armi
Wed 6 January 2010, 03:42 pm GMT +0200
Tevekkül Ehlinin Fazileti Hakkında Başka Bir Açıklaması
Evi olan bir mütevekkil, evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu hususta cari olan sünnet ve büyüklerin emirleri vardır. Allah Teala, tedbir alma ve sakınma hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerini alınız". (Nisa/71); "Onların seni fitneye düşürmelerinden sakın". (Maide/49) Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Onu bağla ve tevekkül et" [1]
Kul, kalben insanlara değil de Allah´a dayanıyor oldukça, bu tür tedbirlere başvurması onun tevekkülünü zedelemez. Devesinin kaçması veya yerinde kalması noktasında, kendi tedbirine güvenmeyip Allah Teala´mn tedbirinin güzelliğine güvenirse, tevekkülünü yine bozmuş olmaz. O, evinin kapısını örterken de, evdeki eşyanın olduğu gibi kalmasını, Allah Teala´mn tercihine ve takdirine bırakmış olmalıdır. Tevekkül sahibi kul, her konuda Rabbinin hükmüne teslim olur.
Çünkü Allah Teala bir kulunu, her hangi bir konuda kendisine tevekkül etme makamına yükselttiği zaman, ona verdiği herşeyde tevekkül sahibi kılar.
Kul, tevekkülde olduğu gibi tevbe makamında bulunabilmek için de herşeyde ve herşeyi ile Allah´a yönelmelidir. Ancak böyle davrandığında O´nun sevgisine mazhar olan tevbekârlar arasında yer alabilir.
İşte bu nedenledir ki Allah Teala, "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever" (Al-i İmran/159) ve "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmuştur. O, bunun yanısıra "Bir şeye tevekkül edecekler, yalnız Allah´a tevekkül etsinler" (İbrahim/12) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirindeki en güzel görüş; bir konuda Allah´a tevekkül eden kulun, hayatın bütün sahalarında Allah´a tevekkül etmesi gerektiği yönündeki görüştür. Diğer görüş ise, birtakım şeylerde O´na tevekkül eden kulun, her tevekkülünde yalnız O´na tevekkül etmesi şeklindeki görüştür. Çünkü bir konuda vekil kılman kimseye, sadece o konuda tevekkül edilirken, diğer konulardan her birinde ayrı ayrı tevekkül etmek gerekir
Tevekkül, peygamberlerin en yüce makamlarından, sıddıklarla şehitlerin en üstün derecelerinden biridir. Tevekkülün hakikatine eren kimse, tevhidin de hakikatine erer. Böyle birinin imanı kemale ulaşarak, büyük derecelere nail olur. Şirkin her türlü göstergesinden ve şeytanın bütün gizli tasallutlarından uzak kalır. Şeytan böyle bir kul üzerinde asla hakimiyet kuramaz.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onun iman eden ve Rableri´ne tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur.. Onun gücü, ancak kendisini dost edinen ve Allah´a şirk koşanlar üzerindedir". (Nahl/99-100) Görüldüğü gibi Allah Teala, şeytanın
insan üzerindeki etkisini kaldırmayı sırf iman etmeye bağlamamış, tevekkül etmeyi de gerekli kılmıştır.
Tevekkül bahsini bu kadar ayrıntılı ve derinlemesine açıklamamızın bir sebebi de budur. Çünkü tevekkül makamına, Vekil´i hakiki anlamda müşahede etmek üzere nail kılman bir kimse, yakini imanın makamlarına ve takva ehlinin hallerine daha rahat olarak ulaşabilir. Nitekim Abdullah b. Mesud (ra) bu hususta şöyle demiştir: Tevekkül, imanın özüdür.
Tevekkül sahibi bir kul, bu tevekkülünde bir takım sebepler, şahıslar, gayeler ve değişik şeylerle sınanabilir. Bu sınava, diğer makam sahipleri de maruz kalabilirler. Bu bela ve imtihanlardan sonra kulun üzerinde, şeytandan bir esinti veya kuruntu kalabilir. Ancak onunla asla birleşip kendine hakim olmasına izin vermez. Allah Teala, bu tür sınavlarla kulun tevekküldeki dürüstlüğünü sınayarak, Vekil´ine bakışım görmek ister. Sonuçta da, tevekkülünde dürüst olan mukarrebunu ödüllendirmeyi, ya da tevekküllerinin mücerred bir iddiadan ibaret olduğunu göstermeyi murad eder. Böylelikle dürüst olmayanlar, yalanlarını bizzat kendileri görerek tevbeye yönelirler.
O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala´nm sadık olanları sıdkları sebebiyle ödüllendirmesi için". (Ahzab/24) Tevekkül edenlerin ödüllendirilmesi, tevekküllerindeki sıdklan sebebiyle olur. Sıdk hil´ati, onların nişanesi olur. Allah Teala bundan sonra şöyle buyurmuştur: "Münafıklara da dilerse azap eder, ya da onların tevbelerini kabul eder". (Ahzab/24)
Tevekkül iddiasında bulunanlar için en iyi hal, tevbedir. Onlar, tevbe sayesinde içinde bulundukları zulmetten çıkabilirler.
Allah Teala buyurdu ki: "İnsanlar, ´İman ettik´ demekle, imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını mı sandılar?". (Ankebut/2) Daha sonra da geçmiş ümmetlere mensup kulları tarafından yaşanmış bir sünnetini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Andolsun Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları bilecektir". (Ankebut/3); "Allah Teala´nm sünnetinde asla değişme bulamazsın". (Ahzab/23)
Tevekkül eden kul, evinden çıkarken Allah Teala´nm emri ve Resulü´nün (sav) sünneti gereği, yukarıdaki gerçeklere inanarak
şöyle demelidir: "Allahım, evimdekilerin tamamı, eğer onları alacak birini musallat ettiysen Senin yolunda benden o kimseye sadaka olsun". Bu kimsenin evindeki eşyası alınırsa, bu hususta aşağıdaki yedi muameleden biri geçerli olur:
1. Allah Teala´ya olan tevekkülü ile O´nun emrini dilediği gibi tedbir edişini ve bu yöndeki seçimini kabullenir. Kalması halinde kendisini fitneye düşürebilecek şeyleri onun elinden çıkarmasını ve dünya malını eksiltmesini anlayışla karşılar.
2. Allah Teala, sevdiği şeyleri kaybettirmek suretiyle kulunun sadakat ve teslimiyetim, ya da yalanını açığa çıkarmak için onu seçmiş ve imtihan etmiş olabilir. Eğer kul, Rabbinin bu güzel imtihanından dolayı O´na hamd ve şükürde bulunup nefsi noktasında herhangi bir rahatsızlık hissetmezse şükür ve rıza ehlinin sevabına nail olur. İLm-i meknûn yani gizli ilimde O´nun bir peygamberinden bu yönde bir haber nakledilmiştir: "O peygamber şöyle demişti: (Ey Rabbim, Senin velilerin kimlerdir?´ 0´Kendisinden sevdiği şeyi aldığım halde Bana teslimiyet göstermeye devam edenlerdir".
3. Nefsi burukluk hissedip serzenişte bulunmasına rağmen, sabır, sükunet ve Allah Teala´ya hüsn-ü senada bulunmak suretiyle nefsiyle cihad edip kullara şikayette bulunmayı terkeden kimsedir. Bu da, sabır ve mücâhede ehlinin sevabına nail olur.
4. Bir Önceki makamda bulunmayan kimsedir. Çünkü onun tevekkülünün boşluğu ve içinde sakladığı yalan, birinci muameleye göre ortaya çıkmıştır. O da bunu itiraf etmiş ve Rabbi´nden özür dileyerek O´na dayanmış ve önünde boyun eğmiştir. Bu da, ilim sahibi kılma ve beyan bakımından sevaba vesile olabilir. Çünkü Allah Teala´nın takdirine rıza göstermemek, sabırsızlık etmek ve aslında Allah Teala´nm olan eşyasının kendi elinden alınıp başkasına devredilmesine öfkelenmek suretiyle tevekkül iddiasında samimi olmadığını öğrenmiştir.
O, içine düştüğü bu hal ile, kenüi elindekinin, aslen Allah Teala´nm bir tür hazinesi olduğunu görmüş olmaktadır. O´nun tarafından başkasına havale edilen şeyler de, asıl itibarıyla kendisinin değildir. O, bu eşya için sadece bir emanetçidir. Ama Allah Teala, kendisine emanet ettiği o malları geri aldığında, buna üzülerek tepki göstermiştir. Halbuki malın gerçek sahibi, malını alarak başka birine emanet, ödünç veya rızık olarak vermiş bulunmaktadır.
Bu makamda yeralan tevekkül sahibi, şunu bilir: Allah Teala, kendisine dünya mülkünden bir mal ve ahiret melekûtundan bir şeyler verdiği zaman, bunlar kendisi için rızık olmuştur. Ancak o, yakini imanının zayıflığı ve zühdünün eksikliğinden dolayı dünya rızkını, ahiret rızkına tercih etmiştir. Bunun yegâne sebebi, dünya malına olan düşkünlük, aşırı rağbet ve istekliliktir. Tevekkül sahibi, bunları gerçek anlamda öğrendiği zaman, Allah Teala sayesinde başka birinden aldığı eşya veya malın, asıl itibarıyla kendi eline verilmiş bir emanet olduğunu bilir. Bu hususlarda gösterilen cahillikler, hakiki tevekkül ehline göre günah, yakin ehline göre de, tevbe ve istiğfar gerektiren hallerdir.
Tevekkül sahibi bir kul, herşeyden önce şunu bilir: Allah Teala, bedenler için dünya mülkünden bir şey, ya da kalpler için ahiret melekûtundan bir şey hibe ettiği zaman onu asla geri almaz. Dünya mülkünden bir şey verdiğinde, bu şey tüketilinceye veya eskiti-linceye kadar o kimsenin uhdesinde bırakılır. Ahiret adına verdiği iman, ilim ve amel ise, kendisinden yine alınmaz, aksine geliştirilip arttırılarak onun için ahiret yurduna saklanır. Ama Allah Teala, dünya veya ahirete ait birşeyi o kimseye emanet ya da borç olarak da verebilir.
Verdiği bu tür şeyleri, dünya hayatında iken geri alması gerekir. Çünkü O´nun hikmeti, bu şeylerin iadesini gerektirmektedir. Hibe ettiği şeyleri nasıl onun uhdesinde bırakıyorsa, bunları da ondan geri alır. Yakini iman sahibi bir mütevekkil, Allah Teala´nm hazinesi sayılan eline ödünç veya emanet olarak bıraktığı bir şeyi, yine O´nun hazinesi olan başka birinin eline naklettiği zaman üzül-memelidir.
Allah Teala naklettiği bu şeyi ikinci kişiye hibe olarak vermiş olabileceği gibi, kendisini sınamak için emanet olarak da vermiş olabilir. Bir zaman sonra o şeyi, onun elinden de alarak başka birine verebilir. Çünkü evden çıkan, bir şeydir. Allah Teala´nm ise her şeyde bir hikmet ve imtihanı saklıdır.
Bu tür şeyin kaybından dolayı duyulan üzüntü ve acı, ariflere göre bir-cinayet, müminlere göre ise ihanettir. Onlar, tıpkı günah işlediklerinde yaptıkları gibi bunlardan dolayı da tevbe ve istiğfarda bulunurlar. Çünkü onlar, yukarıda açıkladığımız hakikatlere şahit olmuşlardır. Allah Teala da onlara, kaçan dünyalık için üzül-memeyi, gelen dünyalık içinse fazla sevinmemeyi emretmiştir. Gelen de, giden de, Allah Teala tarafından bilinmiş, sonra O´nun tarafından yazılmış, bunun ardından kendilerine bildirilmiş ve meydana çıkarılmıştır.
Yakini imanları onlara, apaçık Kitab´da şunu göstermiştir: "Yeryüzünde ve canlarınızda yaşanan hiçbir musibet yoktur ki onları yaratmamızdan önce bir Kitab´da yazılmamış olsun". (Hadid/22) Buna göre, mallara ve canlara gelen her musibet, insanların yaratılmasından çok Önce yaratılmıştır. "Onları yaratmamızdan önce" ifadesi de bunu göstermekte ve bütün musibetlerin, yeryüzü ve insanlık yaratılmadan önce yazılmış olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayetin tefsirlerinde değişik yorumlar yapılmış ve bazılarında, ´Canları yaratmamızdan önce´, bazılarında da ´musibetleri yaratmamızdan önce´ anlamının murad edildiği söylenmiştir. Allah Teala bu ayetinin devamında ise şöyle buyurmaktadır: "Ta ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah Teala´nm size verdiğiyle sevinip şımarmayasımz". (Hadid/23) Ayetten anlaşılacağı üzere, yitirilen bir şey için duyulan üzüntü, kazanılan bir şey için duyulan sevinç gibidir.
Kul, Rabbi´nin emrettiğinin zıddında veya O´nun istediğinin dışında bulunmaktan utanmaz mı? Oysa, aslen kendisinin olmayan bir şeyi yitirdiğinde üzülmekle, kendisinden alman bir şey için hü-zünlenmekle, ya da kendisinin olmayan bir şeyin varlığına sevinmekle böyle yapmaktadır.
Kendisine verilen şeyin, ilelebed elinde kalacak bir hibe mi, yoksa bir süre sonra geri alınacak bir emanet mi olduğunu ise bilmemektedir. Allah Teala, verdiğini onun elinden geri aldığı zaman, onun kendine ait olmayıp sadece bir emanet olduğunu anlayarak üzülecektir. Böyle biri yakinen iman ettiğinde şüpheli, bildiğinde cahil ve zühd göstermesi gereken şeyde arzulu demektir. Bu ne büyük bir şüphedir!
Bu şüpheye rağmen, kendisini tevekkül sahibi sanmakta, Allah Teala ile müstağni, imanen kuvvetli ve Allah Teala´nm hükümle-
rindeki takdirinin mecralarına şahit olan zatların makamlarında bulunduğunu iddia etmektedir. Kul, yalancı olduğunu bildiği zaman, yalancıların teslimiyetiyle teslim olup asılsız tevbekârların tevbesiyle tevbe eder, asla sadıkların sözlerini dile getirmeyip Allah dostlarının nazıyla nazlanamaz. Allah Teala´mn böyle kimselere hallerini göstermesi, onları eğitmek ve hakettiği sevabı vermek için olur. Bu da kusur ehlinin sevabıdır.
5. Malı alman kulun, yitirdiği her dirheme karşılık Allah yolunda sarfedeceği ve lehinde hesap edilen yediyüz dirheminin bulunması. Kendisi, böyle bir şeye Önceden niyet etmiştir. O, evinden bir şeyi alınmasa da aynı şekilde davranacak bir kuldur.
Bunu da Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinden çıkarmaktayız: "O, menisini dışarı bırakmayıp rahme indiren bir kimseye, bu ilişkisinden dolayı dünyaya gelen, yaşayan ve Allah yolunda öldürülen bir çocuk sevabı verileceğini bildirdikten sonra, çocuğu olmaması halinde şöyle diyeceğini haber vermiştir: ´Onu yaratacak da, rızık verecek de Sensin. Onun yaşaması da, ölümü de Sana bağlıdır. Ben, nutfemi gereken yere bırakıyorum. Bundan sonrası, Senin hükmünde dir".
6. Devesini alan din kardeşine günah yazılmaması için, onu kendisine sadaka olarak vermesi. Bu durumda, din kardeşine gösterdiği şefkatten ve Rabbi´nin ahlakıyla ahlaki anmasından dolayı sadakasının yanısıra ikinci bir sevap daha kazanır. Çünkü bilmeyerek günah işleyen bir kardeşine iyi gözle bakmış, kendisine haksızlık eden birini affederek ihsan sahiplerinin derecesini kazanmış ve takva ehlinin makamlarının hakikatine ermiştir.
Böyle biri, ecri Allah Teala´ya düşen kullar arasında yer alır. Allah Teala da onun için, hiçbir nefsin bilmediği göz aydınlığını saklar. Bu kul, Allah Teala´mn emrinin nasıl cereyan ettiğini, kendi devesini alan kimsenin kötü bir kaza ile sınandığım ve onun yerine konulmayarak himaye edildiğini iyi bilir. Bu nedenle de, sınanan insanlara merhamet göstermekte ve kendisini himaye eden Rab-bi´ne hamdetmektedir. Rabbi´ne olan şükrü onu, haksızlık edenlere beddua etmekten alıkoymaktadır.
Ariflerden bir zat, arkadaşına şöyle dedi: ´Marifet ehli, neden kendilerine haksızlık edenleri kınamazlar?´Arkadaşı, ´Bilmiyorum´
dedi. Arif şu karşılığı verdi: ´Çünkü onlar, Allah Teala´mn bunu kasden yaptığını, haksızlık edenlerin de kendileriyle imtihan edildiğini bilirler. Bu yüzden de, onlara merhamet ederler*. Bu tavır, kendisine zulmeden din kardeşine yardım etmenin ve Allah Resulü´nün (sav) bu konudaki buyruğuna uymanın gereğidir.
O, buna özendirerek şöyle buyurmuştur: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et". [2]Burada zalime yardım etmek, onun zulmüne engel olmak şeklindedir. Din kardeşi onun malına yönelik bir günah işlediğinde onu affederek, zulme düşmesini engellemiş olur. O, kardeşini suç işlerken gördüğünde, malı almasını engelleyerek veya kendisini affederek malı ona hibe edecektir. Onu affetmesi, görmesinin yerine geçer.
Giden malı konusunda zühdün hakikatine ermesi. Ebu Süleyman ed-Darani, Malik b. Dinar´ın (ra) Muğire´ye, ´Git ve evdeki küçük kovayı al, ona ihtiyacım yok´ dediğini duyduğunda, ´Neden?´ diye sordu. Çünkü o kovayı kendisi hediye etmiş ve Malik de (ra) bu hediyesini kabul etmişti.
Malik (ra) şöyle cevap verdi: Şeytan, daima bana vesvesede bu-lunyor ve hırsızın onu çaldığını fısıldıyor. Malik b. Dinar (ra) kapısını kilitlemeyip bir iple bağlardı. Bazan da şöyle derdi: Eğer sokak köpekleri olmasa, ip dahi bağlamam.
Ebu Süleyman ed-Darani, bu davranışın sufilerin kalbi zaaflarından kaynaklandığını söylemiştir. Dünyada zühd sahibi olan bir zatın, evindeki eşyayı kimin aldığını düşünmesi yersizdir. Hakikat da Ebu Süleyman´ın ifade ettiği gibidir. Çünkü zühd sağlıklı olduğu zaman, rıza ve teslimiyet de onun muhtevasına girer. Gerçi Malik b. Dinar´ın (ra) sözünün de doğruluk payı vardır. O da, bu tür bir vesvese ile Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmayı hoşgörme-miş, verdiği kovanın masiyet sebebi olmasının önüne geçmiştir. Ancak Ebu Süleyman´ın sözü, tevekkül ve rızaya yakınlığı bakımından daha yüce bir makama sahiptir.
Ev eşyasının kaybına dair yukarıda aktardığımız hüküm ve bilgiler, yolculukta veya yurdunda bulunup mal kaybeden herkes için geçerli olduğu gibi, kendi canı veya ailesi noktasında bir musibete maruz kalan kimseler için de aynen caridir.
Kul, yukarıda naklettiğimiz hüküm ve muamelelerin tamamına kalbiyle iman ettiği ve onları vicdanına iyice yerleştirdiği zaman, dile getirmesi, ya da açığa vurması gerekmez. İnsanların iman bakımından en ileri, yakin bakımından en güzel olanları, yitirdikleri dünyalıklara en az üzülen ve tasalananlardır. Onların rıza ve şahitlik bakımından en derin ve nüfuzlu olanları ise, dünyalık kaybetmeyi şükür gerektiren bir nimet olarak görenlerdir.
İnsanların iman bakımından en eksik, yakin bakımından en zayıf olanları ise, yitirdikleri dünya malları için, en çok tasalanıp ke-derlenenlerdir. Bunlar, aynı zamanda en çok şikayette bulunan ve en az şükredenlerdir. Musibet ve belalar, insanların dünyaya verdikleri değeri ve zühdlerini ortaya çıkaran imtihanlardır. Bu meyanda, Allah Resulü´nün (sav) şu dua hadisini anmak gerekir: "Sen´den, sayesinde dünya musibetlerinin bize hafif geleceği bir ya-kini iman niyaz ederim". [3]
Yitirilen dünyalık için duyulan şiddetli keder ve tasa, dünya sevgisinin delili olduğu gibi, Mahbub´a imanın zayıflığının da alametidir. Kaybedilen dünyalıklar için az tasalanmak ise, dünyaya önem vermeyisin yani zühdün delili olduğu gibi, Allah Teala´ya imanın da güçlülük işaretidir. Devesini kaybeden bir tevekkül sahibi, onu aynı anda bulursa, yanında alıkoymasının bir sakıncası olmadığı gibi, niyetinden dolayı hakettiği ecri de alır.
Bu söz ve ona olan inancın, kul evden çıkarken, hayvanını bir yere bırakırken, ya da yolculuğa çıkarken bulunmasının ona bir yarar sağlayıp sağlamadığını bilemiyorum. Allah Teala´nm onda baki kalmasını istediği bir şeyi yitirme ihtimalini öne almaması, ya da Allah Teala´nm onun elinden çıkmasını murad ettiği bir hayvanı bağlamayı tercih etmesi bu kimseye zarar vermez.
Ama, her şartta tevekkül hallerinden ve üstteki muamele makamlarından biri üzere olmasına rağmen, vera´ noktasında dünya malını yitirmeden doğan eksiklik kapılarından birinde durmuş olur. Bu, onun bir eksiğidir. Çünkü yitirme ihtimali bulunan şey hakkında Allah Teala´ya tevekkülü tam tutsa ve onun hakkındaki emri Rabbi´ne havale etse de, daha sonra o mal veya hayvanın kendisine geri verilmesini iyi görmektedir.
Vera´ bakımından ona malik olmaya kalkışması ve o mal hakkında geri almayı uygun görmesi edebin güzelliği noktasında müs-tehap görülmemiştir. Zira o, sözkonusu mal veya bineği daha önceden Allah yolunda sadaka kılmıştır. Eğer bu niyetinden cayarsa, o zaman tevekkülü zedelenmiş olmaz. Çünkü işi Vekil olan Allah Teala´ya havale etmesi, her iki halde de sahihtir. O mal veya bineği geri alması ise, Allah Teala´nm önceden kendisine bahşettiği şeyi, yeniden ona vermesi sayılır.
Bu konuya örnek olması bakımından şu hadiseyi nakledebiliriz: Abdullah b. Ömer´in (ra) devesi çalınmıştı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra da, ´Allah yoluna (sadaka) olsun´ dedi ve mescide girdi. İki rekat namaz kılmıştı ki, bir adam gelerek, ´Ey Ebu Abdur-rahman, deven falan yerde´ dedi. Bunun üzerine, ayakkabısını giyerek gitmeye yeltendi. Sonra ayakkabısını çıkartarak ´Allah Te-ala´dan mağfiret dilerim´ dedi ve yerine oturdu. Yanındakiler, ´Gidip deveni almayacak mısın?´ diye sordular. O da, ´Allah yolunda (sadaka) olsun´ demiştim´ dedi.
Ariflerden bir zat, şunu nakletmişti: ´Dostlarımdan birini ölümünden sonra rüyamda gördüm ve, ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. Şu cevabı verdi: Bana mağfiret etti ve beni cennete koydu. Sonra cennetteki meskenlerim bana sunuldu, hepsini de gördüm´. Bunu söylerken birden daldı ve hüzünlendi. Ben, ´Cennete girdiğin ve Rabbi´nin mağfiretine nail olduğun halde neden hüzünleniyor-sun?´ diye sordum. Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: Evet, kıyamet gününe kadar da hüzünlü olmaya devam edeceğim. ´Peki neden?´ diye sorduğumda şöyle cevap verdi: Cennetteki meskenlerimi gördüğüm zaman, İlliyyun´daki makamlar da bana sunulmuştu. Bunların benzerini daha Önce hiç görmemiştim. Onları gördüğüme çok sevindim ve girmeye yeltendim. O esnada yukarıdan biri seslenerek; onu uzaklaştırın, burası ancak yolu devam ettirenler içindir, dedi. Ben de, yolu devam ettirmek nedir? diye sordum. Bana şöyle dendi: Sen dünyada iken, yitirdiğin bir mal için, ´Allah yolunda sadakam olsun´, derdin. Ama sonra, cayarak onu alırdın. Eğer Allah yolunda olanı devam ettirseydin, biz de senin içeri devam etmene izin verirdik.
Rebi´ b. Haysem hakkında şu olayı naklederler: Rebi´in atı çalınmıştı. At, yirmi bin dirhem değerinde bir hayvandı. Hırsızlık, kendişine haber verilmesine rağmen onu aramaya kalkışmadı ve ara vermeksizin namazına devam etti. İnsanlar, yanına gelip onu teselli etmeye çalıştıklarında şöyle dedi: Atı çekerken onu gördüm. Bunun üzerine, ´Peki neden engel olmadın?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: -Namazı kasdederek- O an, benim için çok daha güzel bir uğraştaydım. Bunun üzerine onu kınamaya başladılar. Rebi´ şöyle dedi: Böyle yapmayın, hayır söyleyin. Ben o atı, o kimseye ta-sadduk ettim.
Ariflerden bir zata, çalman bir malı hakkında, ´Onu çalarak haksızlık yapana beddua etmeyecek misin?´ denilmişti. Arif şu karşılığı verdi: O kula karşı şeytanın yardımcısı olmak istemem. Bunun üzerine, ´Ne dersin? Çalman malın geri gelse onu alır miydin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Dönüp bakmazdım bile. Çünkü ben onu, o kimseye helal kılmıştım.
Başka bir arife de, ´Sana zulmedene beddua et´ denilmişti. O da, ´Hiçkimse bana zulmetmedi... O, ancak kendisine zulmetti. Zavallının kendine olan zulmü yetmezmiş gibi, bir de beddua ederek durumunu daha da mı kötüleştireyim?´ cevabını verdi.
Bir müslümanın cüzî bir malı kaybolmuştu. Birkaç kişi gelerek onu teselli etmeye çalıştılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: Beni, dünya işi için teselli etmeyin. Allah´a yemin ederim ki o malın tamamının gidişine bile üzülmezdim. Az bir kısmının gidişine neden üzüleyim?! ´Niçin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Yitirmemden doğan şükür, beni üzülmekten alıkoydu da, onun için.
Arifler, hırsızlık, gasp ve benzeri bir zulme uğradıkları zaman şöyle derlerdi: Bu, Allah Teala´nm bize olan bir nimetidir. O´nun bizi zalim değil de mazlum kılması, bize yapılan haksızlıktan daha büyük bir nimettir. Selef-i Salih, zulmedenleri küfür ve beddua ile anmaktan çok korkardı . Bu, o kimselerin kendilerine yaptıkları zulmü daha da arttıracak bir şeydi.
Rivayete göre, kendisine zulmeden kimseye dua eden bir adam, bu duasıyla ona galip gelmiştir. Adamın biri, Selefin bulunduğu bir mecliste Haccac´a sövmeye başladı. Selef, o şahsa şöyle dedi: Onun sövgüsüne fazla dalma. Allah Teala, Haccac´m namusuna dil uzatanlardan onun öcünü aldığı gibi, malına el koyduğu kimselerin öcünü de ondan alacaktır. : ,
!! Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zulümden yakınmada da zulmedebilir; kendisine zulmeden kimseye zulmettiği kadar sövgüde ve küfürde bulunmaya devam eder. Sonra da ona zulmedenin onun aleyhindeki talebi doğar ve zulmü aşan miktarını mazlumdan kısas olarak ister."
Ulemadan bir zat, yolunun kesilip malının alındığını şikayet eden bir adama şöyle demiştir: Eğer müslümanlar içinde bunu mubah görenler bulunduğu yönündeki kaygın, malın hakkındaki kaygı ve tasandan daha çok olmasaydı müslümanlara Öğütte bulunmazdım.
Kabe´yi tavaf ederken Ali b. Fudayl´m iki dinarı çalınmıştı. Babası onu hüzünlü bir şekilde ağlarken gördü. ´İki dinar için mi ağlıyorsun?´ diye sordu. O da, ´Hayır, Allah´a yemin ederim ki, kıyamet günü bunlar kendisinden sorulacak ve hiçbir delili olmayacak zavallı hırsız için ağlıyorum´ dedi.
Bu çerçevede ulemadan bir zata, kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi söylenmiş, o da şu karşılıkta bulunmuştu: ´Onun için duyduğum üzüntü, ona beddua etmemi engelleyecek kadar büyük´.
Tevekkül sahibi bir kul, yitirdiği mal kendisine geri getirildiği zaman, eğer Allah yoluna verdiğini belirtmişse ona sahiplenmemelidir. Bu, onun için daha faziletlidir. Allah yoluna koyduğunu devam ettirmelidir. Eğef malı alan kimseye tasadduk ettiyse o zaman bakılır: Malı çalan kimse fakirse ve bu hırsızlığı, ihtiyaç ve fakirlik sebebiyle yapmışsa, sadaka hükmü devam ettirilir. Eğer muhtaç ise, o zaman helallik daire sindedir.
Şeyhlerden biri Mekkeli bir şeyhten şunu nakletmişti: Abidler-den biri, hacılardan birini yanında dikili duran dağarcığını çalmakla suçlamıştı. Şeyh, kendisine dağarcığında ne bulunduğunu sordu. O da ne varsa söyledi. Bunun üzerine onu evine götürdü ve orada söylediği malları tartarak kendisine verdi. Daha sonra abidin arkadaşları, kendisine şaka yaptıklarını ve o uyurken dağarcığını aldıklarını söylediler.
Bunun üzerine o ve arkadaşları, dağarcığın muhtevasını ona veren şeyhe gittiler. Verdiği malı kendisine iade etmek istediler. Şeyh, ´O mal, benden çıktıktan sonra bana dönemez, o artık sizin´ dedi. Abidler, ´Bizim buna ihtiyacımız yok´ dediler. Ama şeyh ´Alın´
diye ısrar ediyordu. Onların almamaları üzerine, şeyh oğlunu çağırdı ve malı keselere bölerek, ihtiyaç sahiplerine dağıttırdı.
Onun niyeti, verdiği malı Allah yolunda vermek olduğu için, elinden çıkanı geri almak istememişti. Aynı şekilde bir dilenci için ayırdığımız bir somunu, ya da bir fakir için hazırladığımız bir dirhemi onlara rastlayamasak da başka bir fakir veya dilenciye vermeliyiz. Müstehap olan budur.
Bu sıfatları taşıyan insanlar gördük. Ama artık bu yolun izi kalmadığı gibi haberleri de iyice kesildi. Her kim bununla amel ederse, onu diriltmiş ve açığa çıkarmış olur. Bu, eskiden evliyanın sürekli yürüdüğü Allah Teala´ya götüren yollardan biri idi. [4]
Evi olan bir mütevekkil, evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu hususta cari olan sünnet ve büyüklerin emirleri vardır. Allah Teala, tedbir alma ve sakınma hususunda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerini alınız". (Nisa/71); "Onların seni fitneye düşürmelerinden sakın". (Maide/49) Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Onu bağla ve tevekkül et" [1]
Kul, kalben insanlara değil de Allah´a dayanıyor oldukça, bu tür tedbirlere başvurması onun tevekkülünü zedelemez. Devesinin kaçması veya yerinde kalması noktasında, kendi tedbirine güvenmeyip Allah Teala´mn tedbirinin güzelliğine güvenirse, tevekkülünü yine bozmuş olmaz. O, evinin kapısını örterken de, evdeki eşyanın olduğu gibi kalmasını, Allah Teala´mn tercihine ve takdirine bırakmış olmalıdır. Tevekkül sahibi kul, her konuda Rabbinin hükmüne teslim olur.
Çünkü Allah Teala bir kulunu, her hangi bir konuda kendisine tevekkül etme makamına yükselttiği zaman, ona verdiği herşeyde tevekkül sahibi kılar.
Kul, tevekkülde olduğu gibi tevbe makamında bulunabilmek için de herşeyde ve herşeyi ile Allah´a yönelmelidir. Ancak böyle davrandığında O´nun sevgisine mazhar olan tevbekârlar arasında yer alabilir.
İşte bu nedenledir ki Allah Teala, "Muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever" (Al-i İmran/159) ve "Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmuştur. O, bunun yanısıra "Bir şeye tevekkül edecekler, yalnız Allah´a tevekkül etsinler" (İbrahim/12) buyurmuştur. Bu ayetin tefsirindeki en güzel görüş; bir konuda Allah´a tevekkül eden kulun, hayatın bütün sahalarında Allah´a tevekkül etmesi gerektiği yönündeki görüştür. Diğer görüş ise, birtakım şeylerde O´na tevekkül eden kulun, her tevekkülünde yalnız O´na tevekkül etmesi şeklindeki görüştür. Çünkü bir konuda vekil kılman kimseye, sadece o konuda tevekkül edilirken, diğer konulardan her birinde ayrı ayrı tevekkül etmek gerekir
Tevekkül, peygamberlerin en yüce makamlarından, sıddıklarla şehitlerin en üstün derecelerinden biridir. Tevekkülün hakikatine eren kimse, tevhidin de hakikatine erer. Böyle birinin imanı kemale ulaşarak, büyük derecelere nail olur. Şirkin her türlü göstergesinden ve şeytanın bütün gizli tasallutlarından uzak kalır. Şeytan böyle bir kul üzerinde asla hakimiyet kuramaz.
Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Onun iman eden ve Rableri´ne tevekkül edenler üzerinde hiçbir gücü yoktur.. Onun gücü, ancak kendisini dost edinen ve Allah´a şirk koşanlar üzerindedir". (Nahl/99-100) Görüldüğü gibi Allah Teala, şeytanın
insan üzerindeki etkisini kaldırmayı sırf iman etmeye bağlamamış, tevekkül etmeyi de gerekli kılmıştır.
Tevekkül bahsini bu kadar ayrıntılı ve derinlemesine açıklamamızın bir sebebi de budur. Çünkü tevekkül makamına, Vekil´i hakiki anlamda müşahede etmek üzere nail kılman bir kimse, yakini imanın makamlarına ve takva ehlinin hallerine daha rahat olarak ulaşabilir. Nitekim Abdullah b. Mesud (ra) bu hususta şöyle demiştir: Tevekkül, imanın özüdür.
Tevekkül sahibi bir kul, bu tevekkülünde bir takım sebepler, şahıslar, gayeler ve değişik şeylerle sınanabilir. Bu sınava, diğer makam sahipleri de maruz kalabilirler. Bu bela ve imtihanlardan sonra kulun üzerinde, şeytandan bir esinti veya kuruntu kalabilir. Ancak onunla asla birleşip kendine hakim olmasına izin vermez. Allah Teala, bu tür sınavlarla kulun tevekküldeki dürüstlüğünü sınayarak, Vekil´ine bakışım görmek ister. Sonuçta da, tevekkülünde dürüst olan mukarrebunu ödüllendirmeyi, ya da tevekküllerinin mücerred bir iddiadan ibaret olduğunu göstermeyi murad eder. Böylelikle dürüst olmayanlar, yalanlarını bizzat kendileri görerek tevbeye yönelirler.
O, bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala´nm sadık olanları sıdkları sebebiyle ödüllendirmesi için". (Ahzab/24) Tevekkül edenlerin ödüllendirilmesi, tevekküllerindeki sıdklan sebebiyle olur. Sıdk hil´ati, onların nişanesi olur. Allah Teala bundan sonra şöyle buyurmuştur: "Münafıklara da dilerse azap eder, ya da onların tevbelerini kabul eder". (Ahzab/24)
Tevekkül iddiasında bulunanlar için en iyi hal, tevbedir. Onlar, tevbe sayesinde içinde bulundukları zulmetten çıkabilirler.
Allah Teala buyurdu ki: "İnsanlar, ´İman ettik´ demekle, imtihan edilmeksizin bırakılacaklarını mı sandılar?". (Ankebut/2) Daha sonra da geçmiş ümmetlere mensup kulları tarafından yaşanmış bir sünnetini haber vererek şöyle buyurmuştur: "Andolsun Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları bilecektir". (Ankebut/3); "Allah Teala´nm sünnetinde asla değişme bulamazsın". (Ahzab/23)
Tevekkül eden kul, evinden çıkarken Allah Teala´nm emri ve Resulü´nün (sav) sünneti gereği, yukarıdaki gerçeklere inanarak
şöyle demelidir: "Allahım, evimdekilerin tamamı, eğer onları alacak birini musallat ettiysen Senin yolunda benden o kimseye sadaka olsun". Bu kimsenin evindeki eşyası alınırsa, bu hususta aşağıdaki yedi muameleden biri geçerli olur:
1. Allah Teala´ya olan tevekkülü ile O´nun emrini dilediği gibi tedbir edişini ve bu yöndeki seçimini kabullenir. Kalması halinde kendisini fitneye düşürebilecek şeyleri onun elinden çıkarmasını ve dünya malını eksiltmesini anlayışla karşılar.
2. Allah Teala, sevdiği şeyleri kaybettirmek suretiyle kulunun sadakat ve teslimiyetim, ya da yalanını açığa çıkarmak için onu seçmiş ve imtihan etmiş olabilir. Eğer kul, Rabbinin bu güzel imtihanından dolayı O´na hamd ve şükürde bulunup nefsi noktasında herhangi bir rahatsızlık hissetmezse şükür ve rıza ehlinin sevabına nail olur. İLm-i meknûn yani gizli ilimde O´nun bir peygamberinden bu yönde bir haber nakledilmiştir: "O peygamber şöyle demişti: (Ey Rabbim, Senin velilerin kimlerdir?´ 0´Kendisinden sevdiği şeyi aldığım halde Bana teslimiyet göstermeye devam edenlerdir".
3. Nefsi burukluk hissedip serzenişte bulunmasına rağmen, sabır, sükunet ve Allah Teala´ya hüsn-ü senada bulunmak suretiyle nefsiyle cihad edip kullara şikayette bulunmayı terkeden kimsedir. Bu da, sabır ve mücâhede ehlinin sevabına nail olur.
4. Bir Önceki makamda bulunmayan kimsedir. Çünkü onun tevekkülünün boşluğu ve içinde sakladığı yalan, birinci muameleye göre ortaya çıkmıştır. O da bunu itiraf etmiş ve Rabbi´nden özür dileyerek O´na dayanmış ve önünde boyun eğmiştir. Bu da, ilim sahibi kılma ve beyan bakımından sevaba vesile olabilir. Çünkü Allah Teala´nın takdirine rıza göstermemek, sabırsızlık etmek ve aslında Allah Teala´nm olan eşyasının kendi elinden alınıp başkasına devredilmesine öfkelenmek suretiyle tevekkül iddiasında samimi olmadığını öğrenmiştir.
O, içine düştüğü bu hal ile, kenüi elindekinin, aslen Allah Teala´nm bir tür hazinesi olduğunu görmüş olmaktadır. O´nun tarafından başkasına havale edilen şeyler de, asıl itibarıyla kendisinin değildir. O, bu eşya için sadece bir emanetçidir. Ama Allah Teala, kendisine emanet ettiği o malları geri aldığında, buna üzülerek tepki göstermiştir. Halbuki malın gerçek sahibi, malını alarak başka birine emanet, ödünç veya rızık olarak vermiş bulunmaktadır.
Bu makamda yeralan tevekkül sahibi, şunu bilir: Allah Teala, kendisine dünya mülkünden bir mal ve ahiret melekûtundan bir şeyler verdiği zaman, bunlar kendisi için rızık olmuştur. Ancak o, yakini imanının zayıflığı ve zühdünün eksikliğinden dolayı dünya rızkını, ahiret rızkına tercih etmiştir. Bunun yegâne sebebi, dünya malına olan düşkünlük, aşırı rağbet ve istekliliktir. Tevekkül sahibi, bunları gerçek anlamda öğrendiği zaman, Allah Teala sayesinde başka birinden aldığı eşya veya malın, asıl itibarıyla kendi eline verilmiş bir emanet olduğunu bilir. Bu hususlarda gösterilen cahillikler, hakiki tevekkül ehline göre günah, yakin ehline göre de, tevbe ve istiğfar gerektiren hallerdir.
Tevekkül sahibi bir kul, herşeyden önce şunu bilir: Allah Teala, bedenler için dünya mülkünden bir şey, ya da kalpler için ahiret melekûtundan bir şey hibe ettiği zaman onu asla geri almaz. Dünya mülkünden bir şey verdiğinde, bu şey tüketilinceye veya eskiti-linceye kadar o kimsenin uhdesinde bırakılır. Ahiret adına verdiği iman, ilim ve amel ise, kendisinden yine alınmaz, aksine geliştirilip arttırılarak onun için ahiret yurduna saklanır. Ama Allah Teala, dünya veya ahirete ait birşeyi o kimseye emanet ya da borç olarak da verebilir.
Verdiği bu tür şeyleri, dünya hayatında iken geri alması gerekir. Çünkü O´nun hikmeti, bu şeylerin iadesini gerektirmektedir. Hibe ettiği şeyleri nasıl onun uhdesinde bırakıyorsa, bunları da ondan geri alır. Yakini iman sahibi bir mütevekkil, Allah Teala´nm hazinesi sayılan eline ödünç veya emanet olarak bıraktığı bir şeyi, yine O´nun hazinesi olan başka birinin eline naklettiği zaman üzül-memelidir.
Allah Teala naklettiği bu şeyi ikinci kişiye hibe olarak vermiş olabileceği gibi, kendisini sınamak için emanet olarak da vermiş olabilir. Bir zaman sonra o şeyi, onun elinden de alarak başka birine verebilir. Çünkü evden çıkan, bir şeydir. Allah Teala´nm ise her şeyde bir hikmet ve imtihanı saklıdır.
Bu tür şeyin kaybından dolayı duyulan üzüntü ve acı, ariflere göre bir-cinayet, müminlere göre ise ihanettir. Onlar, tıpkı günah işlediklerinde yaptıkları gibi bunlardan dolayı da tevbe ve istiğfarda bulunurlar. Çünkü onlar, yukarıda açıkladığımız hakikatlere şahit olmuşlardır. Allah Teala da onlara, kaçan dünyalık için üzül-memeyi, gelen dünyalık içinse fazla sevinmemeyi emretmiştir. Gelen de, giden de, Allah Teala tarafından bilinmiş, sonra O´nun tarafından yazılmış, bunun ardından kendilerine bildirilmiş ve meydana çıkarılmıştır.
Yakini imanları onlara, apaçık Kitab´da şunu göstermiştir: "Yeryüzünde ve canlarınızda yaşanan hiçbir musibet yoktur ki onları yaratmamızdan önce bir Kitab´da yazılmamış olsun". (Hadid/22) Buna göre, mallara ve canlara gelen her musibet, insanların yaratılmasından çok Önce yaratılmıştır. "Onları yaratmamızdan önce" ifadesi de bunu göstermekte ve bütün musibetlerin, yeryüzü ve insanlık yaratılmadan önce yazılmış olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayetin tefsirlerinde değişik yorumlar yapılmış ve bazılarında, ´Canları yaratmamızdan önce´, bazılarında da ´musibetleri yaratmamızdan önce´ anlamının murad edildiği söylenmiştir. Allah Teala bu ayetinin devamında ise şöyle buyurmaktadır: "Ta ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah Teala´nm size verdiğiyle sevinip şımarmayasımz". (Hadid/23) Ayetten anlaşılacağı üzere, yitirilen bir şey için duyulan üzüntü, kazanılan bir şey için duyulan sevinç gibidir.
Kul, Rabbi´nin emrettiğinin zıddında veya O´nun istediğinin dışında bulunmaktan utanmaz mı? Oysa, aslen kendisinin olmayan bir şeyi yitirdiğinde üzülmekle, kendisinden alman bir şey için hü-zünlenmekle, ya da kendisinin olmayan bir şeyin varlığına sevinmekle böyle yapmaktadır.
Kendisine verilen şeyin, ilelebed elinde kalacak bir hibe mi, yoksa bir süre sonra geri alınacak bir emanet mi olduğunu ise bilmemektedir. Allah Teala, verdiğini onun elinden geri aldığı zaman, onun kendine ait olmayıp sadece bir emanet olduğunu anlayarak üzülecektir. Böyle biri yakinen iman ettiğinde şüpheli, bildiğinde cahil ve zühd göstermesi gereken şeyde arzulu demektir. Bu ne büyük bir şüphedir!
Bu şüpheye rağmen, kendisini tevekkül sahibi sanmakta, Allah Teala ile müstağni, imanen kuvvetli ve Allah Teala´nm hükümle-
rindeki takdirinin mecralarına şahit olan zatların makamlarında bulunduğunu iddia etmektedir. Kul, yalancı olduğunu bildiği zaman, yalancıların teslimiyetiyle teslim olup asılsız tevbekârların tevbesiyle tevbe eder, asla sadıkların sözlerini dile getirmeyip Allah dostlarının nazıyla nazlanamaz. Allah Teala´mn böyle kimselere hallerini göstermesi, onları eğitmek ve hakettiği sevabı vermek için olur. Bu da kusur ehlinin sevabıdır.
5. Malı alman kulun, yitirdiği her dirheme karşılık Allah yolunda sarfedeceği ve lehinde hesap edilen yediyüz dirheminin bulunması. Kendisi, böyle bir şeye Önceden niyet etmiştir. O, evinden bir şeyi alınmasa da aynı şekilde davranacak bir kuldur.
Bunu da Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinden çıkarmaktayız: "O, menisini dışarı bırakmayıp rahme indiren bir kimseye, bu ilişkisinden dolayı dünyaya gelen, yaşayan ve Allah yolunda öldürülen bir çocuk sevabı verileceğini bildirdikten sonra, çocuğu olmaması halinde şöyle diyeceğini haber vermiştir: ´Onu yaratacak da, rızık verecek de Sensin. Onun yaşaması da, ölümü de Sana bağlıdır. Ben, nutfemi gereken yere bırakıyorum. Bundan sonrası, Senin hükmünde dir".
6. Devesini alan din kardeşine günah yazılmaması için, onu kendisine sadaka olarak vermesi. Bu durumda, din kardeşine gösterdiği şefkatten ve Rabbi´nin ahlakıyla ahlaki anmasından dolayı sadakasının yanısıra ikinci bir sevap daha kazanır. Çünkü bilmeyerek günah işleyen bir kardeşine iyi gözle bakmış, kendisine haksızlık eden birini affederek ihsan sahiplerinin derecesini kazanmış ve takva ehlinin makamlarının hakikatine ermiştir.
Böyle biri, ecri Allah Teala´ya düşen kullar arasında yer alır. Allah Teala da onun için, hiçbir nefsin bilmediği göz aydınlığını saklar. Bu kul, Allah Teala´mn emrinin nasıl cereyan ettiğini, kendi devesini alan kimsenin kötü bir kaza ile sınandığım ve onun yerine konulmayarak himaye edildiğini iyi bilir. Bu nedenle de, sınanan insanlara merhamet göstermekte ve kendisini himaye eden Rab-bi´ne hamdetmektedir. Rabbi´ne olan şükrü onu, haksızlık edenlere beddua etmekten alıkoymaktadır.
Ariflerden bir zat, arkadaşına şöyle dedi: ´Marifet ehli, neden kendilerine haksızlık edenleri kınamazlar?´Arkadaşı, ´Bilmiyorum´
dedi. Arif şu karşılığı verdi: ´Çünkü onlar, Allah Teala´mn bunu kasden yaptığını, haksızlık edenlerin de kendileriyle imtihan edildiğini bilirler. Bu yüzden de, onlara merhamet ederler*. Bu tavır, kendisine zulmeden din kardeşine yardım etmenin ve Allah Resulü´nün (sav) bu konudaki buyruğuna uymanın gereğidir.
O, buna özendirerek şöyle buyurmuştur: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et". [2]Burada zalime yardım etmek, onun zulmüne engel olmak şeklindedir. Din kardeşi onun malına yönelik bir günah işlediğinde onu affederek, zulme düşmesini engellemiş olur. O, kardeşini suç işlerken gördüğünde, malı almasını engelleyerek veya kendisini affederek malı ona hibe edecektir. Onu affetmesi, görmesinin yerine geçer.
Giden malı konusunda zühdün hakikatine ermesi. Ebu Süleyman ed-Darani, Malik b. Dinar´ın (ra) Muğire´ye, ´Git ve evdeki küçük kovayı al, ona ihtiyacım yok´ dediğini duyduğunda, ´Neden?´ diye sordu. Çünkü o kovayı kendisi hediye etmiş ve Malik de (ra) bu hediyesini kabul etmişti.
Malik (ra) şöyle cevap verdi: Şeytan, daima bana vesvesede bu-lunyor ve hırsızın onu çaldığını fısıldıyor. Malik b. Dinar (ra) kapısını kilitlemeyip bir iple bağlardı. Bazan da şöyle derdi: Eğer sokak köpekleri olmasa, ip dahi bağlamam.
Ebu Süleyman ed-Darani, bu davranışın sufilerin kalbi zaaflarından kaynaklandığını söylemiştir. Dünyada zühd sahibi olan bir zatın, evindeki eşyayı kimin aldığını düşünmesi yersizdir. Hakikat da Ebu Süleyman´ın ifade ettiği gibidir. Çünkü zühd sağlıklı olduğu zaman, rıza ve teslimiyet de onun muhtevasına girer. Gerçi Malik b. Dinar´ın (ra) sözünün de doğruluk payı vardır. O da, bu tür bir vesvese ile Allah Teala´ya karşı masiyette bulunmayı hoşgörme-miş, verdiği kovanın masiyet sebebi olmasının önüne geçmiştir. Ancak Ebu Süleyman´ın sözü, tevekkül ve rızaya yakınlığı bakımından daha yüce bir makama sahiptir.
Ev eşyasının kaybına dair yukarıda aktardığımız hüküm ve bilgiler, yolculukta veya yurdunda bulunup mal kaybeden herkes için geçerli olduğu gibi, kendi canı veya ailesi noktasında bir musibete maruz kalan kimseler için de aynen caridir.
Kul, yukarıda naklettiğimiz hüküm ve muamelelerin tamamına kalbiyle iman ettiği ve onları vicdanına iyice yerleştirdiği zaman, dile getirmesi, ya da açığa vurması gerekmez. İnsanların iman bakımından en ileri, yakin bakımından en güzel olanları, yitirdikleri dünyalıklara en az üzülen ve tasalananlardır. Onların rıza ve şahitlik bakımından en derin ve nüfuzlu olanları ise, dünyalık kaybetmeyi şükür gerektiren bir nimet olarak görenlerdir.
İnsanların iman bakımından en eksik, yakin bakımından en zayıf olanları ise, yitirdikleri dünya malları için, en çok tasalanıp ke-derlenenlerdir. Bunlar, aynı zamanda en çok şikayette bulunan ve en az şükredenlerdir. Musibet ve belalar, insanların dünyaya verdikleri değeri ve zühdlerini ortaya çıkaran imtihanlardır. Bu meyanda, Allah Resulü´nün (sav) şu dua hadisini anmak gerekir: "Sen´den, sayesinde dünya musibetlerinin bize hafif geleceği bir ya-kini iman niyaz ederim". [3]
Yitirilen dünyalık için duyulan şiddetli keder ve tasa, dünya sevgisinin delili olduğu gibi, Mahbub´a imanın zayıflığının da alametidir. Kaybedilen dünyalıklar için az tasalanmak ise, dünyaya önem vermeyisin yani zühdün delili olduğu gibi, Allah Teala´ya imanın da güçlülük işaretidir. Devesini kaybeden bir tevekkül sahibi, onu aynı anda bulursa, yanında alıkoymasının bir sakıncası olmadığı gibi, niyetinden dolayı hakettiği ecri de alır.
Bu söz ve ona olan inancın, kul evden çıkarken, hayvanını bir yere bırakırken, ya da yolculuğa çıkarken bulunmasının ona bir yarar sağlayıp sağlamadığını bilemiyorum. Allah Teala´nm onda baki kalmasını istediği bir şeyi yitirme ihtimalini öne almaması, ya da Allah Teala´nm onun elinden çıkmasını murad ettiği bir hayvanı bağlamayı tercih etmesi bu kimseye zarar vermez.
Ama, her şartta tevekkül hallerinden ve üstteki muamele makamlarından biri üzere olmasına rağmen, vera´ noktasında dünya malını yitirmeden doğan eksiklik kapılarından birinde durmuş olur. Bu, onun bir eksiğidir. Çünkü yitirme ihtimali bulunan şey hakkında Allah Teala´ya tevekkülü tam tutsa ve onun hakkındaki emri Rabbi´ne havale etse de, daha sonra o mal veya hayvanın kendisine geri verilmesini iyi görmektedir.
Vera´ bakımından ona malik olmaya kalkışması ve o mal hakkında geri almayı uygun görmesi edebin güzelliği noktasında müs-tehap görülmemiştir. Zira o, sözkonusu mal veya bineği daha önceden Allah yolunda sadaka kılmıştır. Eğer bu niyetinden cayarsa, o zaman tevekkülü zedelenmiş olmaz. Çünkü işi Vekil olan Allah Teala´ya havale etmesi, her iki halde de sahihtir. O mal veya bineği geri alması ise, Allah Teala´nm önceden kendisine bahşettiği şeyi, yeniden ona vermesi sayılır.
Bu konuya örnek olması bakımından şu hadiseyi nakledebiliriz: Abdullah b. Ömer´in (ra) devesi çalınmıştı. Yoruluncaya kadar deveyi aradı. Sonra da, ´Allah yoluna (sadaka) olsun´ dedi ve mescide girdi. İki rekat namaz kılmıştı ki, bir adam gelerek, ´Ey Ebu Abdur-rahman, deven falan yerde´ dedi. Bunun üzerine, ayakkabısını giyerek gitmeye yeltendi. Sonra ayakkabısını çıkartarak ´Allah Te-ala´dan mağfiret dilerim´ dedi ve yerine oturdu. Yanındakiler, ´Gidip deveni almayacak mısın?´ diye sordular. O da, ´Allah yolunda (sadaka) olsun´ demiştim´ dedi.
Ariflerden bir zat, şunu nakletmişti: ´Dostlarımdan birini ölümünden sonra rüyamda gördüm ve, ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. Şu cevabı verdi: Bana mağfiret etti ve beni cennete koydu. Sonra cennetteki meskenlerim bana sunuldu, hepsini de gördüm´. Bunu söylerken birden daldı ve hüzünlendi. Ben, ´Cennete girdiğin ve Rabbi´nin mağfiretine nail olduğun halde neden hüzünleniyor-sun?´ diye sordum. Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: Evet, kıyamet gününe kadar da hüzünlü olmaya devam edeceğim. ´Peki neden?´ diye sorduğumda şöyle cevap verdi: Cennetteki meskenlerimi gördüğüm zaman, İlliyyun´daki makamlar da bana sunulmuştu. Bunların benzerini daha Önce hiç görmemiştim. Onları gördüğüme çok sevindim ve girmeye yeltendim. O esnada yukarıdan biri seslenerek; onu uzaklaştırın, burası ancak yolu devam ettirenler içindir, dedi. Ben de, yolu devam ettirmek nedir? diye sordum. Bana şöyle dendi: Sen dünyada iken, yitirdiğin bir mal için, ´Allah yolunda sadakam olsun´, derdin. Ama sonra, cayarak onu alırdın. Eğer Allah yolunda olanı devam ettirseydin, biz de senin içeri devam etmene izin verirdik.
Rebi´ b. Haysem hakkında şu olayı naklederler: Rebi´in atı çalınmıştı. At, yirmi bin dirhem değerinde bir hayvandı. Hırsızlık, kendişine haber verilmesine rağmen onu aramaya kalkışmadı ve ara vermeksizin namazına devam etti. İnsanlar, yanına gelip onu teselli etmeye çalıştıklarında şöyle dedi: Atı çekerken onu gördüm. Bunun üzerine, ´Peki neden engel olmadın?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: -Namazı kasdederek- O an, benim için çok daha güzel bir uğraştaydım. Bunun üzerine onu kınamaya başladılar. Rebi´ şöyle dedi: Böyle yapmayın, hayır söyleyin. Ben o atı, o kimseye ta-sadduk ettim.
Ariflerden bir zata, çalman bir malı hakkında, ´Onu çalarak haksızlık yapana beddua etmeyecek misin?´ denilmişti. Arif şu karşılığı verdi: O kula karşı şeytanın yardımcısı olmak istemem. Bunun üzerine, ´Ne dersin? Çalman malın geri gelse onu alır miydin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Dönüp bakmazdım bile. Çünkü ben onu, o kimseye helal kılmıştım.
Başka bir arife de, ´Sana zulmedene beddua et´ denilmişti. O da, ´Hiçkimse bana zulmetmedi... O, ancak kendisine zulmetti. Zavallının kendine olan zulmü yetmezmiş gibi, bir de beddua ederek durumunu daha da mı kötüleştireyim?´ cevabını verdi.
Bir müslümanın cüzî bir malı kaybolmuştu. Birkaç kişi gelerek onu teselli etmeye çalıştılar. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: Beni, dünya işi için teselli etmeyin. Allah´a yemin ederim ki o malın tamamının gidişine bile üzülmezdim. Az bir kısmının gidişine neden üzüleyim?! ´Niçin?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Yitirmemden doğan şükür, beni üzülmekten alıkoydu da, onun için.
Arifler, hırsızlık, gasp ve benzeri bir zulme uğradıkları zaman şöyle derlerdi: Bu, Allah Teala´nm bize olan bir nimetidir. O´nun bizi zalim değil de mazlum kılması, bize yapılan haksızlıktan daha büyük bir nimettir. Selef-i Salih, zulmedenleri küfür ve beddua ile anmaktan çok korkardı . Bu, o kimselerin kendilerine yaptıkları zulmü daha da arttıracak bir şeydi.
Rivayete göre, kendisine zulmeden kimseye dua eden bir adam, bu duasıyla ona galip gelmiştir. Adamın biri, Selefin bulunduğu bir mecliste Haccac´a sövmeye başladı. Selef, o şahsa şöyle dedi: Onun sövgüsüne fazla dalma. Allah Teala, Haccac´m namusuna dil uzatanlardan onun öcünü aldığı gibi, malına el koyduğu kimselerin öcünü de ondan alacaktır. : ,
!! Bir hadis-i şerifte de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kul, zulümden yakınmada da zulmedebilir; kendisine zulmeden kimseye zulmettiği kadar sövgüde ve küfürde bulunmaya devam eder. Sonra da ona zulmedenin onun aleyhindeki talebi doğar ve zulmü aşan miktarını mazlumdan kısas olarak ister."
Ulemadan bir zat, yolunun kesilip malının alındığını şikayet eden bir adama şöyle demiştir: Eğer müslümanlar içinde bunu mubah görenler bulunduğu yönündeki kaygın, malın hakkındaki kaygı ve tasandan daha çok olmasaydı müslümanlara Öğütte bulunmazdım.
Kabe´yi tavaf ederken Ali b. Fudayl´m iki dinarı çalınmıştı. Babası onu hüzünlü bir şekilde ağlarken gördü. ´İki dinar için mi ağlıyorsun?´ diye sordu. O da, ´Hayır, Allah´a yemin ederim ki, kıyamet günü bunlar kendisinden sorulacak ve hiçbir delili olmayacak zavallı hırsız için ağlıyorum´ dedi.
Bu çerçevede ulemadan bir zata, kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi söylenmiş, o da şu karşılıkta bulunmuştu: ´Onun için duyduğum üzüntü, ona beddua etmemi engelleyecek kadar büyük´.
Tevekkül sahibi bir kul, yitirdiği mal kendisine geri getirildiği zaman, eğer Allah yoluna verdiğini belirtmişse ona sahiplenmemelidir. Bu, onun için daha faziletlidir. Allah yoluna koyduğunu devam ettirmelidir. Eğef malı alan kimseye tasadduk ettiyse o zaman bakılır: Malı çalan kimse fakirse ve bu hırsızlığı, ihtiyaç ve fakirlik sebebiyle yapmışsa, sadaka hükmü devam ettirilir. Eğer muhtaç ise, o zaman helallik daire sindedir.
Şeyhlerden biri Mekkeli bir şeyhten şunu nakletmişti: Abidler-den biri, hacılardan birini yanında dikili duran dağarcığını çalmakla suçlamıştı. Şeyh, kendisine dağarcığında ne bulunduğunu sordu. O da ne varsa söyledi. Bunun üzerine onu evine götürdü ve orada söylediği malları tartarak kendisine verdi. Daha sonra abidin arkadaşları, kendisine şaka yaptıklarını ve o uyurken dağarcığını aldıklarını söylediler.
Bunun üzerine o ve arkadaşları, dağarcığın muhtevasını ona veren şeyhe gittiler. Verdiği malı kendisine iade etmek istediler. Şeyh, ´O mal, benden çıktıktan sonra bana dönemez, o artık sizin´ dedi. Abidler, ´Bizim buna ihtiyacımız yok´ dediler. Ama şeyh ´Alın´
diye ısrar ediyordu. Onların almamaları üzerine, şeyh oğlunu çağırdı ve malı keselere bölerek, ihtiyaç sahiplerine dağıttırdı.
Onun niyeti, verdiği malı Allah yolunda vermek olduğu için, elinden çıkanı geri almak istememişti. Aynı şekilde bir dilenci için ayırdığımız bir somunu, ya da bir fakir için hazırladığımız bir dirhemi onlara rastlayamasak da başka bir fakir veya dilenciye vermeliyiz. Müstehap olan budur.
Bu sıfatları taşıyan insanlar gördük. Ama artık bu yolun izi kalmadığı gibi haberleri de iyice kesildi. Her kim bununla amel ederse, onu diriltmiş ve açığa çıkarmış olur. Bu, eskiden evliyanın sürekli yürüdüğü Allah Teala´ya götüren yollardan biri idi. [4]