- Tevbenin Unsurları

Adsense kodları


Tevbenin Unsurları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Thu 31 December 2009, 05:48 pm GMT +0200
Tevbenin Unsurları,Faziletlerinin Beyanı Ve Tevbe Ehlinin Sıfatları Hakkındadır
Allah Teala, umuma yaptığı hitabının ilk beyanında şöyle buyur­muştur: "Ey müminler, hep beraber tevbe edin, umulur ki felaha erersiniz". (Nur/31) Ayetin manası şudur: Ey iman edenler, nefslerinizin nevasından ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kurtularak Al­lah Teala´ya dönün. Böyle yaparsanız, ahirette umduğunuzu elde edebilir, O´nun zeval ve tükenmek bilmeyen nimetlerinde ve cennetlerinde ebedi hayatı sürebilirsiniz. Cenneti kazanmak ve ona girmekle bahtiyar olur, cehennem ateşinden kurtulabilirsiniz. Ha­kiki felah ve kurtuluş da budur.

Allah Teala, hususi hitabını yaptığı ikinci beyanında ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah´a tevbe-i nasuh ile tevbe edin ki Rabbiniz günahlarınızı örtsün de sizleri altlarından ırmak­lar akan cennetlere koysun". (Tahrim/8) Ayette geçen ´Nasuh´ keli­mesi, ´nush´ kelimesinden gelmektedir. Vezni ise, mübalağa ifade eden ´Fe´ûl´ şeklindedir. Baştaki ´nün´ harfinin ötreli okunması ne­ticesinde ´Nusuh´ şeklinde de kıraat edilmiştir. Bu durumda da ´Na-suha´ fiilinin masdarı olmaktadır. Manası ise, her hangi şeyin Allah Teala için halis, katıksız ve saf olmasıdır.

Başka bir görüşe ´nasuh´ kelimesi, mana bakımından ´nisah´ ke­limesinden gelmektedir. ´Nisah´, iplik ve benzeri şeyler için kulla­nılan bir isimdir. Bu manaya göre de, yapılması istenen tevbenin, her türlü dolama ve bağlantıdan uzak olması murad edilmektedir. Bu da tilki gibi hilekarlığa başvurmayarak, günaha asla meylet-meksizin Allah Teala´ya itaat yolunda istikamet bulmakla olur. Böyle bir tevbeyi eda eden kul, imkan bulması halinde o günaha tekrar dönebileceğini nefsine asla fısıldamamak, günahı işlerken heva ve arzulan için işlediği gibi terkederken de yalnız Allah rıza­sı için terketmiş olmalıdır.

Kul, Allah Teala´ya hevadan arınmış kalb-i selim ve sünnet üze­re müstakim olan amel-i salih ile gittiği vakit, hüsn-i hatimeyle öl­mesi mümkün olur. Böyle yaptığı zaman, güzel bir sonla karşılaşa­caktır. Rabbinden bir nimet ulaşan kimse ise, O´nun lütfuyla kötü sonla bitecek kirlenmeye karşı korunarak merhamet görecektir.

Allah Teala´nm yukarıdaki hitabında murad ettiği kimsenin va­sıfları işte böyledir. O, yüce kitabında şöyle buyurmaktadır: "Mu­hakkak ki Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever". (Bakara/222) Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuş­tur: "Tevbe eden, Allah Teala´nm sevdiğidir". "Günahtan tevbe eden, günahı olmayan kimse gibidir" [60]

Hasan el-Basri´ye (ra) ´Tevbe-i Nasûh´un ne olduğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: O, kalple pişman olmak, dille istiğfarda bulunmak, uzuvlarıyla terketmek ve tekrar yapmamaya niyetlenmektir. Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle demişti: Mahlukat için tevbe kadar elzem olan başka bir şey mevcut değildir. Yine onlar için, tevbe il­mini bilmemekten daha ağır bir ceza yoktur. İnsanların ekseriyeti, tevbe ilmini bilmemektedir. O, başka bir vesilede ise şöyle demiş­tir: Tevbenin farz olmadığını söyleyen, kafirdir. Sözüyle razı olup iktifa eden de nankördür. Sehl, diğer bir münasebette de şöyle de­miştir: Gafletinden tevbe eden kul, bütün nefeslerinde ve bakışla­rında taat üzere olur.

Ali de (kv) tevbeyi terketmeyi, körlük makamlarından biri ola­rak tarif ederek, zanna tabi olup zikri unutmayla bir tutmuştur. Bu meyanda kendisinden nakledilen uzun bir hitabında şöyle demektedir: Kör olan kimse, zikri unutur, zanna tabi olur ve tevbe edip teslimiyet göstermeksizin mağfiret diler.

Tevbenin farizalarının başında gelen en temel esas ve tevbekâ-rm sadık ve hakkı ika eden biri olmasının esas şartı; işlediği güna­hı ikrar edip zulmünü itiraf etmesi, nevasından dolayı nefsine kı­zıp kötülüklere dönük niyetini yokederek gücü yettiği ölçüde gıda­sını temiz tutmasıdır. Çünkü helal ve temiz yemek, salihler için en mühim sıfatlardan biridir. Bunların ardından, daha önce işlemiş olduğu suçlardan dolayı pişmanlık duyması gelir. Eğer pişmanlığı hak ise, bir hakikati ve özü olması gerekir. Zira her hakkın bir ha­kikati vardır.

Pişmanlığın hakikati da, pişmanlık duyacağı işleri tekrar yap­mama istikametinde kararlı olmasıdır. Bunun ardından da, emir­lerde istikamet üzere oduğu, yasaklardan ise kaçındığı yönünde bir inanca sahip olması gelir. İstikametin hakikati, ömrünün kalan kısmında yolunu eğriltecekş eyleri yapmayacağına dair azimli ol­masıdır. Bundan sonra ise, Allah Teala´ya yönelen her kulun izle­mesi gereken yola tabi olup hiçbir cahille yoldaşlık etmemesi gelir. Çünkü cahil arkadaşlar, iyiye dönmüş bir insanı tekrar yoldan çı­kartabilirler.

Bunların yanısıra, kötülüklerle geçirip ifsad ettiği şeyleri İslah etme gayretini göstermeli ve bu suretle, tevbe edip bozduklarını İs­lah eden İslahatçılardan olmalıdır. Allah Teala, ihsan sahiperinin ecirlerini zayi etmediği gibi, müfsitlerin amellerini de İslah etme­yecektir.

Bundan sonra kötülüklerin, iyilik ve hasenatla yer değiştirmesi gelir. Tevbesi hak ve samimi olup Alah Teala´ya güzelce yönelen in­sanların kötülükleri hasenata dönüşecektir. Bu değişme, dünya ha­yatında olacak ve kişi kötü amellerinin yerine iyi işler ve salih amel­ler yapmaya başlayacaktır. Nitekim Allah Teala da bu manada şöy­le buyurmaktadır: "Allah, bir kavmi (onlar) kendindekilerini değiş­tirmedikçe değiştirmez". (Ra´d/11) Allah Teala, bir kavmin kötülüğü­nü iyilikle değiştirdiği zaman, onların seyyiatı da hasenata dönüşür.

Tevbekârm taşıması gereken sıfatların başında da, pişmanlık ve daimi hüzün gelir. Geçen şey için duyulan pişmanlık ve hüznün hakikati, zamanı gelen bir ameli ifa etmede kusur ve yılgınlık göstermeyerek değiştirebilme imkanına sahipken ikinci bir vakti de kaçıracak şekilde gurura kapılıp tereddüt göstermemesidir. Geçmiş olanı telafi edeyim derken, uyandığı an yapması gereken bir şeyi de kaçırmamalıdır. Aksi halde, gafletinden uyanma haliyle geçmişteki gaflet hali, birbirlerinden farklı olmaz. Çünkü bir şeyi kaçırırkan kaçırılan şeyi telafi etmek mümkün olmaz. Nimet de, nimetle ka­zanılamaz. Tevbe eden kul, Allah Teala´mn şu buyruğundaki sıfata uygun davranmalıdır: "Diğer bir topluluk ise, günahlarım itiraf et­tiler ve iyi bir amel ile diğer bir (kötü ameli) karıştırdılar". (Tev-be/102) Buradaki ´iyi amel´ile, itiraf ve pişmanlığın murad edildiği söylenmiştir.

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) dedi ki
: Akıl sahibi bir kul, ömrü­nün kalan kısmının tamamında, sadece geçen yıllarında kaçırdık­ları için ağlamasa, bu hali kendisini öünceye kadar hüzne boğma­ya yeterlidir. Ömrünün kalan kısmını ağlayarak geçiren bir kimse için durum bu iken, ömrünün gelecek kısmını da geçmişi gibi kötü­lüklerle karşılayan kimse durumu nice olur?

Sehl b. Abdullah şöyle demiştir:
Tevbe eden kimsenin hiçbir ek­siği olmaz. Çünkü onun kalbi, son nefesini verinceye kadar Arş ile irtibatlıdır. Böyle birinin zaruret dairesi dışında bir hayatı da yok­tur. O, geçmişte kaçırdıkları için daima kederlenir. Ömrünün kalan senelerinde emirlerde azim, yasaklarda ise şiddetli bir kaçınma içinde olur. Bunu yapacak-kulun, öncelikle her noktada Yakin ilmi­ni kullanması gerekir. Bunun ardından salih amelleri kararlı bir şekilde ifaya devam etmelidir.

Böylece Allah Teala´mn, haklarında "Ve çirkin olanı güzel olan­la giderenler.." (Ra´d/22) buyurduğu kullardan biri olur. Bu kullar, geçmişte yapmış oldukları kötülükleri, yaşadıkları anda yaptıkarı salih amellerle savarlar. Allah Resulü de (sav), Ebu Zerr´in (ra) ri­vayet ettiği bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bir kötülük yaptığın zaman, onun ardından hemen bir iyilik yap. Gizli için gizli, aşikar için aşikar yap". Muaz´m (ra) vasiyetinde de şu öğüt yeralmaktadır: Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki onun izlerini silsin.

Tevbekâr, bu sıfatlarının yanısıra salihler zümresine de girme­lidir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve iman edip salih ameller işleyen­lere gelince, onları sarihlerin arasına koyarız". (Ankebut/9) Ardından gücü yettiği ölçüde hayırlarda yarışmalı, yitirdiklerini ve ka­çırdıklarını telafi etmeye çalışmalıdır. Böylece salihlerden biri ha­line gelir. Bu makama yükselen tevbekâr, Rabbi için tam salah bu­lur. Rabbi de onu dost edinerek, kendisini muhafaza etmeye başlar. Çünkü O, "Salih kullarını dost edinir" (A´raf/196).

Tevbe ve ona tealluk eden hususlarla ilgili olarak kula yüklenen on esas vardır:

1. Allah Teala´ya karşı ma´siyette bulunmaması farz kılınmıştır.

2. Bir ma´siyete düçâr edildiğinde, onda ısrar etmemelidir.

3. İşlediği ma´siyetten dolayı Allah Teala´ya tevbe etmelidir.

4.
İşlediği kusurdan dolayı pişman olmalıdır.

5. Ölene kadar istikamet üzere olma niyetini perçinlemelidir.

6.
Azap ve cezadan korkmalıdır.

7. Mağfireti ümit etmelidir.

8. Günahını itiraf etmelidir.

9. Allah Teala´mn kendisine bunu takdir edip kendisinin bun­dan döndüğüne inanmalıdır.

10
.Salih amelde devam ederek, kefaret için çaba sarfetmelidir. Çünkü Allah Resulü de (sav) bunu tavsiye etmiştir: "Kötülüğün ar­dından iyilikte bulun ki onu silsin"[61]

Yukarıda sıraladığımız on esasın tamamı da, muhtelif hadis ve haberlerde zikredilmiştir. Bunlara ilgili olarak Sahabe ve Tabi-un´dan (ra) birçok söz rivayet edilmiştir. Denir ki: Ölüm meleği, ku­lun önüne çıktığı zaman, ömründen sadece bir saati kaldığım ve bunun bir göz açıp kapama süresi kadar dahi tehir edilmeyeceğini bildirir. Bunun üzerine kulda öyle bir pişmanlık ve hasret doğar ki bütün dünya kendisinin olsa, birşeyler yapmak ve kötülüklerini iyiliklerle değiştirmek için bir saat daha kazanabilmek uğruna ta­mamını vermeye hazır olur. Ne yazık ki, buna imkan bulamaz. Al­lah Teala´mn "Artık kendileriyle arzuları arasına bir set çekilmiş­tir" (Sebe´/54) buyruğunun yorumu da budur.

Kul ile, arzuları arasına çekilen bu set için, kimileri ´tevbe´dir derken, kimileri ´Ömrün uzatılması´, kimileri de ´Hüsn-i hatime´dir´ demişlerdir. Allah Teala, daha öncesinde onların benzerlerine ve aynı fırkadan olanlara yaptığını bu kimselere de yapacaktır.

Kulun üzerinden geçen her saat, kıymetini bilen kul için bütün bir dünya değerindedir. İşte bu sebeple şöyle denilmiştir: ´Allah Te­ala´mn şevki ve hikmeti çerçevesinde, O´nun takdiri muvacehesin­de hareket eden kul için, ömrün kalan kısmının hiçbir kıymeti yok­tur. O´nun, "Ey Rabbim, beni yakın bir ecele tehir eylesen" (Müna-fikun/10) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Yakın vakit, kulun öüm meleğine şunu söylemesidir: Ey ölüm meleği, beni bir gün daha ertele de, Rabbime ibadet edeyim ve günahlarımdan do­layı nefsimi kınayarak nefsim için biraz azık düzeyim. Bunun üze­rine ölüm meleği, ´Artık bütün günlerin tükendi´ der. Ölecek kişi, ´O zaman, beni bir saat ertele´ diye yalvarır. Ölüm meleği, ´Saatlar da bitti. Artık bir saatin bile yok´ der.

O anda, can boğaza doğru çıkar ve gırtlağı tıkayarak tevbe ka­pısını da tamamen kapatır. Artık perde gerilmiş, ameller noktalan­mış, vakitler sona ermiş ve nefesler kısılmaya başlamıştır. Gözün­deki perde kaldırılıp da hakikati yakından gördüğü zaman, bakış­ları keskinleşir ve son nefesini vermesiyle canı çıkar. Geçmişte yap­tığı amellerin saadeti kendisine hemen yetişir ve ruhu tevhid üze­re ayrılıp gider. İşte bu hüsn-i hatimedir.

Ötekiler ise, geçmiş hayatındaki günahları sebebiyle acıya bo­ğulurlar. Ruhları da şüphe içinde çıkar. Allah Teala böyleleri hak­kında şöyle buyurmuştur: "Devamlı kötülük yapıp da her birine ölüm gelince, ´İşte ben şimdi tevbe ettim´ diyen kimselere tevbe yok". (Nisa/18)

Bu, olabilecek en kötü sondur. Böyle bir sondan Allah Teala´ya sığınıyoruz. Ayette bahsedilen kimseler için, kimileri ´münafık´, ki­mileri de ´günahkâr demişlerdir.

Allah Teala, hakiki tevbenin kimler için olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah katında kabul edilen tevbe, ancak cahil­likle bir kötülük işleyip de, sonra hemen tevbe edenlerin ettikleri tevbedir". (Nisa/17) Bu ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Ayet­te geçen ´hemen´ kelimesiyle kasdedilen, ölümden, ahiret alametle­rinin açıkça belirmesinden ve nefesin boğazda düğümlenmesindenn önceki süredir. Çünkü Allah Teala, ahiret alametlerinin açıkça be­lirmesinden sonra yapılacak tevbenin kabul edilmeyeceğini hükme bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı işaretlerinin geldiği gün, evvelce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir fayda vermez". (En´am/158)

Anlaşılacağı üzere, yalnızca Allah Teala´nm ahiret için yarattı­ğı işaretlerin zuhurundan veya imanında bir hayır, yani ´tevbe´ ka­zanmadan önce yapılan her tevbe fayda edecektir. Tevbe, imanın kazançlarından ve hayrın temellerinden biridir. Ayetteki ´hayır" ke­limesi ile, salih amellerin murad edildiği de söylenmiştir. Çünkü salih ameller, imanın ziyadesi ve yakini imanın alametidir.

Üstteki ayette geçen ´hemen´ kelimesinin bir başka tefsirinde ise, günah işlemenin hemen ardından yapılan tevbenin kasdedildi-ği söylenmiştir. Buna göre, günahı işleyen kimse, onda ısrar ve de­vamlılık göstermeden, derhal tevbe etmeli ve tevbeden uzak kal­mamalıdır. Tevbenin yakından *karib´ olması; günahın ardından sa­hih bir amelin işlenmesi ve o günahın üzerine başka bir günahın eklenmemesidir. Kul, kötülükten iyiliğe dönmeli ve başka bir kötü­lük daha işlememelidir.

Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir:
Bu ümmet içinde ridde-te ilk yeltenenler, malının zekatını vermeyen veya Rabbinin evini haccetmeyi kabul etmeyenlerdir. Nitekim böyleleri "Ki malımdan sadaka vereyim ve sarihlerden olayım" (Münafikun/10) demişlerdir. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid ehli için indirilmiş en ağır ayetlerden biridir. Bu ayetten bir önceki ayette de şöyle buyrul-maktadır: "Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizi Al­lah´ın zikrinden alıkoymasın". (Münafıkun/9) Denildi ki: Zerre mik-darı olsun iyiliği olan bir kul, ölüm anında dünyaya geri çevrilmeyi istemez´. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ahirette miskal ağırlığınca hayrı olan kimse, başından sonuna bütün dünya kendinin olacak olsa dahi dünyaya geri dönmek istemez".

Ariflerden bir zat şöyle demiştir:
Allah Teala´nm kuluna verdi­ği iki sır vardır ki bunları ilhamı ile ona buldurur. Bunların ilki, do­ğup annesinin karnından çıkarken verilir ve Allah Teala kuluna şöyle buyurur: Ey kulum, seni dünyaya, temiz ve pak olarak çıkar­dım. Sana emanet ettiğim bir ömrü de sana tevdi ettim. Bu emane­ti nasıl muhafaza edeceğine ve Bana şimdiki gibi nasıl temiz ve pak geleceğine bak. İkinci sır ise, ruhu çıkarken verilir ve Allah Teala ona şöyle buyurur: Ey kulum, emanetime nasıl davrandm? Bu karşılaşmamıza kadar onu iyi muhafaza ettin mi? Onu Benim emirle­rime ve Bana verdiğin söze uygun olarak koruduysan Ben de sö­zümde durur ve mükafaatmı veririm. Eğer ona kötü davranıp he­ba ettiysen o vakit de, hesaba çeker ve azap ederim.

Bu hususu, Allah Teala´nm şu ayetlerinde de görmekteyiz: "On­lar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler". (Mü´nıinun/8); "Be­nim ahdime vefa gösterin ki, Ben de sizin ahdinize vefa göstere­yim". (Bakara/40)

Ömür, kula verilmiş bir emanettir. Eğer onu ilk hali üzere saf ve temiz olarak muhafaza ederse, emaneti eda etmiş olur. Eğer onu harcar ve kirletirse, o zaman Allah Teala´ya ihanet etmiş olur. Al­lah Teala ise, ihanet edenleri asla sevmez. İbni Abbas´m (ra) riva­yet ettiği bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Al­lah Teala´nm farzlarını zayi eden kimse, O´nun emanetini muhafa­za etme dairesinden çıkmış olur".

Tevbe-i Nasûh, günahların kefareti ve cennete girişin anahtarı­dır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Allah Teala´nm ne zaman mağfi­ret edeceğini öğrendim. ´Peki ne zaman?´ diye sordular. Dedi ki: Tevbemi kabul ettiği zaman. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Tev­beden mahrum edilmekten, mağfiretten mahrum edilmekten daha çok korkarım. Sözlerin en doğrusunu indiren Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "O ki, kullarının tevbe-sini kabul eder ve kötülükleri affeder". (Şura/25)

Şam ulemasından bir zat şöyle demiştir: Sol tarafındaki melek, yirmi sene boyunca bir günah yazmadıkça mürid tevbekâr olmaz. Seleften bir zat da şunu söylemiştir: Tevbekârın, tevbesindeki sıd-kının alameti, ibadetin tadını, hevanm tadının yerine koyması, gü­nah işlerken duyduğu sevinci hüzne çevirerek Rabbine yönelmek­ten mesud ve bahtiyar olmasıdır.

Ulemadan bir zat da aynı anlamda şöyle demiştir
: Nefsle ters­leşmenin acısı, ona uymanın tadının yerini almadıkça kul tam tev­bekâr olamaz.

İsraüiyyat kaynakları tarafından şöyle bir haber nakledilmiş­tir
: Peygamberlerden biri, yılar boyu Allah´a ibadette gayret sarfe-den, fakat bir türlü tevbesinin kabulünü göremeyen bir kulun tevbesinin kabulü için Allah Teala´ya niyazda bulunmuştu. Allah ona şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı için, göklerde ve yerdeki-lerin tamamı onun için şefaatta bulunsalar dahi, işlediği ve uğrun­da tevbe ettiği o günahın tadı damağında durduğu sürece onun tev-besini kabul etmeyeceğim. Çünkü, günahın tadı kalpte hala duru­yorsa veya hatırladığı zaman, fikriyle de olsa ona meylediyorsa, böyle bir kulun ona tekrar dönmesinden korkulur. Böyle bir günah için şiddetli bir mücahede, derin bir tiksinti ve aklına geldiği an ha­tırından kovmak, korku ve ürperti duymak suretiyle onu bırakma­sı ümit edilir.

Ebu Muhammed Sehl (ra) dedi ki:
Tasavvuf yolunun başında olan müride, daima tevbe etmesi emredilir. Tevbe, kınanmış hare­ketlerin övülen hareketlere dönüştürülmesidir. Yolun başındaki mürid, nefsini halvet ve sükuta teşvik eder. Tevbesi ise, ancak he­lal yemekle kabul edilir. Hâlık´m halk üzerindeki ve kendi üzerin­deki hakkını eda etmedikçe de helal lokma yiyemez. Bu da ancak, hareket ve sükununun Allah Teala sayesinde olmasıyla mümkün olur. Salih amellerle yoldan çıkmaktan emin olabilmek için böyle yapması gerekir. Tevbenin hakikati, üzerine düşen şeylerin sahası­na girmemesi için kendisi için varolan hak ve nimetleri bir kenara bırakmasıdır. Tevbeyi asla ertelememen, aksine o anda ve bulun­duğu halde kendisini tevbe ile mükellef kılmalıdır.

Seri es-Sakati´den (ra) şunu nakletmiştir
: Tevbenin ilk şartı, halisane bir şekilde Allah´a yönelen bir tevbekâr tarafından yapıl­masıdır. Böyle biri tevbeye, masiyet ehlinden farklılaşmakla başla­nır. Sonra Allah´a karşı kendini masiyete teşvik eden nefsini ele alır ve ona, sadece zaruri ihtiyaçlarını verir. Ardından bir daha ma­siyete asla geri dönmemeye azmeder. Rızkını insanlara bağımlı halden çıkarır ve kendisini suç işlemeye mecbur bırakan herşeyi terkeder. Hevaya asla tabi olmayarak, kendinden önce yaşamış Se-lef-i Salih´in yolunu takip eder.

Tevbe ehli, yaşadıkları her an nefislerini muhasebe etmeli, her türlü şehveti bırakmalı ve fuzuli olan herşeyi terketmelidirler. Fu­zuli şeyler altı tanedir:

1. Sözün fuzulisini bırakmak;

2. Bakışın fuzulisini terketmek;

3.Yürümenin fuzulisini terketmek;

4.
Yiyeceğin fuzulisini terketmek;

5. İçeceğin fuzulisini terketmek;

6. Giyeceğin fuzulisini terketmek.

Seri dedi k
i: Şehvetleri terkedemeyen, şüpheli şeyleri de terke-demez.

Yahya b. Muaz´a (ra), ´Tevbe eden kişi ne yapmalıdır?´ diye so­rulmuştu. O da şu cevabı verdi: Onun ömründe iki günü vardır. Bir günü geçip mazi olmuş, ikinci günü de gelecektir. Her ikisini de üç şey ile İslah eder. Geçmiş gününü pişmanlık ve istiğfar ile, gelecek gününü ise helali harama karıştırmayı ve böyle yapanları terkede-rek İslah eder. Sonra müridlerle arkadaşlık edip zikir ehlinin mec­lislerine oturur. Üçüncüsü de, gıdasını helal ve temiz tutup ameli üzere gayretli olur.

Tevbenin sadık oluşunun alameti; kalbin yumuşaması ve göz­yaşlarının artmasıdır. Bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Tevbekarlarm meclislerine otu­run. Onlar, kalpleri en ince olanlardır". Tevbenin hak olup olmadı­ğını bilmenin ölçüsü, günahların insanın gözünde büyümeye başla­masıdır. Hatta bu meyanda şöyle denir: Günah, kulun gözünde bü­yüdükçe Allah Teala´nm nazarında küçülür. Başka biri de şöyle de­miştir: Günahı küçük görmek, büyük günahtır.

Bu manada Allah Resulü´nden de (sav) şu hadis rivayet edilmiş­tir:
"Mümin, işlediği günahı önündeki dağ gibi gören ve üstüne yı­kılmasından korkan kimsedir. Münafık ise, işlediği günahı burnuna konan ve üfleyerek kaçırdığı bir sinek gibi gören kimsedir". Bu mev­zuda mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Sizden biri, kendine göre günahlarının en küçüğündeyken ölmekten korksun". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mağfiret edilmeyen tek günah, kulun şu sözüdür: İşlediğim her günah keşke bunun gibi olsa. Bilal b. Sa´d da şunu söylemiştir: İşlediğiniz günahın küçüklüğüne bak­mayın. Ancak kime karşı işlediğinize bakın. Kudsi bir hadiste ise Allah Teala´nm şu buyruğu nakledilmiştir: Allah Teala, veli kulla­rından birine şöyle vahyetti: Hediyenin küçüklüğüne bakma. Hedi­ye edenin büyüklüğüne bak. Günahın da küçüklüğüne bakma. O günahla karşı çıktığın Hâlık´m büyüklüğüne bak´.Günahların büyüklüğü, kulun onlara karşılaşacağı Rabbinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Zat-ı Kibriya´nın büyüklüğü­nün müşahede edilmesinden dolayı da günahlar kulun gözünde bü­yür. Bu müşahedeye rağmen, O´nun emrine karşı çıkmak gerçekten büyük bir cürettir. Bu şuur ve ilme sahip olan kullar nezdinde hiç­bir günah küçük değildir. Sağâ´ir denilen küçük günahlar dahi, korku ehlinin nazarında kebâ´ir yani büyük günahlardır.

Allah Teala´nm, "Bu böyledir. Kim, Allah´ın muhterem kıldığı şi­arlara hürmet ederse, kendisi için daha hayırlıdır" (Hac/30) ve "Bu böyledir. Kim, Allah´ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvasmdandır" (Hac/32) buyruklarının tefsirlerinden biri de bu anlamda şöyle yapılmıştır: Kul, Allah Tea­la´nm yasak ve muhterem kıldığı şeylere kalbinde hürmet gösterir ve bunları asla ihlal etmez.

Bu meyanda Sahabe de, Tabiun´a şöyle demişlerdir:
Öyle amel­ler yapıyorsunuz ki onları kendi gözünüzde kıldan daha ince görü­yorsunuz. Biz ise Allah Resulü (sav) devrinde aynı amelleri, helak edici fiiller arasında sayardık. Sahabe, bu sözü söylerken Allah Re-sulü´nün (sav) devrinde kebai?~ sayılan günahların, Tabiun devrin­de küçük günahlar haline geldiklerini ima etmemektedir. Ancak onlar, kalplerindeki iman nurundan dolayı Allah Teala´nm azame­tini yakinen bildikleri için, Tabiun devrinde işlenen küçük günah­ları bile gözlerinde büyütmekteydiler. Halbuki aynı nur, onlardan sonra gelenlerde aym kuvvetle mevcut olmamıştır. .

Allah Teala, velilerinden bir zata şöyle vahyetmiştir:
İşlediğini gördüğüm öyle günahların var ki, senden önce onlardan daha basit günahlar için ümmetler helak ettim. İban b. İsmail, Enes b. Ma-lik´in (ra) Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet ettiğini nakletmiş-tir: "Allah Teala, ümmetlerden birini erkekleriyle oynaştıkları için helak etmiştir".

Kulun, işlediği günahları unutması ve hatırlaması noktasında arifler farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevbenin hakikati, günahını iki gözünün araşma koy-mandır. Başka bir arif de şöyle demiştir: ´Tevbenin hakikati, onu unutmandır. Bu sözlerin her ikisi de, iki taife için çizilmiş iki yol, iki makam ehli için konulmuş iki ayrı hali ifade eder. Günahları hatırlamak, müridlerin yolu ve korku ehlinin-halidir. Bunlar, güna­hı hatırlamak suretiyle, daimi bir hüzün ve korku içinde olurlar.

Günahları unutturan bir zikir ve ibadetle meşgul olup geleceği daha fazla amelle karşılamaya gelince, bu da ariflerin yolu ve mu­habbet ehlinin halidir. Bunların yöneldikleri cihet Tevhid şeriadeti-dir, bu da Ta´arruf yani marifet yolunda bir makamdır. Öncekilerin yöneldikleri cihet ise, Tevkif ve Tahdid´in müşahedesi olup bu da, Ta´rîf&e bir makam teşkil eder. Kul, bu makamlardan hangisine yerleşirse, onun cihetine göre şehadette bulunup onun hali gereği amelde bulunur. Tevhid şehadetinin makamı, arifler nezdinde Ta´rif müşahedesinin makamından daha üstündür. Ta´rif müşahe­desi, daha yaygın ve daha çok olsa da buna sahip olanlar Ashab-ı Yemin arasında bulunur ve Mukarrebuıı´un avamı içinde bulunur­lar. Tevhid şehadeti ise, daha dar ve daha azdır. Bunun ehli ise, da­ha yüksek ve daha faziletlidirler. Onlar da Mukarrebun ve ariflerin havassı içinde yerahrlar.

Mürid, Davud Peygamber (as) kıssasında o peygamberin, güna­hını hatırlayıp ağlamasını zikrederek buna itiraz edebilir. Fakat peygamberler, kendilerinden aşağı insanlar için çizilen hadleri aş­mış oldukları için diğer insanlar onlara kıyas edilemez. Onlar, mü­ridlerin hallerine girip çıktıkları gibi taliplerin yollarına da sâlik olabilirler. Bu da ümmet için olup alemlere örnek olmaları içindir. Yakini zayıf ve nefsi kuvvetli olan kimseye günahları hatırlama noktasında güvenilmez. Çünkü böyle birinin kalbi, günahlara şeh­vet veya nefsin onlara meyli nedeniyle zevk alarak bakar. Bu da onun için bir fitne vesilesi olur ve düzeldiği bir noktada tekrar fe­sada uğrayabilir. Aynı şekilde günaha alışmış birine de güvenile-mez. Çünkü böyle birinin eski günahlarını düşünmesi nefsinin tah­rikine sebebiyet verebilir.

Nefsin bunlara karşı sabırla mücahede etmesi, kul için bir ma´si-yete zemin hazırlamadıkça işlenen günahların vehametini düşün­mek elbette daha faziletlidir. Ancak bu, aldanmaya sebeb olabilece­ği gibi kul için de büyük tehlikeleri barındırır. Böyle bir durumda, eski günahları zihne toplamamak ve günaha götürecek sebepleri ta­mamen bertaraf etmek daha sağlıklı ve daha emin bir yoldur. Mü­rid için, sağlıklı ve emniyetli olan, elbette daha faziletlidir.

Günahları unutmak; geleceğe dönük zikri ve bir sonraki iyiliği kaçırma endişesiyle kaçırılan şeyleri çabucak unutmayı koaylaştır-ması bakımından faydalıdır. Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Müridin kalbinin cennet vesvesesiyle veya cennette bulunan ni­metler, giysiler ve eşlerin hatırlarıyla dolması mekruhtur. Mürid için müstehap olan; vesvesesinin zikrullah olması, hatır ve him­metlerinin de yalnız Allah Teala´ya tealluk etmesidir... Çünkü mü­rid, tevbesi yeni olan, istikamet ve arınma yolunda uzun mesafese almamış bir insandır.

Dolayısıyla içi cennet vesvesesiyle dolduğu ve sürekli cennette­ki nimetleri, giysi ve eşleri düşündüğü vakit; kalbinin zayıflığından dolayı bunların dünya hayatında varolan benzerlerini arzulama­sından emin olunamaz. Çünkü bunlar, dünyada hemen ulaşılabilen nimetler iken, öbürleri çok daha uzak bir vadede kavuşulacak ni­metlerdir. Nefsi de, ahiret hayatıyla ilgili olarak sürekli andığı ni­met ve güzelikleri kısa vadede dünya hayatında talep etmeye baş­layabilir. Ama müridin himmeti ve tasası, yalnız Allah Teala ve O´nun rızası olduğu vakit, dünya nimetleri ve şehvetlerinden daha uzak durur, nefsine ve şeytana teslim olmaz. Dünya hayatında bu şekilde davranan müridin, yakini imanı güçlenir, alışkanlığı deği­şir ve günahlardan korunma çabası daimi olur.

İlim ehli, şu iki kuldan hangisinin daha fazietli olduğu husu­sunda ihtilafa düşmüşlerdir:
Kullardan biri, günahı terkedip isti­kamet yoluna girmiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek istediği için onunla cihad etmektedir. Diğeri de günahı terketmiş ve kendi­ni ıslaha vermiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek için baskı yap­madığı için kalbinde Önceki gibi bir cihad ve mücadele yaşamamak­tadır.

Bu iki kulun durumu hakkında Şam ulemasının görüşü şudur: Günahı terkettiği halde, ona dönmemek için nefsiyle mücahede eden kul, daha faziletlidir. Çünkü o, hayır younda bir mücadelede bulunmakta ve nefs mücahedesinin sevabını da almaktadır. Bu gö­rüşe meyledenler arasında şu zatları zikredebiliriz: Ahmed b. Ebi´l-Havari ve Ebu Süleyman ed-Darani´nin arkadaşları. Basra ulema­sı ise şöyle demişlerdir: Nefsi, yakin delillerinden birini görüp tes­kin olduğu ve huzur bulduğu için mücadeleden uzak kalan kul, günaha dönük arzu ve isteği kalmayan kuldur. Dolayısıyla böyle bir kul diğerinden daha faziletlidir. Bu görüşü paylaşanlar arasında, Basra ulemasının büyüklerinden biri olan Rabah b. Amr el-Kaysi´yi zikredebiliriz. O, bu mesele hakkındaki kanaatini serdettikten son­ra şöyle demiştir: Bu kul gevşese dahi, selamete daha yakın olur. Öbürünün ise günaha dönmeyeceğinden emin olunamaz.

Ulema, şu iki kul hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir
: Biri, ken­disinden Allah yolunda mal vermesi istendiği zaman nefsi ona kar­şı çıkar ve para vermek kendine ağır gelir. Ama, nefsiyle mücadele ve mücahede ederek onu alteder ve istenen malı çıkarıp verir. Di­ğeri ise, kendisinden istenen malı, hiçbir itirazda ve nefsiyle müca­delede bulunmaksızın tam bir teslimiyet içinden çıkarıp verir. Ule­ma, bu iki kuldan hangisinin daha faziletli olduğu üzerinde ihtila­fa düşmüştür.

İbni Ata ve arkadaşlarının bulunduğu bir topluluk şöyle demiş­lerdir
: Nefsiyle mücahede eden daha faziletlidir. Çünkü o, hem zor­lama hem de mücahedeyi yaşadığı için iki amele birden sahip ol­muş gibidir.

Cüneyd-i Bağdadi´nin (ra) de içinde bulunduğu başka bir toplu­luk ise, hiçbir zorlama ve itiraz olmaksızın gönüllü olarak ve tesli­miyet içinde verenin daha faziletli olduğunu söylemiştir. Çünkü bu, nefsinde cömertlik ve dünyada zühd sahibi olan birinin hareketidir. Bunlar ise, birinci kulun gösterdiği zorlama ve mücahede amelle­rinden çok daha üstündür. Çünkü ilkinde nefsini bu şekilde ikna edip yenen kulun, başka bir defasında nefsine mağlup olmayaca­ğından emin olunamaz. Zira onun nefsi, cömertlik makamına otur­muş değil oraya zorla oturtulmuş durumdadır. Bize göre de Cü-neyd´in (ra) bu görüşü daha sıhhatlidir.

Ebu Muhammed Sehl´e (ra) sorulmuştu
: Birşeyden tevbe edip onu terkeden kimse, onu gördüğü, işittiği veya hatırına geldiği za­man zevk duyarsa durumu ne olur? Sehl şu cevabı verdi: Zevk al­mak, beşerin tabiatında olan bir durumdur. Her insan da bu tabia­ta sahiptir. Böyle bir durumda kulun, kalbiyle Rabbine serzenişte bulunarak o kötülüğü kalbiyle inkar etmesi ve nefsini de sürekli onu inkara zorlamasından başka yapacak birşeyi yoktur. Kul, Rab­bine onu kendisine unutturması için dua ve niyazda bulunmaktan, O´nun zikir ve taatiyle meşgul olarak unutmaya çalışmaktan baş­ka birşey yapamaz.

Sehl, sözüne devam ederek şöyle demiştir
: Bir an için dahi onu inkarı bırakması halinde, ona teslim olmayacağından ve bu zevkin kalbine işlemeyeceğinden emin olamam. Kalpte zevk ile beraber in­kar ve hüznün de bulunması, kula zarar vermez. Görüşüm budur.

Bunları şu nedenle naklediyoruz:
Tevbe, şehvetin varlığının de­vamıyla birlikte sahih olmaz. Kul, tevbe ile beraber mücahede ve mücadeleye davet edilir. Müridlerin hali budur. Allah Teala´nm ve­layeti sayesinde şehvetleri kalpten silip atmak da ariflerin sıfatıdır.

Bir günaha bağlı olan ve belki ondan çok daha ağır olan başka günahlar da olabilir. Mesela o günahta devamlı olmak, onunla övünmek, ondan dolayı tevbeyi geleceğe atmak, öyle bir günahı iş­lemekte zafer tadı bulmak, onu yapamama durumunda üzülüp sı­kılmak, yaptığında mutluluk duymak, eğer iki kişiyle yapılacak bir günahsa başka birini de ona ortak etmek ve Allah Teala´nm verdi­ği malı onun için harcamak, daha büyük günahlardır.

Allah Teala´nm verdiği malı, O´na isyanda harcamak, O´nun ni­metine küfran ve nankörlüktür. Bu babda şöyle denilmiştir: Haram için bir dirhem harcayan müsriftir. Ayrıca, günahı küçük görmek ve onu hafife almak gibi hareketler de, günahı bizzat işlemekten daha ağır suçlardır. Veya Allah Teala´nm kendisini örteceğini düşü­nerek gevşemek, ya da Allah Teala´nm hilmini hafife almak da bü­yük günahlardır.

Bütün bunlar, ya şeytana kanarak gurura ve güvenlik duygusu­na kapılmaktan veya Allah Teala´nm kusurları örtme ve ifşa etme fiillerini hakkıyla bilememekten kaynaklanır. Rivayet edilen dua­larda da da bunu ima ettirecek şöyle ifadeler yerahr: Ey güzelliği izhar edip kabahati örten, günahtan dolayı hesaba çekmeyip örtü­leri yırtmayan... Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her ma-siyet sahibi, Rahman´m kucağı altındadır. Ellerini onun üzerinden kaldırdığı zaman, üzerindeki örtüsü yırtılıverir.

Yukarıda anlattığımız türden aşırılıklara ilaveten, günahı açık­ça işlemeyi, onunla gövde gösterisi yapmayı ve benzer hareketleri de zikredebiliriz. Bunlar da azgınlık alametleridir. Allah Resu-lü´nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahı açıkça işleyenler dışında herkes affedilecektir. Onlardan biri, geceleyin bir günah işler. Allah Teala da o günahı ör­ter. Ama sabaha erdiği vakit, Allah Teala´nm örtüsünü kaldırır ve insanlara işlediği günahı anlatmaya başlar" [62]

Günah işleyerek Allah Teala´ya isyanda bulunan biri, bunu an­latmak suretiyle işlediği günahın sürdürülen bir adet haline gelme­sine sebep olabilir. Böyle bir durumda, onu işleyenlerin günahları da onun aleyhine yazılır. Hatta şöyle bir söz söylenmiştir: Ne mut­lu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da ölür ve kendinden sonraki günahlardan dolayı hesaba çekilmez. Başka biri de şöyle demiştir: Günahı kendinden başkasına taşmayan kişiye ne mutlu. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Günah işleme. Eğer işleyecek-sen başkasını ortak etme. Yoksa iki günah birden kazanırsın.

Allah Teala da bunu, münafıkların sıfatlarından biri olarak va­zetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Münafıkların erkekleri de, kadınla­rı da birbirlerinin benzerleridir. Kötülüğü emreder, iyilikten sakın­dırırlar". (Tevbe/67) Bir din kardeşini, kendisiyle beraber günah iş­lemeye götüren biri, kötülüğü emredip iyilikten sakındıran biridir. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Kişinin, bir din kardeşi­nin hürmetleri arasında ihlal edebileceği en ağır hürmet; onun gü­nah işlemesine yardım etmesi ve bunu ona basit göstermesidir. Kul, kırk yıl yaşayıp öldükten sonra günahları yüzyıl daha baki kalmaya ve bunlardan dolayı kabrinde azap görmeye devam eder. Eğer bunları takip edilen adetler haline getirmişse, onları işleyen­lerin tamamı ölüp hiçkimse onları yapmaz hale gelinceye kadar azap görür. Hiçkimse bunları yapmaz olunca, azaptan kurtulur ve istirahat eder.

Denir ki: Günahların en ağırı; geçmişte yaşadığı için görmediği ve tanımadığı kimselere haksızlık eden kimsenin yaptığıdır. O, Se­lef-i Salih´ten olan ilim ehli ve muttaki imamlar hakkında haksız konuşmalar yaptığı zaman çok ağır bir günah işlemiş olur.

Bütün bunlar, tek bir günaha ilaveten yapılan ve bizatihi o gü­nahın kendisinden daha ağır olan günahlara verdiğimiz örneklerdi. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Onların yaptıklarını ve bırak­tıkları eserleri de yazarız". (Yasin/12) Burada ´eserler´ ile kasdedilenin, o kimselerin ölümünden sonra da izlenen hareket ve icraatları olduğu söylenmiştir. Bu meyanda Allah Resulü´nün de (sav) şu buy­ruğa rivayet edilmiştir: "Kim de kötü bir sünnet (=adet) koyarsa, kendinden sonra onunla amel edenlerin günahı kadar ona da günah yüklenir ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez".[63]

İbni Abbas da (ra) bu manada şöyle derdi:
Kendine uyanlar karşı­sında vay haline alimin! Bir hata yaptığı zaman, bilahare ondan rü-cu etse dahi halk onu yüklenmiş ve bu hatayı uzak diyarlara taşımış olur. Edeb ehlinden bir zat da şöyle demiştir: Alimin kusuru, geminin delinmesine benzer. Kendisiyle beraber üzerindekiler de batar.

İsrailiyat menşeli bir haberde de şöyle denilmektedir
: Bir alim, insanları bidatlarla yoldan çıkartıyordu. Bir zaman sonra tevbeye nail oldu. Allah Teala´ya dönerek ömrü boyunca kendini İslaha ça­lıştı. Allah Teala o alimin de mensup olduğu milletin peygamberi­ne şöyle vahyetti: Ona de ki: Eğer günahın Benimle senin aranda kalsaydı, bu kadar tevbe ve amelden sonra onu bağışlardım. Ama senin yoldan çıkardığın ve bu yüzden ateşe soktuğum kullarımı ne yapabilirim?

Herhangi bir haramın helal görülmesi veya başka birine helal kılınmasına gelince, onun bu bahisle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü bu, doğrudan doğruya dinden çıkmak ve şeriatı değiştirmek olup Allah Teala´yı inkar etmektir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Haramlarını helal kılan kimse, Kur´an´a iman etmiş değildir"[64]Allah Teala da kötülük yapanları cahiller olarak nitele­miş ve şöyle buyurmuştur: "Sizden kim cehalet ile kötülük yapar­sa". (En´am/54); "Aksine siz, cahil bir topluluksunuz". (Neml/55); "Aksine siz, müsrif bir topluluksunuz". (A´raf/81)

Denir ki: Üç amel için Arş sarsılır ve Rab Teala gazaplanır:
Haksız yere cana kıyma; Erkek erkeğe münasebet kurma; Kadın kadına münasebet kurma. Başka bir rivayette de şöyle denilmek­tedir: Livata yapan, denizler dolusu suyla bile gusletse, tevbe dışın­da temizlenemez. Masiyetin en hafifinde dahi, taattan mahrumi­yet, hizmet-i diniyyenin tadını kaybetme ve Mevla´nın gazabı var­ken böyle bir suçun karşılığı, elbette cezaların en ağırı olacaktır.

Nitekim Vüheyb b. el-Verd´e ´Ma´siyet sahibi kişi, Allah Teala´ya taatm tadını alabilir mi?´ diye sorulmuştu. ´Hayır, hatta ma´siyete niyetlenen bile alamaz´ cevabını verdi. Allah Teala da Yahya Pey­gamberi (as) aynı sebeple ´Seyyid´ olarak isimlendirmiştir. Çünkü o, hiçbir ma´siyete niyetlenmemiş bir insandı. Ma´siyete niyetlenme­mek büyüklük ve şan işareti olmuş ve günaha niyetlenmeyen kim­seler ´seyyid´ olarak anılır olmuştur.

Allah Resulü´nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir:
"Kim şöhret elbisesi giyerse -başka bir lafızda ´Kim övünçle yanlarına bakarsa´-böbürlenmiş olur ve sevilen bir kulu dahi olsa Allah Teala kendisin­den yüz çevirir". Allah Teala´nın emrine muhalefette, yalnızlık, uzaklaşma ve amellerden kopma vardır. Bu manada Adem Peygam­berle (as) ilgili olarak şu haber nakledilir: "Adem (as) yasak ağaç­tan yediği zaman, üstündeki hülleler uçuştu ve avret mahalli orta­ya çıktı. Taç ve alnındaki çiçek demeti ise, onun yüzüne bakmaktan haya ettikleri için başından ayrılıp gidemediler. Bunun üzerine Cebrail (as) gelerek başındaki tacı aldı. Mikail de (as) alnındaki çi­çek demetini çözdü. Daha sonra Adem (as) ve eşine Arş´ın üstünden şöyle nida edildi: Benim komşuluğumdan uzaklasın. Bana isyan edenler, Bana komşuluk edemezler. Bunun üzerine Adem Peygam­ber ağlayarak eşi Havva´ya döndü ve şöyle dedi: İşlenen ilk günahın çirkinliği, bizi Habib Teala´nın komşuluğundan uzaklaştırdı".

Başka bir hadiste ise Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise nakledilmişti:
"O, evinde tapılan bir heykel bulunmasın­dan dolayı işlediği suçtan ötürü kırk gün boyunca cezalandırılmış­tı. Bir kadın ondan, hasmı karşısında babası lehinde hüküm verip vermeyeceğini sorduğunda, ona ´Evet´ demiş, ancak o istikamette hüküm vermemişti. Denilir ki: Süleyman da (as) kadının konu­mundan ötürü babası lehinde hüküm vermek istemişti. Bunun üze­rine krallığı kırk gün boyunca elinden alındı. O da şaşkın bir hal­de sarayından kaçtı. Avuçlarını açıp dileniyor, ama kendisine ye­mek verilmiyordu. İnsanlara ´Ben Süleyman b. Davud´um, bana yi­yecek verin´ dediği zaman, kafasına gözüne vurup dövüyorlardı. Bir defasında bir evden yemek istemiş ve kovulmuştu. Bir kadın da yü­züne tükürmüştü.

Başka bir rivayette ise şu hadise nakledilir:
Yaşlı bir kadın içi idrar-dolu bir tencereyi ona göstermiş ve kafasından aşağı dökmüştü. Sonunda balığın karnındaki yüzük kendisi için çıkandı ve kırk gün sonra yüzüğünü tekrar taktı.

Bu kırk gün, onun cezalandırılma günleriydi. Bunun ardından kuşlar gelip üstünde kanat çırpmaya başladılar. Sonra cinler, şey­tanlar ve vahşi hayvanlar çevresine toplandılar. Balıkçılar da onu tanıdıkları zaman önünde saygıyla eğildiler ve kendisini kovmala­rı ve dövmeleri yüzünden Özür dilediler. O da onlara şöyle dedi: Si­zi, geçmişte bana yaptıklarınızdan dolayı kınamadığım gibi, şimdi yaptıklarınız için de övmüyorum. Bütün bunlar semadan gelen bir emrin neticesiydi ve öyle olması gerekiyordu. Bir defasında da rüz­garlar kendisini ordusuyla beraber havada taşıyorken giyindiği ye­ni gömleğe bakmış ve içinde övünç hissi doğmuştu. Rüzgar onu he­men yere indirdi. Süleyman (as) ´Sana emretmediğim halde neden böyle yaptın?´ diye sordu. Bunun üzerine rüzgar şu cevabı verdi: Biz sana, sen Allah´a itaat ettiğin sürece itaat ederiz".

Ulemadan bir zat da bu manada şöyle demiştir:
Allah Teala´dan korkan kişi, O´ndan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah´tan başka­sından korkana gelince, Allah onu herşeyden korkutur. Yine aynı manada şöyle denilmiştir: Kim Allah´a itaat ederse, Allah herşeyi onun emri altına verir. Kim de O´ndan başkasına itaat ederse, onu herşeyin emri altına verir veya herşeyi ona musallat eder.

Ma´siyette ısrar ve devamlılığın hiçbir kötülüğü olmamış olsa bile, kula isabet eden herşey onun için ceza olur. Eğer maddi duru­mu iyi ise, bundan dolayı cezalandırılır ve azaba yavaş yavaş yak­laş tırılmaktan emin olamaz. Eğer durumu sıkışık ise, bu da onun için bir ceza mesabesinde olur. Allah Resulü´nden (sav) rivayet edi­len bir hadiste şöyle buyurduğu bildirilir: "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir"[65]Denildi ki: Haramdan rızıklan-mak, salih amellere muvaffakiyetin azlığından dır. Ibni Mesud da (ra) şöyle derdi: Zannederim ki kul, işlediği günahlar yüzünden il­mini unutur.

Tevbenin bereketi, ilim ve taat üzere istikamette bulunmak sa­yesinde kula isabet eden herşey de onun için hayır ve iyiliktir. Eğer hali vakti yerinde ise, bu halini Allah Teala´dan bir şefkat ve lütuf olarak görebilir. Eğer durumu sıkışık ise, bu da Allah´tan gelen bir imtihan ve sınamadır. Bunda da, imtihanın tadını ve Allah Tea-la´nm yolunda olduğunu bilmenin zevkini tadar. Çünkü bu hal ona, Rabbine itaat üzere iken isabet etmiştir.

İnsanların kötülüğünden ve onlarla içice olmasından dolayı on­larla beraber ma´siyet işlemesi veya onlara karşı günah işlemesi, en büyük günahlardandır. Kul hakkından doğan günahlar, genellikle dünya işleri ve dinle ilgili hususlardan kaynaklanır. Dünya haya­tında tanıdıkları az olan kimsenin, bu türden günahları da az olur.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Lanet, yüzdeki karalık veya mal bakımından eksiklik değildir. Hakiki lanet, bir günahtan kurtulup onun benzerine veya daha beterine düşmektir. Lanet, ko­vulma ve uzaklaşmadır. Taat-ı İlahi´den kovulan biri, O´na yakın­laştıracak ibadet vesilelerine yaklaştınlmayıp bunlara muvaffak kılmmayarak lanetlenmiş olur.

Yukarıda naklettiğimiz "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir" hadisine benzer bir manada şöyle denilmiştir:
Bu, ma´siyete düşmesinden dolayı helal rızıktan mahrum edilmesi ve ona muvaffak kılınmam asıdır. Başka bir vesilede de şöyle denil­miştir: Bu, ulema meclisine katılmaktan mahrum edilmesi ve kal­binin hayır ehlinin arkadaşlığına ısmdırılmamasıdır.

Başka biri de şöyle demiştir: Böyle birine salihler ve Marifetul-lah ehli kızar ve kendisinden yüz çevirirler. Bir diğeri de şöyle de­miştir: Bu, o kimsenin amelini İslah edecek ilimden mahrum edil­mesi suretiyle amelini cehalet üzere yapmasını sağlamak içindir. Daima şehvetler üzerinde olduğu için, şüpheli hususlar da kendisi­ne açıklanmaz. Aksine açık olan hususlar da onun için muğlak ha­le getirilir ve ne yapacağını şaşırıp kalır. Allah Teala tarafından da doğru ve hayırlı olana ulaştırılmaz

Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle derdi: Zamanın değişmesi ve din kar­deşlerinin senden uzakaşması gibi yadırgadığın şeyler, aslında iş­lediğin günahların sana bıraktıkları mirasın neticesidir. Denir ki: ´Tamamını hıfzettikten sonra Kur´an´ı unutmasından dolayı kula verilecek cezaların en ağın, tilavetten men´i ve okurken yüreğinin daralması, bu suçta ısrarının cezası da onun zıddı olan şeylerle meşgul olarak ona vakit ayırmamasıdır.

Şamlı sufilerden biri şunu nakleder:
Çok güzel yüzlü bir hıristi-yan delikanlısı gördüm. Durup ona bakmaya başladım. O esnada İbmı´-Cela ed-Dimeşki yanıma geldi ve elimden tutarak beni çek­ti. Utanmıştım. Kendisine şöyle dedim: Ey Eba Abdullah, Allah´ı tenzih ederim bu delikanlının suretinin güzelliğine şaşırdım Bu mükemmel yapı, nasıl olur da ateşte yakılmak için yaratılmış olur? Elimi hafifçe sıkarak şöyle dedi: Bunun cezasını göreceksin. Ger­çekten de tam otuz yıl sonra bundan dolayı cezamı çektim. Arifler­den bir zat şöyle demiştir: Günahımın cezasının, eşeğimin davra­nışlarının kötülüğünde gördüm. Başka biri de şunu söylemiştir: Evimin yanmasını dahi günahımın cezası olarak görürüm.

Mansur el-Fakih´den şunu naklederler: Ebu Abdullah es-Süke-ri´yi rüyamda gördüm ve ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. ´Rabbim beni huzurunda ter içinde durdurdu, öyle ki yanağım yere yapıştı´ dedi. Ben de, ´Neden?´ diye sordum. Bana şöyle dedi: Genç bir köleye önden ve arkadan bakmıştım.

Cezanın konusu, şiddet ve meşakkat olur. Her kula verilen ceza da, ona ağır gelen şeye göre olur. Mesela dünya düşkünleri; dünye­vi rızık ve kazançlardan mahrum edilmekle, malları telef edilmek­le cezalandırılırlar. Ahiret ehli ise, ahiret azığı olan salih amellere muvaffak kıhnmamakla ve sadık ilimlerin kapılarının kendilerine açılmamasıyla cezalandırılırlar. Muhakkak ki bu, izzet ve ilim sa­hibi olan Allah´ın takdiridir.

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi:
îhtilam, bir cezadır. Yine o, şunu derdi: Cemaat ile namazı kaçırmak, ancak işlenen bir günah sebebiyledir.

Cezaların incelikleri, derecelerin yüksekliğine göre değişir. Ha­disler arasında şöyle bir rivayet bulunur: "Yaşadığınız devirle ilgi­li yadırgadıklarınız, değiştirdiğiniz amellerinizden dolayıdır". Kud-si bir hadiste de Allah Teala´nm şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir: "Şehvetini Bana itaata tercih eden kula verdiğim cezanın en hafifi, onu Bana münacaat etmenin lezzetinden mahrum etmeni­dir". Mesela bu ceza, muamele ehlinin cezasıdır.

Eğer ma´siyetin işlenmesiyle birlikte kalbin değişmesi zahiren görülseydi, kulun yüzü simsiyah kesilirdi. Ama Allah Teala, hilmi-nin genişliği ve kullarının kusurlarım gizlemesi sebebiyle, kalpte­ki etkisine rağmen onu gizlemiş ve kulun içine gömmüştür. Ma´si-yetten dolayı ortaya çıkan değişikliklerin bariz olanları; kalbin perdelenmesi, zikre karşı katılaşması, hayır ve iyiliğe karşı isteksiz ol­ması ve hayırda yarışma noktasında çekimser kalmasıdır. Bunlar da, kalp ehli için düşünülebilecek en ağır cezalardır.

Denir ki: Kul, günah işlediği zaman kalbi bir anda zulmetle do­lar ve kalbe zulmetten bir duman çöker. Çöken bu duman, kulun kötülük geldiği zaman hüzün duyan yeri olan iman noktası tarafın­dan görülür. Ancak duman, onun önünde ilim ve beyana karşı bir perde olur. Tıpkı bulutların güneşi perdelediği gibi imam perdeler. Bu durumda güneş görülemez. Aynı şekilde o duman da kul için, halka karşı nefsinin önünde bir perde gibi durur. Ama tevbe edip halini düzelttiği zaman bu perde kalkarak iman ortaya çıkar ve il­min gereğini emretmeye başlar. Tıpkı bulutların arasından sıyrılan bir güneş gibi.

Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur:
"Hayır, hayır, ak­sine onların kazandıkları sebebiyle kalplerinin üzerine pas bağla­mıştır". (Mutaffıfın/14) Ayetin tefsirinde, kazanılan şeylerle günah üstüne günah işleyerek kalbin tamamen kararmasının murad edil­diği söylenmiştir. Bu. durumda imanın üstünde bir perde olur ve iman, maruf olanı tanımadığı gibi, münker olanı da inkar edemez. Bu hal devam edip tamamen karardığı zaman, kalp altüst olur. İş­te o andan sonra nifak hakim olarak süratle kalbe nüfuz eder. Kalp de nifak ile huzur bulur. Bu durum ise, Allah Teala o kalbe bakın-caya ve lütfuyla ona eğilinceye kadar aynen devam eder.

Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi
: Kul ile Rabbi arasında günah­lar bakımından bilinen bir sınır vardır. Kul bu sınıra ulaştığı za­man, Allah Teala onun kalbini mühürler ve o andan sonra kendisi­ni asla hayra muvaffak kılmaz.

İbni Ömer´in (ra) hadisinde de şu ifade geçmektedir:
"Mühür, Arş´m direği üzerinde asılıdır. Yasaklar çiğnenip haramlar mubah kılındığı zaman Allah Teala mührü gönderir ve kalpleri içindekiler­le birlikte mühürletir". Mücahid´in naklettiği hadiste ise şöyle buy-rulmaktadır: "Kalp, açık avuç gibidir. İşlenen her günahta bir par­mak bükülüp kapanır. Sonunda bütün parmaklar kapandığında kalp mühürlenmiş olur. Bu da kilittir".

Denir ki: Her günahın kalp üzerinde biten bir bitkisi vardır. Gü­nahlar çoğaldığı zaman, bitkiler de meyvanm çevresindeki kapçıklar gibi kalbin çevresini kuşatır ve kalbe katılırlar ki bu da kabuk­tur. Denir ki: Günah, Allah Teala´nm zikrettiği örtülerden bir örtü olup kalbin işitmesini ve anlamasını engeller.

Bu taifeden bir zat, bana Ebu Amr b. Ulvan´dan uzun bir kıssa içinde şunu nakletmişti
: Birgün namaz kılıyorken kalbim bir hava ile mahmurlaştı. Bunun üzerinde uzun müddet düşündüğümde içi­me erkeğe karşı şehvet hissi doğdu. O an yere düştüm ve bedenim bir anda karardı. Üç gün boyunca evimde üstümü örterek yattım ve dışarı çıkmadım. Banyoda türlü sabunlar ve renkli temizleyici­ler ile yıkamama rağmen cildimin siyahlığı gün geçtikçe artıyordu. Üç gün sonra bu kararma kayboldu ve tenim eskisi gibi beyaza döndü.

Daha sonra Ebu Kasım el-Cüneyd´le (ra) karşılaştım. Bana adam göndermiş ve Rakka´dan çağırtmıştı. Meclisine vardığımda şöyle dedi: Rabbinin huzurunda kıyam ederken, nefsine kanarak bir şehvete kapılmaktan utanmadın mı? Sonra birden karanverdin de, huzur-u ilahiyi terkettin. Eğer senin için Allah Teala´ya dua et­memiş ve o fikrinden dolayı senin namına tevbeler etmemiş olsay­dım, Allah Teala´nm huzuruna o siyahlıkla çıkacaktın.

Cüneyd´in, kendisi Bağdat´ta ben Rakka´da iken başımdan ge­çen ve Allah´dan başkasının muttali olmadığı şeyleri olduğu gibi bilmesine çok şaşmıştım. Bu hadiseleri ulemadan bir zata anlattı­ğımda bana şöyle dedi: Bu, Allah Teala´dan bir lütuf ve seçmedir. Çünkü kalbini karartmayıp sadece bedenini karartmıştır. Eğer bu günahı kalbine gömseydi, o zaman kalbini mutlaka helak ederdi.

Sufî, bunları naklettikten sonra şöyle dedi: Bir günah işleyip bunda ısrar etmeyen hiçbir kul yoktur ki, İbni Ulvan´m bedeninin kararması gibi, kalbi kararmasın. Bu kararmadan sonra kalbi par­latacak olan tek şey, tevbedir. Ama her kula, İbni Ulvan´a yapılan­lar yapılmaz. Çoğu insan, kendisine Cüneyd gibi şefkat gösterecek birisini de bulamaz.

Allah Teala´nm affetmesi dışında, her günahın belli bir cezası vardır. Ceza, günahın ağırlığına göre değildir. Kul, cezanın nasıl ve nereden geleceğini de bilemez. Cezalandırma keyfiyeti, Rab Teala tarafından sabık ilimle takdir edilmiş bir iradenin neticesi olarak ortaya çıkar. Ceza, kalpte de tezahür edebilir. Bu, kalp hastalıklarmdandır. Ceza bedende tezahür edebilir. Bu da, mal veya canın te­lefi şeklinde olur.

Bunlara ilaveten, mevkiini kaybetme, İsam ulemasının ve mü­minlerin gözündeki yerinden düşme şeklinde de olabilir. Tabii, ahi-rete tecil edilmiş de olabilir ki bu, cezaların en ağırıdır. Bu tür ce­zalar; insanı helak eden büyük günahlardan hayatta iken tevbe edilmeyenler, günahta ısrar edenler ve meydan okuyarak günah iş­leyen zorbalar için geçerlidir. Cezalar, dünyada olduğu zaman dün­ya hayatının basitliğine göre basit olurken, ahirete tecil edildikleri zaman, oranın şiddetiyle mütenasip olarak çok ağır olurlar.

Allah Resulü fsav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah Teala bir kulu için hayır dilediği zaman günahının cezasını hemen verir. Bir kulu için şer dilediğinde ise, cezasını çekmesi için ahire­te erteler". Bil ki, dünya hayatında kaybedilen fırsatlar için gam­lanmak ve onun için hırslanarak koşturmak, Allah Teala´nm kulla­rına verdiği cezalardandır. Kendisini dininden eden hususlara al­dırmayarak kazandığı dünyalıkla sevinip mutlu olmak da Allah Te-ala´nm cez alarmdandır.

Günah işlemeye zemin hazırladıkları takdirde, servetin genişle­mesi ve imkanların çoğalması da kula verilen cezalardandır. Bir günahın cezası, yine onun gibi veya ondan daha ağır bir günah ola­bilir. Buna mukabil bir ibadetin sevabı da, onun gibi veya ondan daha faziletli bir ibadet olabilir. Allah Teala´nm "Sevdiğiniz şeyleri size gösterdikten sonra isyan ettiniz" fAl-i İmran/152) buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu manaya işaret edilerek, ´sevilen şeyler­den´ maksadın rahatlık ve zenginlik olduğu söylenmiştir. Fakirlik ve hastalık da, günahtan korunmak için vesile kılındıkları zaman Allah Teala´dan bir rahmet olarak görülmelidirler. Günaha zemin hazırladıkladıklarında, ma´siyetlerin anası olurlar.

Hilm, cezayı kaldırmayıp sadece tehir ettirir. Halim olan Allah Teala da, cezayı hemen çektirmeyip bir süre sonrasına bırakabilir. O´nun "Böylece ne zaman ki yapılan ihtarı unuttular, üzerlerine herşeyin kapılarını (ruhsatlan) açıverdik. Nihayet kendilerine ve­rilen bu genişlik ve serbestlik ile tam sevindikleri sırada, kendile­rini ansızın yakalayıverdik" (En´am/44) buyruğunun tefsirinde şöy­le denilmiştir: ´Hemen´ diye ifade edilen süre, altmış yıldır.

Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Öyle günahlar vardır ki, onların tek kefaret yolu, geçim için tasalan­maktır". Hadisin başka bir lafzında ise, ´Ancak tasalar ve hüzünler kefaret olur1 ifadesi yer almaktadır. Fakirler açısından, mubah kılı­nan dünyevi ihtiyaçları için kaygılanıp çabalamak da günahların kefaretinden sayılır. Müminler için, ahiret azıklarını kaçırarak bu tür geçim yollarına düşmek, derecelerde alçalmadır. Dünya arzusu ve dünyalık hırsıyla tasalanmak ise, kula verilen cezalardandır.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle dedi: Dünya sevgimin mağfiret edilmemesi benim için günah olarak yeter. Başka biri de şöyle de­miştir: Kulun günahı olmasa da, ahiret nasibini kazanacağı ve onun için azık hazırlayacağı halleri kaçırarak dünya gailesiyle uğ­raşması ona yeter.

Aişe´den (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Kulun günahları arttığı zaman, eğer onlara kefaret olacak amelleri yoksa, Allah Teala kendisini ta­sa ve kaygılara boğar. Onun kefareti de bunlar olur". Denir ki: Ku­lun kalbine doğan ve sebebini bilemediği kaygılar, işlediği suçların kefaretleridir. Denir ki: Kaygı, bedenin işlediği kusur ve kabahat­leri muhasebe ettiği anda aklın çektiği üzüntüdür. Akıl, bu tasadan kurtulamaz ve kul, sebebini bilmediği halde kaygı ve tasa içinde kalır.

Yakub Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise anlatılmıştır: ´Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Eğer ilm-i sabıkım­da sana karşı inayetim yazılı olmamış olsaydı, Zatımı sana karşı cimrilerin cimrisi kılardım. Bu da senin devamlı ve ısrarlı olarak Ben´den niyaz ve dilekte bulunman ve icabetinin tehiri sebebiyle olurdu. Ama sana karşı inayetimden dolayı Zatımı, sanin için mer­hamet edenlerin en merhametlisi, hükmedenlerin en hakimi kıl­dım. Senin için katımda öyle bir makam vardır ki, ona ilminle de­ğil Yusuf için duyduğun hüzünle nail olmuşsundur. Ben de seni o makama yükseltmeyi murad ettim´.

Benzer bir rivayette ise şu hadise nakledilmektedir:
"Yusuf (as) hapiste yanma gelen Cebrail´e (as) şöyle dedi: Mahzun ihtiyar na­sıl? Cebrail (as) şöyle dedi: Senin için, sevdiğini kaybeden yüz kişi­nin hüznü kadar hüzün dolu. Bunun üzerine Yusuf (as), ´Peki Allah katında onun için nasıl bir ecir var?´ diye sordu. O da, Tüz şehidin-ki kadar ecir var dedi.

Selef-i Salih´ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: ´Günah iş­leyen hiçbir kul yoktur ki, altındaki toprak onu kendine gömmek, üstündeki gök de üzerine çökmek için izin istemiş olmasın. Allah Teala o ikisine şöyle buyurur: Kuluma dokunmayın. Ona süre tanı­yın. Onu, siz yaratmadınız. Eğer siz yaratmış olsaydınız, merha­met gösterirdiniz. Umulur ki, Bana tevbe eder de kendisine mağfi­ret ederim. Kötü işini salih bir amelle değiştirir de Ben de onun gü­nahlarım hasenata çeviririm.

Bu söz, Allah Teala´nm şu buyruğuyla aynı manaya gelmekte­dir:
"Doğrusu gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye Allah tutuyor. Andolsun zeval buluverirlerse onları O´ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten de O, Halim´dir, Gafur´dur". (Fatır/41) Ayetin tefsirinde de beyan edildiği üzere, göklerin ve yerin zevali, kulların günahla­rından dolayı olacaktır. Allah Teala ise, onların günahlarına karşı Halım, kötülükleri için de mağfiret edici olduğu için gökleri ve ye­ri sıkıca tutar.

Ayetin tefsiriyle ilgili şöyle bir rivayet mevcuttur:
Allah Teala kulların günah ve ma´siyetlerine baktığı zaman gazaplamr. Bunun üzerine yer şiddetle sarsılıp gök titremeye başlar. Gök melekleri yere inerek, yeryüzünün iki tarafını tutarken, yer melekleri de gö­ğe yükselerek onun çevresini tutar ve Allah Teala´nm gazabı geçin­ceye kadar İhlas suresini okurlar. İşte Fatır süresindeki ayetin tef­siri budur.

Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Yeryüzünde çanlar çalındı­ğı ve cahiliyye adetleriyle dua edildiği zaman Allah Teala´nm gaza­bı artar. Ancak hocaya giden sabi çocukları, mescidleri dolduran müslüm anları, -Allah için sevişen, O´nun için ziyaretle şenleri görüp müezzinlerin seslerim işitince- hilm ile dolar ve mağfirette bulunur. Bu da, "Gerçekten de O, Halim´dir, Gafur´dur" ibaresinin tefsiridir´.

Kul, işlediği bir günahın ardından tevbe etmeksizin başka bir günah daha işlerse, onun helak olmasından korkulur. Çünkü bu, günahlarda ısrar edenlerin halidir. Böyle yapan kul, Rabbine rücu ederek tevbe etmediği için O´ndan ayrılarak bedbaht olmayı seçmiş demektir. O, artık hevası üzere" nefsiyle beraber kalan biridir. Bu

da, Allah Teala´dan uzaklık makamları arasında öfke (—makfc) ma­kamı olarak bilinen makamdır.

Kulun yapacağı en hayırlı iş, nefsin arzularını ve onun için en tatlı olan hevayı kesmektir. Çünkü nefsani arzuların başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Eğer bu arzulara gem vuramazsa, o kul için bu gidişinin sonu olmaz. Kul, sürekli taat ve ibadete alışır ve ibadetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendini oyalamış ve korumuş olur. Ya da nefsine karşı sabır ve cihad yoluna girer. Bu da sadık müridlerin yoludur.

Allah Teala´nm "Allah´dan yardım isteyin ve sabredin" (A´raf/128) buyruğu hakkında şöyle denilmiştir: Yani ibadet için Al­lah Teala´nm yardımını isterken, günahlara karşı yaptığınız müca-hedede sabırlı olun. Ali de (kv) şöyle demiştir: İyi amellerin tama­mı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın y^amnda muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir, iyiliği emredip kö­tülükten sakındırmak ise, Allah yolunda cihadın yanında muaz­zam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir. Allah yolunda cihad ise, nevasına karşı ve kötülüklerden sakınma noktasında nefs ile mücahedenin yanında, muazzam bir denizin yanındaki tü­kürük gibidir. Onun bu sözü, Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinin açıklaması gibidir: "Küçük cihaddan büyük cihada yani mücahede-i nefse döndünüz".

Sehl b. Abdullah şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Taat ma­kamlarının en faziletlisi, önce ma´siyet karşısında, ardından taatta sabırlı olmaktır.

İsrailiyat kaynaklı bir haberde şu hadise nakledilmiştir:
´Ada­mın biri, başka bir beldeden bir kadınla nikahlanmış ve kölesini göndererek onu yanına getirtmek istemişti. Kadın, yolda iken ada­mı arzulamış ve onu elde etmek istemişti. Fakat köle, nefsiyle ve onunla mücahede ederek Allah´a sığınmış ve kendini korumuştu. Bunun üzerine Allah Teala o köleye vahiy göndermiş ve onu İsrai-loğullarmm peygamberlerinden biri yapmıştı´.

Musa Peygamberle (as) ilgili kıssalardan birinde de şöyle bir hadise anlatılmıştır: ´O, Hızır´a (as) ´Allah Teala neyin sayesinde seni gayb ilmine muttali kıldı?´ diye sormuştu. O da, ´Masiyetleri Allah Teaîa´nm yolu için terketmem sayesinde´ demişti´.

Allah Teala´nm kullarına olan mükafaatı da, kulun yaptığı amele göre olmayıp O´nun bağışının sınırsızlığına göre olur. Kul, Allah Teala´nm rızasını umarak bir amel yaptığı zaman, kendisine hesapsız ecir verir.

Kul, bir günahı adet ve alışkanlık edinerek, ondan tevbe etme­sinin güçleşmesine izin vermemelidir.

Adet, Allah Teala´nm emri altındaki askerlerden biridir. Eğer âdet ve alışkanlık olmasaydı, kulların tamamı tevbekâr olurdu. Eğer günahlarla sınama olmasaydı, o zaman da tevbe edenlerin ta­mamı istikamet üzere olurlardı. Kul, alıştığı bir âdeti bırakmak için gayret sarfetmeli ve eğer onunla sınanıyorsa, hevaya karşı nef­siyle mücahedede sabırlı olmalıdır. Bunlar, müridler için olabilecek en hayırlı ve en temiz hasletlerdir. Bu hasletlere sahip olan kulun nefsi; tatmin bularak rüşde erer ve kötülüğü emretme sıfatından tamamen ayrılarak iman ahlakı ile mutmain olma sıfatını haiz ha­le gelir.

Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğundan çıkarılan manalardan biri de bu istikamettedir: "Amellerin en faziletlisi, nefsleri yapma­ya zorladıklarınız dır". Çünkü nefs, tabiatı gereği heva ve arzuların hilafına olan amellerden hoşlanmaz. O, hakkın zıddıdır. Allah Tea­la ise, hakkı sever. Nefsi, heva ve arzuların hilafına zorlayan ve hakka çağıran kişi, Allah Teala tarafından da sevilir. Çünkü hakkı sevmek, amellerin en faziletlilerindendir. Allah Teala da bu meyan-da "Tartı o gün, haktır" (A´raf/8) buyurmuştur. Hakkı ve sabrı tav­siye edenler, hüsran ehlinden de istisna edilmişlerdir. Bu, Yakin de­recelerinin ilkidir.

İbret ehlinden bir zat şunu nakletti: Çamurun kenarında yürü­yordu. Çamura düşme endişesiyle korunuyor ve elbisesinin etekle­rini yukarı doğru çekiyordu. Bir ara nasıl olduğunu bilemeden ça­mura kaydı. Ayakları çamura tamamen batmıştı. Sonra sokakta yürümeye başladı. Bir yandan da ağlıyordu. Kendisine ´Seni ağla­tan nedir?´ diye sorduklarında şöyle dedi: Benim halim, günahlar­dan sakınan ve kendini korumaya çalışan şu adamın haline benzi­yor: O, böyle bir gayret içindeyken bir günaha, ardından ikincisine düştüğü zaman, bir de bakar ki günahlar ağzına kadar dolu bir ha­vuza dönüşmüş´.

Kula düşen, her an meydana gelebilecek olan gafletten dolayı tevbe etmesidir. Kul, bunu bildiği zaman tevbesi kesintisiz olur ve her zaman tevbe eder. Allah Teala, dünyadaki gaflet ehlini, ahiret-te hüsran ehli kılmıştır. Bir sözcünün ağzından "İşte onlar gafîler-dir" (Nahl/108) buyurduğu kimseler, elbetteki ahirette de "Onlar hüsrana uğrayanlardır" (Bakara/27) buyurduğu kimseler olacaktır.

Ama şunu

armi
Thu 31 December 2009, 05:59 pm GMT +0200
Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir şehveti terketme hususun­da sadık olan ve bu uğurda Allah rızası için nefsiyle yedi kez cihad eden kimse, kendini o şehvete teslim etmez. Başka bir alim de şöyle demiştir: Bir günahtan dolayı tevbe edip yedi yıl boyunca istikamet üzere giden kimse, bir daha ona geri dönmez. Ulemadan bir diğer zat ise şunu dile getirmiştir: Alışılmış bir günahın kefareti, onu işlediğin kadar ondan uzak durmaktır. Bunu yaparsanız bir daha ona düş­mezsiniz. Onu her terkedişiniz de, onu her yapışınıza kefaret olur.

Tabii İp yukarıdan beri anlattığımız hususlar, tevbe iradelerin­de güçlü olan kimselere mahsustur. Bunlar, iradesi zayıf olan mü-ridler için geçerli değildir. Zayıfların hali, kaçmak ve uzaklaşmak­tır. Olmayan bir ma´siyet hakkında kendi kendine vesvese üreten kişi, onun varlığı halinde nefsine hakim olamaz. Bu yüzdendir ki mürid, nefsin günahlarla ilgili vesveselerini bertaraf etmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde onlara duçar olması kaçınılmazdır. Çünkü insanın kalbinden geçen hatırlar, güçlenerek vesvese halini alır.

Vesveseler çoğaldığında, insanın baş düşmanı olan şeytana gü-nam güzel gösterme ve nefsi kışkırtma yolları açılmış olur.

Bir tevbekâr için olabilecek en zararlı şey, kötülüğe dair kalbin­den geçen hatırları güçlendirmesi ve onların yeretmesine imkan vermesidir. Böyle bir hatır, onun içinde dolaşarak kendisini helaka sürükleyecektir. Ma´siyete götüren her vesile ve onu hatırlatan her-şey ma´siyettir. Aynı şekilde günaha götüren veya sebep olan her-şey de günahtır. Bunların aslen mubah olmaları durumu değiştir­mez. Bu tür şeylere son vermek, taat ve ibadet kabilindendir. Bu da, amellerin inceliklerindendir.

Denir ki: Bir günahı kırk gün işleyen kişi, ondan neredeyse hiç tevbe edemez. Çünkü kırk gün bir ömürdür. Bu şekilde devamlı gü­nah işleyenler arasında ender kimseler hallerini idrak ederek tev-beye yönelebilirler.

Bu meyanda Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Mümin, sürekli imtihan edilip tevbe eden kimsedir. Bir de müminin arasıra işleyerek alıştığı günahı vardır". Başka bir ha­diste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Her Ademoğlu hata yapar. Hata yapanların en hayırlıları istiğfarda bulunanlar­dır"[66]Bir diğer hadisinde de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Mümin, sıkça vah edip dövünen kimsedir. Onların en hayırlısı ise, dövünme üzere ölendir". Yani günahları sebebiyle dövünerek tevbe ve istiğfarda bulunurken vefat eden mümin, onların en hayırlısı olacaktır.

Allah Teala da müminlerin sıfatlarını sıralarken, günahları ar-darda işlemeyi bırakan, kötülüklerin peşinden iyilik yapanlar ol­duklarım buyurmuştur
: "Onlar çirkin olanı, güzel olanla yokeder-ler". (Ra´d/22) O, bu fazileti, sabırlı amel sahiplerinin sıfatı olarak-ta vazetmiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte bunlar, mükafaatları iki ke­re verilecek olanlardır. Çünkü sabretmişlerdir. Hem de kötülüğü iyilikle bertaraf ederler". (Kasas/54) Allah Teala onlara, iki sabır na­sip etmiştir. Bunlardan biri günah karşısında, diğeri ise tevbe üze­rindedir. Buna karşılık olarak da kendilerine iki kat ecir vermiştir.

Allah Teala, tevbe eden müminlere tevbe için üç şart koşmuş­tur. Tevbe eden münafıklara ise dört şart koşmuştur. Çünkü onlar, amellerini mahrukatla irtib ati andırarak sakatlayan ve ihlas bakı­mından mahlukatı Hâlık´a şirk koşan kimselerdir. Bu yaptıkların­dan dolayı Rahman´m gazabına hedef oldukları için, bunların tev-besine bir şart daha eklenerek tevbeleri daha da ağırlaştırılmıştır. Diğerlerinden ise iki şart kaldırılarak yükleri hafîfletilmiştir.

Allah Teala buyurdu ki
: "Ancak tevbe edip hallerim ıslah eden ve hakikati gizlemeyip açıklayan müstesna". (Bakara/160) Ayette­ki ´Tevbe eden´ ifadesi, nevalarını terkederek hakka dönenleri, ´ıs­lah edenler
 ifadesi, nefslerinde ifsad ettikleri şeyleri düzeltenleri murad etmektedir. ´Açıklayanlar5 ise iki şekilde tefsir edilmiştir. İl­kine göre bunlar ile kasdedilen; gizledikleri hakkı ve ilmi hakikati izhar edip açıklayanlardır. Bu, ilmi gizleyip hakka4>atıl kisvesi bü-rüyerek günah işleyenler için geçerlidir. İkinciye göre ise tevbeleri-ni açıklayarak tevbenin hükümlerini kendi üzerlerinde açığa vu­ranlar kasdedilmektedir.

Allah Teala diğer iki şartla ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki münafıklar cehennemin en alt katında yeralırlar. Onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tevbe edenler, kendi­lerini İslah edenler, Allah´a sarılanlar, dinlerine Allah için ihlasla bağlananlar, işte onlar müminlerle beraberdirler". (Nisa/145-146) Çünkü onlar, insanlara ve mallara sarılıyor, amellerinde riyakarlık yapıyorlardı. İşte bu sebeple Allah Teala da onların tevbeleri için, Allah´a sarılmayı ve O´na karşı muhlis olmayı şart koşmuştur.

Kulun tevbesi, işlediği günahlara uygun olarak, aza az veya ço­ğa çok şeklinde olmalıdır. Tevbe eden kişi, ifsad ettiği şeyi ıslah et­meye çalışmalıdır. Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmakta­dır: "Muhakkak ki Biz, ıslah edenlerin ecrini zayi etmeyiz". (A´raf/170) Kul, ıslah edici olmadıkça tevbe etmiş olmaz. Islah edi­ci olmak için de, salih ameller işlemesi gerekir. Bu yolda yürüyen kul, nihayetinde salihlerin arasındaki yerini alır. Allah Teala da, sarihleri veli edineceğini buyurmuştur.

Tevbe eden ve onun hakikatma ererek Allah Teala´nm sevgili kullarından olan kimselerin sıfatları bunlardır. Nitekim Allah Tea­la da, "Muhakkak ki Allah tevbe edenleri sever" (Bakara/222) buyurmaktadır. Buna göre Allah Teala, nevalarından uzaklaşarak kendisine dönen ve nefslerini çirkinliklerden temizleyenleri kendi­sine dost edinmektedir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle bu­yurmuştur: "Tevbe eden, Allah´ın sevgili kuludur".

Ebu Muhammed Sehl´e (ra), ´Tevbekâr, ne zaman Allah Teala´nm sevgili kulu olur?´ diye sorulmuştu. O da şöyle dedi: Allah Teala´nm "O tevbekârlar, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükua eğilenler, secdeye varanlar, iyiliği emredip kötülükten sakmdıran-lar, Allah´ın hududunu muhafaza edenler, müjdele o imam bütün müminleri" (Tevbe/112) ayetinde buyurduğu kimseler gibi olunca.

Ebu Muhammed başka bir vesilede ise şöyle demiştir:
Sevgili, sevgilisinin sevmediği şeyi yapmayandır. Yine o, şöyle demiştir: Hasenattan dolayı da tevbe etmedikçe, tevbe sahih olmaz. Arifler­den bir zat da şöyle demiştir: Avam, kötülüklerinden ötürü tevbe ederler. Sufiler ise, hasenatların için tevbe ederler. Yani, hasenat­larım ifa ederken gösterdikleri kusurlardan dolayı tevbe ederler. Çünkü onlar, bu hasenatları karşısında Aziz ve herşeyden münez­zeh olan Rablerinin, kendileri üzerindeki haklarının büyüklüğünü çok iyi bilirler. Onların bu hasenata veya kendi nefslerine bakışla­rı, herşeyin Allah Teala´nm lütfü oduğu istikametindedir.

Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi
: Tevbe, amellerin en fazi­letli olanlarından biridir. Çünkü sair ameller, ancak onunla sıhhat bulurlar. Tevbenin sıhhat bulması da, onlar vasıtasıyla haramlara düşme endişesinden ötürü helallerden birçoğunun terke dilme sine bağlıdır. İstiğfar ise, tevbekârların gıdası, günahkarların sığınağı­dır. Söz söyleyenlerin en sadığı olan Allah Teala şöyle buyurmuş­tur: "Rabbinizden istiğfarda bulunun, sonra O´na tevbe edin". (Hud/90); "Hala O´ndan istiğfarda bulunmuyor ve O´na tevbe etmi­yorlar mı?". (Maide/74) Görüldüğü gibi Allah Teala, tevbeye istiğfar ile başlamış ve istiğfarı tevbe ile takip etmiştir.

Günah işledikten sonra istiğfarda bulunmak, Allah Teala´dan o günahı örtmesini niyaz etmektir. Allah Teala´nm, günah işleyen kuluna mağfiret etmesi, onu örtüp yükünü üstünden kaldırması-dır. Bu manada şöyle denmiştir: Allah Teala tarafından dünyada örtülmüş hiçbir günah yoktur ki, ahirette de O´nun tarafından mağfiret edilmesin. Çünkü Allah Teala, örttüğü bir kabahati sonradan ifşa etmeyecek kadar kerem sahibidir. O´nun tarafından dün­yada ifşa edilmiş hiçbir kabahat da yoktur ki, bu ahiretteki cezanın karşılığı kılınmamış olsun. Çünkü O, kuluna aynı suçtan Ötürü iki kez ceza vermeyecek kadar kerem sahibidir.

Ali (kv) ve İbni Abbas da (ra) bu manada bir hadis rivayet et­mişlerdir. Onların müsned olarak rivayet ettikleri hadise göre, tev-beden sonra istiğfarda bulunmak; kulun Rabbinden hesaba çekme­yerek affetmesini niyaz etmesidir. Tevbenin ardından Allah Tea-la´nın mağfiret etmesi, kötülüklerinin kefaret edilmesi, çok Affedi­ci ve ve çok Kerim olan Allah Teala tarafından silinmesi demektir. Bu da, kötülüklerin iyiliklerle değiştirilmesidir.

Kulun, ´Ey Kerim, ey Affeden!´ sözünün tefsiri de şöyledir:
Eğer Allah Teala rahmeti sayesinde kulun kötülüklerini affederse, ar­dından da keremi sayesinde onları hasenata çevirir. Allah Teala bu­nu, şu ayetleriyle teyid etmiştir: "Muhakkak ki: ´Rabbimiz Al-lah´dır7 deyip de sonra istikamet üzere olanların üzerine melekler şöyle (diyerek) inerler: Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olun­duğunuz cennetle sevinin". (Pussilet/30); "Öyleyse O´nun için isti­kamet üzere olun ve O´nun mağfiretini isteyin". (Fussilet/6)

Birinci ayetin tefsirinden anlaşılan odur ki, zikredilen kimseler; Allah Teala´yı birledikten sonra bu tevhid üzere istikamet bularak şirke bulaşmayanlardır. Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Onlar, Sünnet üzere istikamet bulup bidat ihdas etmeyenlerdir. Bir diğer tefsirde ise, onların; tevbe üzere istikamet bulup eğriliğe sap­mayanlar oldukları söylenmiştir. Allah Teala işte böyle kimselere mealen şöyle buyurmaktadır: İşlediğiniz günahların cezalarından dolayı korkmayın. Tevhidiniz sayesinde Allah onları silmiştir. Geç­mişte kaçırdığınız ameller için de üzülmeyin. Allah Teala tevbeniz sayesinde onları telafi etmiş ve istikametinizden dolayı da sizi ih­san sahiplerinin derecelerine ulaştırmıştır.

Allah Teala, bunun ardından da onları cennetle müjdeleyerek şöyle buyurmuştur:
"Vaad olunduğunuz cennetle sevinin. Hem dünyada, hem ahirette Biz sizin dostlarımzız. Orada size canınız ne çekerse vardır, ne isterseniz vardır". (Fussilet/30-31) Yani dün­ya ve ahiret hayatlarınızda size yakın ve dost olur, zor anlarınızda sizi iman üzerinde takviye ederiz. Sonra sizler için ahirette de bedenlerinizin dilediği her türlü nimet ve kalplerinizin temenni etti­ği Allah Teala´nm cemalini görme iütfuna nail olmak vardır.

Allah Resulü (sav) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Günahdan tevbe eden, günahı olmayan gibidir".[67]Bir günahtan do­layı istiğfarda bulunduğu halde onda ısrar eden kimse ise, Allah Teala´nm ayetleriyle alay eden gibidir. Bazı kimseler, ´Estağfurul­lah, estağfurullah´ diyerek dilleriyle istiğfarda bulundukları halde, tevbe etmez ve kalpleriyle nedamet duymazlar. Bunların istiğfar ve tevbesi, yalancıların tevbesi olarak görülür.

Rabiatü´l-Adeviyye (ra) şöyle derdi: ´Şu istiğfarımız bile istiğfara muhtaçtır. Öyle tevbe vardır ki, düzeltilmesi için başka bir tevbeye muhtaçtır´. Tevbede ihlas, sükunet ve yol göstericilik esastır. Kötü­lüklerin ardından iyilik ve ihsanda bulunan, salih amelleri diğer sa-lih amellere karıştıran kimse için ahirette kurtuluş umulabileceği gibi vefatından önce de istikamet üzere olması ümit edilebilir.

Allah Teala buyurdu ki: "Ve salih bir ameli, diğer bir (kötü amelle) karıştırdılar. Umulur ki Allah tevbelerini kabul eder. Çün­kü Allah Gafur´dur, Rahim´dir". (Tevbe/102) Yani Allah Teala, niyet­leri halis olan bu kimselere şefkat gösterecek ve onları gözetecek­tir. Denildi ki: Ayetteki, karıştırılan salih amel ile murad edilen; günahların itirafı ile devamlı edilen tevbedir. Diğeri ile murad edi­len ise, gaflet ve cehalet yüzünden geçmişte işlenen günahlardır. İbni Abbas (ra) şöyle dedi: Ayetteki ´Gafur ile murad edilen, tevbe edenler için mağfiret edici olması; ´Rahim´ ile murad edilense; tev­be ruhsatını koyarak merhametini göstermiş olmasıdır.

Allah Teala buyurdu ki
: "Muhakkak ki Ben, tevbe eden için çok mağfiret ediciyimdir". (Taha/82) Yani, şirkten dolayı tevbe edip tev­hid akidesine iman eden ve salih amel işleyerek farzları ifa edip ya­saklardan uzak duran ve hidayeti bulan kimse, Sünnet üzeredir. Aye­tin başka bir tefsirinde ise, ´Tevbe üzere istikamet bulan kimse´nin kasdedildiği söylenmiştir. Bütün bunlar, müminlerin sıfatlarıdır.

Allah Teala ihlas sahiplerini, münafıkları ve müşrikleri sevket-tiği tevbeye sevketmemiştir. Gerçi hepsi için de girilecek yol tevbe-den geçmekte, muhabbet ve rıza-i ilahiye yalnız onunla ulaşılabil­mektedir. Ama Allah Teala her zümreyi ayırarak zikretmiştir. O,münafıkları vasfederek şöyle buyurmuştur: "Savaşa gitmeyenlerin diğer bir takımının affı da, Allah´ın emrini (beklemek için) geri bı­rakılmıştır. Kendilerini ya cezalandırır veya tevbelerini kabul eder". (Tevbe/106) Ayetin hükmüne göre, münafıklar bu hallerinde ısrar etmeleri halinde Allah Teala´nm cezasına müstehak olacak­lardır. Eğer istiğfarda bulunur ve hallerini ıslah ederlerse, o zaman Allah Teala tevbelerini kabul edecektir. Görüldüğü üzere Allah Te­ala bu hükmü açıkça teyid etmiş ve tevbelerini şarta bağlamıştır.

Kafirlerin tevbeleri hakkında ise şöyle buyurmuştur:
"Eğer tev­be ederler de, namaz kılıp zekatı verirlerse kendilerini serbest bı­rakın". (Tevbe/5) Görüldüğü üzere Allah Teala, kulları için istiğfa­rı; Resulü´nün (sav) ümmetin arasında oluşu süresince azabı kal-dırmasıyla beraber zikretmiştir. Bu da, O´nun varlığından dolayı insanlara karşı bir lütuf ve nimetinin ifadesidir. Allah Teala, bunu beyan ederek şöyle buyurur: "Allah, sen onların arasında olduğun müddetçe kendilerine azap edecek değildir. Yine O, onlar istiğfarda bulundukları sürece kendilerine azap edecek değildir". (Enfal/33) Selef-i Salih´den bir zat şöyle derdi: ´Bizim için iki güvence vardı. Bunlardan biri gitti, diğeri kaldı. Eğer diğeri de giderse helak olu­ruz´. Onun, ´giden1ile kasdettiği Allah Resulü (sav), kalan ile kas-dettiği ise istiğfardı.

Ebu Muhammed Sehl´e (ra), günahlara kefaret olan istiğfarın ne olduğu sorulmuştu. Şöyle dedi: İstiğfarın başı İcâbet´tir. Sonra İnâbet (=yönelme), ardında da Tevbe gelir. İcabet; bedenen yapılan ibadetlerdir. İnâbet; kalp ile yapılan amellerdir. Tevbe ise, kulun kalbiyle Allah Teala´ya yönelmesi ve halkı terketmesidir. Bunları yaptıktan sonra, işlediği kusurlardan, nimete küfrandan ve şükrü terketmekten dolayı istiğfarda bulunursa kendisine mağfiret olu­nur. Böyle bir kulun sığınağı Allah Teala olur.

Bunu takiben yalnızlığa, oradan sebata, oradan beyana, oradan kurbiyete, oradan marifete, oradan münâcaata, oradan musâfâta yani kalben saflaşmaya, oradan muvâlâta yani Allah Teala´nm ve­liliğine, oradan da sırrı konuşma mertebesine intikal eder ki bura­sı Hullet yani Allah Teala´nm yakın dostluğudur. Bir kulda bunla­rın tahakkuk edebilmesi için; onun gıdasının ilim, dayanağının zi­kir, azığının rıza, muradının Allah´a havale ve arkadaşının tevekkül olması gerekir. Daha sonra Allah Teala ona bakar ve kendisini Arş´a yükseltir. Makamı, Hamele-i Arş meleklerinin makamıyla ay­nı olur´.

Sehl fra) başka bir münasebette şöyle demişti:
´Kul, her halinde Mevla´sına muhtaç olmalı ve en güzel hali de, herşeyinde O´na rü-cu etmek olmalıdır. Günah işlerkan şöyle der: Rabbim, günahımı Ört. Günahım bitirdikten sonra ise, ´Rabbim, günahımdan dolayı tevbemi kabul et´ der. Allah Teala tevbesini kabu ettiği zaman ise, ´Allahım, bana korunmak için amel etmek nasib et´ der. Amel etti­ği zaman da, ´Rabbim, amelimi kabul buyur der

Günahın ardından tevbe edip günahda ısrar niyetini bertaraf ettikten sonra, kötülüklere kefaret olması umulan amellerin en gü­zelleri, sekiz ameldir. Bunların dört tanesi, bedenen yapılırken di­ğer dördü, kalbi amellerdir. Bedeni ameller şunlardır:

(1) Kulun iki rekat namaz kıldıktan sonra,

(2) yetmiş kez ´Sübhanallah el-Azim´ ve yüz kez ´elhamdü lillah´ okuyarak istiğfarda bulunması, ardından,

(3)
sadaka dağıtması ve

(4) bir gün oruç tutmasıdır. Kalbi ameller ise;

(1) Günahtan dolayı tevbe ettiğine inanmak,

(2) Onu bırakmak istemek,

(3)
Ondan dolayı cezalan dinim aktan korkmak ve

(4) Günahından dolayı mağfiret ummaktır.

Bundan sonra hüsn-i zan ve sıdk-i yakin ile günahının kefaret olmasını Allah Teala´ya havale eder. Bu amellerle ilgili olarak bir­çok hadis de rivayet edilmiştir. Bu hadislerde, zikredilen amellerin küçük günah ve kusurlar için kefaret edici oduğu bidirilmiştir. Bunların bazılarında ise, erkanına riayet ederek titizce abdest al­mak, sonra mescide girerek iki rekat namazı orada kılmak şart ko­şulmuştur. Bazı hadislerde ise, namazın dört rekat olduğu variddir.

Denir ki
: ´Kul, bir günah işlediği zaman sağ taraftaki melek, sol taraftaki meleğe emir verir. O, onun üzerinde amirdir. O, bu güna­hı altı saat için yazmamasını emreder. Eğer bu süre zarfında tevbe ve istiğfarda bulunursa, o günahı hiç yazmaz. İstiğfarda bulunma­ması halinde onu yazar´. Denir ki: ´Gece verilen sadaka, gündüzün

günahlarının kefareti olur. Gizli verilen sadaka ise, gecenin günah­larına kefaret olur Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Bir kötülük yaptığında onun ardından bir iyilik yap. Gizli olanı gizliye, açık olanı açığa kefarettir".

Allah Resulü´nün (sav) muhtelif kanallardan rivayet edilen bir hadisi şöyle toparlanmıştır:
"Fecri doğmayan ve şafağı batmayan hiçbir gün yoktur ki, dört melek kendi aralarında şöyle konuşma­sınlar. Biri der ki: Şu insanlar, keşke yaratılın as al ardı! Diğeri şöy­le der: Ne olurdu, şu insanlar yaratıldıkları şey için amel etselerdi! Üçüncüsü ise şöyle der: Yaratıldıkları gaye için amel ettiklerinde, keşke bildikleriyle amel etselerdi! -Bazı rivayetlerde ´Meclisler kur-salardı da, bildiklerini müzakere etselerdi!´ ifadesi yer almaktadır-. Dördüncüleri de şöyle der: Ne olurdu, bildikleriyle amel etmedikle­ri zaman yaptıkları kötülükten ötürü tevbe etselerdi!".

Allah Teala´nm kulun üzerindeki ilk hakkı; -O´nun nimetlerinde Zatı´na isyan etmemesidir. Aksi takdirde işlediği bu ma´siyet, O´nun nimetine karşı küfran olacaktır. Kulun uzuvları ve sahip ol­duğu mallar da, Allah Teala´nm nimetlerindendir. Çünkü insanın hayatı, uzuvlarına bağlıdır. Uzuvlarının güç ve varlığı ise harekete bağlıdır. Hareketin faydası ise, ancak sıhhat ve afiyet ile ortaya çı­kar. Kul, bu nimetlere dayanarak Rabbine isyan ettiği zaman, bun­ları küfürle değiştirmiş olur.

Nitekim Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Al­lah´ın nimetini küfre değiştiler". (İbrahim/28) Bu ayetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Onlar, Allah´ın verdiği nimetlerden güç ve destek alarak O´na karşı ma´siyette bulundular. O, bunu beyan ettikten sonra böyle yaparak nimeti küfürle değiştirenleri çok şiddetli bir azapla tehdit etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Kim, kendisine geldik­ten sonra Allah´ın nimetini değiştirirse (bilsin ki) Allah, cezaası çok çetin olandır". (Bakara/211) Allah Teala´nm cezası, nimetin ma´si­yet ile değiştirilmesi suretiyle hemen dünyada olabileceği gibi, ahi-rete de tecil edilebilir. Ceza, kulun dünyevi hayatla ilgili vasıtala­rına dönük olabileceği gibi, ahiret esbabına dönük de olabilir. Çün­kü bütün sebep ve vasıtaların, nihayetinde varacakları yer orası­dır. Ceza, kimi zaman her ikisini de kapsayabilir.

Bizatihi nimetin ma´siyeti veya nimeti bilmemek, ondan dolayı şükretmemek, onu hafife almak, ona teslim olmak, onun tükenmeyeceğini sanarak onunla övünmek de ceza olabilir. Bize göre, bu se­beplerin hepsi de kul için verilmiş cezalardan ibarettir.

Kul, Rabbine karşı gelip ma´siyet işlediği zaman da O´na dön­mesi farz kılınmıştır. O´na dönüş yolu ise tevbedir. Kul, nefsiyle be­raber hareket ederek hevasına uygun bir şey yaptığı zaman derhal tevbe etmelidir. Tevbeyi tehir ederek günahta ısrar etmesi de, işle­diği günaha ilave edilen iki ayrı günah teşkil eder. Kul, günahın­dan dolayı tevbe edip tevbesini teyid ederek taat üzere istikamet bulmaya ve Allah Teala´ya muhtaç oluşuna yürekten inanırsa doğ­ru olanı yapmış olur.

Bunun ardından da, niyet noktasındaki bütün küçük günahlar­dan, temennilerinden, mahlukata dönük hırs ve korkularından do­layı da tevbe eder. Bunlar, nefes ve bakışa mahsus olan günahlar­dır. Bir şeye teslim olup bir şeyle rahat bulmaya gelince, bunlar da Mukarrebun zümresinin günahlarıdır. Böylece kul için, bildiği ka­darıyla Rabbinin emir ve yasaklarına dönük hiçbir muhalefet kal­mamış olur. Neticede Allah Teala´ya karşı sözünde durduğunu be­lirtir bir şahitlikte bulunabilir.

Mükaşefe yoluyla Allah Teala´nm gaybi ilminden kendisine na­sip edilen ilim sayesinde, günahlarını Marifetullah´a göre mütalaa etmeye başlar. Kulluk nefsinin manasını, yaratmanın Rubûbiyet sıfatının yüceliği ve vasfının baskısıyla olduğunu idrak eder. Duy­duğu korku, aslında nefsiye ilgili olarak sahip oduğu ilme karşılık kendisine nasip edilen bir mükafaattır. Ama o, bunları kimseye zik-redemediği gibi insanlara da yayamaz. Sadece şunu bilir ki müslü-man avamın gözünde salih amel sayılan birçok şey, Mukarrebun zümresi için günah mesabesindedir. Bunun sebebi, müslüman ava­mın, bunları müşahede etme noktasından uzak olmaları ve bunla­rın makamlarını bilmemeleridir.

Mukarrebun zümresinden olan her ferd, Allah Teala ile karşı­laşacağı ana kadar, aldığı her nefes ve baktığı her bakışta O´ndan uzaklaşmaktan, yüz çevirmekten ve her hareketinde perdelen­mekten korkar. Onlar, şu dünyada Dar-ı Beka yolcusu olarak ya­şayanlardır.

Bu mevzuda rivayet edilen garib bir hadiste şöyle denilir:
´Allah Teala Yakub Peygambere vahyederek şöyle buyurmuştur: Seninle Yusufu neden ayırdığımızı bilir misin? Yakub (as) ´Hayır deyinceşöyle buyurdu: Kardeşlerine ´Onu kurdun yemesinden korkarım´ sözünden ötürü. Çünkü Yusufu Bana ısmarlamadın. Kardeşlerinin onu unutabileceklerini düşünürken, Benim onu korumamı hiç dü­şünmedin´. Yusuf Peygamber´in hapis arkadaşı olup krala içki su­nacak olan kişiye söylediği, "Beni efendinin yanında an (da beni kurtarsın). Ona da şeytan, efendisine hatırlatmayı unutturdu. Yu­suf da senelerce zindanda kaldı" (Yusuf/42) sözü de bunu teyid eder mahiyettedir.

Yukarıdaki hadisten de anlaşılacağı üzere, Allah Teala´ın ha­vas kulları, Allah´tan gayrisini gizli olarak düşünmeleri ve teslimi­yet göstermelerinden dolayı bile kınanabilirler. Tabiun´dan bazıla­rı, bu faziletten mahrum kalmış ve riayet halini hafife alıp mura­kabenin usulüne yakışır biçimde edasının terkini hoşgördükleri için tevbenin lezzetini tadamamışlardır. Bunun sebebi, esas itiba-rıyla tevbe işini sıkı tutmamalarıdır. Eğer tek bir günahtan dolayı tevbenin hükmünü ifa etmiş ve sadık tevbekârların haliyle hallen-miş olsalardı, Allah Teala tarafından bahşedilen bu ek faziletten mahrum bırakılmazlardı. Çünkü böyle yapmış olsalardı, tevbeleri-ni sürekli tazeledikleri için ihsan sahipleri arasındaki yerlerini alırlardı.

Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur:
"Ve ihsanda bu­lunanlara arttıracağız". (Bakara/58) Yani Allah Teala sizi tevbe üzere müstakim ve salih ameller işleyen biri olarak gördüğü zaman derecenizi ve size vereceği sevabını arttıracaktır. Lezzetin vecdin-den, güzel bir ahlaktan, zühde meyilden veya ma´ruf bir hususiyet­ten ziyadesiyle nasip alamadığınız zaman, murakabe babına veya riayet durumunuza bir bakın. Bu ikisini iyice tedkik edin ve bun­ları sağlamlaştırm. Çünkü Allah Teala´mn vereceği sevaba, ancak bunlar vasıtasıyla ulaşırsınız.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir:
´Doksandokuz günahından tev­be edip sadece bir günahından tevbe etmeyen kişi, bize göre hak­kıyla tevbe edenler zümresinde yeralamaz´. Kusurlarınızı araştır­mayı ve namazların ardından tevbenizi tazelemeyi asla ihmal et­meyin. Amel ehlinin hüsrana uğrama sebeplerinin başında, yaptık­ları amellerden dolayı nefslerini hoşgörerek kusurlarım araştırma­yı ve nefs muhasebesini terketmeleri gelir.

Her günah, on amelden oluşur. Kul, her günahından dolayı on tevbe etmedikçe Allah Teala tarafından sevilen bir tevbekâr olama­dığı gibi tevbesi de Allah Teala´mn şart koştuğu ve Peygamber´in de (sav) tefsir ettiği Tevbe-i Nasuh sıfatını haiz olamaz. Her günahdan dolayı edilecek on tevbe şunlardır:

1.O günahı tekrar işlemeyi terkederek tevbe etmek;

2. Onu dile getirmekten tevbe etmek;

3.Günahı işlemeye sebep olan kişilerle tekrar biraraya gelmek­ten tevbe etmek;

4. Benzer bir günahın ardına düşmekten tevbe etmek;

5. O günahı düşünmeye tevbe etmek;

6. Onun hakkında konuşanları dinlemeye tevbe etmek;

7. Ona niyetlenmeye tevbe etmek;

8. Tevbede olabilecek kusurdan dolayı tevbe etmek;

9. Ettiği tevbe ile terkettiği şeylerin tamamını sırf Allah rızası için terketmeyi istememiş olma ihtimalinden dolayı tevbe etmek;

10. Ettiği tevbe üzerinde düşünerek onunla teskin olmaktan ve onu delil olarak görmüş olmaktan dolayı tevbe etmek.

Kul, bu tevbeleri ifa ettikten sonra da, Allah Teala´mn celali ve kudretinin azametinin ifadesi olan tevhid akidesine muttali olma­sından doğan ziyade sevap ve lütufların büyüklüğünü müşahede etmesi sebebiyle O´nun kendi üzerindeki Rubûbiyet hakkın ifa et­medeki kusurunu daha yakından görecektir. Bu safhaya ulaştıktan sonra ettiği her tevbe, bu müşahedesinin hakikatinin gereğini yap­ma noktasında gösterdiği her kusurdan dolayı olacak, istiğfarı ise, Allah Teala´mn makamının ululuğu, ziyadesiyle sevabının devamı-lılığı ve bilgilendirmesini yakından görme noktasında göstereceği himmet eksikliği ve kalbi zaafiyetten ötürü olacaktır.

Bütün bu hakikatlar çerçevesinde şunu bilmek gerekir ki arifin tevbesi için bir son olmadığı gibi, onun içinde bulunduğu el çekme halini vasfedebilecek bir sıfat da yoktur. Onun imtihanındaki ince­likleri anlatabilecek sıfatları bulmak da mümkün değildir. Tevbe karşısında, bir peygamber dahi büyüksenemez.

Her makam için bir tevbe olduğu gibi, bu makamlardaki her hal için de bir tevbe vardır. Her müşahede ve mükaşefe için de bir tev­be mevcuttur. Allah Teala tarafından sevilen ve O´na yakın kılman bütün tevbekârların umumi halleri budur. Daima sınanan tevbe-kârlarm makamı da işte budur. Her türlü şeyle sınanıp imtihan edilen bu insanlar, daima Allah Teala´ya yönelerek O´na tevbe eder­ler. Allah Teala da kendilerini maruz bıraktığı fitne ve belalardan sonra onlara nazar eder:

Acaba herşeye rağmen kapleriyle Allah´ı mı düşünüyorar, yoksa o fitne ve belaları mı? Himmet ve gayretleri, Allah´a mı dönük olu­yor, yoksa o fitne ve belalara mı? Bu tür imtihanların varlığından dolayı O´nunla mı teskin oluyorlar, yoksa onlarla mı? Onlardan do­layı Rableri olan Allah´a mı kaçıyorlar, yoksa yine onlara mı? Buna göre kulun, Allah Teala´nın dışındaki her müşahedesi onun için bir günah teşkil etmektedir. Aynı şekilde O´ndan gayrı her kime tesli­miyet gösterirse bu da onun için bir kınanma sebebidir.

Kul için, her müşahedede bir ilim, kainatla ilgili her izharda bir hüküm vardır. Buna göre de, kulun günahları sayılamayacak ka­dar çoktur. Allah Teala´ya olan tevbeleri içinse asla son yoktur.

İşte Tevbe-i Nasuh´un hakikati ve özü budur. Böyle bir tevbede bulunan kul da, ihsan sahibi olarak kendini Allah Teala´ya teslim etmiş, nefsinin şerrinden azade olmuş, dini Allah katında istika­met bulmuş, hali ve makamı da Allah Teala katında nezih olan kimsedir.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Muhakkak ki Allah, devamlı imtihan edilen her tevbekârı sever".[68]

Bil ki günahlar yedi kısımdır. Bunların bazıları, bazılarından daha ağırdır. Bu kısımlardan herbiri de kendi içinde derecelere ay­rılmıştır. Bu derecelerden herbirinde de, günahkarlardan beli bir zümre yeralır. Bu dereceler arasında bir tabaka vardır ki bunda ye-ralan günahlar, kulun Rubûbiyet sıfatlarına karşı işlediği günah­lardan oluşur. Misal vermek gerekirse; kibir, övünme, zorbalık, öv­gü ve hamdi sevme, ululuk ve zenginlik iddiasında bulunma gibi günahlar bu derecede yeralan ve kulu helak eden hususlardır. Bu derecede, avam için değişik zümreler mevcuttur.

Başka bir derecede yeralan günahlar ise, şeytani ahlakın un­surlarını taşıyan günahlardır. Bunlara misal olarak da, hased, sal­dırganlık, hile, tuzak ve kötülüğü emretme gibi günahları zikredebiliriz. Bunlar da kulu helak etmeye namzet günahlar olup ehl-i dünya için bunlarda da belli bir sıralama vardır.

Günahların bir başka derecesi ise, Sünnet´e karşı işlenen suç­lardan oluşur. Bunlara misal olarak da bidatçılığı ve İslam´ın aslın­da olmayan şeyleri ihdas etmeyi zikredebiliriz. Bunlar, büyük gü­nahlardan (=kebair) olup kimisi insanın imanını götürürken, kimi de kulda nifak tohumlarını yeşertir.

Selef den nakledildiği üzere bidatlarm en büyükleri şu altısıdır:

1. Kaderiye;

2. Mürci´e;

3. Rafızilik;

4. Ibadiye (Haricilerin bir fırkası);

5
. Cehmiye;

6. Aşırıya kaçan şatahât ehlinin iddiaları.

Bu zümrelere mensup olan kimseler, Allah Teala´nın koyduğu sınırları ve ilmin hakikatlarını çiğnerken ne ahlak, ne kaide, ne de hüküm tanırlar. Bunlar, İslam Ümmeti´nin zındıklarıdır. Bunların günahları, dinde yapılan haksızlıklar yüzünden halk ile alakalı gü­nahlar olup onları müminlerin yolundan çıkarmaya matuf gayret­lerden ibarettir.

Böyle biri, hidayetten olabildiğince sapmış, sünnetlerden olabil­diğince uzaklaşmış, Kitab´ı tahrif edip Sünnet´i tevil etmiştir. Ardın­dan da bu itikadını insanlara açıklayıp davetçiliğini yapmıştır. Onun bu daveti kimileri tarafından kabul edilip yolu da kimi insan­lar tarafından takip edilmiştir. Ulemadan bir zat, bu hususta şöyle demiştir: Bu tür günah ve ma´siyetler için tevbe sözkonusu değildir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Katil için de, Allah Teala´nın azap ihbarının kesinleşmesi ve hakkındaki azap kelimesinin hak oluşundan dolayı tevbe mevzubahis değildir´.

Masiyetlerin beşinci sınıfı ise, kulların dünyevi hususlarda çiğ­nedikleri kul haklarıyla ilgilidir. Bunlara misal olarak da, bir insa­nı dövme, nmusuna yönelik küfürde bulunma, mallarını haksız ye­re alma, yalan ve iftira gibi günahları zikredebiliriz. Bunlar da ku­lu helak edebilecek günahlardan olup adil bir kadının huzurunda kısasının gerçekleştirilmesi ve haklarında kesin hükümlerin veril­mesi gereken türden ağır suçlardır.

Helal sanılarak işlenen veya Allah Teala katında haksızlığa uğ­rayan kimselerin zararlarının cennetlerle telafi edilmesi suretiyle O´nun cömertliğine mazhar olunarak affedilenler dışında bu tür günahlar asla affedilmez. Bu hususla ilgili rivayet edilen bir hadis­te allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Üç defter vardır. Bun­lardan biri mağfiret görül*. Biri asla mağfiret edilmez. Biri de ter-kedilmez".[69]

Bağışlanan defter, kul ile Rabbi arasında olanların yazılı oldu­ğu defterdir. Bağışlanmayan ise, Allah Teala´ya şirkin yazılı olduğu defterdir. Terkedilmeyecek deftere gelince, bu da kul haklarıyla il­gili defterdir. Bu defterin hesabının sorulması, asla bırakılmayacak ve ihmal edilmeyecektir.

Günahların altıncı sınıfına gelince, kul ile Rabbi arasında olan ve kulun çeşitli arzularını ve alışkanlıklarının neticesi olarak orta­ya çıkan günahlardan teşekkül eder. Bunlar, günahlar arasında en hafif olan ve Allah Teala´nın affına en yakın olan günahlardır. Bu sınıfa giren günahlar, büyük günahlar ve küçük günahlar olarak iki kısma ayrılırlar. Bunların büyük olanları, kendileriyle ilgili ola­rak belli had cezalarının vazedidiği Allah Teala tarafından bildiri­len günahlardır. Küçük olanları ise, bunların altında sıralanan, dü­şünme ve hatırdan geçirme gibi günahlardır.

Teube-i Nasuh, Allah Teala´nın şu buyruğunda olduğu gibi yuka­rıda anlattığımız günahların tamamı için geçerlidir: "O da tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Allah Teala, bu husustaki hükmünü haber verirken de şöyle buyurmuştur: "Bundan sonra Al­lah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyur­du". (Tevbe/118) Başka bir ayet-i kerimede ise, bunu açık olarak bil­direrek şöyle buyurmaktadır: "O kimseler ki mümin erkeklere ve mü­min kadınlara işkence yapmışlar sonra da tevbe etmemişlerdir". (Bu-ruc/10) Bunun benzeri bir buyruğu da şu ayette görmekteyiz: "Sonra muhakkak ki Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edenlerin, arka­sından da cihad edenlerin ve sabredenlerin yardımcı sı dır. Bundan sonra şüphe yok ki Rabbin, Gafur´dur, Rahim´dir" (Nahl/110).

Şamlılar´a göre ayetteki ´Futinû´ kelimesinin kıraati, ´Fetenû´ şeklinde olup buna göre de mana şöyle olmaktadır: ´Sonra muhakkak ki Rabbin, müminlere eziyet ettikten sonra hicret edip.. Bun­dan sonra şüphe yok ki Rabbin Gafur´dur, Rahim´dir.

Tevbe, günahın bağışlanması ve kulun ateşten çıkartılması ol­duğu için büyük günah işleyenlerin de cehennemde ebediyen kala­caklarını sanmıyoruz. Bunların durumunu Allah Teala´nın iradesi­ne havale ediyoruz. Allah Teala´nın, bu kimseleri de cennet ehlinin arasına koymasını caiz görüyoruz. O´nun "Artık onun cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir" (Nisa/93) buyruğunun tefsiriyle ilgili olarak rivayet edilen hadis ve görüşlerde de bunu görmek mümkündür. Buradaki ´cezası´ kelimesi, eğer cezalandırırsa raana-smdadır.

Allah Resulü de (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmuş­tur: "Allah Teala, hangi kuluna bir amelinden dolayı sevap vaadet-miş ise, onu muhakkak gerçekleştirecektir. Yaptığı işten dolayı ce­zalandırmayı vaadettiği kuluna gelince O bu noktada iki tercihe sahiptir: Dilerse ona azap eder, dilerse affeder".

İbni Abbas (ra) şöyle derdi
: ´Allah Teala, dilediği kul için çok bü­yük bir günahı affederken, dilediğini de küçük bir günahtan dolayı azaba mahkum eder Allah Teala da şöyle buyurmuştur: "Muhak­kak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışında­kiler! de dilediği kul için bağışlar". (Nisa/48) Görüldüğü gibi, Allah Teala şirk dışındaki bütün günahlara mağfiret edebileceğini bildir­miş ve müslümanları diğer günahlarıyla ilgili olarak iradesiyle başbaşa bırakmıştır.

Biri çıkıp bidatçmm tevbesinin kabul edilmeyeceğine dair riva­yet edilen hadisi delil göstererek buna muhalefet edebilir. Allah Re-sulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teala her bidat sahibini tevbeden menetmiştir". Bize göre bu hadis, dalalet hükmü kesinleşmiş kimseler arasındaki tevbe etmeyenler için ge­çerli olan bir hadistir. Görmüyor musunuz ki hadiste ´Allah, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabulünü menetti´ denilmiyor. Sadece şu bildiriliyor ki Allah Teala, hakkındaki hüküm kesinleştiği halde tevbe etmemiş kimseye tevbe etmeyi nasip etmeyecektir.

Nitekim aynı şeyi bir müminin canına kıyan kimse için de söy­lemekte ve şöyle demekteyiz
: Eğer onun için kötü son yazılı ise, tev-hid akidesine imanı hasıl olmadan ölüp gider. Aynı durum, ismi cehennemlikler arasında yazılı olan bidatçılar için de geçerlidir. Ci­nayet ve bidat da, bunun alameti olarak görülmüşlerdir.

Hakkında kötü son kesinleşmiş olduğu için azap kelimesi hak ol­muş insanlar için de bu geçerlidir. Böyleleri, bir değil yetmiş defa tevbe etse dahi, bu onu cehennem azabından kurtarmayacaktır. Çünkü onun tevbesi şu hadiste söylenenden Öte birşey değildir: Kul, cennet ehlinin amellerinden birini yetmiş sene boyunca eda eder ve insanlar onun cennetlik olduğunu söylemeye başlarlar. Hakikaten de onunla cennet arasında sadece bir karışlık mesafe kalmış olabi­lir. Ama bir de bakar ki, yoldan çıkıp cehenneme atıhvermiş!´

Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır:
´Son­ra kitabı, cehennem ehlinin amellerinden birini işlemesini yazmış olur da, cehenneme giriverir\ Ettiği tevbeler, salih amelleri içine girmiş olmasına rağmen, kitabın kendisi hakkında daha önceden kesinleşmiş azap hükmünü ihtiva etmesinden ötürü, salih amelle­rinin hepsi boşa çıkıverir.

Hakkında daha önceden dalalet ve azap hükmü kesinleşmemiş olan kimse ise, tevbe-i nasuha mazhar kılınır ve azaptan uzaklaştı­rılır. Böyle birinin tevbesine de mani olunmaz. Allah Teala da ona nasip ettiği tevbe sayesinde bütün günahlarını affeder. Nitekim Al­lah Teala münafıklarla ilgili olarak bunu teyid eder mahiyette şöy­le buyurmaktadır: "Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul buyurur". (Tevbe/106)

Nifak, bidattan aşağı bir günah değildir. Münafıkların tamamı da, tevbeleri kabul edilen veya kötü sona mahkum edilmiş insanlar değildir. Çünkü Allah Teala´nm "Allah da tevbenizi kabul etsin ve sizi affetsin" (Bakara/187) buyruğu, umumiyet ifade etmektedir. Bu ayet, tevbe edenler hakkında çok özlü ve mücmel bir hüküm ih­tiva etmektedir. Yukarıdaki hadis ise, tevbe etmeyenlere mahsus bir hüküm taşımaktadır. Bunu gösteren de Allah Teala´nm şu buy­ruklarıdır: "Bundan sonra Allah, onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp, tevbelerini kabul buyurdu". (Tevbe/118); "Ola ki Allah tevbe­lerini kabul eder. Çünkü Allah Gafur´dur, Rahim´dir". (Tevbe/102)

İnsanlar, tevbe fiilinde dört kısma ayrılırlar. Bu dört kısımdan herbirinde belli bir zümre yeralır. Bu zümrelerden herbirinin de kendine mahsus bir makamı vardır. Bunlar arasında tevbe edenöyle bir zümre vardır ki, bu zümreye mensup olanlar; tevbe ve Al­lah´a yönelme noktasında istikamet bulmuş ve hayatı boyunca ay­nı günahı tekrar işlemeyi aklından geçirmemiş, kötülüklerini salih amellerle hasenata çevirmiş kimselerdir. Bunlar, hayırda da yarı­şan kimselerdir.

Bunların ifa ettikleri tevbe, Tevbe-i Nasuh olarak bilinir. Bun­ların nefsi ise, razı olmuş ve itmi´nan bulmuş Nefs-i Mutma´in-ne´dir. Bu zümreye mensup olanlar hakkında rivayet edilen hadis-i şerif şudur: "Yürüyün, kendilerini adayanlar öne geçtiler; onlar, Allah Teala´nm zikriyle kendilerini heba ederler. Zikir, onların gü­nahlarını kaldırdı da Kıyamet´e hafiflemiş olarak geldiler".[70]

Tevbekârlarm ikinci tabakasında ise, tevbe edip istikamet üze­re olmaya niyetlenmiş kullar yeralır. Bunlar, günaha koşmadıkları gibi, onu hedeflemez, yaklaşmaz ve onunla tasalanmazlar. Bunlar, kasıtsız olarak başlarına gelen kusur ve hatalarla imtihana tabi tutulurlar. Kafalarından ve gönüllerinden geçen his ve fikirlerle imtihan edilirler. Bunlar da, istikamet üzere olmaları ümid edilen müminlerin sıfatlarmdandır. Bu zümrede yeralan müminler, isti­kamet yolu üzerinde oldukları için bu şerefe mazhar olabilirler.

Bunlar, Allah Teala´nm haklarında "Onlar ki, günahın büyükle­rinden; vebalden ve fuhşiyattan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusur­lar başka.. Şüphe yok ki Rabbin mağfireti geniş olandır" (Necm/32) buyurduğu kimselerdendir. Yine bunlar, Allah Teala´nm "O mütta-kiler ki, bir kabahat yaptıkları veya nefslerine zulmettikleri zaman Allah´ı anarlar da derhal günahlarından istiğfar ederler" (Al-i İm-ran/135) buyruğunda vasfettiği müttakilerin vasıflarını da taşı­maktadırlar. Bunların taşıdıkları nefs, Allah Teala´nm üzerine ka­sem ettiği kmayıcı nefs yani Nefs-i Levvanıe´dir. Bunlar, orta yolu tutanlardandır.

Günahlar insanların nefslerine göre şekillenir. Günahların iş­lenmesi noktasında; nefsin sıfatları, karakterinden doğan dürtüler, topraktan gelen ilk kökler, rahimlerde geçen yaratılış evreleri ve terkibinde varolan karışımların büyük tesirleri vardır. Allah Teala da yukarıda zikrettiğimiz Necm ayetinin hemen ardından bunu ha­ber vererek şöyle buyurmuştur: "Hem O, sizi topraktan yarattığı sırada ve analarınızın karınlarında ceninler iken sizin her halinizi en iyi bilendir". (Necm/32) Bu sebepledir ki insanoğlunun kendini te­mize çıkarmaya çalışması yasaklanmıştır. Çünkü o, topraktan yara­tılmış ve rahimlerde terkib edilerek türlü karışımlardan geçmiştir.

Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur
: "O halde nefsinizi temize çıkarmayın". (Necm/32) Çünkü onun yaratıldığı asıl, sahip olduğu karışımlar ve eğrilmeye müsait yapısı ortadadır. Allah Tea­la onun bu karışık yapısını ve içinde bulunduğu daimi imtihan ha­lini haber verirken de şöyle buyurmaktadır: "Çünkü Biz insanı, bir­takım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden yarattık. Onu sınamak üzere de işitici ve görücü kıldık". (İnsan/2) Bu hususun açıklaması hayli uzun sürer ve nefslerinin yapılarının terkiplerine ve yaratıl­dıkları tabiatların türlerine kadar uzanır. Bunlarla ilgili birtakım temel bilgileri kitabımızın diğer bölümlerinde anlatmıştık.

İşte böyle bir kulda, Allah Resulü´nün (sav) "Mümin, daima im­tihan edilen ve çok tevbe eden kimsedir" hadisi tezahür etmektedir. Mümin, kimi zaman gölge yapan, kimi zaman da eğilen bir başak gibidir. Bu kulun, kendi nefsini ezmesi ve ona karşı öfkeyle dolu ol­ması; onu çok iyi tanımasından dolayıdır. Nefsin istekleri üzerinde düşünmeyip onda zuhur eden bir hayırla teskin olması da, günah­larının kefaretlerinden olur. Çünkü bu, Allah Teala´mn şu buyruğu üzerinde yapılan tefekkürün bir neticesidir: "Nefsinizi temize çı­karmayın". (Necm/32) Çünkü O, sizi en iyi bilendir.

Tevbenin üçüncü makamında yeralan kula gelince, hali bakımın­dan ikinci tabakadaki kullara benzeyen bu kul, günah işlediği za­man tevbe eder. Tekrar işlediğinde şuurlu olarak üzüntü duyar. Fa­kat günah için çaba sarfedip onu taate tercih eder ve tevbeyi sürek­li erteler. Kendi kendisine istikamet üzere olması gerektiğini söyler­ken, tevbekârların mertebelerini de sever. Kalbi de sıddıklarm ma­kamlarıyla huzur bulur. Ancak tevbe etme zamanı gelmemiş, kendi makamı da bir türlü ortaya çıkmamıştır. Çünkü hevası onu tahrik etmekte, alışkanlıkları cezbetmekte, gaflet de sarhoş etmektedir.

Günahları işlerken tevbe eden bu kul, alışkanlığının öne geçme­sinden dolayı onlara tekrar dönebilmektedir. Böyle birinin tevbesi, bir vakitten diğerine kadar fırsat kaçırmadan ibarettir. Amellerin-deki bazı güzellikler sebebiyle istikamet bulması ve geçmiş kötülüklerinin kefaret edilmesi umulabilir. Ne var ki, günah işlemede­ki ısrarından ötürü, yoldan tamamen çıkması da muhtemeldir. Böyle birinin nefsi ise, kışkırtıcı nefs yani, Nefs-i Müsevvile olarak bilinir. Bu tür nefse sahip olan kimse, salih ameli kötü işle karıştı­ran biridir. Allah Teala tarafından tevbesinin kabulü umulabilir. Bu durumda istikamet bularak öne geçenler arasındaki yerini alır. Bu makamdaki kişi, iki hal arasındadır; ya nefsinin etkisi altın­da kalarak, hakkında kesinleşmiş olan söz hak olarak cehenneme atılacak, ya da Rabbini düşünerek kötülüğü bırakacak ve her tür­lü muhtaciyetten müstağni kılınacaktır. Allah Teala da sabık bir lütufla onun imdadına yetişecek ve bu sayede Mukarrebun´un de­receleri arasındaki yerini alacaktır. Çünkü o, Allah Teala´mn lütuf ve rahmeti, kendisinin de nihai niyeti sayesinde onların yoluna sâ-lik olmuştur.

Dördüncü kul ise, halleri bakımından en kötü durumda olan ve nefsine en fazla vebali, Rabbinden de en az nasibi olan kimselerin zümresinde yeralır. Bu zümrede yer alan kul, günah işledikten son­ra benzer veya daha ağır bir günah işler. Günahları üzerinde ısrarı­nı sürdürür ve fırsat bulduğu her an tekrar günah işleme noktasın­da kendi kendisiyle konuşur. Tevbeye asla niyetlenmediği gibi isti­kamet üzere de asla durmaz. Onun için hiçbir mükafaat vaadi umul­madığı gibi, azaptan kurtuluşu için de herhangi bir güvenin bulun­masından endişe edilemez. İşte günahta ısrarın hakikati budur.

Böyle bir kulun hali, haddini aşma ile müstekbirlik arasındadır. Bu gibileri hakkında Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Cehenneme gitmekte ısrar edenler helak oldular". Bu zümreye mensup olanların taşıdıkları nefs; kötülüğü emreden Nefs-i Emmâre olarak bilinir. Bunların ruhları ise, hayır ve iyilik­ten olanca güçleriyle kaçar. Kötü son için gerekli hususiyetlere sa­hip olan bu tür insanlar için tabii ki kötü son endişesi sözkonusu-dur. Çünkü onlar, şer yolunun yolcularıdır. Bunlar için kötü bir yer, ahirette de bedbaht bir son kaçınılmazdır.

Böyleleri hakkında rivayet edilen bir sözde şöyle denilmiştir:
´Allah Teala´mn tevbeyi ertelettiği kimse, O´nu yalanlar. Böyleleri-nin uğrayacakları en büyük lanet, işledikleri bir günahtan daha ağırına geçmeleridir. Bunlar, müsümanlarm avamı arasında yera-hrlar ve Allah Teala´nm iradesine göre fısk ehlini teşkil ederler. O, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "O´nun emrini (beklemek için) geri bırakımışlardır". (Tevbe/106) Yani O´nun hükmünün açıklan­ması için ertelenmişlerdir. Allah Teala, ya ısrarlarından ötürü ken­dilerine azap edecek, ya da geçmişteki seçiminin güzelliğinden do­layı tevbelerini kabul buyuracaktır. Allah Teala´nm azabından yine O´na sığınır ve sevabının nimetlerini niyaz ederiz. Tevbe bahsi de böylece noktalanmış oldu. [71]





[1] İbni Mâce, Mukaddime/17

[2] İbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Hanbel, III/225 IV/80, 82 V/183

[3] Buhârî, İman/34 İlim/6; Müslim, İman/8, 15; Ebu Davûd, Salat/1; Nesa´î, Salat/4 Sı-yam/1 İman/23; Dârimî, Vudu´/l; Muvatta´, Sefer/94; İbni Hanbel, 1/250, 264, 343

[4] Benzer bir hadis için b. Ebu Davûd, Edeb/87,

[5] Müslim, Zikir/73; Ebu Davûd, Vitr/32; Tirmizî, Da´avat/68; Nesa´î, İsti´aze/13, 18, 21, 64;

İbni Mâce, Mukaddime/23 Dua/2,3; İbni Hanbel, U/167, 198, 240, 365 451 III/192 255´ 282 IV/371, 381

[6] Benzer bir hadis için b. îbni Hanbel, 11/22

[7] Ebu Davûd, Edeb/40; Darimî, Rikak/63; İbni Hanbel, 11/178 183.

[8] Tirmizî, Zühd/63

[9] Benzer bir hadis için b. İbni Hanbel, 11/177

[10] Benzer hadisler için b. Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 38/2-4; Ebu Davûd, Tıb/12; Dârimî Rü­ya/12; İbni Hanbel, IV/66 V/5S, 378.

[11] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 7-28.

[12] İbni Mfice. Piten/28

[13] Benzer hadisler için b. Ebu Davûd, Akziye/2; İbni Mâce, Ahkam/3

[14] Tirmizî, Tefsir-i Suret-i 43; İbni Mâce, Mukaddime/7; İbni Hanbel, V/252, 256

[15] Ebu Davûd, Edeb/86; Tirmizî, Edeb/72; İbni Hanbel, 11/265, 187.

[16] Benzer hadisler için b. Ebu Davûd, İlim/l; Tirmizî, Ilim/19; İbni Mâce Mukaddime/17-Dârimî, Mukaddime/29; İbni Hanbel, V/196.

[17] Bu manada bir hadis için b. İbni Mâce, Zühd/37

[18] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 29-37.

[19] IbniMâce. Zühd/37

[20] Müslim, îman/232; Tirmizî, İman/13; İbni Mâce, Piten/15; Dârimî, Rikak/42; İbni Han-bel, 1/184, 398 11/177, 222, 389 IV/73.

[21] Ebu Davûd, İHm/10

[22] Ebu Davûd, İlim/10; Tirmizî, İUm/7; îbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dâriim, Mu­kaddime/24; İbni Hanbel, IV/80, 82 V/173

[23] Buhârî, Fiten/18 İlim/9 Hacc/132; Tirmizî, İlim/7; Dârimî, Mukaddime/24; İbni Mâce, Mukaddime/18; İbni Hanbel, V/39. 45, 49, 72

[24] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 37-58.

[25] T2bu Davıid, tlim/10; Tirmizî, İHm/7; İbni Mâce, Mııkad(iime/18 Menasik/76; Dârimî, i kaddime/24; İbnî Hanbel, IV/80, 82 V/173.

[26] Muvatta\ Vasiyyet/7.

[27] Ebu Davûd, Diyat/23; Nesa´î, Kasame/41; Ibnı Mâce, Tıb/16.

[28] pârimî, Mukaddime/17

[29] İbni Mâce, Edeb/55.

[30] Benzer hadisler için b. Nesa´î, Sehv/46; Tirmizî, Da´avat/129; Dârimî, Rikak/58

[31] Buhârî, İman/l

[32] Dârimî, Buyu´/2; îbtıi Hanbel, IV/228

[33] Ebu Davûd, İlim/9; Tirmizî, İlim/3; İbni Mâce, Mukaddime/24; İbni Hanbel, 11/263, 305, 344, 353, 495

[34] Tirmizî, Zühd/11

[35] İbni Hanbel, 1/215, 271

[36] Bu mevzuyla ilgili değişik hadisler için b. Ebu Davûd, Akziye/11; Tirmizî, Ahkam/3; Ne-sa´î, Kudat/11; İbni Mâce, Menasik/38; Dârimî, Mukaddime/30; İbni Hanbel, 1/37 V/230, 236, 242.

[37] Ebu Davûd, İlim/10; Tirmizî, İlim/7; îbni Mâce, Mukaddime/18 Menasik/76; Dârimî, Mu-kadrlime/24; îbni Hanbel, IV/80, 82 V/183.

[38] Bu hadiseyle ilgili muhtelif rivayetler için b. Müslim, Birr(14, 15; Tirmizî, Zühd/52; Dâ-rimî, BuyuV2; İbni Hanbel, IV/228; V/251, 252, 256

[39] Ebu Daviid, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/6, 7; Dârimî, Mukaddime/16; İbni Hanbel. IV/126, 127.

[40] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 58-109.

[41] Kafiyenin kerahetiyle ilgili hadisler için b. Buhârî, Da´avat/19; İbni Hanbel, VT/217

[42] Ebu Davûd, Vitr/23 Tahareti; İbni Mâcc, Dua/12; tbnİ Hanbel, 1/172, 183

[43] Ebu Davûd, Edeb/22.

[44] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 109-120.

[45] Tirmizî, Birr/78, 80; İbni Hanbel, V/269.

[46] Tirmizî, Edeb/72; Ebu Davûd, Edeb/86; İbni,Hanbel, 11/165, 187

[47] Dârimî, Mukaddime/43

[48] Benzer bir hadis için b. Tirmizî, Birr/71; İbni Hanbel, 11/369 IV/193-194.

[49] Müslim, Kas ame/3 7-38; Ebıt Davûd, Diyat/19; Nesa´î, Kasame/40, 41; îbni Hanbel, IV/245, 246 249

[50] Buhârî, Cenaiz/48; Ebu Davûd. Cenaiz/41; Tirmizî, Cenaiz/35, 51; Nesa´î, Cenaiz/44, 45, 54; İbni Hanbel, II/2, 3, 16 111/48, 51; IV/294 V/131 VT/402.

[51] Benzer bir hadis için b. Müslim, İman/231 Fiten/116; İbni Hanbel, 11/166, 210

[52] BtıMrî, Menakıb/1 Edeb/52 Ahkam/27; Müslim, Birr/98, 99; Ebu Davûd, Edeb/34; Tirmi-zî, Birr/78; Muvatta´, Kelam/21; îbni Hanbel, 11/245, 307, 336, 455.

[53] Ebu Davûd, Edeb/34; Dârimî, Rikak/51

[54] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 120-140.

[55] Hadisin değişik rivayetleri için b. Buhârî, İ´tisam/20 Buyıı760 Sulh/5; Müslim, Akziye/17-18; Ebu Davûd, Sünnet/5; İbni Mâce, Mukaddime/2, 12; İbni Hanbel, 11/146 VI/260

[56] Dârimî, Mukaddime/23

[57] Benzer bir hadis için b. İbni Mâce, Mukaddime/17.

[58] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 140-150.

[59] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 150-157.

[60] îbni Mâce, Zühd/30

[61] Tirmizî, Birr/55; Dârimî, Rikak/74; İbni Hanbel, V/153, 158, 169, 228, 236.

[62] Benzer bir hadis için b. Buhârî, Edeb/60; Müslim, Zühd/53

[63] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, İlim/15 Zekat/69; Dârimî, Mukaddime/44; İbni Mâce, Mukaddime/14; Nesa´î, Zekat/64; İbni Hanbel, IV/357, 359, 360

[64] Tirmizî, Sevabü´l-Kur´an/20.

[65] İbni Mâce, Fiten/22; îbni Hanbel, V/277, 280, 282

[66] Tirmizî, Kıyamet/49; İbni Mâce, Zühd/30; Dârimî, Rikak/18

[67] İbni Mâce, Zühd/30.

[68] İbnİ Hanbel, 1/80, 103

[69] İbni Hanbfil, VI/240

[70] Tirmizî, Dua/128

[71] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 2/ 158-206.