokdan sonra da var olması. Bunda da kendi mezheblerinin fasid ve bâtıl olduğu hu­susu ve âlemin aslı bulunmaksızın hadis, yani sonradan var olduğunun söylenmesi gerekir.

İkincisi: Eğer âlemin bizatihi toplanması ve ayrılması ve bizatihi müteferrik olanın kendisinde bir şey vuku bulmadan toplanması caiz olsaydı, toplanmış olanın, toplandıkları vakit ayrı ayrı bulunması caiz olurdu. Çünkü onun zatı kaimdir. Bu husus, akim üzerinde durup dü­şünmeye sabrı ve takati olmayan şeydendir. Bununla beraber kendisiyle muhakkak başkalarının bilinmesi zail olurdu. Çünkü buna benim zikret­tiğim şeyden daha fazla delâlet eden bir ilim yoktur. Ve sonra bu hu­susta şerrin, hayır; karanlığın, ziya; dirinin, ölü; hareketli olanın ha­reketsiz olması ve soğuk olanın sıcak ve daha zıtlardan bunlara ben­zeyen hususların doğru olduğunu söylemek caiz olur. Bu hususların caiz olmasında da birbirine zıt olanların ve bir araya toplananların kadîm olmalarını söylemenin bâtıl olduğu ortaya çıkar. Çünkü, onların her iki­si beraber idiler. Ayrıca, bu hususta ta dehrîlerin sözünün fasid olduğu anlaşılır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta asıl olan odur ki; onla­rın her ikisi birbirlerine zıt oldukları vakit, şu husustan öteye geçmez­ler : Ya her ikisi de tabiatleriyle veyahut ihtiyarlan ile böylece bulunu­yorlardı. Veyahut ta her ikisini böylece kılan başka biri ile var idi1?*-Alemden bir araya toplananlar da böylecedir. Sonra birbirine zıt olma ve birbiriyle imtizaç etme, zikrettiğimiz şu hususlardan öteye geçmez­ler. Eğer tabiatiyle her ikisi de böyle iseler; bu şekilden daha fazla olmaları vacip olurdu. Çünkü onların asıllarında birbirine zıt olma veya­hut bir araya toplanmakta fazlalaşmayı meydana getirecek husus var îdi. Börülmez mi ki tabiatiyle her hareket etmiş olan, hareket etme­siyle bu iş ziyadeleşir. Ve böylece ziyadeleşmeye müstahak olur. Ve böy­lece her cevher[13] kendi tabiatiyle yükselir ve onun yeri üst tabaka olur. Ve kendi tabiatiyle alçalan kimse de bulunur. Öyle ise her ikisinin ebe-diyyen bir arada bulunması mümkün değildir. îşte bu şekilde sağ ta­raftan hareket edenle kendisiyle beraber sola doğru hareket eden ara­sındaki hadiseyi nazarı itibare almak böylecedir. İşte bunda da söyle­dikleri şeyin bâtıl olduğu yine anlaşılıyor. Eğer bu ihtiyari ile oldu ise´ onlann bulundukları hallerinin gayri üzere olduklarını söylemek fasittir.

Çünkü o, görülen âlemde bulunduğu şeyin hilafının sabit olmasına hiç bir delil yoktur ki; onun ihtiyar etmiş olduğu şey, birbirine zıt olan­la beraber ictimânın veyahut ta toplanmasını ihtiyar ettiği şeyle bera­ber birbirine zıt olan şeyin vukubulması gerçekleşmiş olsun. Böyle olun­ca ihtiyarı ile var olmuştur, demek bâtıl olur. Bununla beraber, onla­rın; «her cevher, diğerini hapseder ve onunla beraber kalır» sözleri fa-sid olan bir sözdür. Bunun incelenmesi şöyledir : Gerçekten hayrın ser­de tutulması serdir. Çünkü eğer her ikisinde de ihtiyarî hareket etme bulunmuş olsaydı, onlardan her birinin diğerini, yapacak olduğu fiilden men´etmeğe kudretli ve aynısını kendisinin ihtiyar etmesi ve bunun key­fiyetini bilmesinden hâli kalmazdı. Böyle olmayınca da ihtiyarî olan ha­reketin mânâsı kalmazdı. Ve kendilerinde aczin ve cehlin toplanması gerçekleşirdi. Eğer bu hususta böyle olmuş olsaydı, bulundukları hal üzere olmalarmdaki ihtilâf bâtıl olurdu. Çünkü onunla her biri diğerine zarar verecek şeye ve kendisinin de meydana getirecek olduğunu şeye ulaşırdı. Ve sonra hakikaten bir hususun gerçekleşmesinde onlardan her birinin, diğerini acze düşürmesi ve cehalete uğratması bulunurdu ki, bunda da, bu sözün fesada çıkarılması vardır. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Eğer bunun, yani, ayrılıkla tebayünün başka birisi ile olsaydı ay­rılıkla zıddiyetin hadis olduğu sabit olurdu. Hal bu ise, her ikisi de on­dan hâli kalmazlar. Bunun içindir ki, her ikisinin de hadis olduğunu söylemek gerekir. Bunda da kendisi ile nefyedilmek istenen şey ile tev-hîd akidesinin ifade edilmesi lâzımdır. Kim ki ayrılık ve tebayünden ibaret olan iki şeyin hepsini bilmezse onun üzerine konuşup söz söylemeğe hakkı olmadığını itiraf etmiş olur. Ve onu bilmeye aklı ermiyen kimseden olduğunu ikrar eder. Ve ancak böyle olan kimsenin yolu da başkasını taklid etmekten ibarettir. Kendisini ulaştırdığı şeyde ihtilâf bulunduğu için mevzuu kendisine müşkil kılmıştır. O, ancak kendi nez-dinde olanla konuşmuştur ki, o da gerçekten kendisini götürmüş ol­duğu şeyin hak olduğunu ve orada hakkın zahir olduğunu öne sürer. Son­ra bizim tenakuz olma hususunu beyan ettiğimiz yönden her ikisinin bir-arada bulunması mümkün değildir. Bu şekilde sabit olmuştur ki ger­çekten hak olan eğer dehrîlerin söyledikleri husus gibi olsaydı, ki bu da şu iki söz ve görüşün birisinden ibarettir. Ve muhakkak biz, o iki­sinin de fasit olduğunu açıklamıştık. Yardım ancak Allah´tandır.

Muhammed bin Şebib[14] şöyle diyor : Bu hususta bizim nezdimiz-de olan şu husus görülmektedir ki, birbirine zıt olmakla bulunduğu hal üzere bulunan şeyin devamlı ve ebedî olarak böyle olmasından hali kal­maz. Öyle ise bir şeyin bir toplumdan olmasının düşünülmesi bakımın­dan o şeyin var olması bâtıl olur. Ancak o şeyin düşünüldüğü toplum­dan olması hariç. Bununla beraber o cümleden olan her varlığın var ol­ması için bir mani olur ki, bu görüş de bâtıl olur. Bu tıpkı «Bu eve baş­kası girinceye kadar hiç bir kimse girmesin» diyen kimsenin sözü gibi­dir ki, bu şarta riayet edildikçe eve birinin girmesinin imkân ve ihtima­li olmaz. Yahut eğer birbirine zıt olma muhakkak geçmiş ise o zaman zıddiyetin bulunması bâtıl olur. Çünkü onun yaratılışı ile kendisine zıd olandan hoşlanmaması ve ondan uzak kalması hakkıdır. Eğer kendile­rinde zıddiyet bulunan tabiatlarından çıkmaları ihtiyarıyla muhtemel olsaydı, kendi nefsi için her ne kadar o, yaratılış itibariyle vaki ise de yok olmayı ihtiyar etmesi caiz olurdu. Bu iki vecih de bâtıl olunca, sabit olur ki; o, yok iken sonradan kendisinde bulunan ittifak ve ihti­lâf etme halleri ile böylece kendisini var edenle var olmuştur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, âlemin muhdissiz hadis olması caiz olmaz. Çünkü kendisi ile varlık ve yokluktan ancak biri olur. Çünkü resim, ancak bir ressam­dan bilinir. Şekil ve suret de onları meydana getiren bilinmeden bilinemez. Vakitlerin kış. olma, yaz olma ve benzeri gibi hallerle değişikliğe. uğramasmdandır ki, âlemin, böylece hadis, yani sonradan var olduğu sabit olur. Bu görüşe şu hususla itiraz vaki oldu : Eğer kendi nefsi ile var olan şeyin bir vakitte var olmayan diğer vakitte var olmasını, bu hali menederse, niçin başkası ile var olan şeyde böyle olmasın? Bu itirazıyle başkası ile var olması kendisi için dinde veyahut dünya hak­kında yararlı oluyor ve fakat başkası ile meydana gelmeyen hususda böyle olmuyor?[15] Bunun için her iki şey, birbiri ile ihtilâf etmiş olu­yor. Bu iddia etmiş olduğu şey şunu icabettiriyor ki, ilk yaratılanın mükellef olmamasını görmek caiz olmuyor. Ta ki kendisi için zikretti­ğimiz hususlar bulunsun. Kendisinden gayri bulunduğu vakit için mas-lahatsız olarak gayri ile bulunmasının caiz olduğu vakitte öne sürdüğü fikrin hiç bir mânâsı yoktr. Biz bu hususu mahlûkâtm yaratılmasının sebeb ve hikmetini izah ederken ve sualin «mahlûkât niçin yaratıldı?» şekline intikal ettiği hususunu cevaplandırırken açıklamıştık. Bizim, Al­lah´ın, ancak daha salih olanı yapması lâzımdır, diye bir iddiada bulun­mamız doğru değildir. Çünkü bunun için fiilin gerçekleşmesi lâzım ge­lir. Hatta onu tehir ederse veyahut ta takdim ederse, zem vasfı lâyık olur. Alîah-u Teâlâ, bu hususlardan beridir. Çünkü O, Hakimdir, O´nun fiili, hikmetin dışında bulunmaz. Amma başkası için daha salih olana itibar etmek, ancak[16] Hakk´m onun üzerinde olan takdirinden ibarettir. Yoksa, fiilin bizatihi takdiri değildir. Başkası bulunmazdan onun üze­rine hakkın bulunması mümkün değildir. Belki sual, mahlûkâtm cüm-lesindendir. Cenab-ı Allah, mahlûkâtm menfaati için veyahut ta salahı için yaratır, demenin hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü onlar için yarat­mamış olduğu şeyde ne zarar vardır ve ne de fesada uğrama. Öyle ise yaratma zikrolunan şeyler için olur. Allah-u â´lem.

Sonra mahlûkâtm tümü hakkında şu ifadeyi öne sürmek gerekir ki, mahlûkâtm yaratılmasında mükellef olanlar için, âlemle istidlal et­mek ve itibar etme yolu ile ibret ve yarar olmadan hâli kalmaz. Tabii Allah-u Teâlâ´nın onlara ihsan buyurduğu diğer menfaatti hususlar hariçtir. Tevfik Allah´tandır.

Kulun dinde salâh bulmasının aslı, ancak kendi fiili iledir. Kulun fesada uğraması da kendi fiili iledir. Allah-u Teâlâ için düşünülen an­cak sebeblerdir ki, bunlarla en büyük nimetlere ve mükâfatlara ulaştıran salâh fiil elde edilir. Kim ki fesada uğrarsa o, kendi şehevî, nefsanî arzularını Allah´a itaati üzerine tercih etmesi ve Allah´ın da ona gazap etmesinden ibarettir. Allah-u Teâlâ, onu, kendisi ile nefsi için seçmiş olduğu şey arasında serbest bıraktı. Çünkü o kimse kendi heva ve he­vesini, şehevî isteklerinin ve nefsanî arzularının emrine bırakıp Allah´a itaatin üzerine tercih etmiştir. Kendisi için açıklanan fiil, kendi irade ve hükmü altında olduğu için düşmanlık fiilidir.

Şöyle bir itiraz vuku buluyor : Kendi nefsi için yarattığı gey, ilk yaratılandır. Bunda ise hiç bir maslahat yoktur. Bunu ifade ederken şu iddiada bulunuyor : Orada bir vakit yoktur ki o vakit hakkında «niçin ondan önce halk etmedi?» densin. Bu soru, ancak o, «ne zaman evvel olur?» şeklinde denir ki o da tedbir hakkında daha salih ve hik­met için de daha evlâ olandır. Halbuki onun sorduğu böyle değildir. Öyle ise, onun sorusu şu şekli alır : Niçin hikmette ve güzel yaratma­da ondan başkasını yaratmadı?

Allâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Vakit hususunda ifade edi­len şey, şu açıklanandan ibarettir ki, böyle bir soru varid olmaz. Zira bunun gibisi soru olmaktan düşer. Çünkü bir vakte işaret olunmaz. Eğer böyle olmasaydı da yaratmak vakit sayılarından lisanın ifade etmesi muhtemel olmıyan şeye doğru bundan evvel olmuş olsaydı bu mümkün olurdu. Bunda ise sualin bâtıl olması ifade edilir ki, kadîm olmasından suâl olunması müstesna. Bu da kadîm olmada tekvîn sıfatının yarata­nın üzerine vukubulması gerektirdiği için tenakuz teşkil eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

«Hikmettir», diye ifade ettiği şey, hak ve gerçektir. Amma, «daha salihtir,» ifadesiyle neyi murad ettiğini anlıyamıyorum. Onun dışında veyahut benzer hakkında öne sürdüğü sözün hiç bir mânâsı yoktur. Allah, hikmetten hariç olmayan fiili işler. O, yaptığından sorulmaz. Çünkü fiilin dışında kalma, sefehi gerektirir ki, bu da Rab olma sıfa­tını düşürür. Sonra hikmette iki yol vardır : Birincisi, adalet; ikincisi üstünlük. Allah´ın üstün kılmak hususunda kadir olduğu şeyin nihayeti yoktur. Bir şey hakkında fiilinin kuvvetinin ulaştığı şeyin daha üstün olması ile konuşur. Bununla beraber onun yani üstün olanın dilediğini üstünlükle tahsis etmeğe hakkı yoktur. Allah´ın fiilinin, zikrettiğim hu­suslardan dolayı hikmetin dışında olması caiz değildir. Adaletin mânâsı da böyledir. Yani, adalet herşeyi yerli yerine koymak demektir. Fakat onun dereceleri vardır. Şöyle ki : Bazısının fiili ihsan ve üstünlük olarak vasfolunur. Bazı fiili de adalet ve hikmet olarak vasfolunur. Zira onların her ikisi failin işlediği fiilden her fiil için umum isimlerdir. Bi­rincisi; kendisi, onu terketmeğe sahip olması bakımından özeldir. Onu, in´am ve ihsan ederek yapar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Şu mahlûkâtdan Önce bir şeyin yaratılmasına kudretin bulunması hakkındaki soru, vakit hakkında açıkladığımız şey mesabesine çıkmış olur. Allah, herşeyc kadirdir. Sonra, «niçin eşya devamlı olarak hadis olmaz?» diye itiraz olundu. Bu hususa geçen mevzularda; nihayetsiz olarak bir şeyden önce bir şeyin olmasının bâtıl ve fasit olduğu, şeklin­de cevap verildi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun cevabı bizce şöyledir : Eğer sen «Eşya devamlı olarak hadis olur,» sözünden eşyanın devamlı var olduğunu kastediyorsan bu mümkün değildir. Çünkü böyle denildi­ğinde eşyanın kadîm olduğu isbat edilmiş olur. Onun kadîm olması da kendisinin sonradan var edilmesinin doğru olmadığı öne sürülür. Eğer o sözünle, eşyadan her bir şeyin var olduğu zamanı için var olduğunu kasdettin ise bu söz hak ve gerçektir. Çünkü Allah´ın kendisi gayri ile değil, bizatihi yaratıcıdır.

Sonra Muhammed bin Şebib´in, Mülhidlerin sorularından[17] karşılaş­tığı hususu zikretmek üzere deriz ki : O, kendisinin ibadet ettiği bir´-den, «o, neden?» sorusu ile karşılaştı. Biz bu soruya verilen cevabı ge­çen mevzularda ayan beyan olarak izah ettik. Soruyu soran gerçekten, şunun, bunun misli olması muhtemel olduğunu iddia etmektedir. Biz, Allah´ın eşi gibisi şöyle dursun, benzerinin bulunmadığını açıklamış bu­lunmaktayız. Kendisine işaret olunan şey asla muhtemel olmaz. Biz onu duyu organları ile bilemiyoruz ki, kendisine işaret edelim.

Soru sahibi sorusuna devam ederek diyor ki : «Âlemin şahadet ve delâlet etmesiyle bulunan mânâ nedir? O, nedir? O´nun ismi nedir?» Bu sorunun cevabı bizce şöyledir : O, bir olan Allah´dır ki, O´nun eşi ve benzeri yoktur. İşte bu sistemle soruya dönülecek yolu keseriz. Çünkü O, zihinde düşünülene avdet eder. Bunda ise O´nun nefyi vardır. Ancak delille var olma hususu müstesna. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, «O, nerededir?» suâline göyle cevap verdi : O, eşyadadır. Eşyaya hulul etmeksizin eşyanın idarecisi O´dur. Bu, tıpkı, «felan işindedir,» denildiği gibidir. Devamıl olarak eşyanın kendisini ihata etmek­sizin bu husus tahakkuk eder, dedi.

geyh Ebu Mansur dyor ki : Bu kişi, kendisine sorulan soruya ver­diği cevapta hata etmiştir. Bilâkis onun şöyle deyip suâl sorması hak­kı vardır : Sen, mekândan soruyorsun, gerçekten Allah var iken mekân yoktu. Allah-u Teâlâ mekânlarla vasfolunmaktan yüce ve bendir. Hatta Allah, hiç bir değişikliğe uğramadan, asla zeval bulmadan olduğu gi­bidir. Amel hakkında olma hususunu ifade etmekle İnsanlar arasında, bilinen, onun başkasının hükmü altında bulunduğunu ve başkasının onun yapıcısı olduğunu haber vermekten ibarettir. Allah-u Teâlâ bu va­sıfla vasfolunmaktan berîdir, münezzehtir.

Sonra, kendisine : «Siz Allah´ın mahlûkâtına benzediğini ve mah-lûkâtmm da Allah´a benzediğini nefyettiğiniz zaman, muhakkak Allah´ı, mahlûkata; mahlûkatı da Allah´a benzetmiş oluyorsunuz,» deyip soru sorana cevap olarak şöyle der : Evet, o nefyetmektir. Nefyetmekte ise benzetme yoktur. Görmüyor musun ki onun aynısını beyaz ve siyah hakkında birisi birşey söylese o da ikisinden birisinin diğerine benze­mediği içindir ki o, benzetmeyi icabettirmez. Birbirine benzeme, ancak ispatta olur.

O´nun zikrettiği şey, güzeldir. Eğer onunla benzeme hâsıl olsaydı onun «bu O´na benziyor,» sözü aksi olanı icabettirmiş olurdu. Ve onda da hakikatlerin tersyüz olması ve mecazın tümünün, yok edilmesi gibi hususlar bulunurdu. Onun umumiyetle ifade etmiş olduğu, gerçekten nefyin akıl ve düşünceden nefyolunanı kaldırıp yok etmesidir. O, yok olunca da her ikisi onu takdir etmezler. Birbirine benzeme ise, sıfat veyahut cevherden takdir olunanda vaki olandır. Bunun içindir ki, onun mânâsı bâtıl olur. Onun mislisiyle şu iddiada bulunan kimseye cevap verilir : Hakikaten siz Allah-u Teâlâ´yı mekânla vasf etmediğiniz za­man, O´nu sınırlandırmış olursunuz. Sınırlandırma ise, mekânı nefyet­menin kendisidir. Allah-u Teâlâ´nm vasfedilmesi hakkında smırlandırıî-manın nefyedilmesi mümkün değildir. Mekânlar da böyledir. Bilâkis Al­lah-u Teâlâ´ya bütün mekânları isnad eden veyahut mekânlardan birini isnad eden kimse Allah´ı bir mekânla sınırlandıranın ta kendisi olur. Çünkü o, Allah´a, akıl ve düşüncenin sınırlandırdığı şeyden Allah-u Teâ-lâ´nın zatına izafe edilen mekânı ispat eden şeyle ispat etmiş olur. İşte bu takdirde sınırlandırma ve benzetme hâsıl olur. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Sonra, «Allah, mahlûkatı nasıl yarattı?» sorusuna şu cevabı veri­yor : Gerçekten O, eğer sorusu ile fiilde muâleceyi kastediyorsa o, caiz değildir. Bilâkis Allah, mahlûkatı yarattı ve mahlûkatm aynını ilâçsız olarak icadetti. Eğer sorusu ile Allah, neyi´ yarattı, diye murad ediyor­sa, sema ve benzeri cevherlere işaret edilir. Çünkü Allah, «şey»i yarattı. O da yaratılanın bu §ey olduğunu iddia etmiştir. Eğer sorduğu soru ile Allah, mahlûkatı niçin yarattığım kasdediyorsa, cevaben denir ki, Al-lah-u Teâlâ, mahlûkatı dinlerindeki menfaatleri ve kendilerine teklif et­tiği hususun onlar için en yararlı ve salih olanını vermek için yarattı.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki ; Bu suâlin cevabı; Allah-u Teâ-lâ´mn fiilinin keyfiyeti olmaması bakımından suâli reddetmek olmalıdır. Çünkü her keyfiyet sahibi olan misâller sahibi olur. Sonra bir şeyin ya­ratılmış olması hakkındaki söz, o, kendisi midir, yoksa gayri inidir? diye ihtilâf edilmiştir. İnsanlardan bazıları o, O´dur. Yani, yaratma sı­fatı Allah´ın kendisidir, diyor. Öyle ise, onun mezhebine göre bu soru doğru değildir. Çünkü onun yaratması gayri değildir. Böylece O, yani, yaratma ile temsil olunur, insanlardan bazıları da der ki; «şey»in yarat­ması Allah´ın ezelde kendisi ile vasfolunduğu sıfatıdır. Öyle ise onun keyfiyetinden suâl etmek,[18] Allah´ın zatının keyfiyetinden ilminin ve kudretinin de keyfiyetinden suâl etmektir ki bu, fasid ve bâtıldır. Son­ra, yine kendisine, «Allah eşyayı bir şeyden mi, yoksa şey olmaksızın mı yarattı?» soran kimseye cevaben der ki : Eşyayı yaratması bir «şey» den değildir. Yani «şey»siz olarak yaratmıştır. Bunun mânâsı eş­yayı aslı olmaksızın yaratmıştır. İşte bu, cisimlerin hadis olmasından haber verdiği şeydir. Fakat, mu´tezüe mezhebince eşyanın şey olması Allah ile değildir. Bilâkis eşyanın var olması Allah iledir. Öyle ise on­ların sözüne göre eşyanın bir şeyden olmaksızın yaratılması mümkün değildir. Hatta Allah, eşyayı yaratmadı ve fakat eşyanın aynını yok­luktan icadetti. Onlara,göre yokluk ta eşyadır. Bu söz ise, dehrîlerin söz­lerine benzeyen[19] sözdür. Bizi bu gibi görüş ve düşüncelerden koruyan Allah-u Teâlâ´ya hamd u senalar olsun.

Allah-u Teâlâ´mn mahlûkatı niçin yarattığı hususunda sorulan suâ­le verilen cevap cidden gariptir ki, Allah, mahlûkatı, mahlûkatm menfaati için yaratmıştır. «Allah, mahlûkatı niçin yarattı?» diye soruluyor. O da mahlûkatı, mahlûkatm menfaatleri için yarattı, diye cevap veri­yor. Bu, çok garip bir cevaptır. Çünkü kendisine şöyle de sorulabilir : Niçin mahlûkatı, mahlûkatm menfaati için yarattı? Mahlûkat için olan ih­tiyaçlar nelerdir? Mahlûkat yoktu ki, inahlûkatı, onların menfaati için ya­ratsın? Eğer[20] «mahlûkatı kendi menfaatlerine muhtaç olmaksızın yarat­tı,» denmesi caiz olsaydı, bu nasıl olurdu? Çünkü mahlûkat yoktur. Öyle ise bu yaratma her ne kadar kendisi muhtaç değilse de, kendi nefsinin menfaatleri için[21] olmuştur. Bu söz, onun sözünden daha uygundur. Çün­kü O, «Allah, Halik (yaratıcı) değildir, Rahman ve Rahîm değildir. Bu isimlerin Allah´ı, medhetmek ve O´nu ta´zinı etmek içindir,» demiştir. Güya Allah, onların katında mahiûkat ile faydalanmıştır. Çünkü kendi zâtı ile böyle değildi. Böyle olması ise mahlûkatı ile hâsıl olmuştur. AJ-îah-u Teâlâ, menfaat ve ihtiyaçlar gibi tüm sıfatlardan berî ve münez­zehtir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Fakih Ebu Mansur der ki:
O´nun, «Allah o şeyi yarattı demesi»"[22] şunu ifade etmektedir; bu takdirde «şey», Allah´ın Zâtı ile, yahut ta kendi nefsinin Zâtı ile bulunmaktadır. Çünkü Allah´dan ancak Zâtı ile olan olur. Allah´dan, .halkuıa da kendi Zâtı ile yaratmasından başka bir şey isnad edilmez. Öyle ise O, nasıl yaratıcı oluyor ki, Allah´dan, ya­ratmanın gayrinden bir şey sadır olmamıştır! Yaratma sıfatı da Al­lah´ın gayri değildir. Niçin mahlûkatm, halik olması, Allah´ın halik ol­masından daha evlâ ve lâyık değildir? Zira Allah´dan, mahlûkata, Al­lah´ın yaratması olmasından başka bir şey isnad edilmemiştir. Bir şe­yin kadîm olması, diğerinin onunla olmasını icabettirmez. Görünen âlem­de kendisi ile olan şeyi, başkasına isnad olmadığı zaman o, şeyi gaipte, yani görünmeyen âlemde nasıl vacip kılar?

Nasıl yarattı? sözüne verilen cevap da yerinde değildir. Çünkü mu-âlece ile yaratılmadı, diye cevap veriliyor. Cevabında zikrettiği sözün hiç bir mânâsı yoktur. Çünkü o, oîmıyan şeyden sorulmuyor. Bilâkis O, Allah-u Teâlâ´nm fiilinin keyfiyetinden sorulmuştur. O´nun ilâçsıs olarak yarattı demesinin mânâsı yoktur. Onun indinde şeyin yaratilması, o şeyin kendisi olduğu vakit, suâli taksim etmezden cevabını o şeyle vermesi gerekir ki, sonra ondan keyfiyetten sorup anlaşılmasını iste­diği şeyi giderebilsin. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kendisine, «Allah dâima Âlim (bilici), Semî´ (igitici), Basîr (gö­rücü), olduğu zaman, böyle olduktan sonra, niçin Allah devamlı olarak yaratıcıdır?» diye suâl eden kimseye şöyle cevap veriyor : O, bu so­rusu ile Allah-u Teâlâ´ya ezelde yaratma sıfatının vacip olduğunu ifa­de ediyor. Ve devamlı olarak işiticidir, sözü ile de sağırlığı nefyediyor. Âlim ve Basîr sıfatları hakkında da böyle ifade ediyor. Ve iddia edip diyor ki : Allah, belirli olan sıfatı ile yaratıcıdır. Yoksa belirsiz olan sı­fatla yaratıcı değildir. Bunu zikrettiğimiz şeyden ötürü söylüyor.