armi
Thu 31 December 2009, 05:48 pm GMT +0200
Tevbenin Unsurları,Faziletlerinin Beyanı Ve Tevbe Ehlinin Sıfatları Hakkındadır
Allah Teala, umuma yaptığı hitabının ilk beyanında şöyle buyurmuştur: "Ey müminler, hep beraber tevbe edin, umulur ki felaha erersiniz". (Nur/31) Ayetin manası şudur: Ey iman edenler, nefslerinizin nevasından ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kurtularak Allah Teala´ya dönün. Böyle yaparsanız, ahirette umduğunuzu elde edebilir, O´nun zeval ve tükenmek bilmeyen nimetlerinde ve cennetlerinde ebedi hayatı sürebilirsiniz. Cenneti kazanmak ve ona girmekle bahtiyar olur, cehennem ateşinden kurtulabilirsiniz. Hakiki felah ve kurtuluş da budur.
Allah Teala, hususi hitabını yaptığı ikinci beyanında ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah´a tevbe-i nasuh ile tevbe edin ki Rabbiniz günahlarınızı örtsün de sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koysun". (Tahrim/8) Ayette geçen ´Nasuh´ kelimesi, ´nush´ kelimesinden gelmektedir. Vezni ise, mübalağa ifade eden ´Fe´ûl´ şeklindedir. Baştaki ´nün´ harfinin ötreli okunması neticesinde ´Nusuh´ şeklinde de kıraat edilmiştir. Bu durumda da ´Na-suha´ fiilinin masdarı olmaktadır. Manası ise, her hangi şeyin Allah Teala için halis, katıksız ve saf olmasıdır.
Başka bir görüşe ´nasuh´ kelimesi, mana bakımından ´nisah´ kelimesinden gelmektedir. ´Nisah´, iplik ve benzeri şeyler için kullanılan bir isimdir. Bu manaya göre de, yapılması istenen tevbenin, her türlü dolama ve bağlantıdan uzak olması murad edilmektedir. Bu da tilki gibi hilekarlığa başvurmayarak, günaha asla meylet-meksizin Allah Teala´ya itaat yolunda istikamet bulmakla olur. Böyle bir tevbeyi eda eden kul, imkan bulması halinde o günaha tekrar dönebileceğini nefsine asla fısıldamamak, günahı işlerken heva ve arzulan için işlediği gibi terkederken de yalnız Allah rızası için terketmiş olmalıdır.
Kul, Allah Teala´ya hevadan arınmış kalb-i selim ve sünnet üzere müstakim olan amel-i salih ile gittiği vakit, hüsn-i hatimeyle ölmesi mümkün olur. Böyle yaptığı zaman, güzel bir sonla karşılaşacaktır. Rabbinden bir nimet ulaşan kimse ise, O´nun lütfuyla kötü sonla bitecek kirlenmeye karşı korunarak merhamet görecektir.
Allah Teala´nm yukarıdaki hitabında murad ettiği kimsenin vasıfları işte böyledir. O, yüce kitabında şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever". (Bakara/222) Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Tevbe eden, Allah Teala´nm sevdiğidir". "Günahtan tevbe eden, günahı olmayan kimse gibidir" [60]
Hasan el-Basri´ye (ra) ´Tevbe-i Nasûh´un ne olduğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: O, kalple pişman olmak, dille istiğfarda bulunmak, uzuvlarıyla terketmek ve tekrar yapmamaya niyetlenmektir. Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle demişti: Mahlukat için tevbe kadar elzem olan başka bir şey mevcut değildir. Yine onlar için, tevbe ilmini bilmemekten daha ağır bir ceza yoktur. İnsanların ekseriyeti, tevbe ilmini bilmemektedir. O, başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Tevbenin farz olmadığını söyleyen, kafirdir. Sözüyle razı olup iktifa eden de nankördür. Sehl, diğer bir münasebette de şöyle demiştir: Gafletinden tevbe eden kul, bütün nefeslerinde ve bakışlarında taat üzere olur.
Ali de (kv) tevbeyi terketmeyi, körlük makamlarından biri olarak tarif ederek, zanna tabi olup zikri unutmayla bir tutmuştur. Bu meyanda kendisinden nakledilen uzun bir hitabında şöyle demektedir: Kör olan kimse, zikri unutur, zanna tabi olur ve tevbe edip teslimiyet göstermeksizin mağfiret diler.
Tevbenin farizalarının başında gelen en temel esas ve tevbekâ-rm sadık ve hakkı ika eden biri olmasının esas şartı; işlediği günahı ikrar edip zulmünü itiraf etmesi, nevasından dolayı nefsine kızıp kötülüklere dönük niyetini yokederek gücü yettiği ölçüde gıdasını temiz tutmasıdır. Çünkü helal ve temiz yemek, salihler için en mühim sıfatlardan biridir. Bunların ardından, daha önce işlemiş olduğu suçlardan dolayı pişmanlık duyması gelir. Eğer pişmanlığı hak ise, bir hakikati ve özü olması gerekir. Zira her hakkın bir hakikati vardır.
Pişmanlığın hakikati da, pişmanlık duyacağı işleri tekrar yapmama istikametinde kararlı olmasıdır. Bunun ardından da, emirlerde istikamet üzere oduğu, yasaklardan ise kaçındığı yönünde bir inanca sahip olması gelir. İstikametin hakikati, ömrünün kalan kısmında yolunu eğriltecekş eyleri yapmayacağına dair azimli olmasıdır. Bundan sonra ise, Allah Teala´ya yönelen her kulun izlemesi gereken yola tabi olup hiçbir cahille yoldaşlık etmemesi gelir. Çünkü cahil arkadaşlar, iyiye dönmüş bir insanı tekrar yoldan çıkartabilirler.
Bunların yanısıra, kötülüklerle geçirip ifsad ettiği şeyleri İslah etme gayretini göstermeli ve bu suretle, tevbe edip bozduklarını İslah eden İslahatçılardan olmalıdır. Allah Teala, ihsan sahiperinin ecirlerini zayi etmediği gibi, müfsitlerin amellerini de İslah etmeyecektir.
Bundan sonra kötülüklerin, iyilik ve hasenatla yer değiştirmesi gelir. Tevbesi hak ve samimi olup Alah Teala´ya güzelce yönelen insanların kötülükleri hasenata dönüşecektir. Bu değişme, dünya hayatında olacak ve kişi kötü amellerinin yerine iyi işler ve salih ameller yapmaya başlayacaktır. Nitekim Allah Teala da bu manada şöyle buyurmaktadır: "Allah, bir kavmi (onlar) kendindekilerini değiştirmedikçe değiştirmez". (Ra´d/11) Allah Teala, bir kavmin kötülüğünü iyilikle değiştirdiği zaman, onların seyyiatı da hasenata dönüşür.
Tevbekârm taşıması gereken sıfatların başında da, pişmanlık ve daimi hüzün gelir. Geçen şey için duyulan pişmanlık ve hüznün hakikati, zamanı gelen bir ameli ifa etmede kusur ve yılgınlık göstermeyerek değiştirebilme imkanına sahipken ikinci bir vakti de kaçıracak şekilde gurura kapılıp tereddüt göstermemesidir. Geçmiş olanı telafi edeyim derken, uyandığı an yapması gereken bir şeyi de kaçırmamalıdır. Aksi halde, gafletinden uyanma haliyle geçmişteki gaflet hali, birbirlerinden farklı olmaz. Çünkü bir şeyi kaçırırkan kaçırılan şeyi telafi etmek mümkün olmaz. Nimet de, nimetle kazanılamaz. Tevbe eden kul, Allah Teala´mn şu buyruğundaki sıfata uygun davranmalıdır: "Diğer bir topluluk ise, günahlarım itiraf ettiler ve iyi bir amel ile diğer bir (kötü ameli) karıştırdılar". (Tev-be/102) Buradaki ´iyi amel´ile, itiraf ve pişmanlığın murad edildiği söylenmiştir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) dedi ki: Akıl sahibi bir kul, ömrünün kalan kısmının tamamında, sadece geçen yıllarında kaçırdıkları için ağlamasa, bu hali kendisini öünceye kadar hüzne boğmaya yeterlidir. Ömrünün kalan kısmını ağlayarak geçiren bir kimse için durum bu iken, ömrünün gelecek kısmını da geçmişi gibi kötülüklerle karşılayan kimse durumu nice olur?
Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: Tevbe eden kimsenin hiçbir eksiği olmaz. Çünkü onun kalbi, son nefesini verinceye kadar Arş ile irtibatlıdır. Böyle birinin zaruret dairesi dışında bir hayatı da yoktur. O, geçmişte kaçırdıkları için daima kederlenir. Ömrünün kalan senelerinde emirlerde azim, yasaklarda ise şiddetli bir kaçınma içinde olur. Bunu yapacak-kulun, öncelikle her noktada Yakin ilmini kullanması gerekir. Bunun ardından salih amelleri kararlı bir şekilde ifaya devam etmelidir.
Böylece Allah Teala´mn, haklarında "Ve çirkin olanı güzel olanla giderenler.." (Ra´d/22) buyurduğu kullardan biri olur. Bu kullar, geçmişte yapmış oldukları kötülükleri, yaşadıkları anda yaptıkarı salih amellerle savarlar. Allah Resulü de (sav), Ebu Zerr´in (ra) rivayet ettiği bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bir kötülük yaptığın zaman, onun ardından hemen bir iyilik yap. Gizli için gizli, aşikar için aşikar yap". Muaz´m (ra) vasiyetinde de şu öğüt yeralmaktadır: Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki onun izlerini silsin.
Tevbekâr, bu sıfatlarının yanısıra salihler zümresine de girmelidir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve iman edip salih ameller işleyenlere gelince, onları sarihlerin arasına koyarız". (Ankebut/9) Ardından gücü yettiği ölçüde hayırlarda yarışmalı, yitirdiklerini ve kaçırdıklarını telafi etmeye çalışmalıdır. Böylece salihlerden biri haline gelir. Bu makama yükselen tevbekâr, Rabbi için tam salah bulur. Rabbi de onu dost edinerek, kendisini muhafaza etmeye başlar. Çünkü O, "Salih kullarını dost edinir" (A´raf/196).
Tevbe ve ona tealluk eden hususlarla ilgili olarak kula yüklenen on esas vardır:
1. Allah Teala´ya karşı ma´siyette bulunmaması farz kılınmıştır.
2. Bir ma´siyete düçâr edildiğinde, onda ısrar etmemelidir.
3. İşlediği ma´siyetten dolayı Allah Teala´ya tevbe etmelidir.
4. İşlediği kusurdan dolayı pişman olmalıdır.
5. Ölene kadar istikamet üzere olma niyetini perçinlemelidir.
6. Azap ve cezadan korkmalıdır.
7. Mağfireti ümit etmelidir.
8. Günahını itiraf etmelidir.
9. Allah Teala´mn kendisine bunu takdir edip kendisinin bundan döndüğüne inanmalıdır.
10.Salih amelde devam ederek, kefaret için çaba sarfetmelidir. Çünkü Allah Resulü de (sav) bunu tavsiye etmiştir: "Kötülüğün ardından iyilikte bulun ki onu silsin"[61]
Yukarıda sıraladığımız on esasın tamamı da, muhtelif hadis ve haberlerde zikredilmiştir. Bunlara ilgili olarak Sahabe ve Tabi-un´dan (ra) birçok söz rivayet edilmiştir. Denir ki: Ölüm meleği, kulun önüne çıktığı zaman, ömründen sadece bir saati kaldığım ve bunun bir göz açıp kapama süresi kadar dahi tehir edilmeyeceğini bildirir. Bunun üzerine kulda öyle bir pişmanlık ve hasret doğar ki bütün dünya kendisinin olsa, birşeyler yapmak ve kötülüklerini iyiliklerle değiştirmek için bir saat daha kazanabilmek uğruna tamamını vermeye hazır olur. Ne yazık ki, buna imkan bulamaz. Allah Teala´mn "Artık kendileriyle arzuları arasına bir set çekilmiştir" (Sebe´/54) buyruğunun yorumu da budur.
Kul ile, arzuları arasına çekilen bu set için, kimileri ´tevbe´dir derken, kimileri ´Ömrün uzatılması´, kimileri de ´Hüsn-i hatime´dir´ demişlerdir. Allah Teala, daha öncesinde onların benzerlerine ve aynı fırkadan olanlara yaptığını bu kimselere de yapacaktır.
Kulun üzerinden geçen her saat, kıymetini bilen kul için bütün bir dünya değerindedir. İşte bu sebeple şöyle denilmiştir: ´Allah Teala´mn şevki ve hikmeti çerçevesinde, O´nun takdiri muvacehesinde hareket eden kul için, ömrün kalan kısmının hiçbir kıymeti yoktur. O´nun, "Ey Rabbim, beni yakın bir ecele tehir eylesen" (Müna-fikun/10) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Yakın vakit, kulun öüm meleğine şunu söylemesidir: Ey ölüm meleği, beni bir gün daha ertele de, Rabbime ibadet edeyim ve günahlarımdan dolayı nefsimi kınayarak nefsim için biraz azık düzeyim. Bunun üzerine ölüm meleği, ´Artık bütün günlerin tükendi´ der. Ölecek kişi, ´O zaman, beni bir saat ertele´ diye yalvarır. Ölüm meleği, ´Saatlar da bitti. Artık bir saatin bile yok´ der.
O anda, can boğaza doğru çıkar ve gırtlağı tıkayarak tevbe kapısını da tamamen kapatır. Artık perde gerilmiş, ameller noktalanmış, vakitler sona ermiş ve nefesler kısılmaya başlamıştır. Gözündeki perde kaldırılıp da hakikati yakından gördüğü zaman, bakışları keskinleşir ve son nefesini vermesiyle canı çıkar. Geçmişte yaptığı amellerin saadeti kendisine hemen yetişir ve ruhu tevhid üzere ayrılıp gider. İşte bu hüsn-i hatimedir.
Ötekiler ise, geçmiş hayatındaki günahları sebebiyle acıya boğulurlar. Ruhları da şüphe içinde çıkar. Allah Teala böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Devamlı kötülük yapıp da her birine ölüm gelince, ´İşte ben şimdi tevbe ettim´ diyen kimselere tevbe yok". (Nisa/18)
Bu, olabilecek en kötü sondur. Böyle bir sondan Allah Teala´ya sığınıyoruz. Ayette bahsedilen kimseler için, kimileri ´münafık´, kimileri de ´günahkâr demişlerdir.
Allah Teala, hakiki tevbenin kimler için olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Allah katında kabul edilen tevbe, ancak cahillikle bir kötülük işleyip de, sonra hemen tevbe edenlerin ettikleri tevbedir". (Nisa/17) Bu ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Ayette geçen ´hemen´ kelimesiyle kasdedilen, ölümden, ahiret alametlerinin açıkça belirmesinden ve nefesin boğazda düğümlenmesindenn önceki süredir. Çünkü Allah Teala, ahiret alametlerinin açıkça belirmesinden sonra yapılacak tevbenin kabul edilmeyeceğini hükme bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı işaretlerinin geldiği gün, evvelce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir fayda vermez". (En´am/158)
Anlaşılacağı üzere, yalnızca Allah Teala´nm ahiret için yarattığı işaretlerin zuhurundan veya imanında bir hayır, yani ´tevbe´ kazanmadan önce yapılan her tevbe fayda edecektir. Tevbe, imanın kazançlarından ve hayrın temellerinden biridir. Ayetteki ´hayır" kelimesi ile, salih amellerin murad edildiği de söylenmiştir. Çünkü salih ameller, imanın ziyadesi ve yakini imanın alametidir.
Üstteki ayette geçen ´hemen´ kelimesinin bir başka tefsirinde ise, günah işlemenin hemen ardından yapılan tevbenin kasdedildi-ği söylenmiştir. Buna göre, günahı işleyen kimse, onda ısrar ve devamlılık göstermeden, derhal tevbe etmeli ve tevbeden uzak kalmamalıdır. Tevbenin yakından *karib´ olması; günahın ardından sahih bir amelin işlenmesi ve o günahın üzerine başka bir günahın eklenmemesidir. Kul, kötülükten iyiliğe dönmeli ve başka bir kötülük daha işlememelidir.
Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Bu ümmet içinde ridde-te ilk yeltenenler, malının zekatını vermeyen veya Rabbinin evini haccetmeyi kabul etmeyenlerdir. Nitekim böyleleri "Ki malımdan sadaka vereyim ve sarihlerden olayım" (Münafikun/10) demişlerdir. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid ehli için indirilmiş en ağır ayetlerden biridir. Bu ayetten bir önceki ayette de şöyle buyrul-maktadır: "Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizi Allah´ın zikrinden alıkoymasın". (Münafıkun/9) Denildi ki: Zerre mik-darı olsun iyiliği olan bir kul, ölüm anında dünyaya geri çevrilmeyi istemez´. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ahirette miskal ağırlığınca hayrı olan kimse, başından sonuna bütün dünya kendinin olacak olsa dahi dünyaya geri dönmek istemez".
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala´nm kuluna verdiği iki sır vardır ki bunları ilhamı ile ona buldurur. Bunların ilki, doğup annesinin karnından çıkarken verilir ve Allah Teala kuluna şöyle buyurur: Ey kulum, seni dünyaya, temiz ve pak olarak çıkardım. Sana emanet ettiğim bir ömrü de sana tevdi ettim. Bu emaneti nasıl muhafaza edeceğine ve Bana şimdiki gibi nasıl temiz ve pak geleceğine bak. İkinci sır ise, ruhu çıkarken verilir ve Allah Teala ona şöyle buyurur: Ey kulum, emanetime nasıl davrandm? Bu karşılaşmamıza kadar onu iyi muhafaza ettin mi? Onu Benim emirlerime ve Bana verdiğin söze uygun olarak koruduysan Ben de sözümde durur ve mükafaatmı veririm. Eğer ona kötü davranıp heba ettiysen o vakit de, hesaba çeker ve azap ederim.
Bu hususu, Allah Teala´nm şu ayetlerinde de görmekteyiz: "Onlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler". (Mü´nıinun/8); "Benim ahdime vefa gösterin ki, Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim". (Bakara/40)
Ömür, kula verilmiş bir emanettir. Eğer onu ilk hali üzere saf ve temiz olarak muhafaza ederse, emaneti eda etmiş olur. Eğer onu harcar ve kirletirse, o zaman Allah Teala´ya ihanet etmiş olur. Allah Teala ise, ihanet edenleri asla sevmez. İbni Abbas´m (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala´nm farzlarını zayi eden kimse, O´nun emanetini muhafaza etme dairesinden çıkmış olur".
Tevbe-i Nasûh, günahların kefareti ve cennete girişin anahtarıdır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Allah Teala´nm ne zaman mağfiret edeceğini öğrendim. ´Peki ne zaman?´ diye sordular. Dedi ki: Tevbemi kabul ettiği zaman. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Tevbeden mahrum edilmekten, mağfiretten mahrum edilmekten daha çok korkarım. Sözlerin en doğrusunu indiren Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "O ki, kullarının tevbe-sini kabul eder ve kötülükleri affeder". (Şura/25)
Şam ulemasından bir zat şöyle demiştir: Sol tarafındaki melek, yirmi sene boyunca bir günah yazmadıkça mürid tevbekâr olmaz. Seleften bir zat da şunu söylemiştir: Tevbekârın, tevbesindeki sıd-kının alameti, ibadetin tadını, hevanm tadının yerine koyması, günah işlerken duyduğu sevinci hüzne çevirerek Rabbine yönelmekten mesud ve bahtiyar olmasıdır.
Ulemadan bir zat da aynı anlamda şöyle demiştir: Nefsle tersleşmenin acısı, ona uymanın tadının yerini almadıkça kul tam tevbekâr olamaz.
İsraüiyyat kaynakları tarafından şöyle bir haber nakledilmiştir: Peygamberlerden biri, yılar boyu Allah´a ibadette gayret sarfe-den, fakat bir türlü tevbesinin kabulünü göremeyen bir kulun tevbesinin kabulü için Allah Teala´ya niyazda bulunmuştu. Allah ona şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı için, göklerde ve yerdeki-lerin tamamı onun için şefaatta bulunsalar dahi, işlediği ve uğrunda tevbe ettiği o günahın tadı damağında durduğu sürece onun tev-besini kabul etmeyeceğim. Çünkü, günahın tadı kalpte hala duruyorsa veya hatırladığı zaman, fikriyle de olsa ona meylediyorsa, böyle bir kulun ona tekrar dönmesinden korkulur. Böyle bir günah için şiddetli bir mücahede, derin bir tiksinti ve aklına geldiği an hatırından kovmak, korku ve ürperti duymak suretiyle onu bırakması ümit edilir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) dedi ki: Tasavvuf yolunun başında olan müride, daima tevbe etmesi emredilir. Tevbe, kınanmış hareketlerin övülen hareketlere dönüştürülmesidir. Yolun başındaki mürid, nefsini halvet ve sükuta teşvik eder. Tevbesi ise, ancak helal yemekle kabul edilir. Hâlık´m halk üzerindeki ve kendi üzerindeki hakkını eda etmedikçe de helal lokma yiyemez. Bu da ancak, hareket ve sükununun Allah Teala sayesinde olmasıyla mümkün olur. Salih amellerle yoldan çıkmaktan emin olabilmek için böyle yapması gerekir. Tevbenin hakikati, üzerine düşen şeylerin sahasına girmemesi için kendisi için varolan hak ve nimetleri bir kenara bırakmasıdır. Tevbeyi asla ertelememen, aksine o anda ve bulunduğu halde kendisini tevbe ile mükellef kılmalıdır.
Seri es-Sakati´den (ra) şunu nakletmiştir: Tevbenin ilk şartı, halisane bir şekilde Allah´a yönelen bir tevbekâr tarafından yapılmasıdır. Böyle biri tevbeye, masiyet ehlinden farklılaşmakla başlanır. Sonra Allah´a karşı kendini masiyete teşvik eden nefsini ele alır ve ona, sadece zaruri ihtiyaçlarını verir. Ardından bir daha masiyete asla geri dönmemeye azmeder. Rızkını insanlara bağımlı halden çıkarır ve kendisini suç işlemeye mecbur bırakan herşeyi terkeder. Hevaya asla tabi olmayarak, kendinden önce yaşamış Se-lef-i Salih´in yolunu takip eder.
Tevbe ehli, yaşadıkları her an nefislerini muhasebe etmeli, her türlü şehveti bırakmalı ve fuzuli olan herşeyi terketmelidirler. Fuzuli şeyler altı tanedir:
1. Sözün fuzulisini bırakmak;
2. Bakışın fuzulisini terketmek;
3.Yürümenin fuzulisini terketmek;
4.Yiyeceğin fuzulisini terketmek;
5. İçeceğin fuzulisini terketmek;
6. Giyeceğin fuzulisini terketmek.
Seri dedi ki: Şehvetleri terkedemeyen, şüpheli şeyleri de terke-demez.
Yahya b. Muaz´a (ra), ´Tevbe eden kişi ne yapmalıdır?´ diye sorulmuştu. O da şu cevabı verdi: Onun ömründe iki günü vardır. Bir günü geçip mazi olmuş, ikinci günü de gelecektir. Her ikisini de üç şey ile İslah eder. Geçmiş gününü pişmanlık ve istiğfar ile, gelecek gününü ise helali harama karıştırmayı ve böyle yapanları terkede-rek İslah eder. Sonra müridlerle arkadaşlık edip zikir ehlinin meclislerine oturur. Üçüncüsü de, gıdasını helal ve temiz tutup ameli üzere gayretli olur.
Tevbenin sadık oluşunun alameti; kalbin yumuşaması ve gözyaşlarının artmasıdır. Bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Tevbekarlarm meclislerine oturun. Onlar, kalpleri en ince olanlardır". Tevbenin hak olup olmadığını bilmenin ölçüsü, günahların insanın gözünde büyümeye başlamasıdır. Hatta bu meyanda şöyle denir: Günah, kulun gözünde büyüdükçe Allah Teala´nm nazarında küçülür. Başka biri de şöyle demiştir: Günahı küçük görmek, büyük günahtır.
Bu manada Allah Resulü´nden de (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Mümin, işlediği günahı önündeki dağ gibi gören ve üstüne yıkılmasından korkan kimsedir. Münafık ise, işlediği günahı burnuna konan ve üfleyerek kaçırdığı bir sinek gibi gören kimsedir". Bu mevzuda mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Sizden biri, kendine göre günahlarının en küçüğündeyken ölmekten korksun". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mağfiret edilmeyen tek günah, kulun şu sözüdür: İşlediğim her günah keşke bunun gibi olsa. Bilal b. Sa´d da şunu söylemiştir: İşlediğiniz günahın küçüklüğüne bakmayın. Ancak kime karşı işlediğinize bakın. Kudsi bir hadiste ise Allah Teala´nm şu buyruğu nakledilmiştir: Allah Teala, veli kullarından birine şöyle vahyetti: Hediyenin küçüklüğüne bakma. Hediye edenin büyüklüğüne bak. Günahın da küçüklüğüne bakma. O günahla karşı çıktığın Hâlık´m büyüklüğüne bak´.Günahların büyüklüğü, kulun onlara karşılaşacağı Rabbinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Zat-ı Kibriya´nın büyüklüğünün müşahede edilmesinden dolayı da günahlar kulun gözünde büyür. Bu müşahedeye rağmen, O´nun emrine karşı çıkmak gerçekten büyük bir cürettir. Bu şuur ve ilme sahip olan kullar nezdinde hiçbir günah küçük değildir. Sağâ´ir denilen küçük günahlar dahi, korku ehlinin nazarında kebâ´ir yani büyük günahlardır.
Allah Teala´nm, "Bu böyledir. Kim, Allah´ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, kendisi için daha hayırlıdır" (Hac/30) ve "Bu böyledir. Kim, Allah´ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvasmdandır" (Hac/32) buyruklarının tefsirlerinden biri de bu anlamda şöyle yapılmıştır: Kul, Allah Teala´nm yasak ve muhterem kıldığı şeylere kalbinde hürmet gösterir ve bunları asla ihlal etmez.
Bu meyanda Sahabe de, Tabiun´a şöyle demişlerdir: Öyle ameller yapıyorsunuz ki onları kendi gözünüzde kıldan daha ince görüyorsunuz. Biz ise Allah Resulü (sav) devrinde aynı amelleri, helak edici fiiller arasında sayardık. Sahabe, bu sözü söylerken Allah Re-sulü´nün (sav) devrinde kebai?~ sayılan günahların, Tabiun devrinde küçük günahlar haline geldiklerini ima etmemektedir. Ancak onlar, kalplerindeki iman nurundan dolayı Allah Teala´nm azametini yakinen bildikleri için, Tabiun devrinde işlenen küçük günahları bile gözlerinde büyütmekteydiler. Halbuki aynı nur, onlardan sonra gelenlerde aym kuvvetle mevcut olmamıştır. .
Allah Teala, velilerinden bir zata şöyle vahyetmiştir: İşlediğini gördüğüm öyle günahların var ki, senden önce onlardan daha basit günahlar için ümmetler helak ettim. İban b. İsmail, Enes b. Ma-lik´in (ra) Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet ettiğini nakletmiş-tir: "Allah Teala, ümmetlerden birini erkekleriyle oynaştıkları için helak etmiştir".
Kulun, işlediği günahları unutması ve hatırlaması noktasında arifler farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevbenin hakikati, günahını iki gözünün araşma koy-mandır. Başka bir arif de şöyle demiştir: ´Tevbenin hakikati, onu unutmandır. Bu sözlerin her ikisi de, iki taife için çizilmiş iki yol, iki makam ehli için konulmuş iki ayrı hali ifade eder. Günahları hatırlamak, müridlerin yolu ve korku ehlinin-halidir. Bunlar, günahı hatırlamak suretiyle, daimi bir hüzün ve korku içinde olurlar.
Günahları unutturan bir zikir ve ibadetle meşgul olup geleceği daha fazla amelle karşılamaya gelince, bu da ariflerin yolu ve muhabbet ehlinin halidir. Bunların yöneldikleri cihet Tevhid şeriadeti-dir, bu da Ta´arruf yani marifet yolunda bir makamdır. Öncekilerin yöneldikleri cihet ise, Tevkif ve Tahdid´in müşahedesi olup bu da, Ta´rîf&e bir makam teşkil eder. Kul, bu makamlardan hangisine yerleşirse, onun cihetine göre şehadette bulunup onun hali gereği amelde bulunur. Tevhid şehadetinin makamı, arifler nezdinde Ta´rif müşahedesinin makamından daha üstündür. Ta´rif müşahedesi, daha yaygın ve daha çok olsa da buna sahip olanlar Ashab-ı Yemin arasında bulunur ve Mukarrebuıı´un avamı içinde bulunurlar. Tevhid şehadeti ise, daha dar ve daha azdır. Bunun ehli ise, daha yüksek ve daha faziletlidirler. Onlar da Mukarrebun ve ariflerin havassı içinde yerahrlar.
Mürid, Davud Peygamber (as) kıssasında o peygamberin, günahını hatırlayıp ağlamasını zikrederek buna itiraz edebilir. Fakat peygamberler, kendilerinden aşağı insanlar için çizilen hadleri aşmış oldukları için diğer insanlar onlara kıyas edilemez. Onlar, müridlerin hallerine girip çıktıkları gibi taliplerin yollarına da sâlik olabilirler. Bu da ümmet için olup alemlere örnek olmaları içindir. Yakini zayıf ve nefsi kuvvetli olan kimseye günahları hatırlama noktasında güvenilmez. Çünkü böyle birinin kalbi, günahlara şehvet veya nefsin onlara meyli nedeniyle zevk alarak bakar. Bu da onun için bir fitne vesilesi olur ve düzeldiği bir noktada tekrar fesada uğrayabilir. Aynı şekilde günaha alışmış birine de güvenile-mez. Çünkü böyle birinin eski günahlarını düşünmesi nefsinin tahrikine sebebiyet verebilir.
Nefsin bunlara karşı sabırla mücahede etmesi, kul için bir ma´si-yete zemin hazırlamadıkça işlenen günahların vehametini düşünmek elbette daha faziletlidir. Ancak bu, aldanmaya sebeb olabileceği gibi kul için de büyük tehlikeleri barındırır. Böyle bir durumda, eski günahları zihne toplamamak ve günaha götürecek sebepleri tamamen bertaraf etmek daha sağlıklı ve daha emin bir yoldur. Mürid için, sağlıklı ve emniyetli olan, elbette daha faziletlidir.
Günahları unutmak; geleceğe dönük zikri ve bir sonraki iyiliği kaçırma endişesiyle kaçırılan şeyleri çabucak unutmayı koaylaştır-ması bakımından faydalıdır. Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Müridin kalbinin cennet vesvesesiyle veya cennette bulunan nimetler, giysiler ve eşlerin hatırlarıyla dolması mekruhtur. Mürid için müstehap olan; vesvesesinin zikrullah olması, hatır ve himmetlerinin de yalnız Allah Teala´ya tealluk etmesidir... Çünkü mürid, tevbesi yeni olan, istikamet ve arınma yolunda uzun mesafese almamış bir insandır.
Dolayısıyla içi cennet vesvesesiyle dolduğu ve sürekli cennetteki nimetleri, giysi ve eşleri düşündüğü vakit; kalbinin zayıflığından dolayı bunların dünya hayatında varolan benzerlerini arzulamasından emin olunamaz. Çünkü bunlar, dünyada hemen ulaşılabilen nimetler iken, öbürleri çok daha uzak bir vadede kavuşulacak nimetlerdir. Nefsi de, ahiret hayatıyla ilgili olarak sürekli andığı nimet ve güzelikleri kısa vadede dünya hayatında talep etmeye başlayabilir. Ama müridin himmeti ve tasası, yalnız Allah Teala ve O´nun rızası olduğu vakit, dünya nimetleri ve şehvetlerinden daha uzak durur, nefsine ve şeytana teslim olmaz. Dünya hayatında bu şekilde davranan müridin, yakini imanı güçlenir, alışkanlığı değişir ve günahlardan korunma çabası daimi olur.
İlim ehli, şu iki kuldan hangisinin daha fazietli olduğu hususunda ihtilafa düşmüşlerdir: Kullardan biri, günahı terkedip istikamet yoluna girmiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek istediği için onunla cihad etmektedir. Diğeri de günahı terketmiş ve kendini ıslaha vermiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek için baskı yapmadığı için kalbinde Önceki gibi bir cihad ve mücadele yaşamamaktadır.
Bu iki kulun durumu hakkında Şam ulemasının görüşü şudur: Günahı terkettiği halde, ona dönmemek için nefsiyle mücahede eden kul, daha faziletlidir. Çünkü o, hayır younda bir mücadelede bulunmakta ve nefs mücahedesinin sevabını da almaktadır. Bu görüşe meyledenler arasında şu zatları zikredebiliriz: Ahmed b. Ebi´l-Havari ve Ebu Süleyman ed-Darani´nin arkadaşları. Basra uleması ise şöyle demişlerdir: Nefsi, yakin delillerinden birini görüp teskin olduğu ve huzur bulduğu için mücadeleden uzak kalan kul, günaha dönük arzu ve isteği kalmayan kuldur. Dolayısıyla böyle bir kul diğerinden daha faziletlidir. Bu görüşü paylaşanlar arasında, Basra ulemasının büyüklerinden biri olan Rabah b. Amr el-Kaysi´yi zikredebiliriz. O, bu mesele hakkındaki kanaatini serdettikten sonra şöyle demiştir: Bu kul gevşese dahi, selamete daha yakın olur. Öbürünün ise günaha dönmeyeceğinden emin olunamaz.
Ulema, şu iki kul hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir: Biri, kendisinden Allah yolunda mal vermesi istendiği zaman nefsi ona karşı çıkar ve para vermek kendine ağır gelir. Ama, nefsiyle mücadele ve mücahede ederek onu alteder ve istenen malı çıkarıp verir. Diğeri ise, kendisinden istenen malı, hiçbir itirazda ve nefsiyle mücadelede bulunmaksızın tam bir teslimiyet içinden çıkarıp verir. Ulema, bu iki kuldan hangisinin daha faziletli olduğu üzerinde ihtilafa düşmüştür.
İbni Ata ve arkadaşlarının bulunduğu bir topluluk şöyle demişlerdir: Nefsiyle mücahede eden daha faziletlidir. Çünkü o, hem zorlama hem de mücahedeyi yaşadığı için iki amele birden sahip olmuş gibidir.
Cüneyd-i Bağdadi´nin (ra) de içinde bulunduğu başka bir topluluk ise, hiçbir zorlama ve itiraz olmaksızın gönüllü olarak ve teslimiyet içinde verenin daha faziletli olduğunu söylemiştir. Çünkü bu, nefsinde cömertlik ve dünyada zühd sahibi olan birinin hareketidir. Bunlar ise, birinci kulun gösterdiği zorlama ve mücahede amellerinden çok daha üstündür. Çünkü ilkinde nefsini bu şekilde ikna edip yenen kulun, başka bir defasında nefsine mağlup olmayacağından emin olunamaz. Zira onun nefsi, cömertlik makamına oturmuş değil oraya zorla oturtulmuş durumdadır. Bize göre de Cü-neyd´in (ra) bu görüşü daha sıhhatlidir.
Ebu Muhammed Sehl´e (ra) sorulmuştu: Birşeyden tevbe edip onu terkeden kimse, onu gördüğü, işittiği veya hatırına geldiği zaman zevk duyarsa durumu ne olur? Sehl şu cevabı verdi: Zevk almak, beşerin tabiatında olan bir durumdur. Her insan da bu tabiata sahiptir. Böyle bir durumda kulun, kalbiyle Rabbine serzenişte bulunarak o kötülüğü kalbiyle inkar etmesi ve nefsini de sürekli onu inkara zorlamasından başka yapacak birşeyi yoktur. Kul, Rabbine onu kendisine unutturması için dua ve niyazda bulunmaktan, O´nun zikir ve taatiyle meşgul olarak unutmaya çalışmaktan başka birşey yapamaz.
Sehl, sözüne devam ederek şöyle demiştir: Bir an için dahi onu inkarı bırakması halinde, ona teslim olmayacağından ve bu zevkin kalbine işlemeyeceğinden emin olamam. Kalpte zevk ile beraber inkar ve hüznün de bulunması, kula zarar vermez. Görüşüm budur.
Bunları şu nedenle naklediyoruz: Tevbe, şehvetin varlığının devamıyla birlikte sahih olmaz. Kul, tevbe ile beraber mücahede ve mücadeleye davet edilir. Müridlerin hali budur. Allah Teala´nm velayeti sayesinde şehvetleri kalpten silip atmak da ariflerin sıfatıdır.
Bir günaha bağlı olan ve belki ondan çok daha ağır olan başka günahlar da olabilir. Mesela o günahta devamlı olmak, onunla övünmek, ondan dolayı tevbeyi geleceğe atmak, öyle bir günahı işlemekte zafer tadı bulmak, onu yapamama durumunda üzülüp sıkılmak, yaptığında mutluluk duymak, eğer iki kişiyle yapılacak bir günahsa başka birini de ona ortak etmek ve Allah Teala´nm verdiği malı onun için harcamak, daha büyük günahlardır.
Allah Teala´nm verdiği malı, O´na isyanda harcamak, O´nun nimetine küfran ve nankörlüktür. Bu babda şöyle denilmiştir: Haram için bir dirhem harcayan müsriftir. Ayrıca, günahı küçük görmek ve onu hafife almak gibi hareketler de, günahı bizzat işlemekten daha ağır suçlardır. Veya Allah Teala´nm kendisini örteceğini düşünerek gevşemek, ya da Allah Teala´nm hilmini hafife almak da büyük günahlardır.
Bütün bunlar, ya şeytana kanarak gurura ve güvenlik duygusuna kapılmaktan veya Allah Teala´nm kusurları örtme ve ifşa etme fiillerini hakkıyla bilememekten kaynaklanır. Rivayet edilen dualarda da da bunu ima ettirecek şöyle ifadeler yerahr: Ey güzelliği izhar edip kabahati örten, günahtan dolayı hesaba çekmeyip örtüleri yırtmayan... Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her ma-siyet sahibi, Rahman´m kucağı altındadır. Ellerini onun üzerinden kaldırdığı zaman, üzerindeki örtüsü yırtılıverir.
Yukarıda anlattığımız türden aşırılıklara ilaveten, günahı açıkça işlemeyi, onunla gövde gösterisi yapmayı ve benzer hareketleri de zikredebiliriz. Bunlar da azgınlık alametleridir. Allah Resu-lü´nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahı açıkça işleyenler dışında herkes affedilecektir. Onlardan biri, geceleyin bir günah işler. Allah Teala da o günahı örter. Ama sabaha erdiği vakit, Allah Teala´nm örtüsünü kaldırır ve insanlara işlediği günahı anlatmaya başlar" [62]
Günah işleyerek Allah Teala´ya isyanda bulunan biri, bunu anlatmak suretiyle işlediği günahın sürdürülen bir adet haline gelmesine sebep olabilir. Böyle bir durumda, onu işleyenlerin günahları da onun aleyhine yazılır. Hatta şöyle bir söz söylenmiştir: Ne mutlu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da ölür ve kendinden sonraki günahlardan dolayı hesaba çekilmez. Başka biri de şöyle demiştir: Günahı kendinden başkasına taşmayan kişiye ne mutlu. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Günah işleme. Eğer işleyecek-sen başkasını ortak etme. Yoksa iki günah birden kazanırsın.
Allah Teala da bunu, münafıkların sıfatlarından biri olarak vazetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Münafıkların erkekleri de, kadınları da birbirlerinin benzerleridir. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar". (Tevbe/67) Bir din kardeşini, kendisiyle beraber günah işlemeye götüren biri, kötülüğü emredip iyilikten sakındıran biridir. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Kişinin, bir din kardeşinin hürmetleri arasında ihlal edebileceği en ağır hürmet; onun günah işlemesine yardım etmesi ve bunu ona basit göstermesidir. Kul, kırk yıl yaşayıp öldükten sonra günahları yüzyıl daha baki kalmaya ve bunlardan dolayı kabrinde azap görmeye devam eder. Eğer bunları takip edilen adetler haline getirmişse, onları işleyenlerin tamamı ölüp hiçkimse onları yapmaz hale gelinceye kadar azap görür. Hiçkimse bunları yapmaz olunca, azaptan kurtulur ve istirahat eder.
Denir ki: Günahların en ağırı; geçmişte yaşadığı için görmediği ve tanımadığı kimselere haksızlık eden kimsenin yaptığıdır. O, Selef-i Salih´ten olan ilim ehli ve muttaki imamlar hakkında haksız konuşmalar yaptığı zaman çok ağır bir günah işlemiş olur.
Bütün bunlar, tek bir günaha ilaveten yapılan ve bizatihi o günahın kendisinden daha ağır olan günahlara verdiğimiz örneklerdi. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserleri de yazarız". (Yasin/12) Burada ´eserler´ ile kasdedilenin, o kimselerin ölümünden sonra da izlenen hareket ve icraatları olduğu söylenmiştir. Bu meyanda Allah Resulü´nün de (sav) şu buyruğa rivayet edilmiştir: "Kim de kötü bir sünnet (=adet) koyarsa, kendinden sonra onunla amel edenlerin günahı kadar ona da günah yüklenir ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez".[63]
İbni Abbas da (ra) bu manada şöyle derdi: Kendine uyanlar karşısında vay haline alimin! Bir hata yaptığı zaman, bilahare ondan rü-cu etse dahi halk onu yüklenmiş ve bu hatayı uzak diyarlara taşımış olur. Edeb ehlinden bir zat da şöyle demiştir: Alimin kusuru, geminin delinmesine benzer. Kendisiyle beraber üzerindekiler de batar.
İsrailiyat menşeli bir haberde de şöyle denilmektedir: Bir alim, insanları bidatlarla yoldan çıkartıyordu. Bir zaman sonra tevbeye nail oldu. Allah Teala´ya dönerek ömrü boyunca kendini İslaha çalıştı. Allah Teala o alimin de mensup olduğu milletin peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Eğer günahın Benimle senin aranda kalsaydı, bu kadar tevbe ve amelden sonra onu bağışlardım. Ama senin yoldan çıkardığın ve bu yüzden ateşe soktuğum kullarımı ne yapabilirim?
Herhangi bir haramın helal görülmesi veya başka birine helal kılınmasına gelince, onun bu bahisle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü bu, doğrudan doğruya dinden çıkmak ve şeriatı değiştirmek olup Allah Teala´yı inkar etmektir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Haramlarını helal kılan kimse, Kur´an´a iman etmiş değildir"[64]Allah Teala da kötülük yapanları cahiller olarak nitelemiş ve şöyle buyurmuştur: "Sizden kim cehalet ile kötülük yaparsa". (En´am/54); "Aksine siz, cahil bir topluluksunuz". (Neml/55); "Aksine siz, müsrif bir topluluksunuz". (A´raf/81)
Denir ki: Üç amel için Arş sarsılır ve Rab Teala gazaplanır: Haksız yere cana kıyma; Erkek erkeğe münasebet kurma; Kadın kadına münasebet kurma. Başka bir rivayette de şöyle denilmektedir: Livata yapan, denizler dolusu suyla bile gusletse, tevbe dışında temizlenemez. Masiyetin en hafifinde dahi, taattan mahrumiyet, hizmet-i diniyyenin tadını kaybetme ve Mevla´nın gazabı varken böyle bir suçun karşılığı, elbette cezaların en ağırı olacaktır.
Nitekim Vüheyb b. el-Verd´e ´Ma´siyet sahibi kişi, Allah Teala´ya taatm tadını alabilir mi?´ diye sorulmuştu. ´Hayır, hatta ma´siyete niyetlenen bile alamaz´ cevabını verdi. Allah Teala da Yahya Peygamberi (as) aynı sebeple ´Seyyid´ olarak isimlendirmiştir. Çünkü o, hiçbir ma´siyete niyetlenmemiş bir insandı. Ma´siyete niyetlenmemek büyüklük ve şan işareti olmuş ve günaha niyetlenmeyen kimseler ´seyyid´ olarak anılır olmuştur.
Allah Resulü´nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kim şöhret elbisesi giyerse -başka bir lafızda ´Kim övünçle yanlarına bakarsa´-böbürlenmiş olur ve sevilen bir kulu dahi olsa Allah Teala kendisinden yüz çevirir". Allah Teala´nın emrine muhalefette, yalnızlık, uzaklaşma ve amellerden kopma vardır. Bu manada Adem Peygamberle (as) ilgili olarak şu haber nakledilir: "Adem (as) yasak ağaçtan yediği zaman, üstündeki hülleler uçuştu ve avret mahalli ortaya çıktı. Taç ve alnındaki çiçek demeti ise, onun yüzüne bakmaktan haya ettikleri için başından ayrılıp gidemediler. Bunun üzerine Cebrail (as) gelerek başındaki tacı aldı. Mikail de (as) alnındaki çiçek demetini çözdü. Daha sonra Adem (as) ve eşine Arş´ın üstünden şöyle nida edildi: Benim komşuluğumdan uzaklasın. Bana isyan edenler, Bana komşuluk edemezler. Bunun üzerine Adem Peygamber ağlayarak eşi Havva´ya döndü ve şöyle dedi: İşlenen ilk günahın çirkinliği, bizi Habib Teala´nın komşuluğundan uzaklaştırdı".
Başka bir hadiste ise Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise nakledilmişti: "O, evinde tapılan bir heykel bulunmasından dolayı işlediği suçtan ötürü kırk gün boyunca cezalandırılmıştı. Bir kadın ondan, hasmı karşısında babası lehinde hüküm verip vermeyeceğini sorduğunda, ona ´Evet´ demiş, ancak o istikamette hüküm vermemişti. Denilir ki: Süleyman da (as) kadının konumundan ötürü babası lehinde hüküm vermek istemişti. Bunun üzerine krallığı kırk gün boyunca elinden alındı. O da şaşkın bir halde sarayından kaçtı. Avuçlarını açıp dileniyor, ama kendisine yemek verilmiyordu. İnsanlara ´Ben Süleyman b. Davud´um, bana yiyecek verin´ dediği zaman, kafasına gözüne vurup dövüyorlardı. Bir defasında bir evden yemek istemiş ve kovulmuştu. Bir kadın da yüzüne tükürmüştü.
Başka bir rivayette ise şu hadise nakledilir: Yaşlı bir kadın içi idrar-dolu bir tencereyi ona göstermiş ve kafasından aşağı dökmüştü. Sonunda balığın karnındaki yüzük kendisi için çıkandı ve kırk gün sonra yüzüğünü tekrar taktı.
Bu kırk gün, onun cezalandırılma günleriydi. Bunun ardından kuşlar gelip üstünde kanat çırpmaya başladılar. Sonra cinler, şeytanlar ve vahşi hayvanlar çevresine toplandılar. Balıkçılar da onu tanıdıkları zaman önünde saygıyla eğildiler ve kendisini kovmaları ve dövmeleri yüzünden Özür dilediler. O da onlara şöyle dedi: Sizi, geçmişte bana yaptıklarınızdan dolayı kınamadığım gibi, şimdi yaptıklarınız için de övmüyorum. Bütün bunlar semadan gelen bir emrin neticesiydi ve öyle olması gerekiyordu. Bir defasında da rüzgarlar kendisini ordusuyla beraber havada taşıyorken giyindiği yeni gömleğe bakmış ve içinde övünç hissi doğmuştu. Rüzgar onu hemen yere indirdi. Süleyman (as) ´Sana emretmediğim halde neden böyle yaptın?´ diye sordu. Bunun üzerine rüzgar şu cevabı verdi: Biz sana, sen Allah´a itaat ettiğin sürece itaat ederiz".
Ulemadan bir zat da bu manada şöyle demiştir: Allah Teala´dan korkan kişi, O´ndan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah´tan başkasından korkana gelince, Allah onu herşeyden korkutur. Yine aynı manada şöyle denilmiştir: Kim Allah´a itaat ederse, Allah herşeyi onun emri altına verir. Kim de O´ndan başkasına itaat ederse, onu herşeyin emri altına verir veya herşeyi ona musallat eder.
Ma´siyette ısrar ve devamlılığın hiçbir kötülüğü olmamış olsa bile, kula isabet eden herşey onun için ceza olur. Eğer maddi durumu iyi ise, bundan dolayı cezalandırılır ve azaba yavaş yavaş yaklaş tırılmaktan emin olamaz. Eğer durumu sıkışık ise, bu da onun için bir ceza mesabesinde olur. Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu bildirilir: "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir"[65]Denildi ki: Haramdan rızıklan-mak, salih amellere muvaffakiyetin azlığından dır. Ibni Mesud da (ra) şöyle derdi: Zannederim ki kul, işlediği günahlar yüzünden ilmini unutur.
Tevbenin bereketi, ilim ve taat üzere istikamette bulunmak sayesinde kula isabet eden herşey de onun için hayır ve iyiliktir. Eğer hali vakti yerinde ise, bu halini Allah Teala´dan bir şefkat ve lütuf olarak görebilir. Eğer durumu sıkışık ise, bu da Allah´tan gelen bir imtihan ve sınamadır. Bunda da, imtihanın tadını ve Allah Tea-la´nm yolunda olduğunu bilmenin zevkini tadar. Çünkü bu hal ona, Rabbine itaat üzere iken isabet etmiştir.
İnsanların kötülüğünden ve onlarla içice olmasından dolayı onlarla beraber ma´siyet işlemesi veya onlara karşı günah işlemesi, en büyük günahlardandır. Kul hakkından doğan günahlar, genellikle dünya işleri ve dinle ilgili hususlardan kaynaklanır. Dünya hayatında tanıdıkları az olan kimsenin, bu türden günahları da az olur.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Lanet, yüzdeki karalık veya mal bakımından eksiklik değildir. Hakiki lanet, bir günahtan kurtulup onun benzerine veya daha beterine düşmektir. Lanet, kovulma ve uzaklaşmadır. Taat-ı İlahi´den kovulan biri, O´na yakınlaştıracak ibadet vesilelerine yaklaştınlmayıp bunlara muvaffak kılmmayarak lanetlenmiş olur.
Yukarıda naklettiğimiz "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir" hadisine benzer bir manada şöyle denilmiştir: Bu, ma´siyete düşmesinden dolayı helal rızıktan mahrum edilmesi ve ona muvaffak kılınmam asıdır. Başka bir vesilede de şöyle denilmiştir: Bu, ulema meclisine katılmaktan mahrum edilmesi ve kalbinin hayır ehlinin arkadaşlığına ısmdırılmamasıdır.
Başka biri de şöyle demiştir: Böyle birine salihler ve Marifetul-lah ehli kızar ve kendisinden yüz çevirirler. Bir diğeri de şöyle demiştir: Bu, o kimsenin amelini İslah edecek ilimden mahrum edilmesi suretiyle amelini cehalet üzere yapmasını sağlamak içindir. Daima şehvetler üzerinde olduğu için, şüpheli hususlar da kendisine açıklanmaz. Aksine açık olan hususlar da onun için muğlak hale getirilir ve ne yapacağını şaşırıp kalır. Allah Teala tarafından da doğru ve hayırlı olana ulaştırılmaz
Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle derdi: Zamanın değişmesi ve din kardeşlerinin senden uzakaşması gibi yadırgadığın şeyler, aslında işlediğin günahların sana bıraktıkları mirasın neticesidir. Denir ki: ´Tamamını hıfzettikten sonra Kur´an´ı unutmasından dolayı kula verilecek cezaların en ağın, tilavetten men´i ve okurken yüreğinin daralması, bu suçta ısrarının cezası da onun zıddı olan şeylerle meşgul olarak ona vakit ayırmamasıdır.
Şamlı sufilerden biri şunu nakleder: Çok güzel yüzlü bir hıristi-yan delikanlısı gördüm. Durup ona bakmaya başladım. O esnada İbmı´-Cela ed-Dimeşki yanıma geldi ve elimden tutarak beni çekti. Utanmıştım. Kendisine şöyle dedim: Ey Eba Abdullah, Allah´ı tenzih ederim bu delikanlının suretinin güzelliğine şaşırdım Bu mükemmel yapı, nasıl olur da ateşte yakılmak için yaratılmış olur? Elimi hafifçe sıkarak şöyle dedi: Bunun cezasını göreceksin. Gerçekten de tam otuz yıl sonra bundan dolayı cezamı çektim. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Günahımın cezasının, eşeğimin davranışlarının kötülüğünde gördüm. Başka biri de şunu söylemiştir: Evimin yanmasını dahi günahımın cezası olarak görürüm.
Mansur el-Fakih´den şunu naklederler: Ebu Abdullah es-Süke-ri´yi rüyamda gördüm ve ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. ´Rabbim beni huzurunda ter içinde durdurdu, öyle ki yanağım yere yapıştı´ dedi. Ben de, ´Neden?´ diye sordum. Bana şöyle dedi: Genç bir köleye önden ve arkadan bakmıştım.
Cezanın konusu, şiddet ve meşakkat olur. Her kula verilen ceza da, ona ağır gelen şeye göre olur. Mesela dünya düşkünleri; dünyevi rızık ve kazançlardan mahrum edilmekle, malları telef edilmekle cezalandırılırlar. Ahiret ehli ise, ahiret azığı olan salih amellere muvaffak kıhnmamakla ve sadık ilimlerin kapılarının kendilerine açılmamasıyla cezalandırılırlar. Muhakkak ki bu, izzet ve ilim sahibi olan Allah´ın takdiridir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: îhtilam, bir cezadır. Yine o, şunu derdi: Cemaat ile namazı kaçırmak, ancak işlenen bir günah sebebiyledir.
Cezaların incelikleri, derecelerin yüksekliğine göre değişir. Hadisler arasında şöyle bir rivayet bulunur: "Yaşadığınız devirle ilgili yadırgadıklarınız, değiştirdiğiniz amellerinizden dolayıdır". Kud-si bir hadiste de Allah Teala´nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şehvetini Bana itaata tercih eden kula verdiğim cezanın en hafifi, onu Bana münacaat etmenin lezzetinden mahrum etmenidir". Mesela bu ceza, muamele ehlinin cezasıdır.
Eğer ma´siyetin işlenmesiyle birlikte kalbin değişmesi zahiren görülseydi, kulun yüzü simsiyah kesilirdi. Ama Allah Teala, hilmi-nin genişliği ve kullarının kusurlarım gizlemesi sebebiyle, kalpteki etkisine rağmen onu gizlemiş ve kulun içine gömmüştür. Ma´si-yetten dolayı ortaya çıkan değişikliklerin bariz olanları; kalbin perdelenmesi, zikre karşı katılaşması, hayır ve iyiliğe karşı isteksiz olması ve hayırda yarışma noktasında çekimser kalmasıdır. Bunlar da, kalp ehli için düşünülebilecek en ağır cezalardır.
Denir ki: Kul, günah işlediği zaman kalbi bir anda zulmetle dolar ve kalbe zulmetten bir duman çöker. Çöken bu duman, kulun kötülük geldiği zaman hüzün duyan yeri olan iman noktası tarafından görülür. Ancak duman, onun önünde ilim ve beyana karşı bir perde olur. Tıpkı bulutların güneşi perdelediği gibi imam perdeler. Bu durumda güneş görülemez. Aynı şekilde o duman da kul için, halka karşı nefsinin önünde bir perde gibi durur. Ama tevbe edip halini düzelttiği zaman bu perde kalkarak iman ortaya çıkar ve ilmin gereğini emretmeye başlar. Tıpkı bulutların arasından sıyrılan bir güneş gibi.
Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Hayır, hayır, aksine onların kazandıkları sebebiyle kalplerinin üzerine pas bağlamıştır". (Mutaffıfın/14) Ayetin tefsirinde, kazanılan şeylerle günah üstüne günah işleyerek kalbin tamamen kararmasının murad edildiği söylenmiştir. Bu. durumda imanın üstünde bir perde olur ve iman, maruf olanı tanımadığı gibi, münker olanı da inkar edemez. Bu hal devam edip tamamen karardığı zaman, kalp altüst olur. İşte o andan sonra nifak hakim olarak süratle kalbe nüfuz eder. Kalp de nifak ile huzur bulur. Bu durum ise, Allah Teala o kalbe bakın-caya ve lütfuyla ona eğilinceye kadar aynen devam eder.
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Kul ile Rabbi arasında günahlar bakımından bilinen bir sınır vardır. Kul bu sınıra ulaştığı zaman, Allah Teala onun kalbini mühürler ve o andan sonra kendisini asla hayra muvaffak kılmaz.
İbni Ömer´in (ra) hadisinde de şu ifade geçmektedir: "Mühür, Arş´m direği üzerinde asılıdır. Yasaklar çiğnenip haramlar mubah kılındığı zaman Allah Teala mührü gönderir ve kalpleri içindekilerle birlikte mühürletir". Mücahid´in naklettiği hadiste ise şöyle buy-rulmaktadır: "Kalp, açık avuç gibidir. İşlenen her günahta bir parmak bükülüp kapanır. Sonunda bütün parmaklar kapandığında kalp mühürlenmiş olur. Bu da kilittir".
Denir ki: Her günahın kalp üzerinde biten bir bitkisi vardır. Günahlar çoğaldığı zaman, bitkiler de meyvanm çevresindeki kapçıklar gibi kalbin çevresini kuşatır ve kalbe katılırlar ki bu da kabuktur. Denir ki: Günah, Allah Teala´nm zikrettiği örtülerden bir örtü olup kalbin işitmesini ve anlamasını engeller.
Bu taifeden bir zat, bana Ebu Amr b. Ulvan´dan uzun bir kıssa içinde şunu nakletmişti: Birgün namaz kılıyorken kalbim bir hava ile mahmurlaştı. Bunun üzerinde uzun müddet düşündüğümde içime erkeğe karşı şehvet hissi doğdu. O an yere düştüm ve bedenim bir anda karardı. Üç gün boyunca evimde üstümü örterek yattım ve dışarı çıkmadım. Banyoda türlü sabunlar ve renkli temizleyiciler ile yıkamama rağmen cildimin siyahlığı gün geçtikçe artıyordu. Üç gün sonra bu kararma kayboldu ve tenim eskisi gibi beyaza döndü.
Daha sonra Ebu Kasım el-Cüneyd´le (ra) karşılaştım. Bana adam göndermiş ve Rakka´dan çağırtmıştı. Meclisine vardığımda şöyle dedi: Rabbinin huzurunda kıyam ederken, nefsine kanarak bir şehvete kapılmaktan utanmadın mı? Sonra birden karanverdin de, huzur-u ilahiyi terkettin. Eğer senin için Allah Teala´ya dua etmemiş ve o fikrinden dolayı senin namına tevbeler etmemiş olsaydım, Allah Teala´nm huzuruna o siyahlıkla çıkacaktın.
Cüneyd´in, kendisi Bağdat´ta ben Rakka´da iken başımdan geçen ve Allah´dan başkasının muttali olmadığı şeyleri olduğu gibi bilmesine çok şaşmıştım. Bu hadiseleri ulemadan bir zata anlattığımda bana şöyle dedi: Bu, Allah Teala´dan bir lütuf ve seçmedir. Çünkü kalbini karartmayıp sadece bedenini karartmıştır. Eğer bu günahı kalbine gömseydi, o zaman kalbini mutlaka helak ederdi.
Sufî, bunları naklettikten sonra şöyle dedi: Bir günah işleyip bunda ısrar etmeyen hiçbir kul yoktur ki, İbni Ulvan´m bedeninin kararması gibi, kalbi kararmasın. Bu kararmadan sonra kalbi parlatacak olan tek şey, tevbedir. Ama her kula, İbni Ulvan´a yapılanlar yapılmaz. Çoğu insan, kendisine Cüneyd gibi şefkat gösterecek birisini de bulamaz.
Allah Teala´nm affetmesi dışında, her günahın belli bir cezası vardır. Ceza, günahın ağırlığına göre değildir. Kul, cezanın nasıl ve nereden geleceğini de bilemez. Cezalandırma keyfiyeti, Rab Teala tarafından sabık ilimle takdir edilmiş bir iradenin neticesi olarak ortaya çıkar. Ceza, kalpte de tezahür edebilir. Bu, kalp hastalıklarmdandır. Ceza bedende tezahür edebilir. Bu da, mal veya canın telefi şeklinde olur.
Bunlara ilaveten, mevkiini kaybetme, İsam ulemasının ve müminlerin gözündeki yerinden düşme şeklinde de olabilir. Tabii, ahi-rete tecil edilmiş de olabilir ki bu, cezaların en ağırıdır. Bu tür cezalar; insanı helak eden büyük günahlardan hayatta iken tevbe edilmeyenler, günahta ısrar edenler ve meydan okuyarak günah işleyen zorbalar için geçerlidir. Cezalar, dünyada olduğu zaman dünya hayatının basitliğine göre basit olurken, ahirete tecil edildikleri zaman, oranın şiddetiyle mütenasip olarak çok ağır olurlar.
Allah Resulü fsav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala bir kulu için hayır dilediği zaman günahının cezasını hemen verir. Bir kulu için şer dilediğinde ise, cezasını çekmesi için ahirete erteler". Bil ki, dünya hayatında kaybedilen fırsatlar için gamlanmak ve onun için hırslanarak koşturmak, Allah Teala´nm kullarına verdiği cezalardandır. Kendisini dininden eden hususlara aldırmayarak kazandığı dünyalıkla sevinip mutlu olmak da Allah Te-ala´nm cez alarmdandır.
Günah işlemeye zemin hazırladıkları takdirde, servetin genişlemesi ve imkanların çoğalması da kula verilen cezalardandır. Bir günahın cezası, yine onun gibi veya ondan daha ağır bir günah olabilir. Buna mukabil bir ibadetin sevabı da, onun gibi veya ondan daha faziletli bir ibadet olabilir. Allah Teala´nm "Sevdiğiniz şeyleri size gösterdikten sonra isyan ettiniz" fAl-i İmran/152) buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu manaya işaret edilerek, ´sevilen şeylerden´ maksadın rahatlık ve zenginlik olduğu söylenmiştir. Fakirlik ve hastalık da, günahtan korunmak için vesile kılındıkları zaman Allah Teala´dan bir rahmet olarak görülmelidirler. Günaha zemin hazırladıkladıklarında, ma´siyetlerin anası olurlar.
Hilm, cezayı kaldırmayıp sadece tehir ettirir. Halim olan Allah Teala da, cezayı hemen çektirmeyip bir süre sonrasına bırakabilir. O´nun "Böylece ne zaman ki yapılan ihtarı unuttular, üzerlerine herşeyin kapılarını (ruhsatlan) açıverdik. Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam sevindikleri sırada, kendilerini ansızın yakalayıverdik" (En´am/44) buyruğunun tefsirinde şöyle denilmiştir: ´Hemen´ diye ifade edilen süre, altmış yıldır.
Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Öyle günahlar vardır ki, onların tek kefaret yolu, geçim için tasalanmaktır". Hadisin başka bir lafzında ise, ´Ancak tasalar ve hüzünler kefaret olur1 ifadesi yer almaktadır. Fakirler açısından, mubah kılınan dünyevi ihtiyaçları için kaygılanıp çabalamak da günahların kefaretinden sayılır. Müminler için, ahiret azıklarını kaçırarak bu tür geçim yollarına düşmek, derecelerde alçalmadır. Dünya arzusu ve dünyalık hırsıyla tasalanmak ise, kula verilen cezalardandır.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle dedi: Dünya sevgimin mağfiret edilmemesi benim için günah olarak yeter. Başka biri de şöyle demiştir: Kulun günahı olmasa da, ahiret nasibini kazanacağı ve onun için azık hazırlayacağı halleri kaçırarak dünya gailesiyle uğraşması ona yeter.
Aişe´den (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kulun günahları arttığı zaman, eğer onlara kefaret olacak amelleri yoksa, Allah Teala kendisini tasa ve kaygılara boğar. Onun kefareti de bunlar olur". Denir ki: Kulun kalbine doğan ve sebebini bilemediği kaygılar, işlediği suçların kefaretleridir. Denir ki: Kaygı, bedenin işlediği kusur ve kabahatleri muhasebe ettiği anda aklın çektiği üzüntüdür. Akıl, bu tasadan kurtulamaz ve kul, sebebini bilmediği halde kaygı ve tasa içinde kalır.
Yakub Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise anlatılmıştır: ´Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Eğer ilm-i sabıkımda sana karşı inayetim yazılı olmamış olsaydı, Zatımı sana karşı cimrilerin cimrisi kılardım. Bu da senin devamlı ve ısrarlı olarak Ben´den niyaz ve dilekte bulunman ve icabetinin tehiri sebebiyle olurdu. Ama sana karşı inayetimden dolayı Zatımı, sanin için merhamet edenlerin en merhametlisi, hükmedenlerin en hakimi kıldım. Senin için katımda öyle bir makam vardır ki, ona ilminle değil Yusuf için duyduğun hüzünle nail olmuşsundur. Ben de seni o makama yükseltmeyi murad ettim´.
Benzer bir rivayette ise şu hadise nakledilmektedir: "Yusuf (as) hapiste yanma gelen Cebrail´e (as) şöyle dedi: Mahzun ihtiyar nasıl? Cebrail (as) şöyle dedi: Senin için, sevdiğini kaybeden yüz kişinin hüznü kadar hüzün dolu. Bunun üzerine Yusuf (as), ´Peki Allah katında onun için nasıl bir ecir var?´ diye sordu. O da, Tüz şehidin-ki kadar ecir var dedi.
Selef-i Salih´ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: ´Günah işleyen hiçbir kul yoktur ki, altındaki toprak onu kendine gömmek, üstündeki gök de üzerine çökmek için izin istemiş olmasın. Allah Teala o ikisine şöyle buyurur: Kuluma dokunmayın. Ona süre tanıyın. Onu, siz yaratmadınız. Eğer siz yaratmış olsaydınız, merhamet gösterirdiniz. Umulur ki, Bana tevbe eder de kendisine mağfiret ederim. Kötü işini salih bir amelle değiştirir de Ben de onun günahlarım hasenata çeviririm.
Bu söz, Allah Teala´nm şu buyruğuyla aynı manaya gelmektedir: "Doğrusu gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye Allah tutuyor. Andolsun zeval buluverirlerse onları O´ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten de O, Halim´dir, Gafur´dur". (Fatır/41) Ayetin tefsirinde de beyan edildiği üzere, göklerin ve yerin zevali, kulların günahlarından dolayı olacaktır. Allah Teala ise, onların günahlarına karşı Halım, kötülükleri için de mağfiret edici olduğu için gökleri ve yeri sıkıca tutar.
Ayetin tefsiriyle ilgili şöyle bir rivayet mevcuttur: Allah Teala kulların günah ve ma´siyetlerine baktığı zaman gazaplamr. Bunun üzerine yer şiddetle sarsılıp gök titremeye başlar. Gök melekleri yere inerek, yeryüzünün iki tarafını tutarken, yer melekleri de göğe yükselerek onun çevresini tutar ve Allah Teala´nm gazabı geçinceye kadar İhlas suresini okurlar. İşte Fatır süresindeki ayetin tefsiri budur.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Yeryüzünde çanlar çalındığı ve cahiliyye adetleriyle dua edildiği zaman Allah Teala´nm gazabı artar. Ancak hocaya giden sabi çocukları, mescidleri dolduran müslüm anları, -Allah için sevişen, O´nun için ziyaretle şenleri görüp müezzinlerin seslerim işitince- hilm ile dolar ve mağfirette bulunur. Bu da, "Gerçekten de O, Halim´dir, Gafur´dur" ibaresinin tefsiridir´.
Kul, işlediği bir günahın ardından tevbe etmeksizin başka bir günah daha işlerse, onun helak olmasından korkulur. Çünkü bu, günahlarda ısrar edenlerin halidir. Böyle yapan kul, Rabbine rücu ederek tevbe etmediği için O´ndan ayrılarak bedbaht olmayı seçmiş demektir. O, artık hevası üzere" nefsiyle beraber kalan biridir. Bu
da, Allah Teala´dan uzaklık makamları arasında öfke (—makfc) makamı olarak bilinen makamdır.
Kulun yapacağı en hayırlı iş, nefsin arzularını ve onun için en tatlı olan hevayı kesmektir. Çünkü nefsani arzuların başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Eğer bu arzulara gem vuramazsa, o kul için bu gidişinin sonu olmaz. Kul, sürekli taat ve ibadete alışır ve ibadetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendini oyalamış ve korumuş olur. Ya da nefsine karşı sabır ve cihad yoluna girer. Bu da sadık müridlerin yoludur.
Allah Teala´nm "Allah´dan yardım isteyin ve sabredin" (A´raf/128) buyruğu hakkında şöyle denilmiştir: Yani ibadet için Allah Teala´nm yardımını isterken, günahlara karşı yaptığınız müca-hedede sabırlı olun. Ali de (kv) şöyle demiştir: İyi amellerin tamamı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın y^amnda muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak ise, Allah yolunda cihadın yanında muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir. Allah yolunda cihad ise, nevasına karşı ve kötülüklerden sakınma noktasında nefs ile mücahedenin yanında, muazzam bir denizin yanındaki tükürük gibidir. Onun bu sözü, Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinin açıklaması gibidir: "Küçük cihaddan büyük cihada yani mücahede-i nefse döndünüz".
Sehl b. Abdullah şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Taat makamlarının en faziletlisi, önce ma´siyet karşısında, ardından taatta sabırlı olmaktır.
İsrailiyat kaynaklı bir haberde şu hadise nakledilmiştir: ´Adamın biri, başka bir beldeden bir kadınla nikahlanmış ve kölesini göndererek onu yanına getirtmek istemişti. Kadın, yolda iken adamı arzulamış ve onu elde etmek istemişti. Fakat köle, nefsiyle ve onunla mücahede ederek Allah´a sığınmış ve kendini korumuştu. Bunun üzerine Allah Teala o köleye vahiy göndermiş ve onu İsrai-loğullarmm peygamberlerinden biri yapmıştı´.
Musa Peygamberle (as) ilgili kıssalardan birinde de şöyle bir hadise anlatılmıştır: ´O, Hızır´a (as) ´Allah Teala neyin sayesinde seni gayb ilmine muttali kıldı?´ diye sormuştu. O da, ´Masiyetleri Allah Teaîa´nm yolu için terketmem sayesinde´ demişti´.
Allah Teala´nm kullarına olan mükafaatı da, kulun yaptığı amele göre olmayıp O´nun bağışının sınırsızlığına göre olur. Kul, Allah Teala´nm rızasını umarak bir amel yaptığı zaman, kendisine hesapsız ecir verir.
Kul, bir günahı adet ve alışkanlık edinerek, ondan tevbe etmesinin güçleşmesine izin vermemelidir.
Adet, Allah Teala´nm emri altındaki askerlerden biridir. Eğer âdet ve alışkanlık olmasaydı, kulların tamamı tevbekâr olurdu. Eğer günahlarla sınama olmasaydı, o zaman da tevbe edenlerin tamamı istikamet üzere olurlardı. Kul, alıştığı bir âdeti bırakmak için gayret sarfetmeli ve eğer onunla sınanıyorsa, hevaya karşı nefsiyle mücahedede sabırlı olmalıdır. Bunlar, müridler için olabilecek en hayırlı ve en temiz hasletlerdir. Bu hasletlere sahip olan kulun nefsi; tatmin bularak rüşde erer ve kötülüğü emretme sıfatından tamamen ayrılarak iman ahlakı ile mutmain olma sıfatını haiz hale gelir.
Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğundan çıkarılan manalardan biri de bu istikamettedir: "Amellerin en faziletlisi, nefsleri yapmaya zorladıklarınız dır". Çünkü nefs, tabiatı gereği heva ve arzuların hilafına olan amellerden hoşlanmaz. O, hakkın zıddıdır. Allah Teala ise, hakkı sever. Nefsi, heva ve arzuların hilafına zorlayan ve hakka çağıran kişi, Allah Teala tarafından da sevilir. Çünkü hakkı sevmek, amellerin en faziletlilerindendir. Allah Teala da bu meyan-da "Tartı o gün, haktır" (A´raf/8) buyurmuştur. Hakkı ve sabrı tavsiye edenler, hüsran ehlinden de istisna edilmişlerdir. Bu, Yakin derecelerinin ilkidir.
İbret ehlinden bir zat şunu nakletti: Çamurun kenarında yürüyordu. Çamura düşme endişesiyle korunuyor ve elbisesinin eteklerini yukarı doğru çekiyordu. Bir ara nasıl olduğunu bilemeden çamura kaydı. Ayakları çamura tamamen batmıştı. Sonra sokakta yürümeye başladı. Bir yandan da ağlıyordu. Kendisine ´Seni ağlatan nedir?´ diye sorduklarında şöyle dedi: Benim halim, günahlardan sakınan ve kendini korumaya çalışan şu adamın haline benziyor: O, böyle bir gayret içindeyken bir günaha, ardından ikincisine düştüğü zaman, bir de bakar ki günahlar ağzına kadar dolu bir havuza dönüşmüş´.
Kula düşen, her an meydana gelebilecek olan gafletten dolayı tevbe etmesidir. Kul, bunu bildiği zaman tevbesi kesintisiz olur ve her zaman tevbe eder. Allah Teala, dünyadaki gaflet ehlini, ahiret-te hüsran ehli kılmıştır. Bir sözcünün ağzından "İşte onlar gafîler-dir" (Nahl/108) buyurduğu kimseler, elbetteki ahirette de "Onlar hüsrana uğrayanlardır" (Bakara/27) buyurduğu kimseler olacaktır.
Ama şunu
Allah Teala, umuma yaptığı hitabının ilk beyanında şöyle buyurmuştur: "Ey müminler, hep beraber tevbe edin, umulur ki felaha erersiniz". (Nur/31) Ayetin manası şudur: Ey iman edenler, nefslerinizin nevasından ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kurtularak Allah Teala´ya dönün. Böyle yaparsanız, ahirette umduğunuzu elde edebilir, O´nun zeval ve tükenmek bilmeyen nimetlerinde ve cennetlerinde ebedi hayatı sürebilirsiniz. Cenneti kazanmak ve ona girmekle bahtiyar olur, cehennem ateşinden kurtulabilirsiniz. Hakiki felah ve kurtuluş da budur.
Allah Teala, hususi hitabını yaptığı ikinci beyanında ise şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, Allah´a tevbe-i nasuh ile tevbe edin ki Rabbiniz günahlarınızı örtsün de sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koysun". (Tahrim/8) Ayette geçen ´Nasuh´ kelimesi, ´nush´ kelimesinden gelmektedir. Vezni ise, mübalağa ifade eden ´Fe´ûl´ şeklindedir. Baştaki ´nün´ harfinin ötreli okunması neticesinde ´Nusuh´ şeklinde de kıraat edilmiştir. Bu durumda da ´Na-suha´ fiilinin masdarı olmaktadır. Manası ise, her hangi şeyin Allah Teala için halis, katıksız ve saf olmasıdır.
Başka bir görüşe ´nasuh´ kelimesi, mana bakımından ´nisah´ kelimesinden gelmektedir. ´Nisah´, iplik ve benzeri şeyler için kullanılan bir isimdir. Bu manaya göre de, yapılması istenen tevbenin, her türlü dolama ve bağlantıdan uzak olması murad edilmektedir. Bu da tilki gibi hilekarlığa başvurmayarak, günaha asla meylet-meksizin Allah Teala´ya itaat yolunda istikamet bulmakla olur. Böyle bir tevbeyi eda eden kul, imkan bulması halinde o günaha tekrar dönebileceğini nefsine asla fısıldamamak, günahı işlerken heva ve arzulan için işlediği gibi terkederken de yalnız Allah rızası için terketmiş olmalıdır.
Kul, Allah Teala´ya hevadan arınmış kalb-i selim ve sünnet üzere müstakim olan amel-i salih ile gittiği vakit, hüsn-i hatimeyle ölmesi mümkün olur. Böyle yaptığı zaman, güzel bir sonla karşılaşacaktır. Rabbinden bir nimet ulaşan kimse ise, O´nun lütfuyla kötü sonla bitecek kirlenmeye karşı korunarak merhamet görecektir.
Allah Teala´nm yukarıdaki hitabında murad ettiği kimsenin vasıfları işte böyledir. O, yüce kitabında şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever". (Bakara/222) Allah Resulü de (sav) bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Tevbe eden, Allah Teala´nm sevdiğidir". "Günahtan tevbe eden, günahı olmayan kimse gibidir" [60]
Hasan el-Basri´ye (ra) ´Tevbe-i Nasûh´un ne olduğu sorulmuştu. Şu cevabı verdi: O, kalple pişman olmak, dille istiğfarda bulunmak, uzuvlarıyla terketmek ve tekrar yapmamaya niyetlenmektir. Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle demişti: Mahlukat için tevbe kadar elzem olan başka bir şey mevcut değildir. Yine onlar için, tevbe ilmini bilmemekten daha ağır bir ceza yoktur. İnsanların ekseriyeti, tevbe ilmini bilmemektedir. O, başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Tevbenin farz olmadığını söyleyen, kafirdir. Sözüyle razı olup iktifa eden de nankördür. Sehl, diğer bir münasebette de şöyle demiştir: Gafletinden tevbe eden kul, bütün nefeslerinde ve bakışlarında taat üzere olur.
Ali de (kv) tevbeyi terketmeyi, körlük makamlarından biri olarak tarif ederek, zanna tabi olup zikri unutmayla bir tutmuştur. Bu meyanda kendisinden nakledilen uzun bir hitabında şöyle demektedir: Kör olan kimse, zikri unutur, zanna tabi olur ve tevbe edip teslimiyet göstermeksizin mağfiret diler.
Tevbenin farizalarının başında gelen en temel esas ve tevbekâ-rm sadık ve hakkı ika eden biri olmasının esas şartı; işlediği günahı ikrar edip zulmünü itiraf etmesi, nevasından dolayı nefsine kızıp kötülüklere dönük niyetini yokederek gücü yettiği ölçüde gıdasını temiz tutmasıdır. Çünkü helal ve temiz yemek, salihler için en mühim sıfatlardan biridir. Bunların ardından, daha önce işlemiş olduğu suçlardan dolayı pişmanlık duyması gelir. Eğer pişmanlığı hak ise, bir hakikati ve özü olması gerekir. Zira her hakkın bir hakikati vardır.
Pişmanlığın hakikati da, pişmanlık duyacağı işleri tekrar yapmama istikametinde kararlı olmasıdır. Bunun ardından da, emirlerde istikamet üzere oduğu, yasaklardan ise kaçındığı yönünde bir inanca sahip olması gelir. İstikametin hakikati, ömrünün kalan kısmında yolunu eğriltecekş eyleri yapmayacağına dair azimli olmasıdır. Bundan sonra ise, Allah Teala´ya yönelen her kulun izlemesi gereken yola tabi olup hiçbir cahille yoldaşlık etmemesi gelir. Çünkü cahil arkadaşlar, iyiye dönmüş bir insanı tekrar yoldan çıkartabilirler.
Bunların yanısıra, kötülüklerle geçirip ifsad ettiği şeyleri İslah etme gayretini göstermeli ve bu suretle, tevbe edip bozduklarını İslah eden İslahatçılardan olmalıdır. Allah Teala, ihsan sahiperinin ecirlerini zayi etmediği gibi, müfsitlerin amellerini de İslah etmeyecektir.
Bundan sonra kötülüklerin, iyilik ve hasenatla yer değiştirmesi gelir. Tevbesi hak ve samimi olup Alah Teala´ya güzelce yönelen insanların kötülükleri hasenata dönüşecektir. Bu değişme, dünya hayatında olacak ve kişi kötü amellerinin yerine iyi işler ve salih ameller yapmaya başlayacaktır. Nitekim Allah Teala da bu manada şöyle buyurmaktadır: "Allah, bir kavmi (onlar) kendindekilerini değiştirmedikçe değiştirmez". (Ra´d/11) Allah Teala, bir kavmin kötülüğünü iyilikle değiştirdiği zaman, onların seyyiatı da hasenata dönüşür.
Tevbekârm taşıması gereken sıfatların başında da, pişmanlık ve daimi hüzün gelir. Geçen şey için duyulan pişmanlık ve hüznün hakikati, zamanı gelen bir ameli ifa etmede kusur ve yılgınlık göstermeyerek değiştirebilme imkanına sahipken ikinci bir vakti de kaçıracak şekilde gurura kapılıp tereddüt göstermemesidir. Geçmiş olanı telafi edeyim derken, uyandığı an yapması gereken bir şeyi de kaçırmamalıdır. Aksi halde, gafletinden uyanma haliyle geçmişteki gaflet hali, birbirlerinden farklı olmaz. Çünkü bir şeyi kaçırırkan kaçırılan şeyi telafi etmek mümkün olmaz. Nimet de, nimetle kazanılamaz. Tevbe eden kul, Allah Teala´mn şu buyruğundaki sıfata uygun davranmalıdır: "Diğer bir topluluk ise, günahlarım itiraf ettiler ve iyi bir amel ile diğer bir (kötü ameli) karıştırdılar". (Tev-be/102) Buradaki ´iyi amel´ile, itiraf ve pişmanlığın murad edildiği söylenmiştir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) dedi ki: Akıl sahibi bir kul, ömrünün kalan kısmının tamamında, sadece geçen yıllarında kaçırdıkları için ağlamasa, bu hali kendisini öünceye kadar hüzne boğmaya yeterlidir. Ömrünün kalan kısmını ağlayarak geçiren bir kimse için durum bu iken, ömrünün gelecek kısmını da geçmişi gibi kötülüklerle karşılayan kimse durumu nice olur?
Sehl b. Abdullah şöyle demiştir: Tevbe eden kimsenin hiçbir eksiği olmaz. Çünkü onun kalbi, son nefesini verinceye kadar Arş ile irtibatlıdır. Böyle birinin zaruret dairesi dışında bir hayatı da yoktur. O, geçmişte kaçırdıkları için daima kederlenir. Ömrünün kalan senelerinde emirlerde azim, yasaklarda ise şiddetli bir kaçınma içinde olur. Bunu yapacak-kulun, öncelikle her noktada Yakin ilmini kullanması gerekir. Bunun ardından salih amelleri kararlı bir şekilde ifaya devam etmelidir.
Böylece Allah Teala´mn, haklarında "Ve çirkin olanı güzel olanla giderenler.." (Ra´d/22) buyurduğu kullardan biri olur. Bu kullar, geçmişte yapmış oldukları kötülükleri, yaşadıkları anda yaptıkarı salih amellerle savarlar. Allah Resulü de (sav), Ebu Zerr´in (ra) rivayet ettiği bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Bir kötülük yaptığın zaman, onun ardından hemen bir iyilik yap. Gizli için gizli, aşikar için aşikar yap". Muaz´m (ra) vasiyetinde de şu öğüt yeralmaktadır: Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki onun izlerini silsin.
Tevbekâr, bu sıfatlarının yanısıra salihler zümresine de girmelidir. Allah Teala buyurdu ki: "Ve iman edip salih ameller işleyenlere gelince, onları sarihlerin arasına koyarız". (Ankebut/9) Ardından gücü yettiği ölçüde hayırlarda yarışmalı, yitirdiklerini ve kaçırdıklarını telafi etmeye çalışmalıdır. Böylece salihlerden biri haline gelir. Bu makama yükselen tevbekâr, Rabbi için tam salah bulur. Rabbi de onu dost edinerek, kendisini muhafaza etmeye başlar. Çünkü O, "Salih kullarını dost edinir" (A´raf/196).
Tevbe ve ona tealluk eden hususlarla ilgili olarak kula yüklenen on esas vardır:
1. Allah Teala´ya karşı ma´siyette bulunmaması farz kılınmıştır.
2. Bir ma´siyete düçâr edildiğinde, onda ısrar etmemelidir.
3. İşlediği ma´siyetten dolayı Allah Teala´ya tevbe etmelidir.
4. İşlediği kusurdan dolayı pişman olmalıdır.
5. Ölene kadar istikamet üzere olma niyetini perçinlemelidir.
6. Azap ve cezadan korkmalıdır.
7. Mağfireti ümit etmelidir.
8. Günahını itiraf etmelidir.
9. Allah Teala´mn kendisine bunu takdir edip kendisinin bundan döndüğüne inanmalıdır.
10.Salih amelde devam ederek, kefaret için çaba sarfetmelidir. Çünkü Allah Resulü de (sav) bunu tavsiye etmiştir: "Kötülüğün ardından iyilikte bulun ki onu silsin"[61]
Yukarıda sıraladığımız on esasın tamamı da, muhtelif hadis ve haberlerde zikredilmiştir. Bunlara ilgili olarak Sahabe ve Tabi-un´dan (ra) birçok söz rivayet edilmiştir. Denir ki: Ölüm meleği, kulun önüne çıktığı zaman, ömründen sadece bir saati kaldığım ve bunun bir göz açıp kapama süresi kadar dahi tehir edilmeyeceğini bildirir. Bunun üzerine kulda öyle bir pişmanlık ve hasret doğar ki bütün dünya kendisinin olsa, birşeyler yapmak ve kötülüklerini iyiliklerle değiştirmek için bir saat daha kazanabilmek uğruna tamamını vermeye hazır olur. Ne yazık ki, buna imkan bulamaz. Allah Teala´mn "Artık kendileriyle arzuları arasına bir set çekilmiştir" (Sebe´/54) buyruğunun yorumu da budur.
Kul ile, arzuları arasına çekilen bu set için, kimileri ´tevbe´dir derken, kimileri ´Ömrün uzatılması´, kimileri de ´Hüsn-i hatime´dir´ demişlerdir. Allah Teala, daha öncesinde onların benzerlerine ve aynı fırkadan olanlara yaptığını bu kimselere de yapacaktır.
Kulun üzerinden geçen her saat, kıymetini bilen kul için bütün bir dünya değerindedir. İşte bu sebeple şöyle denilmiştir: ´Allah Teala´mn şevki ve hikmeti çerçevesinde, O´nun takdiri muvacehesinde hareket eden kul için, ömrün kalan kısmının hiçbir kıymeti yoktur. O´nun, "Ey Rabbim, beni yakın bir ecele tehir eylesen" (Müna-fikun/10) buyruğunun tefsirinde de şöyle denilmiştir: Yakın vakit, kulun öüm meleğine şunu söylemesidir: Ey ölüm meleği, beni bir gün daha ertele de, Rabbime ibadet edeyim ve günahlarımdan dolayı nefsimi kınayarak nefsim için biraz azık düzeyim. Bunun üzerine ölüm meleği, ´Artık bütün günlerin tükendi´ der. Ölecek kişi, ´O zaman, beni bir saat ertele´ diye yalvarır. Ölüm meleği, ´Saatlar da bitti. Artık bir saatin bile yok´ der.
O anda, can boğaza doğru çıkar ve gırtlağı tıkayarak tevbe kapısını da tamamen kapatır. Artık perde gerilmiş, ameller noktalanmış, vakitler sona ermiş ve nefesler kısılmaya başlamıştır. Gözündeki perde kaldırılıp da hakikati yakından gördüğü zaman, bakışları keskinleşir ve son nefesini vermesiyle canı çıkar. Geçmişte yaptığı amellerin saadeti kendisine hemen yetişir ve ruhu tevhid üzere ayrılıp gider. İşte bu hüsn-i hatimedir.
Ötekiler ise, geçmiş hayatındaki günahları sebebiyle acıya boğulurlar. Ruhları da şüphe içinde çıkar. Allah Teala böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Devamlı kötülük yapıp da her birine ölüm gelince, ´İşte ben şimdi tevbe ettim´ diyen kimselere tevbe yok". (Nisa/18)
Bu, olabilecek en kötü sondur. Böyle bir sondan Allah Teala´ya sığınıyoruz. Ayette bahsedilen kimseler için, kimileri ´münafık´, kimileri de ´günahkâr demişlerdir.
Allah Teala, hakiki tevbenin kimler için olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Allah katında kabul edilen tevbe, ancak cahillikle bir kötülük işleyip de, sonra hemen tevbe edenlerin ettikleri tevbedir". (Nisa/17) Bu ayetin tefsirinde de şöyle denilmiştir: Ayette geçen ´hemen´ kelimesiyle kasdedilen, ölümden, ahiret alametlerinin açıkça belirmesinden ve nefesin boğazda düğümlenmesindenn önceki süredir. Çünkü Allah Teala, ahiret alametlerinin açıkça belirmesinden sonra yapılacak tevbenin kabul edilmeyeceğini hükme bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı işaretlerinin geldiği gün, evvelce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış bir kimseye o günkü imanı hiçbir fayda vermez". (En´am/158)
Anlaşılacağı üzere, yalnızca Allah Teala´nm ahiret için yarattığı işaretlerin zuhurundan veya imanında bir hayır, yani ´tevbe´ kazanmadan önce yapılan her tevbe fayda edecektir. Tevbe, imanın kazançlarından ve hayrın temellerinden biridir. Ayetteki ´hayır" kelimesi ile, salih amellerin murad edildiği de söylenmiştir. Çünkü salih ameller, imanın ziyadesi ve yakini imanın alametidir.
Üstteki ayette geçen ´hemen´ kelimesinin bir başka tefsirinde ise, günah işlemenin hemen ardından yapılan tevbenin kasdedildi-ği söylenmiştir. Buna göre, günahı işleyen kimse, onda ısrar ve devamlılık göstermeden, derhal tevbe etmeli ve tevbeden uzak kalmamalıdır. Tevbenin yakından *karib´ olması; günahın ardından sahih bir amelin işlenmesi ve o günahın üzerine başka bir günahın eklenmemesidir. Kul, kötülükten iyiliğe dönmeli ve başka bir kötülük daha işlememelidir.
Başka bir tefsirde ise şöyle denilmiştir: Bu ümmet içinde ridde-te ilk yeltenenler, malının zekatını vermeyen veya Rabbinin evini haccetmeyi kabul etmeyenlerdir. Nitekim böyleleri "Ki malımdan sadaka vereyim ve sarihlerden olayım" (Münafikun/10) demişlerdir. İbni Abbas (ra) şöyle derdi: Bu ayet, Tevhid ehli için indirilmiş en ağır ayetlerden biridir. Bu ayetten bir önceki ayette de şöyle buyrul-maktadır: "Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de evlatlarınız sizi Allah´ın zikrinden alıkoymasın". (Münafıkun/9) Denildi ki: Zerre mik-darı olsun iyiliği olan bir kul, ölüm anında dünyaya geri çevrilmeyi istemez´. Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Ahirette miskal ağırlığınca hayrı olan kimse, başından sonuna bütün dünya kendinin olacak olsa dahi dünyaya geri dönmek istemez".
Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala´nm kuluna verdiği iki sır vardır ki bunları ilhamı ile ona buldurur. Bunların ilki, doğup annesinin karnından çıkarken verilir ve Allah Teala kuluna şöyle buyurur: Ey kulum, seni dünyaya, temiz ve pak olarak çıkardım. Sana emanet ettiğim bir ömrü de sana tevdi ettim. Bu emaneti nasıl muhafaza edeceğine ve Bana şimdiki gibi nasıl temiz ve pak geleceğine bak. İkinci sır ise, ruhu çıkarken verilir ve Allah Teala ona şöyle buyurur: Ey kulum, emanetime nasıl davrandm? Bu karşılaşmamıza kadar onu iyi muhafaza ettin mi? Onu Benim emirlerime ve Bana verdiğin söze uygun olarak koruduysan Ben de sözümde durur ve mükafaatmı veririm. Eğer ona kötü davranıp heba ettiysen o vakit de, hesaba çeker ve azap ederim.
Bu hususu, Allah Teala´nm şu ayetlerinde de görmekteyiz: "Onlar ki emanetlerine ve sözlerine riayet ederler". (Mü´nıinun/8); "Benim ahdime vefa gösterin ki, Ben de sizin ahdinize vefa göstereyim". (Bakara/40)
Ömür, kula verilmiş bir emanettir. Eğer onu ilk hali üzere saf ve temiz olarak muhafaza ederse, emaneti eda etmiş olur. Eğer onu harcar ve kirletirse, o zaman Allah Teala´ya ihanet etmiş olur. Allah Teala ise, ihanet edenleri asla sevmez. İbni Abbas´m (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala´nm farzlarını zayi eden kimse, O´nun emanetini muhafaza etme dairesinden çıkmış olur".
Tevbe-i Nasûh, günahların kefareti ve cennete girişin anahtarıdır. Ulemadan bir zat şöyle derdi: Allah Teala´nm ne zaman mağfiret edeceğini öğrendim. ´Peki ne zaman?´ diye sordular. Dedi ki: Tevbemi kabul ettiği zaman. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Tevbeden mahrum edilmekten, mağfiretten mahrum edilmekten daha çok korkarım. Sözlerin en doğrusunu indiren Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Tevbenizi kabul etti ve sizi affetti". (Bakara/187) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "O ki, kullarının tevbe-sini kabul eder ve kötülükleri affeder". (Şura/25)
Şam ulemasından bir zat şöyle demiştir: Sol tarafındaki melek, yirmi sene boyunca bir günah yazmadıkça mürid tevbekâr olmaz. Seleften bir zat da şunu söylemiştir: Tevbekârın, tevbesindeki sıd-kının alameti, ibadetin tadını, hevanm tadının yerine koyması, günah işlerken duyduğu sevinci hüzne çevirerek Rabbine yönelmekten mesud ve bahtiyar olmasıdır.
Ulemadan bir zat da aynı anlamda şöyle demiştir: Nefsle tersleşmenin acısı, ona uymanın tadının yerini almadıkça kul tam tevbekâr olamaz.
İsraüiyyat kaynakları tarafından şöyle bir haber nakledilmiştir: Peygamberlerden biri, yılar boyu Allah´a ibadette gayret sarfe-den, fakat bir türlü tevbesinin kabulünü göremeyen bir kulun tevbesinin kabulü için Allah Teala´ya niyazda bulunmuştu. Allah ona şöyle buyurdu: İzzetim ve celalim hakkı için, göklerde ve yerdeki-lerin tamamı onun için şefaatta bulunsalar dahi, işlediği ve uğrunda tevbe ettiği o günahın tadı damağında durduğu sürece onun tev-besini kabul etmeyeceğim. Çünkü, günahın tadı kalpte hala duruyorsa veya hatırladığı zaman, fikriyle de olsa ona meylediyorsa, böyle bir kulun ona tekrar dönmesinden korkulur. Böyle bir günah için şiddetli bir mücahede, derin bir tiksinti ve aklına geldiği an hatırından kovmak, korku ve ürperti duymak suretiyle onu bırakması ümit edilir.
Ebu Muhammed Sehl (ra) dedi ki: Tasavvuf yolunun başında olan müride, daima tevbe etmesi emredilir. Tevbe, kınanmış hareketlerin övülen hareketlere dönüştürülmesidir. Yolun başındaki mürid, nefsini halvet ve sükuta teşvik eder. Tevbesi ise, ancak helal yemekle kabul edilir. Hâlık´m halk üzerindeki ve kendi üzerindeki hakkını eda etmedikçe de helal lokma yiyemez. Bu da ancak, hareket ve sükununun Allah Teala sayesinde olmasıyla mümkün olur. Salih amellerle yoldan çıkmaktan emin olabilmek için böyle yapması gerekir. Tevbenin hakikati, üzerine düşen şeylerin sahasına girmemesi için kendisi için varolan hak ve nimetleri bir kenara bırakmasıdır. Tevbeyi asla ertelememen, aksine o anda ve bulunduğu halde kendisini tevbe ile mükellef kılmalıdır.
Seri es-Sakati´den (ra) şunu nakletmiştir: Tevbenin ilk şartı, halisane bir şekilde Allah´a yönelen bir tevbekâr tarafından yapılmasıdır. Böyle biri tevbeye, masiyet ehlinden farklılaşmakla başlanır. Sonra Allah´a karşı kendini masiyete teşvik eden nefsini ele alır ve ona, sadece zaruri ihtiyaçlarını verir. Ardından bir daha masiyete asla geri dönmemeye azmeder. Rızkını insanlara bağımlı halden çıkarır ve kendisini suç işlemeye mecbur bırakan herşeyi terkeder. Hevaya asla tabi olmayarak, kendinden önce yaşamış Se-lef-i Salih´in yolunu takip eder.
Tevbe ehli, yaşadıkları her an nefislerini muhasebe etmeli, her türlü şehveti bırakmalı ve fuzuli olan herşeyi terketmelidirler. Fuzuli şeyler altı tanedir:
1. Sözün fuzulisini bırakmak;
2. Bakışın fuzulisini terketmek;
3.Yürümenin fuzulisini terketmek;
4.Yiyeceğin fuzulisini terketmek;
5. İçeceğin fuzulisini terketmek;
6. Giyeceğin fuzulisini terketmek.
Seri dedi ki: Şehvetleri terkedemeyen, şüpheli şeyleri de terke-demez.
Yahya b. Muaz´a (ra), ´Tevbe eden kişi ne yapmalıdır?´ diye sorulmuştu. O da şu cevabı verdi: Onun ömründe iki günü vardır. Bir günü geçip mazi olmuş, ikinci günü de gelecektir. Her ikisini de üç şey ile İslah eder. Geçmiş gününü pişmanlık ve istiğfar ile, gelecek gününü ise helali harama karıştırmayı ve böyle yapanları terkede-rek İslah eder. Sonra müridlerle arkadaşlık edip zikir ehlinin meclislerine oturur. Üçüncüsü de, gıdasını helal ve temiz tutup ameli üzere gayretli olur.
Tevbenin sadık oluşunun alameti; kalbin yumuşaması ve gözyaşlarının artmasıdır. Bu babda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Tevbekarlarm meclislerine oturun. Onlar, kalpleri en ince olanlardır". Tevbenin hak olup olmadığını bilmenin ölçüsü, günahların insanın gözünde büyümeye başlamasıdır. Hatta bu meyanda şöyle denir: Günah, kulun gözünde büyüdükçe Allah Teala´nm nazarında küçülür. Başka biri de şöyle demiştir: Günahı küçük görmek, büyük günahtır.
Bu manada Allah Resulü´nden de (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Mümin, işlediği günahı önündeki dağ gibi gören ve üstüne yıkılmasından korkan kimsedir. Münafık ise, işlediği günahı burnuna konan ve üfleyerek kaçırdığı bir sinek gibi gören kimsedir". Bu mevzuda mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Sizden biri, kendine göre günahlarının en küçüğündeyken ölmekten korksun". Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Mağfiret edilmeyen tek günah, kulun şu sözüdür: İşlediğim her günah keşke bunun gibi olsa. Bilal b. Sa´d da şunu söylemiştir: İşlediğiniz günahın küçüklüğüne bakmayın. Ancak kime karşı işlediğinize bakın. Kudsi bir hadiste ise Allah Teala´nm şu buyruğu nakledilmiştir: Allah Teala, veli kullarından birine şöyle vahyetti: Hediyenin küçüklüğüne bakma. Hediye edenin büyüklüğüne bak. Günahın da küçüklüğüne bakma. O günahla karşı çıktığın Hâlık´m büyüklüğüne bak´.Günahların büyüklüğü, kulun onlara karşılaşacağı Rabbinin büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Zat-ı Kibriya´nın büyüklüğünün müşahede edilmesinden dolayı da günahlar kulun gözünde büyür. Bu müşahedeye rağmen, O´nun emrine karşı çıkmak gerçekten büyük bir cürettir. Bu şuur ve ilme sahip olan kullar nezdinde hiçbir günah küçük değildir. Sağâ´ir denilen küçük günahlar dahi, korku ehlinin nazarında kebâ´ir yani büyük günahlardır.
Allah Teala´nm, "Bu böyledir. Kim, Allah´ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, kendisi için daha hayırlıdır" (Hac/30) ve "Bu böyledir. Kim, Allah´ın muhterem kıldığı şiarlara hürmet ederse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvasmdandır" (Hac/32) buyruklarının tefsirlerinden biri de bu anlamda şöyle yapılmıştır: Kul, Allah Teala´nm yasak ve muhterem kıldığı şeylere kalbinde hürmet gösterir ve bunları asla ihlal etmez.
Bu meyanda Sahabe de, Tabiun´a şöyle demişlerdir: Öyle ameller yapıyorsunuz ki onları kendi gözünüzde kıldan daha ince görüyorsunuz. Biz ise Allah Resulü (sav) devrinde aynı amelleri, helak edici fiiller arasında sayardık. Sahabe, bu sözü söylerken Allah Re-sulü´nün (sav) devrinde kebai?~ sayılan günahların, Tabiun devrinde küçük günahlar haline geldiklerini ima etmemektedir. Ancak onlar, kalplerindeki iman nurundan dolayı Allah Teala´nm azametini yakinen bildikleri için, Tabiun devrinde işlenen küçük günahları bile gözlerinde büyütmekteydiler. Halbuki aynı nur, onlardan sonra gelenlerde aym kuvvetle mevcut olmamıştır. .
Allah Teala, velilerinden bir zata şöyle vahyetmiştir: İşlediğini gördüğüm öyle günahların var ki, senden önce onlardan daha basit günahlar için ümmetler helak ettim. İban b. İsmail, Enes b. Ma-lik´in (ra) Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet ettiğini nakletmiş-tir: "Allah Teala, ümmetlerden birini erkekleriyle oynaştıkları için helak etmiştir".
Kulun, işlediği günahları unutması ve hatırlaması noktasında arifler farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Tevbenin hakikati, günahını iki gözünün araşma koy-mandır. Başka bir arif de şöyle demiştir: ´Tevbenin hakikati, onu unutmandır. Bu sözlerin her ikisi de, iki taife için çizilmiş iki yol, iki makam ehli için konulmuş iki ayrı hali ifade eder. Günahları hatırlamak, müridlerin yolu ve korku ehlinin-halidir. Bunlar, günahı hatırlamak suretiyle, daimi bir hüzün ve korku içinde olurlar.
Günahları unutturan bir zikir ve ibadetle meşgul olup geleceği daha fazla amelle karşılamaya gelince, bu da ariflerin yolu ve muhabbet ehlinin halidir. Bunların yöneldikleri cihet Tevhid şeriadeti-dir, bu da Ta´arruf yani marifet yolunda bir makamdır. Öncekilerin yöneldikleri cihet ise, Tevkif ve Tahdid´in müşahedesi olup bu da, Ta´rîf&e bir makam teşkil eder. Kul, bu makamlardan hangisine yerleşirse, onun cihetine göre şehadette bulunup onun hali gereği amelde bulunur. Tevhid şehadetinin makamı, arifler nezdinde Ta´rif müşahedesinin makamından daha üstündür. Ta´rif müşahedesi, daha yaygın ve daha çok olsa da buna sahip olanlar Ashab-ı Yemin arasında bulunur ve Mukarrebuıı´un avamı içinde bulunurlar. Tevhid şehadeti ise, daha dar ve daha azdır. Bunun ehli ise, daha yüksek ve daha faziletlidirler. Onlar da Mukarrebun ve ariflerin havassı içinde yerahrlar.
Mürid, Davud Peygamber (as) kıssasında o peygamberin, günahını hatırlayıp ağlamasını zikrederek buna itiraz edebilir. Fakat peygamberler, kendilerinden aşağı insanlar için çizilen hadleri aşmış oldukları için diğer insanlar onlara kıyas edilemez. Onlar, müridlerin hallerine girip çıktıkları gibi taliplerin yollarına da sâlik olabilirler. Bu da ümmet için olup alemlere örnek olmaları içindir. Yakini zayıf ve nefsi kuvvetli olan kimseye günahları hatırlama noktasında güvenilmez. Çünkü böyle birinin kalbi, günahlara şehvet veya nefsin onlara meyli nedeniyle zevk alarak bakar. Bu da onun için bir fitne vesilesi olur ve düzeldiği bir noktada tekrar fesada uğrayabilir. Aynı şekilde günaha alışmış birine de güvenile-mez. Çünkü böyle birinin eski günahlarını düşünmesi nefsinin tahrikine sebebiyet verebilir.
Nefsin bunlara karşı sabırla mücahede etmesi, kul için bir ma´si-yete zemin hazırlamadıkça işlenen günahların vehametini düşünmek elbette daha faziletlidir. Ancak bu, aldanmaya sebeb olabileceği gibi kul için de büyük tehlikeleri barındırır. Böyle bir durumda, eski günahları zihne toplamamak ve günaha götürecek sebepleri tamamen bertaraf etmek daha sağlıklı ve daha emin bir yoldur. Mürid için, sağlıklı ve emniyetli olan, elbette daha faziletlidir.
Günahları unutmak; geleceğe dönük zikri ve bir sonraki iyiliği kaçırma endişesiyle kaçırılan şeyleri çabucak unutmayı koaylaştır-ması bakımından faydalıdır. Marifet ehlinden bir zat şöyle derdi: Müridin kalbinin cennet vesvesesiyle veya cennette bulunan nimetler, giysiler ve eşlerin hatırlarıyla dolması mekruhtur. Mürid için müstehap olan; vesvesesinin zikrullah olması, hatır ve himmetlerinin de yalnız Allah Teala´ya tealluk etmesidir... Çünkü mürid, tevbesi yeni olan, istikamet ve arınma yolunda uzun mesafese almamış bir insandır.
Dolayısıyla içi cennet vesvesesiyle dolduğu ve sürekli cennetteki nimetleri, giysi ve eşleri düşündüğü vakit; kalbinin zayıflığından dolayı bunların dünya hayatında varolan benzerlerini arzulamasından emin olunamaz. Çünkü bunlar, dünyada hemen ulaşılabilen nimetler iken, öbürleri çok daha uzak bir vadede kavuşulacak nimetlerdir. Nefsi de, ahiret hayatıyla ilgili olarak sürekli andığı nimet ve güzelikleri kısa vadede dünya hayatında talep etmeye başlayabilir. Ama müridin himmeti ve tasası, yalnız Allah Teala ve O´nun rızası olduğu vakit, dünya nimetleri ve şehvetlerinden daha uzak durur, nefsine ve şeytana teslim olmaz. Dünya hayatında bu şekilde davranan müridin, yakini imanı güçlenir, alışkanlığı değişir ve günahlardan korunma çabası daimi olur.
İlim ehli, şu iki kuldan hangisinin daha fazietli olduğu hususunda ihtilafa düşmüşlerdir: Kullardan biri, günahı terkedip istikamet yoluna girmiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek istediği için onunla cihad etmektedir. Diğeri de günahı terketmiş ve kendini ıslaha vermiş, ancak nefsi günaha tekrar dönmek için baskı yapmadığı için kalbinde Önceki gibi bir cihad ve mücadele yaşamamaktadır.
Bu iki kulun durumu hakkında Şam ulemasının görüşü şudur: Günahı terkettiği halde, ona dönmemek için nefsiyle mücahede eden kul, daha faziletlidir. Çünkü o, hayır younda bir mücadelede bulunmakta ve nefs mücahedesinin sevabını da almaktadır. Bu görüşe meyledenler arasında şu zatları zikredebiliriz: Ahmed b. Ebi´l-Havari ve Ebu Süleyman ed-Darani´nin arkadaşları. Basra uleması ise şöyle demişlerdir: Nefsi, yakin delillerinden birini görüp teskin olduğu ve huzur bulduğu için mücadeleden uzak kalan kul, günaha dönük arzu ve isteği kalmayan kuldur. Dolayısıyla böyle bir kul diğerinden daha faziletlidir. Bu görüşü paylaşanlar arasında, Basra ulemasının büyüklerinden biri olan Rabah b. Amr el-Kaysi´yi zikredebiliriz. O, bu mesele hakkındaki kanaatini serdettikten sonra şöyle demiştir: Bu kul gevşese dahi, selamete daha yakın olur. Öbürünün ise günaha dönmeyeceğinden emin olunamaz.
Ulema, şu iki kul hakkında da ihtilafa düşmüşlerdir: Biri, kendisinden Allah yolunda mal vermesi istendiği zaman nefsi ona karşı çıkar ve para vermek kendine ağır gelir. Ama, nefsiyle mücadele ve mücahede ederek onu alteder ve istenen malı çıkarıp verir. Diğeri ise, kendisinden istenen malı, hiçbir itirazda ve nefsiyle mücadelede bulunmaksızın tam bir teslimiyet içinden çıkarıp verir. Ulema, bu iki kuldan hangisinin daha faziletli olduğu üzerinde ihtilafa düşmüştür.
İbni Ata ve arkadaşlarının bulunduğu bir topluluk şöyle demişlerdir: Nefsiyle mücahede eden daha faziletlidir. Çünkü o, hem zorlama hem de mücahedeyi yaşadığı için iki amele birden sahip olmuş gibidir.
Cüneyd-i Bağdadi´nin (ra) de içinde bulunduğu başka bir topluluk ise, hiçbir zorlama ve itiraz olmaksızın gönüllü olarak ve teslimiyet içinde verenin daha faziletli olduğunu söylemiştir. Çünkü bu, nefsinde cömertlik ve dünyada zühd sahibi olan birinin hareketidir. Bunlar ise, birinci kulun gösterdiği zorlama ve mücahede amellerinden çok daha üstündür. Çünkü ilkinde nefsini bu şekilde ikna edip yenen kulun, başka bir defasında nefsine mağlup olmayacağından emin olunamaz. Zira onun nefsi, cömertlik makamına oturmuş değil oraya zorla oturtulmuş durumdadır. Bize göre de Cü-neyd´in (ra) bu görüşü daha sıhhatlidir.
Ebu Muhammed Sehl´e (ra) sorulmuştu: Birşeyden tevbe edip onu terkeden kimse, onu gördüğü, işittiği veya hatırına geldiği zaman zevk duyarsa durumu ne olur? Sehl şu cevabı verdi: Zevk almak, beşerin tabiatında olan bir durumdur. Her insan da bu tabiata sahiptir. Böyle bir durumda kulun, kalbiyle Rabbine serzenişte bulunarak o kötülüğü kalbiyle inkar etmesi ve nefsini de sürekli onu inkara zorlamasından başka yapacak birşeyi yoktur. Kul, Rabbine onu kendisine unutturması için dua ve niyazda bulunmaktan, O´nun zikir ve taatiyle meşgul olarak unutmaya çalışmaktan başka birşey yapamaz.
Sehl, sözüne devam ederek şöyle demiştir: Bir an için dahi onu inkarı bırakması halinde, ona teslim olmayacağından ve bu zevkin kalbine işlemeyeceğinden emin olamam. Kalpte zevk ile beraber inkar ve hüznün de bulunması, kula zarar vermez. Görüşüm budur.
Bunları şu nedenle naklediyoruz: Tevbe, şehvetin varlığının devamıyla birlikte sahih olmaz. Kul, tevbe ile beraber mücahede ve mücadeleye davet edilir. Müridlerin hali budur. Allah Teala´nm velayeti sayesinde şehvetleri kalpten silip atmak da ariflerin sıfatıdır.
Bir günaha bağlı olan ve belki ondan çok daha ağır olan başka günahlar da olabilir. Mesela o günahta devamlı olmak, onunla övünmek, ondan dolayı tevbeyi geleceğe atmak, öyle bir günahı işlemekte zafer tadı bulmak, onu yapamama durumunda üzülüp sıkılmak, yaptığında mutluluk duymak, eğer iki kişiyle yapılacak bir günahsa başka birini de ona ortak etmek ve Allah Teala´nm verdiği malı onun için harcamak, daha büyük günahlardır.
Allah Teala´nm verdiği malı, O´na isyanda harcamak, O´nun nimetine küfran ve nankörlüktür. Bu babda şöyle denilmiştir: Haram için bir dirhem harcayan müsriftir. Ayrıca, günahı küçük görmek ve onu hafife almak gibi hareketler de, günahı bizzat işlemekten daha ağır suçlardır. Veya Allah Teala´nm kendisini örteceğini düşünerek gevşemek, ya da Allah Teala´nm hilmini hafife almak da büyük günahlardır.
Bütün bunlar, ya şeytana kanarak gurura ve güvenlik duygusuna kapılmaktan veya Allah Teala´nm kusurları örtme ve ifşa etme fiillerini hakkıyla bilememekten kaynaklanır. Rivayet edilen dualarda da da bunu ima ettirecek şöyle ifadeler yerahr: Ey güzelliği izhar edip kabahati örten, günahtan dolayı hesaba çekmeyip örtüleri yırtmayan... Başka bir rivayette de şöyle denilmiştir: Her ma-siyet sahibi, Rahman´m kucağı altındadır. Ellerini onun üzerinden kaldırdığı zaman, üzerindeki örtüsü yırtılıverir.
Yukarıda anlattığımız türden aşırılıklara ilaveten, günahı açıkça işlemeyi, onunla gövde gösterisi yapmayı ve benzer hareketleri de zikredebiliriz. Bunlar da azgınlık alametleridir. Allah Resu-lü´nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Günahı açıkça işleyenler dışında herkes affedilecektir. Onlardan biri, geceleyin bir günah işler. Allah Teala da o günahı örter. Ama sabaha erdiği vakit, Allah Teala´nm örtüsünü kaldırır ve insanlara işlediği günahı anlatmaya başlar" [62]
Günah işleyerek Allah Teala´ya isyanda bulunan biri, bunu anlatmak suretiyle işlediği günahın sürdürülen bir adet haline gelmesine sebep olabilir. Böyle bir durumda, onu işleyenlerin günahları da onun aleyhine yazılır. Hatta şöyle bir söz söylenmiştir: Ne mutlu o kimseye ki, ölümüyle birlikte günahları da ölür ve kendinden sonraki günahlardan dolayı hesaba çekilmez. Başka biri de şöyle demiştir: Günahı kendinden başkasına taşmayan kişiye ne mutlu. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Günah işleme. Eğer işleyecek-sen başkasını ortak etme. Yoksa iki günah birden kazanırsın.
Allah Teala da bunu, münafıkların sıfatlarından biri olarak vazetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Münafıkların erkekleri de, kadınları da birbirlerinin benzerleridir. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar". (Tevbe/67) Bir din kardeşini, kendisiyle beraber günah işlemeye götüren biri, kötülüğü emredip iyilikten sakındıran biridir. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Kişinin, bir din kardeşinin hürmetleri arasında ihlal edebileceği en ağır hürmet; onun günah işlemesine yardım etmesi ve bunu ona basit göstermesidir. Kul, kırk yıl yaşayıp öldükten sonra günahları yüzyıl daha baki kalmaya ve bunlardan dolayı kabrinde azap görmeye devam eder. Eğer bunları takip edilen adetler haline getirmişse, onları işleyenlerin tamamı ölüp hiçkimse onları yapmaz hale gelinceye kadar azap görür. Hiçkimse bunları yapmaz olunca, azaptan kurtulur ve istirahat eder.
Denir ki: Günahların en ağırı; geçmişte yaşadığı için görmediği ve tanımadığı kimselere haksızlık eden kimsenin yaptığıdır. O, Selef-i Salih´ten olan ilim ehli ve muttaki imamlar hakkında haksız konuşmalar yaptığı zaman çok ağır bir günah işlemiş olur.
Bütün bunlar, tek bir günaha ilaveten yapılan ve bizatihi o günahın kendisinden daha ağır olan günahlara verdiğimiz örneklerdi. Allah Teala da şöyle buyurmaktadır: "Onların yaptıklarını ve bıraktıkları eserleri de yazarız". (Yasin/12) Burada ´eserler´ ile kasdedilenin, o kimselerin ölümünden sonra da izlenen hareket ve icraatları olduğu söylenmiştir. Bu meyanda Allah Resulü´nün de (sav) şu buyruğa rivayet edilmiştir: "Kim de kötü bir sünnet (=adet) koyarsa, kendinden sonra onunla amel edenlerin günahı kadar ona da günah yüklenir ve onların günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez".[63]
İbni Abbas da (ra) bu manada şöyle derdi: Kendine uyanlar karşısında vay haline alimin! Bir hata yaptığı zaman, bilahare ondan rü-cu etse dahi halk onu yüklenmiş ve bu hatayı uzak diyarlara taşımış olur. Edeb ehlinden bir zat da şöyle demiştir: Alimin kusuru, geminin delinmesine benzer. Kendisiyle beraber üzerindekiler de batar.
İsrailiyat menşeli bir haberde de şöyle denilmektedir: Bir alim, insanları bidatlarla yoldan çıkartıyordu. Bir zaman sonra tevbeye nail oldu. Allah Teala´ya dönerek ömrü boyunca kendini İslaha çalıştı. Allah Teala o alimin de mensup olduğu milletin peygamberine şöyle vahyetti: Ona de ki: Eğer günahın Benimle senin aranda kalsaydı, bu kadar tevbe ve amelden sonra onu bağışlardım. Ama senin yoldan çıkardığın ve bu yüzden ateşe soktuğum kullarımı ne yapabilirim?
Herhangi bir haramın helal görülmesi veya başka birine helal kılınmasına gelince, onun bu bahisle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü bu, doğrudan doğruya dinden çıkmak ve şeriatı değiştirmek olup Allah Teala´yı inkar etmektir. Allah Resulü de (sav) bu babda şöyle buyurmuştur: "Haramlarını helal kılan kimse, Kur´an´a iman etmiş değildir"[64]Allah Teala da kötülük yapanları cahiller olarak nitelemiş ve şöyle buyurmuştur: "Sizden kim cehalet ile kötülük yaparsa". (En´am/54); "Aksine siz, cahil bir topluluksunuz". (Neml/55); "Aksine siz, müsrif bir topluluksunuz". (A´raf/81)
Denir ki: Üç amel için Arş sarsılır ve Rab Teala gazaplanır: Haksız yere cana kıyma; Erkek erkeğe münasebet kurma; Kadın kadına münasebet kurma. Başka bir rivayette de şöyle denilmektedir: Livata yapan, denizler dolusu suyla bile gusletse, tevbe dışında temizlenemez. Masiyetin en hafifinde dahi, taattan mahrumiyet, hizmet-i diniyyenin tadını kaybetme ve Mevla´nın gazabı varken böyle bir suçun karşılığı, elbette cezaların en ağırı olacaktır.
Nitekim Vüheyb b. el-Verd´e ´Ma´siyet sahibi kişi, Allah Teala´ya taatm tadını alabilir mi?´ diye sorulmuştu. ´Hayır, hatta ma´siyete niyetlenen bile alamaz´ cevabını verdi. Allah Teala da Yahya Peygamberi (as) aynı sebeple ´Seyyid´ olarak isimlendirmiştir. Çünkü o, hiçbir ma´siyete niyetlenmemiş bir insandı. Ma´siyete niyetlenmemek büyüklük ve şan işareti olmuş ve günaha niyetlenmeyen kimseler ´seyyid´ olarak anılır olmuştur.
Allah Resulü´nden (sav) şu hadis rivayet edilmiştir: "Kim şöhret elbisesi giyerse -başka bir lafızda ´Kim övünçle yanlarına bakarsa´-böbürlenmiş olur ve sevilen bir kulu dahi olsa Allah Teala kendisinden yüz çevirir". Allah Teala´nın emrine muhalefette, yalnızlık, uzaklaşma ve amellerden kopma vardır. Bu manada Adem Peygamberle (as) ilgili olarak şu haber nakledilir: "Adem (as) yasak ağaçtan yediği zaman, üstündeki hülleler uçuştu ve avret mahalli ortaya çıktı. Taç ve alnındaki çiçek demeti ise, onun yüzüne bakmaktan haya ettikleri için başından ayrılıp gidemediler. Bunun üzerine Cebrail (as) gelerek başındaki tacı aldı. Mikail de (as) alnındaki çiçek demetini çözdü. Daha sonra Adem (as) ve eşine Arş´ın üstünden şöyle nida edildi: Benim komşuluğumdan uzaklasın. Bana isyan edenler, Bana komşuluk edemezler. Bunun üzerine Adem Peygamber ağlayarak eşi Havva´ya döndü ve şöyle dedi: İşlenen ilk günahın çirkinliği, bizi Habib Teala´nın komşuluğundan uzaklaştırdı".
Başka bir hadiste ise Süleyman Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise nakledilmişti: "O, evinde tapılan bir heykel bulunmasından dolayı işlediği suçtan ötürü kırk gün boyunca cezalandırılmıştı. Bir kadın ondan, hasmı karşısında babası lehinde hüküm verip vermeyeceğini sorduğunda, ona ´Evet´ demiş, ancak o istikamette hüküm vermemişti. Denilir ki: Süleyman da (as) kadının konumundan ötürü babası lehinde hüküm vermek istemişti. Bunun üzerine krallığı kırk gün boyunca elinden alındı. O da şaşkın bir halde sarayından kaçtı. Avuçlarını açıp dileniyor, ama kendisine yemek verilmiyordu. İnsanlara ´Ben Süleyman b. Davud´um, bana yiyecek verin´ dediği zaman, kafasına gözüne vurup dövüyorlardı. Bir defasında bir evden yemek istemiş ve kovulmuştu. Bir kadın da yüzüne tükürmüştü.
Başka bir rivayette ise şu hadise nakledilir: Yaşlı bir kadın içi idrar-dolu bir tencereyi ona göstermiş ve kafasından aşağı dökmüştü. Sonunda balığın karnındaki yüzük kendisi için çıkandı ve kırk gün sonra yüzüğünü tekrar taktı.
Bu kırk gün, onun cezalandırılma günleriydi. Bunun ardından kuşlar gelip üstünde kanat çırpmaya başladılar. Sonra cinler, şeytanlar ve vahşi hayvanlar çevresine toplandılar. Balıkçılar da onu tanıdıkları zaman önünde saygıyla eğildiler ve kendisini kovmaları ve dövmeleri yüzünden Özür dilediler. O da onlara şöyle dedi: Sizi, geçmişte bana yaptıklarınızdan dolayı kınamadığım gibi, şimdi yaptıklarınız için de övmüyorum. Bütün bunlar semadan gelen bir emrin neticesiydi ve öyle olması gerekiyordu. Bir defasında da rüzgarlar kendisini ordusuyla beraber havada taşıyorken giyindiği yeni gömleğe bakmış ve içinde övünç hissi doğmuştu. Rüzgar onu hemen yere indirdi. Süleyman (as) ´Sana emretmediğim halde neden böyle yaptın?´ diye sordu. Bunun üzerine rüzgar şu cevabı verdi: Biz sana, sen Allah´a itaat ettiğin sürece itaat ederiz".
Ulemadan bir zat da bu manada şöyle demiştir: Allah Teala´dan korkan kişi, O´ndan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah´tan başkasından korkana gelince, Allah onu herşeyden korkutur. Yine aynı manada şöyle denilmiştir: Kim Allah´a itaat ederse, Allah herşeyi onun emri altına verir. Kim de O´ndan başkasına itaat ederse, onu herşeyin emri altına verir veya herşeyi ona musallat eder.
Ma´siyette ısrar ve devamlılığın hiçbir kötülüğü olmamış olsa bile, kula isabet eden herşey onun için ceza olur. Eğer maddi durumu iyi ise, bundan dolayı cezalandırılır ve azaba yavaş yavaş yaklaş tırılmaktan emin olamaz. Eğer durumu sıkışık ise, bu da onun için bir ceza mesabesinde olur. Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurduğu bildirilir: "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir"[65]Denildi ki: Haramdan rızıklan-mak, salih amellere muvaffakiyetin azlığından dır. Ibni Mesud da (ra) şöyle derdi: Zannederim ki kul, işlediği günahlar yüzünden ilmini unutur.
Tevbenin bereketi, ilim ve taat üzere istikamette bulunmak sayesinde kula isabet eden herşey de onun için hayır ve iyiliktir. Eğer hali vakti yerinde ise, bu halini Allah Teala´dan bir şefkat ve lütuf olarak görebilir. Eğer durumu sıkışık ise, bu da Allah´tan gelen bir imtihan ve sınamadır. Bunda da, imtihanın tadını ve Allah Tea-la´nm yolunda olduğunu bilmenin zevkini tadar. Çünkü bu hal ona, Rabbine itaat üzere iken isabet etmiştir.
İnsanların kötülüğünden ve onlarla içice olmasından dolayı onlarla beraber ma´siyet işlemesi veya onlara karşı günah işlemesi, en büyük günahlardandır. Kul hakkından doğan günahlar, genellikle dünya işleri ve dinle ilgili hususlardan kaynaklanır. Dünya hayatında tanıdıkları az olan kimsenin, bu türden günahları da az olur.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demiştir: Lanet, yüzdeki karalık veya mal bakımından eksiklik değildir. Hakiki lanet, bir günahtan kurtulup onun benzerine veya daha beterine düşmektir. Lanet, kovulma ve uzaklaşmadır. Taat-ı İlahi´den kovulan biri, O´na yakınlaştıracak ibadet vesilelerine yaklaştınlmayıp bunlara muvaffak kılmmayarak lanetlenmiş olur.
Yukarıda naklettiğimiz "Kul, işlediği günahtan dolayı rızkından mahrum edilir" hadisine benzer bir manada şöyle denilmiştir: Bu, ma´siyete düşmesinden dolayı helal rızıktan mahrum edilmesi ve ona muvaffak kılınmam asıdır. Başka bir vesilede de şöyle denilmiştir: Bu, ulema meclisine katılmaktan mahrum edilmesi ve kalbinin hayır ehlinin arkadaşlığına ısmdırılmamasıdır.
Başka biri de şöyle demiştir: Böyle birine salihler ve Marifetul-lah ehli kızar ve kendisinden yüz çevirirler. Bir diğeri de şöyle demiştir: Bu, o kimsenin amelini İslah edecek ilimden mahrum edilmesi suretiyle amelini cehalet üzere yapmasını sağlamak içindir. Daima şehvetler üzerinde olduğu için, şüpheli hususlar da kendisine açıklanmaz. Aksine açık olan hususlar da onun için muğlak hale getirilir ve ne yapacağını şaşırıp kalır. Allah Teala tarafından da doğru ve hayırlı olana ulaştırılmaz
Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle derdi: Zamanın değişmesi ve din kardeşlerinin senden uzakaşması gibi yadırgadığın şeyler, aslında işlediğin günahların sana bıraktıkları mirasın neticesidir. Denir ki: ´Tamamını hıfzettikten sonra Kur´an´ı unutmasından dolayı kula verilecek cezaların en ağın, tilavetten men´i ve okurken yüreğinin daralması, bu suçta ısrarının cezası da onun zıddı olan şeylerle meşgul olarak ona vakit ayırmamasıdır.
Şamlı sufilerden biri şunu nakleder: Çok güzel yüzlü bir hıristi-yan delikanlısı gördüm. Durup ona bakmaya başladım. O esnada İbmı´-Cela ed-Dimeşki yanıma geldi ve elimden tutarak beni çekti. Utanmıştım. Kendisine şöyle dedim: Ey Eba Abdullah, Allah´ı tenzih ederim bu delikanlının suretinin güzelliğine şaşırdım Bu mükemmel yapı, nasıl olur da ateşte yakılmak için yaratılmış olur? Elimi hafifçe sıkarak şöyle dedi: Bunun cezasını göreceksin. Gerçekten de tam otuz yıl sonra bundan dolayı cezamı çektim. Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Günahımın cezasının, eşeğimin davranışlarının kötülüğünde gördüm. Başka biri de şunu söylemiştir: Evimin yanmasını dahi günahımın cezası olarak görürüm.
Mansur el-Fakih´den şunu naklederler: Ebu Abdullah es-Süke-ri´yi rüyamda gördüm ve ´Allah Teala sana ne yaptı?´ diye sordum. ´Rabbim beni huzurunda ter içinde durdurdu, öyle ki yanağım yere yapıştı´ dedi. Ben de, ´Neden?´ diye sordum. Bana şöyle dedi: Genç bir köleye önden ve arkadan bakmıştım.
Cezanın konusu, şiddet ve meşakkat olur. Her kula verilen ceza da, ona ağır gelen şeye göre olur. Mesela dünya düşkünleri; dünyevi rızık ve kazançlardan mahrum edilmekle, malları telef edilmekle cezalandırılırlar. Ahiret ehli ise, ahiret azığı olan salih amellere muvaffak kıhnmamakla ve sadık ilimlerin kapılarının kendilerine açılmamasıyla cezalandırılırlar. Muhakkak ki bu, izzet ve ilim sahibi olan Allah´ın takdiridir.
Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: îhtilam, bir cezadır. Yine o, şunu derdi: Cemaat ile namazı kaçırmak, ancak işlenen bir günah sebebiyledir.
Cezaların incelikleri, derecelerin yüksekliğine göre değişir. Hadisler arasında şöyle bir rivayet bulunur: "Yaşadığınız devirle ilgili yadırgadıklarınız, değiştirdiğiniz amellerinizden dolayıdır". Kud-si bir hadiste de Allah Teala´nm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Şehvetini Bana itaata tercih eden kula verdiğim cezanın en hafifi, onu Bana münacaat etmenin lezzetinden mahrum etmenidir". Mesela bu ceza, muamele ehlinin cezasıdır.
Eğer ma´siyetin işlenmesiyle birlikte kalbin değişmesi zahiren görülseydi, kulun yüzü simsiyah kesilirdi. Ama Allah Teala, hilmi-nin genişliği ve kullarının kusurlarım gizlemesi sebebiyle, kalpteki etkisine rağmen onu gizlemiş ve kulun içine gömmüştür. Ma´si-yetten dolayı ortaya çıkan değişikliklerin bariz olanları; kalbin perdelenmesi, zikre karşı katılaşması, hayır ve iyiliğe karşı isteksiz olması ve hayırda yarışma noktasında çekimser kalmasıdır. Bunlar da, kalp ehli için düşünülebilecek en ağır cezalardır.
Denir ki: Kul, günah işlediği zaman kalbi bir anda zulmetle dolar ve kalbe zulmetten bir duman çöker. Çöken bu duman, kulun kötülük geldiği zaman hüzün duyan yeri olan iman noktası tarafından görülür. Ancak duman, onun önünde ilim ve beyana karşı bir perde olur. Tıpkı bulutların güneşi perdelediği gibi imam perdeler. Bu durumda güneş görülemez. Aynı şekilde o duman da kul için, halka karşı nefsinin önünde bir perde gibi durur. Ama tevbe edip halini düzelttiği zaman bu perde kalkarak iman ortaya çıkar ve ilmin gereğini emretmeye başlar. Tıpkı bulutların arasından sıyrılan bir güneş gibi.
Allah Teala da bu manada şöyle buyurmuştur: "Hayır, hayır, aksine onların kazandıkları sebebiyle kalplerinin üzerine pas bağlamıştır". (Mutaffıfın/14) Ayetin tefsirinde, kazanılan şeylerle günah üstüne günah işleyerek kalbin tamamen kararmasının murad edildiği söylenmiştir. Bu. durumda imanın üstünde bir perde olur ve iman, maruf olanı tanımadığı gibi, münker olanı da inkar edemez. Bu hal devam edip tamamen karardığı zaman, kalp altüst olur. İşte o andan sonra nifak hakim olarak süratle kalbe nüfuz eder. Kalp de nifak ile huzur bulur. Bu durum ise, Allah Teala o kalbe bakın-caya ve lütfuyla ona eğilinceye kadar aynen devam eder.
Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Kul ile Rabbi arasında günahlar bakımından bilinen bir sınır vardır. Kul bu sınıra ulaştığı zaman, Allah Teala onun kalbini mühürler ve o andan sonra kendisini asla hayra muvaffak kılmaz.
İbni Ömer´in (ra) hadisinde de şu ifade geçmektedir: "Mühür, Arş´m direği üzerinde asılıdır. Yasaklar çiğnenip haramlar mubah kılındığı zaman Allah Teala mührü gönderir ve kalpleri içindekilerle birlikte mühürletir". Mücahid´in naklettiği hadiste ise şöyle buy-rulmaktadır: "Kalp, açık avuç gibidir. İşlenen her günahta bir parmak bükülüp kapanır. Sonunda bütün parmaklar kapandığında kalp mühürlenmiş olur. Bu da kilittir".
Denir ki: Her günahın kalp üzerinde biten bir bitkisi vardır. Günahlar çoğaldığı zaman, bitkiler de meyvanm çevresindeki kapçıklar gibi kalbin çevresini kuşatır ve kalbe katılırlar ki bu da kabuktur. Denir ki: Günah, Allah Teala´nm zikrettiği örtülerden bir örtü olup kalbin işitmesini ve anlamasını engeller.
Bu taifeden bir zat, bana Ebu Amr b. Ulvan´dan uzun bir kıssa içinde şunu nakletmişti: Birgün namaz kılıyorken kalbim bir hava ile mahmurlaştı. Bunun üzerinde uzun müddet düşündüğümde içime erkeğe karşı şehvet hissi doğdu. O an yere düştüm ve bedenim bir anda karardı. Üç gün boyunca evimde üstümü örterek yattım ve dışarı çıkmadım. Banyoda türlü sabunlar ve renkli temizleyiciler ile yıkamama rağmen cildimin siyahlığı gün geçtikçe artıyordu. Üç gün sonra bu kararma kayboldu ve tenim eskisi gibi beyaza döndü.
Daha sonra Ebu Kasım el-Cüneyd´le (ra) karşılaştım. Bana adam göndermiş ve Rakka´dan çağırtmıştı. Meclisine vardığımda şöyle dedi: Rabbinin huzurunda kıyam ederken, nefsine kanarak bir şehvete kapılmaktan utanmadın mı? Sonra birden karanverdin de, huzur-u ilahiyi terkettin. Eğer senin için Allah Teala´ya dua etmemiş ve o fikrinden dolayı senin namına tevbeler etmemiş olsaydım, Allah Teala´nm huzuruna o siyahlıkla çıkacaktın.
Cüneyd´in, kendisi Bağdat´ta ben Rakka´da iken başımdan geçen ve Allah´dan başkasının muttali olmadığı şeyleri olduğu gibi bilmesine çok şaşmıştım. Bu hadiseleri ulemadan bir zata anlattığımda bana şöyle dedi: Bu, Allah Teala´dan bir lütuf ve seçmedir. Çünkü kalbini karartmayıp sadece bedenini karartmıştır. Eğer bu günahı kalbine gömseydi, o zaman kalbini mutlaka helak ederdi.
Sufî, bunları naklettikten sonra şöyle dedi: Bir günah işleyip bunda ısrar etmeyen hiçbir kul yoktur ki, İbni Ulvan´m bedeninin kararması gibi, kalbi kararmasın. Bu kararmadan sonra kalbi parlatacak olan tek şey, tevbedir. Ama her kula, İbni Ulvan´a yapılanlar yapılmaz. Çoğu insan, kendisine Cüneyd gibi şefkat gösterecek birisini de bulamaz.
Allah Teala´nm affetmesi dışında, her günahın belli bir cezası vardır. Ceza, günahın ağırlığına göre değildir. Kul, cezanın nasıl ve nereden geleceğini de bilemez. Cezalandırma keyfiyeti, Rab Teala tarafından sabık ilimle takdir edilmiş bir iradenin neticesi olarak ortaya çıkar. Ceza, kalpte de tezahür edebilir. Bu, kalp hastalıklarmdandır. Ceza bedende tezahür edebilir. Bu da, mal veya canın telefi şeklinde olur.
Bunlara ilaveten, mevkiini kaybetme, İsam ulemasının ve müminlerin gözündeki yerinden düşme şeklinde de olabilir. Tabii, ahi-rete tecil edilmiş de olabilir ki bu, cezaların en ağırıdır. Bu tür cezalar; insanı helak eden büyük günahlardan hayatta iken tevbe edilmeyenler, günahta ısrar edenler ve meydan okuyarak günah işleyen zorbalar için geçerlidir. Cezalar, dünyada olduğu zaman dünya hayatının basitliğine göre basit olurken, ahirete tecil edildikleri zaman, oranın şiddetiyle mütenasip olarak çok ağır olurlar.
Allah Resulü fsav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Allah Teala bir kulu için hayır dilediği zaman günahının cezasını hemen verir. Bir kulu için şer dilediğinde ise, cezasını çekmesi için ahirete erteler". Bil ki, dünya hayatında kaybedilen fırsatlar için gamlanmak ve onun için hırslanarak koşturmak, Allah Teala´nm kullarına verdiği cezalardandır. Kendisini dininden eden hususlara aldırmayarak kazandığı dünyalıkla sevinip mutlu olmak da Allah Te-ala´nm cez alarmdandır.
Günah işlemeye zemin hazırladıkları takdirde, servetin genişlemesi ve imkanların çoğalması da kula verilen cezalardandır. Bir günahın cezası, yine onun gibi veya ondan daha ağır bir günah olabilir. Buna mukabil bir ibadetin sevabı da, onun gibi veya ondan daha faziletli bir ibadet olabilir. Allah Teala´nm "Sevdiğiniz şeyleri size gösterdikten sonra isyan ettiniz" fAl-i İmran/152) buyruğunun tefsirlerinden birinde de bu manaya işaret edilerek, ´sevilen şeylerden´ maksadın rahatlık ve zenginlik olduğu söylenmiştir. Fakirlik ve hastalık da, günahtan korunmak için vesile kılındıkları zaman Allah Teala´dan bir rahmet olarak görülmelidirler. Günaha zemin hazırladıkladıklarında, ma´siyetlerin anası olurlar.
Hilm, cezayı kaldırmayıp sadece tehir ettirir. Halim olan Allah Teala da, cezayı hemen çektirmeyip bir süre sonrasına bırakabilir. O´nun "Böylece ne zaman ki yapılan ihtarı unuttular, üzerlerine herşeyin kapılarını (ruhsatlan) açıverdik. Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam sevindikleri sırada, kendilerini ansızın yakalayıverdik" (En´am/44) buyruğunun tefsirinde şöyle denilmiştir: ´Hemen´ diye ifade edilen süre, altmış yıldır.
Allah Resulü de (sav) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Öyle günahlar vardır ki, onların tek kefaret yolu, geçim için tasalanmaktır". Hadisin başka bir lafzında ise, ´Ancak tasalar ve hüzünler kefaret olur1 ifadesi yer almaktadır. Fakirler açısından, mubah kılınan dünyevi ihtiyaçları için kaygılanıp çabalamak da günahların kefaretinden sayılır. Müminler için, ahiret azıklarını kaçırarak bu tür geçim yollarına düşmek, derecelerde alçalmadır. Dünya arzusu ve dünyalık hırsıyla tasalanmak ise, kula verilen cezalardandır.
Selef-i Salih´ten bir zat şöyle dedi: Dünya sevgimin mağfiret edilmemesi benim için günah olarak yeter. Başka biri de şöyle demiştir: Kulun günahı olmasa da, ahiret nasibini kazanacağı ve onun için azık hazırlayacağı halleri kaçırarak dünya gailesiyle uğraşması ona yeter.
Aişe´den (ra) rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Kulun günahları arttığı zaman, eğer onlara kefaret olacak amelleri yoksa, Allah Teala kendisini tasa ve kaygılara boğar. Onun kefareti de bunlar olur". Denir ki: Kulun kalbine doğan ve sebebini bilemediği kaygılar, işlediği suçların kefaretleridir. Denir ki: Kaygı, bedenin işlediği kusur ve kabahatleri muhasebe ettiği anda aklın çektiği üzüntüdür. Akıl, bu tasadan kurtulamaz ve kul, sebebini bilmediği halde kaygı ve tasa içinde kalır.
Yakub Peygamberle (as) ilgili olarak şu hadise anlatılmıştır: ´Allah Teala ona vahyederek şöyle buyurmuştu: Eğer ilm-i sabıkımda sana karşı inayetim yazılı olmamış olsaydı, Zatımı sana karşı cimrilerin cimrisi kılardım. Bu da senin devamlı ve ısrarlı olarak Ben´den niyaz ve dilekte bulunman ve icabetinin tehiri sebebiyle olurdu. Ama sana karşı inayetimden dolayı Zatımı, sanin için merhamet edenlerin en merhametlisi, hükmedenlerin en hakimi kıldım. Senin için katımda öyle bir makam vardır ki, ona ilminle değil Yusuf için duyduğun hüzünle nail olmuşsundur. Ben de seni o makama yükseltmeyi murad ettim´.
Benzer bir rivayette ise şu hadise nakledilmektedir: "Yusuf (as) hapiste yanma gelen Cebrail´e (as) şöyle dedi: Mahzun ihtiyar nasıl? Cebrail (as) şöyle dedi: Senin için, sevdiğini kaybeden yüz kişinin hüznü kadar hüzün dolu. Bunun üzerine Yusuf (as), ´Peki Allah katında onun için nasıl bir ecir var?´ diye sordu. O da, Tüz şehidin-ki kadar ecir var dedi.
Selef-i Salih´ten bir zattan şu söz rivayet edilmiştir: ´Günah işleyen hiçbir kul yoktur ki, altındaki toprak onu kendine gömmek, üstündeki gök de üzerine çökmek için izin istemiş olmasın. Allah Teala o ikisine şöyle buyurur: Kuluma dokunmayın. Ona süre tanıyın. Onu, siz yaratmadınız. Eğer siz yaratmış olsaydınız, merhamet gösterirdiniz. Umulur ki, Bana tevbe eder de kendisine mağfiret ederim. Kötü işini salih bir amelle değiştirir de Ben de onun günahlarım hasenata çeviririm.
Bu söz, Allah Teala´nm şu buyruğuyla aynı manaya gelmektedir: "Doğrusu gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye Allah tutuyor. Andolsun zeval buluverirlerse onları O´ndan sonra kimse tutamaz. Gerçekten de O, Halim´dir, Gafur´dur". (Fatır/41) Ayetin tefsirinde de beyan edildiği üzere, göklerin ve yerin zevali, kulların günahlarından dolayı olacaktır. Allah Teala ise, onların günahlarına karşı Halım, kötülükleri için de mağfiret edici olduğu için gökleri ve yeri sıkıca tutar.
Ayetin tefsiriyle ilgili şöyle bir rivayet mevcuttur: Allah Teala kulların günah ve ma´siyetlerine baktığı zaman gazaplamr. Bunun üzerine yer şiddetle sarsılıp gök titremeye başlar. Gök melekleri yere inerek, yeryüzünün iki tarafını tutarken, yer melekleri de göğe yükselerek onun çevresini tutar ve Allah Teala´nm gazabı geçinceye kadar İhlas suresini okurlar. İşte Fatır süresindeki ayetin tefsiri budur.
Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Yeryüzünde çanlar çalındığı ve cahiliyye adetleriyle dua edildiği zaman Allah Teala´nm gazabı artar. Ancak hocaya giden sabi çocukları, mescidleri dolduran müslüm anları, -Allah için sevişen, O´nun için ziyaretle şenleri görüp müezzinlerin seslerim işitince- hilm ile dolar ve mağfirette bulunur. Bu da, "Gerçekten de O, Halim´dir, Gafur´dur" ibaresinin tefsiridir´.
Kul, işlediği bir günahın ardından tevbe etmeksizin başka bir günah daha işlerse, onun helak olmasından korkulur. Çünkü bu, günahlarda ısrar edenlerin halidir. Böyle yapan kul, Rabbine rücu ederek tevbe etmediği için O´ndan ayrılarak bedbaht olmayı seçmiş demektir. O, artık hevası üzere" nefsiyle beraber kalan biridir. Bu
da, Allah Teala´dan uzaklık makamları arasında öfke (—makfc) makamı olarak bilinen makamdır.
Kulun yapacağı en hayırlı iş, nefsin arzularını ve onun için en tatlı olan hevayı kesmektir. Çünkü nefsani arzuların başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Eğer bu arzulara gem vuramazsa, o kul için bu gidişinin sonu olmaz. Kul, sürekli taat ve ibadete alışır ve ibadetin tadını alırsa, nefsin arzularına karşı kendini oyalamış ve korumuş olur. Ya da nefsine karşı sabır ve cihad yoluna girer. Bu da sadık müridlerin yoludur.
Allah Teala´nm "Allah´dan yardım isteyin ve sabredin" (A´raf/128) buyruğu hakkında şöyle denilmiştir: Yani ibadet için Allah Teala´nm yardımını isterken, günahlara karşı yaptığınız müca-hedede sabırlı olun. Ali de (kv) şöyle demiştir: İyi amellerin tamamı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın y^amnda muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak ise, Allah yolunda cihadın yanında muazzam bir denizin yanındaki tükürük mesabesindedir. Allah yolunda cihad ise, nevasına karşı ve kötülüklerden sakınma noktasında nefs ile mücahedenin yanında, muazzam bir denizin yanındaki tükürük gibidir. Onun bu sözü, Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinin açıklaması gibidir: "Küçük cihaddan büyük cihada yani mücahede-i nefse döndünüz".
Sehl b. Abdullah şöyle derdi: Sabır, sıdkın tasdikidir. Taat makamlarının en faziletlisi, önce ma´siyet karşısında, ardından taatta sabırlı olmaktır.
İsrailiyat kaynaklı bir haberde şu hadise nakledilmiştir: ´Adamın biri, başka bir beldeden bir kadınla nikahlanmış ve kölesini göndererek onu yanına getirtmek istemişti. Kadın, yolda iken adamı arzulamış ve onu elde etmek istemişti. Fakat köle, nefsiyle ve onunla mücahede ederek Allah´a sığınmış ve kendini korumuştu. Bunun üzerine Allah Teala o köleye vahiy göndermiş ve onu İsrai-loğullarmm peygamberlerinden biri yapmıştı´.
Musa Peygamberle (as) ilgili kıssalardan birinde de şöyle bir hadise anlatılmıştır: ´O, Hızır´a (as) ´Allah Teala neyin sayesinde seni gayb ilmine muttali kıldı?´ diye sormuştu. O da, ´Masiyetleri Allah Teaîa´nm yolu için terketmem sayesinde´ demişti´.
Allah Teala´nm kullarına olan mükafaatı da, kulun yaptığı amele göre olmayıp O´nun bağışının sınırsızlığına göre olur. Kul, Allah Teala´nm rızasını umarak bir amel yaptığı zaman, kendisine hesapsız ecir verir.
Kul, bir günahı adet ve alışkanlık edinerek, ondan tevbe etmesinin güçleşmesine izin vermemelidir.
Adet, Allah Teala´nm emri altındaki askerlerden biridir. Eğer âdet ve alışkanlık olmasaydı, kulların tamamı tevbekâr olurdu. Eğer günahlarla sınama olmasaydı, o zaman da tevbe edenlerin tamamı istikamet üzere olurlardı. Kul, alıştığı bir âdeti bırakmak için gayret sarfetmeli ve eğer onunla sınanıyorsa, hevaya karşı nefsiyle mücahedede sabırlı olmalıdır. Bunlar, müridler için olabilecek en hayırlı ve en temiz hasletlerdir. Bu hasletlere sahip olan kulun nefsi; tatmin bularak rüşde erer ve kötülüğü emretme sıfatından tamamen ayrılarak iman ahlakı ile mutmain olma sıfatını haiz hale gelir.
Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğundan çıkarılan manalardan biri de bu istikamettedir: "Amellerin en faziletlisi, nefsleri yapmaya zorladıklarınız dır". Çünkü nefs, tabiatı gereği heva ve arzuların hilafına olan amellerden hoşlanmaz. O, hakkın zıddıdır. Allah Teala ise, hakkı sever. Nefsi, heva ve arzuların hilafına zorlayan ve hakka çağıran kişi, Allah Teala tarafından da sevilir. Çünkü hakkı sevmek, amellerin en faziletlilerindendir. Allah Teala da bu meyan-da "Tartı o gün, haktır" (A´raf/8) buyurmuştur. Hakkı ve sabrı tavsiye edenler, hüsran ehlinden de istisna edilmişlerdir. Bu, Yakin derecelerinin ilkidir.
İbret ehlinden bir zat şunu nakletti: Çamurun kenarında yürüyordu. Çamura düşme endişesiyle korunuyor ve elbisesinin eteklerini yukarı doğru çekiyordu. Bir ara nasıl olduğunu bilemeden çamura kaydı. Ayakları çamura tamamen batmıştı. Sonra sokakta yürümeye başladı. Bir yandan da ağlıyordu. Kendisine ´Seni ağlatan nedir?´ diye sorduklarında şöyle dedi: Benim halim, günahlardan sakınan ve kendini korumaya çalışan şu adamın haline benziyor: O, böyle bir gayret içindeyken bir günaha, ardından ikincisine düştüğü zaman, bir de bakar ki günahlar ağzına kadar dolu bir havuza dönüşmüş´.
Kula düşen, her an meydana gelebilecek olan gafletten dolayı tevbe etmesidir. Kul, bunu bildiği zaman tevbesi kesintisiz olur ve her zaman tevbe eder. Allah Teala, dünyadaki gaflet ehlini, ahiret-te hüsran ehli kılmıştır. Bir sözcünün ağzından "İşte onlar gafîler-dir" (Nahl/108) buyurduğu kimseler, elbetteki ahirette de "Onlar hüsrana uğrayanlardır" (Bakara/27) buyurduğu kimseler olacaktır.
Ama şunu