hafizvuslat
Tue 3 November 2009, 02:21 pm GMT +0200
9-TÖVBE SURESİ
Tövbe sûre'i celilesi, Hz. Peygamber'in hicretinin dokuzuncu senesi başlarında nazil olmuş olan en son bir sûredir. Yüz yirmi dokuz âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Bu mübarek sûrenin birçok ismi vardır. Bu cümleden olarak bu sürede müminlerin tövbe etmeleri emir ve tavsiye buyurulduğu için buna "Tövbe Sûresi" denilmiştir. Bu kutsî sûredeki bir kısım âyetler, münafıkların pek kötü hallerini açıklayıp teshir etmekte olduğu için buna" Fazîha Sûresi" adı da verilmiştir. Ve yine bir kısım âyetleri de kâfir ve münafıkların nekadar acıklı azaplara uğrayacaklarını ihtar buyurduğu için buna "Azap Sûresi" adı da verilmiştir. Ve bu sûre'i celiledeki yine diğer bir kısım âyetler de ehli imânın küfr ve nifak sahiplerinden uzak durmalarını, onlardan alâkalarını kesmelerini emir ve tebliğ buyurmakta olduğu için "Beraat Sûresi" adına sahip bulunmuştur. "Tövbe Sûresi "n.i'.n evvelinde besmele-i şerife yoktur. Bu hususta deniliyor ki: Rasûlü Ekrem Efendimiz, mazhar olduğu ilâhî vahye dayanarak "Enfal sûresinin ardından, tövbe sûresinin besmelesiz olarak yazılmasını emretmiştir." İbni Abbas Hazretlerinin sorusuna cevap olarak İmamı Ali -Radiyallahu Anhuma- demiştir ki: Besmele-i şerife bir güvencedir. Tövbe sûresi ise cihada ve uygulanmayan antlaşmaları feshe dair âyetleri kapsamaktadır. Bunlarda ise güvence yoktur. Binaenaleyh bu sûrenin evvelinde güvence mânâsı içermiş olan besmele-i şerifenin yazılmaması emir olunmuştur. Bununla beraber eshab-ı kiramdan bazıları, Enfal sûresi ile Tövbe sûresinin bir tek sû re-i celileden ibaret olduğu görüşündedirler. Çünki bunlardaki âyetlerin çoğu cihad ve antlaşma hakkında nazil olmuştur. Bu itibarla aralarında bir birlik vardır.
1. Bu, bir ayrılık ihtarıdır!. Allah T e âlâ ile Rasûlü tarafından kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
1. Bu mübarek âyetler, verdikleri sözlerinde durmayan müşrikler ile yapılmış olan antlaşmaların feshini tebliğ etmektedir ve kendilerine dört ay müsaade verilen o dinsizlerin zarar ve ziyanda olacakları kendilerine ihtar buyurulmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Biliniz ki: (Bu bir ayrılık ihtarıdır.) Müslümanlar ile siyasî alâkalarının kesildiğine dair bir beyannamedir. (Allah Teâlâ İle Resulü tarafından kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere) Yani: Ey müslümanlar!. Allah Teâlâ'nın ve Resulünün izin ve müsaadesiyle yapmış olduğunuz o anlaşmaları yine Cenâb-ı Hak'kın ve Yüce Peygamberinin emir ve tebliğiyle fesh ediniz. Çünki o müşrikler, yapılmış olan antlaşmaların hükümlerine aykırı hareketlerde bulunmaktadırlar.
§ Beraat, lügatte herhangi bir fenalıktan uzaklaşmak, beri olmak, kurtulmak demektir. Meselâ: Bir borçtan, bir sorumluluktan kurtulmak bir beraattir, bir işten alâkayı kesmek de bir beraattir. Siyaset bakımından da iki zümre arasındaki emniyetin, korunmuşluğun, sulh ve barışın kesilip bertaraf edilmesi de bir beraatten ibarettir.
§ Vaktiyle müşrikler ile antlaşma yapılmasına Allah tarafından müsaade edilmişti. Bunun üzerine müslümanlar Rasülü Ekrem ile beraber Müşrikler ile antlaşma yapmışlardı. Daha sonra "Beni Damre" ile "Beni Kinane "den başka müşrikler sözlerinde durmadılar, antlaşma hükümlerine muhalefete başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlar ile olan antlaşmalara son verilmesini ve antlaşmalarına riayet etmeyen müşriklerden müslümanların sakınmalarını emir buyurdu. Maamafih bazı antlaşmalarda zaten geçici bir zaman için yapılmıştı. O zaman nihayet bulunca artık antlaşma hükmü kalmamış bulunacaktı.
2. Artık -ey müşrikler!.- Siz yeryüzünde dört ay dolaşınız ve biliniz ki, siz şüphe yok. Allah Teâlâ'yı âciz bırakacak değilsinizdir ve muhakkak ki. Allah Teâlâ kâfirleri zelil kılıcıdır.
2. (Artık) Ey müşrikler!. (Siz yeryüzünde dört ay dolaşınız) bu müddet içinde size taarruz olunmayacaktır. Fakat o müddetten sonra size güven yoktur. Bu müddetin başlangıcı, Hacci Ekber gününden ibarettir. Son bulması da Rebiülâhır ayının onuna rastlamaktadır. Bu müddete "haram aylar" denilmiştir. Çünki bu müddet içinde savaşmak haram bulunmuştur. Bu müddet Zilhicce'nin son yirmi günü ile Muharrem, Sefer Reblülevvel aylarından ve Rebiülâhırın ilk on gününden ibarettir. Bu hususta başka görüşlerde vardır. (Ve) Ey Müşrikler!. (Biliniz ki, siz) herhangi bir çareye baş vursanız ve nerelere kaçıp durmak isteseniz (şüphe yoH ki. Allah Teâlâ'yı âciz bırakacak değilsinizdir.) Cenâb-ı Hak'kın kudret elinden yakanızı kurtaramazsınız. (Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ kâfirleri) dünyada öldürülmek, esaret ile, ahirette de pek acıklı azap ile (zelîl kılıcıdır) siz küfrünüzden dolayı böyle cezalara elbette kavuşacaksınızdır.
3. Ve Allah Teâlâ ile Resulü tarafından haccı ekber günü insanlara bir ilândır ki. Allah Teâlâ da Resulü de şüphe yok, müşriklerden uzaktır. Artık tövbe ederseniz o sizin için hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, siz Allah Teâlâ'yı elbette âciz bırakacak değilsinizdir. Ve kâfir olanları acıklı bir azap ile müjdele!.
3. Şu âyeti kerime müşrikleri tehdit ve onları tövbeye özendirmekte ve teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Allah Teâlâ ile Resulü tarafından Haccı Ekber günü) yani: Kurban Bayramının birinci günü, o hac farizesinin kendisinde tamama ereceği büyük, mübarek zamanda veya arefe günü (insanlara) bütün mü'minlere, aralarında bir antlaşma bulunmuş olsun olmasın bütün müşriklere (bir ilândır ki, Allah Teâlâ da Resulü de şüphe yok müşriklerden) antlaşmalarına riayet etmeyen kâfirlerden (beridir) onların o riayet etmedikleri antlaşmalarının artık Allah katında bir kıymeti yoktur. Binaenaleyh ey müşrikler bunun neticesini düşünün. (Artık) küfrünüzden, antlaşmanıza riayetsizlikten (tövbe ederseniz o) tövbe (sizin için hayırlıdır.) iki âlemde de felâketten, azaptan kurtulmuş olursunuz, (ve eğer yüz çevirirseniz) tövbeden kaçınırsanız: Müslümanlara karşı ahdinize riayetten ayrılırsanız (biliniz ki. Siz Allah Teâlâ'yı elbette âciz bırakacak değilsinizdir.) O Yüce Yaratıcı elbette sizi lâik olduğunuz cezalara kavuşturacaktır. (Ve) Ey Yüce Resulüm!, (kâfir olanları acıklı bir azap ile müjdele.) Yani: Onlara dünyada öldürülmek gibi, esaret gibi felâketlere, ahirette de cehennem ateşine mâruz kalacaklarını ihtar et. Bu gibi tehdit edilen kimselere karşı yapılacak müjde, bir tahakkümden ve istihfaftan onları uyandırmak için yapılan bir ihtardan kinayedir. § Hz. Peygamberin hicretinin dokuzuncu senesi, Rasülü Ekrem, Sallallahü Aleyhi vesellem efendimiz Hz. Ebu Bekiri hac «miri olarak Mekke'i Mükerreme'ye göndermişti. Onun gitmesini müteakip Tövbe süresi nazil olmuştu. Rasülü Ekrem Efendimiz de bu süre-i celilenin hükümlerini hacc-ı ekber günü insanlara tebliğ etmeğe Hz. Ali'yi memur kılmıştı. Hz. Ali giderek Mina mevkiinde toplanmış olan insanlara bu süre-i celilenin ilk âyetlerini okumuş ve demiştir ki: Ben dört şey ile
emir olundum. Şöyle ki: Bu seneden sonra Beyt-i şerife müşrikler artık yanaşmayacaklardır. Beyt-i Şerif çıplak olarak tavaf edilmeyecektir. Cennete ehli imândan başkası giremeyecektir. Ve yapılmış olan antlaşma müddetine riayet edilecektir. Bütün bunlar gösteriyor ki: Müslümanlıkta antlaşmaya riayet bir esastır. Müslümanların cihad ile memur olmaları antlaşmalarına riayetten kaçınanlara, İslâm mukaddesatına saldıranlara karşı zarurî olarak yerine getirilmesi icabeden bir vazifedir. Düşmanları haberdar ederek kendilerine bir müddet verilmesi de haklarında hiyanet lekesinde kaçınılarak yüksek bir adalet eseri göstermek hikmetine dayanmaktadır.
§ Hacc-ı Ekber, farz olan hacdır. Hacc-ı As gar da nafile olarak yapılan hacdır. Umreye de Hacc-ı As gar denilmiştir ki, bu da herhangi bir mevsimde olursa olsun Kabe'i Muazzama'yı tavaf ile Safa ve Merve arasında sâyetmekten ibarettir. Arefe günü Cuma'ya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilmiştir.
4. Kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da size karşı bir eksiklikte bulunmamış; ve sizin aleyhinizde olarak bir kimseye yardım eylememiş olan müşrikler müstesna. Artık onlara müddetlerine kadar antlaşmalarını tamamlayınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sakınanları sever.
4. Bu âyeti kerime, müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşma hükümlerine riayet eden gayri müslimlere karşı müslümanların ne şekilde hareket edeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da) bu antlaşma hükümlerine göre (size karşı bir eksiklikte bulunmamış) o hükümlere tamamen riayetten ayrılmamış, size karşı savaşa cür'et göstermemiş (ve sizin aleyhinizde olarak) düşmanlarınızdan (bir kimseye bir kavme (yardım eylememiş) başkalarını sizin aleyhinize olarak harbe teşvik ve kendilerine yardım edivermemiş (olan müşrikler müstesna) onların haklarında anlaşmalar dört ay sonra son bulmuş olmayacaktır. (Artık onlara müddetlerine kadar antlaşmalarını tamamlayınız) aranızdaki kararlaştırılmış olan müddetin tamam olmasına riayet ediniz, öyle dört ay sonra onlara karşı savaşta bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sakınanları) meselâ: Antlaşma hükümlerine riâyette bulunup da insanların haklarına tecavüzde bulunmayanları (sever) onları mükâfatlara nail buyurur. Binaenaleyh Ey Müslümanlar!. Siz de takvadan ayrılmayınız, yaptığınız antlaşmalara tamamiyle riayetkar olunuz.
§ Rivayete göre, Beni Kinâneden bir kabile olan Beni Damre ile Rasülü Ekrem arasında bir antlaşma yapılmış idi. Bu antlaşmanın dokuz ay kadar daha bir müddeti kalmıştı. İşte böyle antlaşmaların müddetleri tamam oluncaya kadar bunlara riayet edilmesi bu âyeti kerime ile emredilmiştir.
5. Artık haram olan aylar çıkınca, -o diğer- müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz ve onları yakalayınız ve onları hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz. Fakat tövbe ederler, namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse artık yollarını açık bırakınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
5. Bu âyeti kerime, yaptıkları antlaşma hükmlerine uymayan ve daha sonra tövbe edip İslâmiyet'i kabul eylemeyen müşriklere karşı müslümanların savaşa izinli olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık haram olan aylar çıkınca) yani: Kendilerine bir lütuf olarak verilmiş olan dört aylık müddet son bulunca (-o diğer-) yani anlaşmalara riayet edenlerden başka (müşrikleri nerede bulursanız) gerek harem-i şerif içerisinde ve gerek dışında ve gerek haram olan aylarda ve gerek diğer aylarda yakalarsanız onları (öldürünüz ve onları) esaretle (yakalayınız ve onları) mescidi harama gelmekten, İslâm beldelerinde faaliyette bulunmadan engellemek için (hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz) onların gidecekleri, dağılacaklar! beldelerin yollarını nezaret altında bulundurunuz. Tâki, etrafa dağılıp İslâmiyet aleyhinde fenalıklarda bulunmaya fırsat bulamasınlar. (Fakat) onlar (tövbe ederlerse küfrlerine son verip imâna gelirlerse (ve) bu tövbelilerinin bir delili olmak üzere (namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse) Cenâb-ı Hak'ka ve Allah'ın mahlûkatına karşı vazifelerini ifada bulunurlarsa (artık) onların (yollarını açık bırakınız) onlara hürriyet veriniz, onlara birşey ile taarruzda bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Tövbe edenlerin günahlarını ziyadesiyle af eder ve örter ve (pek esirgeyendir) onlara bu tövbelerinden dolayı rahmet ve merahmette bulunur, kendilerini nice nimetlere nail buyurur.
Demek oluyor ki, Hak Teâlâ Hazretlerinin lûtfuna kavuşabilmek için hem küfrden uzak olmalıdır, hem de namaz, oruç, zekât gibi kulluk vazifelerini ifaya çalışmalıdır. Bu vazifelere riâyet etmeyenler azaptan, cezalandırılmaktan kurtulamazlar. Özet olarak: Bu âyeti kerime: İnsanlığa selâmet ve saadet yolunu göstermiş oluyor ki, o da Cenabı Hak'ka imân ile dinî görevleri yerine getirmekten ibarettir.
6. Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver, tâki. Allah Teâlâ'nın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin bulunduğu mahalle ulaştır. Çünki onlar şüphe yok ki, bilmez bir kavimdîr.
6. Bu âyeti kerime gösteriyor ki, kendilerine mühlet verilmiş olan müşriklerden herhangi biri islâmiyet hakkında fazlaca bilgi edinmek maksadıyla bir aman talebinde bulunursa ona aman verilir, velev ki, o mühlet sona ermiş olsun. Şöyle ki: (Ve eğer) Kendilerine dört ay mühlet verilmiş olan (müşriklerden bîr kimse) bu müddetin bitmesini müteakip (senden aman dilerse) hakkında bir komşu imiş gibi muamele yapılarak kendisine aman verilmesini talepte bulunursa (ona aman ver) onu komşuluğuna kabul eder gibi ol, kendisine bir tecavüz edilmesine müsaade etme (tâki, Allah Teâlâ'nın kelâmını dinlesin) gelsin de Kur'an-ı Kerim'in yüksek beyanını dinlesin, onun insanlığı İslaha, insanların selâmet ve saadetine vesile olduğunu anlasın (sonra) imân etmeyip de yurduna dönmek isterse (onu emin bulunduğu mahalle) kendi kavminin yurduna (ulaştır) oraya dönsün, artık düşünsün. Onlara böyle bir aman verilmesinin hikmetine gelince (çünki onlar, şüphe yok ki, bilmez bir kavimdir.) Islâmiyetin hak olduğunu bilmez bir halde bulunmaktadırlar. Onlara böyle bir aman verilmelidir ki, gelip hakikatini güzelce anlayabilsinler, artık bir mazeret ileri sürmelerine mahal kalmasın.
§ Bu âyeti kerime de gösteriyor ki: İslâmiyet'teki cihâdın farz oluşu, yalnız insanlığın hak dini kabul ederek selâmet ve saadete nail olmaları içindir. Yoksa başkalarının mallarını, yurtlarını ellerinden almak için değildir. İşte bunun içindir ki, en düşman bir müşrik bile islâmiyet hakkında bilgi edinmek için aman dileyince kendisine aman verilir, sonra da kendi yerine tam bir selâmetle iade edilir. Eğer cihatdan gaye, dünyevî bir varlık elde etmek olsa idi, böyle bir müsaade yönüne gidilmezdi, çünkü bu müsaade, o gayeye aykırı bulunurdu.
§ Bir de bu âyeti kerime Islâmiyetin ne kadar akıl ve mantığa uygun ne kadar düşünen kimselerin kabul edecekleri yüce hükümleri, düsturları kapsamış olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer böylece pek makul, pek yüksek ve her hakikî aydın kimsenin kabul edeceği bir mahiyette olmasaydı, kâfirler, bu dinî, bunun hükümlerini tetkik ve düşünmeye davet edilmezlerdi. Nitekim bu gerçeği bir takım insaflı şarkiyatçı ilim adamları da itiraf etmektedirler.
7. Allah Teâlâ'nın katında ve Peygamberinin katında o müşrikler için nasıl bir aht olabilir?. Mescid'i Haram'ın yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesna. İmdi onlar size karşı dürüstlük gösterdikçe siz de onlar için dürüstlük gösterin. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ takva sahiplerini sever.
7. Bu mübarek âyetler, antlaşmalarını bozan müşriklere karşı yapılacak muamelelere ve muamelelere sebep olan hikmetlere, faydalara işaret etmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ'nın katında ve Peygamberinin katında) İlâhî dinin yüksek hükümlerine göre (o) antlarını bozup duran (müşrikler için nasıl) uyulmaya lâyık (bir ahd olabilir?.) elbette olamaz. Çünki onlar ahdlarını bozaktan, müslümanlara karşı düşmanlıktan geri durmazlar. Ancak (mescid-i haramın yanında) Hudeybiyye denilen yerde (kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz) müşrikler (müstesna) onlar ile olan ahdi devam ettirirsiniz. Fakat bu da şöyle bir şarta bağlıdır: (İmdi onlar size karşı dürüstlük gösterdikçe) antlaşmalarına riâyet edip onu bozmadıkça (siz de onlar için dürüstlük gösterin) antlaşma hukukuna riâyet ediniz, belirlenmiş olan müddet içinde kendi tarafından ahd yemini bozmayınız, (ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ takva sahiplerini) ahdlerini bozmaktan sakınanları (sever) binaenaleyh müslümanlar, verdikleri sözlerde sebat ederler, yaptıkları antlaşmaları bozmaktan kaçınırlar, fakat düşmanları bu anılaşmalara riâyet etmezlerse o zaman müslümanlar da karşılık vermek mecburiyetinde kalırlar. Nitekim müslümanlar ile antlaşma yapmış olan müşriklerden "Beni Bekir" kabilesi, müslümanların aleyhine olarak müşriklerden"Hüzaa" kabilesine yardımda bulunarak bu antlaşmalarını bozmuşlardı.
8. Nasıl olabilir. Ve eğer size bir galip gelecek olsalar sizin hakkınızda ne bir yemine ve ne de bir ahta riayette bulunmazlar. Onlar sizi ağızlarıyla hoşnut ederler. Kalpleri ise çekinir ve onların çoğu fasık kimselerdir.
8. (Nasıl) O düşmanlar için sabit bir aht (olabilir? Ve) halbuki (eğer) onlar (size bir galip gelecek olsalar) bir fırsat bulup kendilerini daha kuvvetli görseler, bir zafer elde edebilecek bir vaziyette bulunsalar (sizin hakkınızda ne) evvelce yapmış oldukları (bir yemine) veya bir akrabalık münasebetine (ve ne de bir anılaşmaya riâyette bulunmazlar) belki güçleri yettiği kadar size ezâ ve cefada bulunmasa çalışırlar. (Onlar) Ey Müslümanlar!, (sizî ağızlariyle hoşnut ederler) münafıkça hareket ederek görünürde antlaşmalarına uyduklarını söylerler, size itaat edeceklerine dâir Allah adına and içerler. (Kalpleri ise) Ahte vefadan, itaate devamdan (çekinir) onların sözleri özlerine uymaz, (ve onların çoğu fâsık) kendi milletleri arasında da ahlaksızlıkla tanınan, antlaşmalara uymaktan kaçınan (kimselerdir.) Diğer bir kısım müşrikler ise küfrleri bakımından haddizatında fâsık kimseler iseler de kendi aralarında fâsıkca hareketlerden kaçınırlar ve Ibni Abbas Hazretlerinin beyan buyurmuş olduğu üzere onlardan bir takımının daha sonra aklını başına toplayarak İslâm şerefine nail olmaları, düşünülebilir. Nitekim de daha sonra içlerinden bir zümre bu şerefe nail olmuştur.
9. -Onlar- Allah Teâlâ'nın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar. Sonra da onun yolundan çevirdiler. Şüphesiz ki onların yapar oldukları şey ne kadar kötüdür.
9. Bu mübarek âyetler de müşriklerin ne kadar ilâhî dine muhalefette bulunduklarını ve onların müslümanlara karşı ne kadar hukuka saldırgan olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (-Onlar-) O müşrikler veya onlara yardım eden Yahudiler (Allah Teâlâ'nın âyetlerini) antlaşma hükmlerine uymayı emreden âyetleri (az bir bedel karşılığında) arzu ve hevesleri, geçici menfaatleri, nefsanî istekleri uğrunda elden çıkardılar, (sattılar) değiştirdiler, (sonra da onun) hak dinin veya beyt-i şerifin (yolundan) döndüler, başkalarını da (çevirdiler) İslâm dinine girmekten engellemeye çalıştılar (şüphesiz ki, onların yapar oldukları şey) Allah'ın dininden kaçınmaları, başkalarının da o dine girmelerine mâni olmaları (nekadar fenadır) haklarında nekadar azabı gerektiricidir. Bunun farkında neden olamıyorlar?.
10. -Onlar- Bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne de bir zimmet gözetmezler. Ve işte haddi tecavüz etmiş olanlar, onlardır.
10. Evet... Onların yaptıkları şey pek fenadır. Çünki (onlar) o dinsizler, (bir mü'min hakkında ne bir yemin ve ne de bir zimmet gözetmezler) yani: Onlar ne yaptıkları yeminlere riâyet ederler, ne de yaptıkları antlaşma hükümlerine riâyette bulunurlar. Onlar görevlerini yerine getirmeye çalışmazlar, bunlara vakit vakit muhalefette bulunur dururlar. (Ve işte haddi tecavüz etmiş olanlar) dînen kararlaştırılmış olan hükümlere ve antlaşmaların gerektirdiği vecibelere muhalefet edip duranlar (onlardır) o hakikî imândan mahrum olan dinsizlerdir. Nekadar âdî kimseler!.
11. Eğer onlar daha sonra tövbe ederlerse ve namaz kılarlar ve zekâtı da verirlerse artık sizin dinde kardeşlerinizdir, ve biz âyetlerimizi bilenler olan bir kavim için genişçe beyan ederiz.
11. Bu mübarek âyetler, insanlar arasında bir din kardeşliğinin ne şekilde meydana geleceğini bildiriyor ve hangi kimselerin en zararlı şahıslar olup kahır ve cezaya lâyık olduklarını tâyin buyuruyor. Şöyle ki: (Eğer onlar) o kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz kâfirler (daha sonra tövbe ederlerse) küfürlerini bırakıp imâna gelirlerse, yeminlerini bozmayı terkedip onlara riayete başlarlarsa (ve namaz kılarlar) ise, farz namazları bütün erkân ve şartlarına uyarak kılmaya başlarlarsa (ve) kendilerine farz olan (zekâtı da) kalben isteyerek fakir müslümanlara (verirlerse artık) onlar da o halde Ey müslümanlar!, (sizin dinde kardeşlerinizdir.) Sizin lehinize olan onların da lehinedir, aleyhinize olan da onların aleyhinedir. Aranızda böyle mükemmel bir dayanışma, bir sevgi meydana gelmiş olur. (ve biz âyetlerimizi bilenler) düşünüp anlayabilecek (olan bir kavim için genişçe) açık bir şekilde (beyan ederiz) tâki, Islâmiyetin teklif ettiği vazifelerin ne kadar hikmet ve menfaate dayanmış olduğu gözleri önünde parlayıp dursun, İşte gayri müslimler ile yapılacak antlaşmaların, cihadların hikmeti de gösterilmiş oluyor ki, o da insanlık âleminde bir sulh ve barışın, bir kardeşlik ve danışmanın ve sonuç olarak ebedî bir selâmet ve saadetin meydana gelmesini sağlama gayesinden ibarettir.
12. Ve eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozacak olurlarsa ve dininiz hakkında da dil uzatırlarsa artık o küfr önderlerini öldürünüz. Şüphe yok ki, onların antları yoktur. Umulur ki, inkârlarına son verirler.
12. (Ve eğer) Antlaşma yapmış olanlar, bu (antlaşmalarından sonra) sözlerinde durmazlarda yapmış oldukları (yeminlerini bozacak olurlarsa) antlarına riayet etmezlerse (ve dininiz hakkında dil uzatırlarsa) İslâmiyet gibi kutsal, bütün hükümleri hikmete dayanmış apaçık bir din aleyhinde söz söyler, ona karşı küçültücü ve hakaret edici davranışlarda bulunmak alçaklığını işlerlerse (artık) Ey Müslümanlar!. Siz mazursunuz, izinlisiniz, mukaddesatınızı muhafaza etmek ve korumak için (o küfür önderlerine) öyle İslâm dini aleyhinde bulunan bütün kâfirleri (öldürünüz.) onlar ile savaşa atılıp kendilerini cezalandırmağa gayret ediniz. (Şüphe yok ki, antları yoktur.) onların o yeminleri haddizatında bir yemin değildir. Eğer yemin olsa idi ona muhalefet ederek yeminlerini bozmazlardı. Ey Müslümanlar!. Siz o gibi kâfirlere karşı kudret ve gücünüzü gösteriniz (umulur ki, -inkârlarına- son verirler.) bu sayede uyanırlarda İslâm dinini kabul ederek müslümanlık aleyhindeki hareketlerini bırakırlar, İşte bu, bütün insanlar hakkında Allah Teâlâ'nın büyük bir lütuf ve keremidir ki, bu cihad ile onlara eziyet vermek değil, bilâkis onların ebedî felâketten kurtularak selâmet ve saadete kavuşmaları bir gaye bulunuştur.
13. Ya öyle bir kavim ile savaşta bulunmayacak mısınız ki, antlarını bozdular ve Peygamberi -yurdundan- çıkarmayı kurdular ve sizinle düşmanlığa ilk evvel onlar başladılar. Onlardan korkar mısınız!. Kendisinden korkmaya daha lâyık olan ancak Allah T e âlâ'd ir. Eğer siz mü'min kimseler iseniz. Bunu böyle bilirsiniz.
13. Bu mübarek âyetler, birer büyük mucizedir. Müşrikler ile savaşın başlıca sebeplerini ve faidelerini bildiriyor, İslâm mücahitlerinin kalplerine cesaret veriyor. Ve müjdelemiş olduğu başarılar daha sonra tamamen vücude gelmiş bulunuyor. Şöyle ki: (Ya) Siz Ey Müslümanlar!. (Öyle bir kavim ile savaşta bulunmayacak mısınız ki) Onlar çeşit ki i sebeblerden dolayı kahır ve cezaya lâyık olmuşlardır. Bu cümleden olarak: Birinci sebep onlar (yeminlerini bozdular) Hudeybiye antlaşmasını yaparken müslümanların aleyhine başkalarına yardım etmiyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Sonra müslüman olan Huzae kabilesi üzerine kâfir olan Beni Bekr kabilesini saldırırlar. (Ve) İkinci sebep de onlar (Peygamberi -yurdundan-çıkarmayı kurdular) Darünnedvede toplanarak Rasülü Ekrem'i Mekke'i Mükerreme'den çıkarmak için istişarede bulundular, (ve) üçüncü sebep de (sizinle düşmanlığa ilk evvel onlar başladılar) Rasülü Ekrem'in İslâm dinini tebliğini kabul etmediler, onun gösterdiği mucizeleri inkâr ettiler, ona karşı savaşı göze aldılar veyahut Bedir Savaşı sırasında Kureyş'in kervanı kendilerine sağ-salim kavuşmuş olduğu halde yine geri dönmeyip Rasûlü Ekrem ile savaşa koştular veyahut müslüman olan Huzae kabilesi üzerine Beni Bekr'i saldırttılar. Artık Ey Müslümanlar!. (Onlardan) Size bu kadar düşmanlıkta, ihanette bulunan kâfirlerden (korkar mısınız!.) onlardan size bir musibet gelir, korkusuyla cihadı terkeder misiniz?. Elbette siz de bilirsiniz ki, (kendisinden korkmaya daha lâyık olan ancak Allah Teâlâ'dır) artık yalnız ondan korkunuz, onun dinine hizmeti bir vazife biliniz, ona sığınarak düşmanlarınıza karşı cephe alınız, (eğer siz mü'min kimseler iseniz) bunu böyle bilirsiniz. Çünki hakikî müminler, yalnız Allah Teâlâ'dan korkarlar, başkasına ehemmiyet vermezler. Bütün hâdiselerin ancak o Yüce Yaratıcının iradesiyle, kudretiyle vücude geleceğine inanmış bulunurlar. Artık böyle kuvvetli bir inanca, sağlam bir kalbe sahip olan bir zümre, başkalarından korkar mı, mukaddesatı uğrunda cihad meydanlarına atılmaz mı?, İşte bu dinî terbiyedir ki, İslâm ordularını birçok savaşlarda kendilerinin sayıca kat kat üstünde olan düşmanlarına karşı galip kılmıştır. Böyle bir imân ve inanç, müslümanlara büyük bir kuvvet, büyük bir azim ve metanet vermektedir. Bu yüksek özelliğin bu yüce diyanet ve yiğitliğin İslâm muhitinde daima meydana galmesini sağlamaya çalışmak, İslâm cemiyetleri için en mühim bir vecibedir, varlıklarının şeref ve şan ile devam ve bakâsı için en birinci çâredir.
14. Onlar ile savaşın. Onları Allah Teâlâ sizin ellerinizle cezalandırsın ve onları rüsvay etsin ve onların üzerine size zafer versin ve mü'minler olan bir zümrenin göğüslerine şifa -ferahlık-nasip buyursun.
14. Artık Ey Müslümanlar!. (Onlar ile) Öyle yeminlerini bozan, size karşı hiyanette bulunan İslâm düşmanlariyle (savaşta bulunun) bunun bir kere şu faidelerini düşünün: Birincisi: (onları Allah Teâlâ sizin ellernizle cezalandırsın) öldürsün, esarete düşürsün, mallarını ellerinden gidersin (ve) ikincisi de (onları rüsvay etsin) dünyada zillet ve rezalete, ahirette de azaba düşürsün (ve) üçüncüsü de (onların üzerine size zafer versin) sizi onlara galip kılsın onları cezalandırmaya sizi muvaffak buyursun, (ve) dördüncüsü de (mü'minler olan bir zümrenin) o tecavüze uğramış olan Huzae taifesi gibi bir İslâm cemâatinin de (göğüslerine şifa) ferahlık ve neş'e (nasip buyursun) kendilerine eza ve cefada bulunmuş olan düşmanlarının mağlûbiyetlerini onlara göstermek suretiyle o taifeyi bekleme zahmetinden kurtarsın.
Ibni Abbas Hazretlerinden bir rivayete göre bu mü'minlerden maksat. Yemen ve Seba tarafından gelip İslâmiyet'i kabul eden bir zümredir ki yurtlarına dönünce yurtdaşlarından şiddetli bir ezaya uğramışlardı. Durumu Rasûlü Ekrem'e bildirerek şikâyette bulunmuşlardı. Yüce Peygamber Efendimiz de "müjde, olsun size, kurtuluş yakındır" diye buyurmuştu. İşte bu gibi savaşa iştirak etmemiş olan müslümanlar da bu savaş sonunda böyle bir gönül rahatlığına nail olacaklardı. Nitekim de olmuşlardır.
15. Ve kalplerinin kinini gidersin. Ve Allah Teâlâ dilediğini tövbeye muvaffak kılar. Ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
15. (Ve) Ey Müslümanlar!. Savaşta bulunun, tâki, Cenâb-ı Hak, bu vesile ile dindaşlarınızın (kalplerinin kinini gidersin) gördükleri, kötü olaylardan, tecavüzlerden dolayı kalplerinde meydana gelmiş olan öfkeyi şiddeti, gazabı, kızgınlığı gidersin. İşte bu da bu cihadın beşinci faidesidir. (ve Allah Teâlâ dilediğini tövbeye muvaffak kılar) düşmanlardan bir nicesini dilerse fikir değişikliğine nail ederek kendilerine küfür ve isyandan tövbe nasip buyurur. Nitekim de nasip buyurmuştur. Bu cümleden olarak Kureyş reislerinden olan Ebu Süfyan, Ikrime, Süheyl gibi bir nice zatlar, Mekke'i Mükerreme'nin fethi günlerinde İslâm şerefine nail olmuşlar ve Islâmiyetleri pek güzel, pek samimî bulunmuştur, (ve Allah Teâlâ bilendir) geçmişte olanları bildiği gibi gelecekte olanları da pek mükemmel bilir. Ve o Yüce Yaratıcı (hikmet) sahibidir onun bütün emirleri, hükmleri hikmet ve menfaata dayanmıştır." Binaenaleyh bu cihad ile mükellefiyet de bir ilâhî hikmet gereğidir. Bu âyetler birer büyük mucizedir. Çünkü bunların müjdeledikleri muvaffakiyetler daha sonra tamamiyle meydana gelmiş, müslümanlar her tarafta galip olmuş, İslâm hâkimiyeti parlak bir şekilde kendisini göstererek ehli imânın kalplerini rahatlatmıştır.
16. Yoksa sandınız mı ki: Bırakılacaksınız ve Allah Teâlâ sizden cihadda bulunanları ve Allah Teâlâ'dan ve Resulünden ve müminlerden başkasını öz dost edinmeyenleri bilmeyecek?. Halbuki, Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
16. Bu âyeti kerime, cihaddan kaçınan mü'minleri uyararak onları cihada teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Cenâb-ı Hak'kın emrine heman uymayıp da cihat dan geri kalan müminler!. (Yoksa) siz (sandınız mı ki) öyle cihad ile artık memur olmayacak bir halde (bırakılacaksınız) dır. (ve) yine fasit bir zan ile sandınız mı ki, (Allah Teâlâ, sizden) hak yolunda Milaslıca (cihadda bulunanları ve) bununla beraber (Allah Teâlâ'dan ve Resulünden ve mü'minlerden başkasını öz dost) sırdaş (edinmeyenleri bilmeyecek) bu haller o ezelî mabudun ilmî huzuru ile malûmu olmayacak!. Hâşâ (halbuki. Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.) O herşeyi bilen Yaratıcı, sizin bütün fiil ve hareketlerinizi, bütün hayallerinizi ve din düşmanlarıyle olan gizlice münasebetlerinizi tamamen bilir. Onun mukaddes zatına karşı hiçbir şey gizli kalamaz. Artık bunu güzelce düşünmeli, yapılacak bir cihadı, bir ibadeti yalnız Allah rızası için yapmalı, yoksa nefsanî arzular için, gösterişler için yapılacak bir savaşın ve diğer şeylerin bir kıymeti yoktur.
§ Bu hitap!. Cihat dan geri duran bir kısım mü'minlere ve bir görüşe göre de münafıklara yöneliktir.
§ Velice kelimesi: Bir kimsenin sırdaşı demektir ki, kendisine bir takım sırları bildirir. Buna "bit an e == sırdaş" da denir. Velice: Büyük çuval mânâsına da gelir.
17. Müşrikler için, kendi nefislerinin küfrüne şahitler oldukları halde Allah Teâlâ'nın mescitlerini imar etmeleri caiz değildir. Onlar o kimselerdir ki, onların ameleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebediyen kalıcılardır.
17. Bu mübarek âyetler, yapılan birmâbedin, bir ibadetin Allah katında makbul olabilmesi için bunu yapan kimsenin imân ile nitelenmiş ve üzerine düşen vazifeleri ifaya götürücü olması lüzumunu göstermektedir. Şöyle ki: (Müşrikler için, kendi nefislerinin küfrüne şahit oldukları halde) meselâ Yahudi veya Hıristiyan olduklarını itiraf veya İslâm dinini inkâr edici olduklarını ifade ettikleri veya diğer hareketleriyle, lâkırdılariyle ilâhî dinden mahrum bulunduklarını meydana koydukları halde (Allah Teâlâ'nın mescitlerini imar etmeleri) yani: O mescitlere devam etmeleri, onların içinde oturmaları, onları inşa ve tamir eylemleri (caiz) doğru (değildir) onlardan bunun doğru ve makbul olacağı imkânsızdır. Çünki (onlar) o kâfirler (o kimselerdir ki, onların amelleri) onların yapmış oldukları hayırlı görülen işleri, küfrleri sebebiyle (boşa gitmiştir.) bâtıl olmuştur. Kendileri için uhrevî bir mükâfat temin edecek bir mahiyette bulunmamıştır. (Ve onlar) küfrleri yüzünden ahiretde cehenneme atılarak (ateşte ebediyen kalıcılardır.) bu onların küfrlerinin cezasıdır. Çünki küfür en büyük bir cinayet olduğundan cezası da bu kadar büyüktür, ebedîdir.
18. Allah Teâlâ'nın mescitlerini ancak Allah Teâlâ'ya ve ah i ret gününe imân eden ve namaz kılan ve zekâtı veren ve Cenab'ı Hak'tan başkasından korkmayan kimse imar eder. Artık umulur ki, bunlar hidayete ermiş olanlardan olacaklardır.
18. (Allah Teâlâ'nın mescitlerini) Cenâb-ı Hak'ka ibadet için hazırlanan mabetleri öyle kâfirler değil (ancak Allah Teâlâ'ya) onun varlığına, birliğine, ortak ve benzerden uzak olduğuna (ve ahiret gününe) bütün insanlığın sonunda oraya sevk edileceğine (imân eden) kaani bulunan (ve namazı kılan) en büyük bir kulluk arzetme alâmeti olan namazları erkân ve şartları içerisinde kılan (ve zekâtı veren) dindaşlarının ihtiyaçlarını gidermek için onlara mal ile yardım eyleyen (ve) dinî işlerde (Cenâb-ı Hak'tan başkasından korkmayan) yani: Kulluk vazifesini gerektiği gibi ifa edemeyip de uhrevî sorumluluğa uğrayacağını düşünerek kalben yalnız Cenab'ı Hak'tan korkup bu hususta başkalarından korku ve endişede bulunmayan (kimse imar eder) mabetleri tamire, aydınlatmaya çalışır, içlerinde ibadet ve itaate devam eder durur. (Artık umulur ki) yani: Artık bu gibi zatlar ilâhî lütuf lardan bekleyebilirler ki: (bunlar hidayete ermiş olanlardan olacaklardır.) burada bir işaret var ki: Öyle yüksek vasıfları haiz zatlar bile kendi ibadet ve itaatlerine aldanarak mutlaka hidayete ereceklerine hükmedemeyip bunu ancak bir ilâhî lütuf olmak üzere ümit ederler. Artık ehli küfür ve şirk, o hâl üzere bulundukça hiç hidayete erebilirler mi?. Onların yapacakları mabetler onlar için bir hidayet vesilesi olur mu?. Elbette olmaz.
19. Ya siz hacılara su vermeyi ve mescidi haramın imârını, Allah Teâlâ'ya ve ah i ret gününe imân eden ve Allah Teâlâ yolunda cihadda bulunan kimse gibi mi tuttunuz?. Bunlar Allah Teâlâ'nın katında eşit olamazlar ve Allah Teâlâ zalimler olan bir kavme hidayet etmez.
19. Bu âyeti kerime, imansız olan bir kimsenin ne kadar görünürde güzel hizmetlerde bulunsa da imân sahibi olup hak yolunda çalışan bir zat ile eşit olamayacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ya siz) Ey Müşrikler!. Veya ey Beyti şerifin suculuğunu, imaretini hicrete ve cihada ve benzerlerine tercih eden bir kısım müslümanlar!. (hacılara su vemeyi) Hacılara su vermek, onlara su dağıtmak hizmetinde bulunmayı ve (mescid'i haramın) Kâbe'i Muazzama'nın (imârını) onun tamir ve tezyin Edirnesini, onun koruyucusu, mütevellisi bulunmayı (Allah Teâlâ'ya ve ahiret gününe imân eden ve Allah Teâlâ yolunda) kâfirler ile (cihadda) savaşta (bulunan kimse) nin imânı, Allah katındaki yeri (gibi mi tuttunuz?.) onları fazilet ve derece üstünlüğü bakımından beraber mi kıldınız?. Bu ne yanlış bir kanaat!. Halbuki (Bunlar Allah Teâlâ'nın katında eşit olamazlar.) gerçek şekilde mümin olan ve hak yolunda cihad eden bir zatın imânı ile küfür üzere sebat eden bir şahsın sâdece hacılara su vermesi, Kabe'yi koruması, tamir ve tezyin etmesi nasıl eşit görülebilir?. İmana dayalı olmayan öyle bir amelin Allah katında bir kıymeti yoktur, (ve Allah Teâlâ zâlimler olan bir kavme hidâyet etmez) Evet... Küfür ve şirk içinde yaşayan, Hz. Peygambere düşman bulunan bir topluluk, sapıklığa düşmüş kimselerdir. Artık onlar, öyle hayırlı görülen bazı hareketlerinden dolayı Allah yolunda cihadda bulunan mü'minlere nasıl eşit olabilirler?. Onlar ile mü'minler zümresini eşit görenler, zalimce bir kanaatte bulunmuş olmazlar mı?. Böyle zalimler ise doğru bir yolu takip etmeğe muvaffak olamazlar.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Bu cümleden olarak deniliyor ki: Mekke'i Mükereme'de bulunan müşrikler, Yahudi'lere sormuşlar ki: Biz bu mescid-i haramı tamir ve tezyin ediyor, hacılara su veriyor, ikramda bulunuyoruz. Artık biz mi daha üstünüz, yoksa Muhammed -Aleyhisselâm- ile eshâbı mı daha üstündürler. Yahudiler de demişler ki: Siz daha üstünsünüz. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nazil olarak onları yalanlamıştır.
20. O zatlar ki, imân ettiler ve hicrette bulundular ve Allah Teâlâ'nın yolunda mallarıyle, canlarıyla cihada atıldılar. Allah katında dereceleri pek büyüktür. Ve işte kurtuluşa erenler de onlardır.
20. Bu mübarek âyetler, bir takım yüksek vasıfları taşıyan mü'minlerin pek büyük derecelere muvaffak olduklarını bildirmektedir. Onların ebedî nimetlere, pek büyük mükâfatlara nail olacaklarını açıkça beyân ederek kendilerini şöylece müjdelemektedir: (O zatlar ki, imân ettiler) İslâmiyet'i kabul ile imân nimetine kavuştular (ve) Rasûlullah'a tâbi olarak yurtlarını bırakarak Medine'i Münevvereye (hicrette bulundular ve) dini İslâm'ı ufuklara yaymak için, din düşmanlarını cezalandırmak için (Allah yolunda) Allah'ın dini uğrunda (mallariyle, canlarıyla cihada atıldılar) kâfirlerle çarpıştılar, işte şüphe yok ki, bu pek seçkin vasıflara sahip bulunan muhterem zatların (Allah katında dereceleri pek büyüktür.) Artık bu pek yüksek vasıflara sahip olmayanlar elbetteki, o zatlara fazîletce, üstün mertebece eşit olamazlar. (Ve işte kurtuluşa erenler de) dünya ve ahiret saadetine tamamen nail olanlarda (onlardır) o pek seçkin vasıflara sahip olan zatlardır.
Tövbe sûre'i celilesi, Hz. Peygamber'in hicretinin dokuzuncu senesi başlarında nazil olmuş olan en son bir sûredir. Yüz yirmi dokuz âyeti kerimeden meydana gelmektedir. Bu mübarek sûrenin birçok ismi vardır. Bu cümleden olarak bu sürede müminlerin tövbe etmeleri emir ve tavsiye buyurulduğu için buna "Tövbe Sûresi" denilmiştir. Bu kutsî sûredeki bir kısım âyetler, münafıkların pek kötü hallerini açıklayıp teshir etmekte olduğu için buna" Fazîha Sûresi" adı da verilmiştir. Ve yine bir kısım âyetleri de kâfir ve münafıkların nekadar acıklı azaplara uğrayacaklarını ihtar buyurduğu için buna "Azap Sûresi" adı da verilmiştir. Ve bu sûre'i celiledeki yine diğer bir kısım âyetler de ehli imânın küfr ve nifak sahiplerinden uzak durmalarını, onlardan alâkalarını kesmelerini emir ve tebliğ buyurmakta olduğu için "Beraat Sûresi" adına sahip bulunmuştur. "Tövbe Sûresi "n.i'.n evvelinde besmele-i şerife yoktur. Bu hususta deniliyor ki: Rasûlü Ekrem Efendimiz, mazhar olduğu ilâhî vahye dayanarak "Enfal sûresinin ardından, tövbe sûresinin besmelesiz olarak yazılmasını emretmiştir." İbni Abbas Hazretlerinin sorusuna cevap olarak İmamı Ali -Radiyallahu Anhuma- demiştir ki: Besmele-i şerife bir güvencedir. Tövbe sûresi ise cihada ve uygulanmayan antlaşmaları feshe dair âyetleri kapsamaktadır. Bunlarda ise güvence yoktur. Binaenaleyh bu sûrenin evvelinde güvence mânâsı içermiş olan besmele-i şerifenin yazılmaması emir olunmuştur. Bununla beraber eshab-ı kiramdan bazıları, Enfal sûresi ile Tövbe sûresinin bir tek sû re-i celileden ibaret olduğu görüşündedirler. Çünki bunlardaki âyetlerin çoğu cihad ve antlaşma hakkında nazil olmuştur. Bu itibarla aralarında bir birlik vardır.
1. Bu, bir ayrılık ihtarıdır!. Allah T e âlâ ile Rasûlü tarafından kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere.
1. Bu mübarek âyetler, verdikleri sözlerinde durmayan müşrikler ile yapılmış olan antlaşmaların feshini tebliğ etmektedir ve kendilerine dört ay müsaade verilen o dinsizlerin zarar ve ziyanda olacakları kendilerine ihtar buyurulmaktadır. Şöyle ki: Ey müslümanlar!. Biliniz ki: (Bu bir ayrılık ihtarıdır.) Müslümanlar ile siyasî alâkalarının kesildiğine dair bir beyannamedir. (Allah Teâlâ İle Resulü tarafından kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere) Yani: Ey müslümanlar!. Allah Teâlâ'nın ve Resulünün izin ve müsaadesiyle yapmış olduğunuz o anlaşmaları yine Cenâb-ı Hak'kın ve Yüce Peygamberinin emir ve tebliğiyle fesh ediniz. Çünki o müşrikler, yapılmış olan antlaşmaların hükümlerine aykırı hareketlerde bulunmaktadırlar.
§ Beraat, lügatte herhangi bir fenalıktan uzaklaşmak, beri olmak, kurtulmak demektir. Meselâ: Bir borçtan, bir sorumluluktan kurtulmak bir beraattir, bir işten alâkayı kesmek de bir beraattir. Siyaset bakımından da iki zümre arasındaki emniyetin, korunmuşluğun, sulh ve barışın kesilip bertaraf edilmesi de bir beraatten ibarettir.
§ Vaktiyle müşrikler ile antlaşma yapılmasına Allah tarafından müsaade edilmişti. Bunun üzerine müslümanlar Rasülü Ekrem ile beraber Müşrikler ile antlaşma yapmışlardı. Daha sonra "Beni Damre" ile "Beni Kinane "den başka müşrikler sözlerinde durmadılar, antlaşma hükümlerine muhalefete başladılar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlar ile olan antlaşmalara son verilmesini ve antlaşmalarına riayet etmeyen müşriklerden müslümanların sakınmalarını emir buyurdu. Maamafih bazı antlaşmalarda zaten geçici bir zaman için yapılmıştı. O zaman nihayet bulunca artık antlaşma hükmü kalmamış bulunacaktı.
2. Artık -ey müşrikler!.- Siz yeryüzünde dört ay dolaşınız ve biliniz ki, siz şüphe yok. Allah Teâlâ'yı âciz bırakacak değilsinizdir ve muhakkak ki. Allah Teâlâ kâfirleri zelil kılıcıdır.
2. (Artık) Ey müşrikler!. (Siz yeryüzünde dört ay dolaşınız) bu müddet içinde size taarruz olunmayacaktır. Fakat o müddetten sonra size güven yoktur. Bu müddetin başlangıcı, Hacci Ekber gününden ibarettir. Son bulması da Rebiülâhır ayının onuna rastlamaktadır. Bu müddete "haram aylar" denilmiştir. Çünki bu müddet içinde savaşmak haram bulunmuştur. Bu müddet Zilhicce'nin son yirmi günü ile Muharrem, Sefer Reblülevvel aylarından ve Rebiülâhırın ilk on gününden ibarettir. Bu hususta başka görüşlerde vardır. (Ve) Ey Müşrikler!. (Biliniz ki, siz) herhangi bir çareye baş vursanız ve nerelere kaçıp durmak isteseniz (şüphe yoH ki. Allah Teâlâ'yı âciz bırakacak değilsinizdir.) Cenâb-ı Hak'kın kudret elinden yakanızı kurtaramazsınız. (Ve muhakkak ki. Allah Teâlâ kâfirleri) dünyada öldürülmek, esaret ile, ahirette de pek acıklı azap ile (zelîl kılıcıdır) siz küfrünüzden dolayı böyle cezalara elbette kavuşacaksınızdır.
3. Ve Allah Teâlâ ile Resulü tarafından haccı ekber günü insanlara bir ilândır ki. Allah Teâlâ da Resulü de şüphe yok, müşriklerden uzaktır. Artık tövbe ederseniz o sizin için hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz biliniz ki, siz Allah Teâlâ'yı elbette âciz bırakacak değilsinizdir. Ve kâfir olanları acıklı bir azap ile müjdele!.
3. Şu âyeti kerime müşrikleri tehdit ve onları tövbeye özendirmekte ve teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: (Ve Allah Teâlâ ile Resulü tarafından Haccı Ekber günü) yani: Kurban Bayramının birinci günü, o hac farizesinin kendisinde tamama ereceği büyük, mübarek zamanda veya arefe günü (insanlara) bütün mü'minlere, aralarında bir antlaşma bulunmuş olsun olmasın bütün müşriklere (bir ilândır ki, Allah Teâlâ da Resulü de şüphe yok müşriklerden) antlaşmalarına riayet etmeyen kâfirlerden (beridir) onların o riayet etmedikleri antlaşmalarının artık Allah katında bir kıymeti yoktur. Binaenaleyh ey müşrikler bunun neticesini düşünün. (Artık) küfrünüzden, antlaşmanıza riayetsizlikten (tövbe ederseniz o) tövbe (sizin için hayırlıdır.) iki âlemde de felâketten, azaptan kurtulmuş olursunuz, (ve eğer yüz çevirirseniz) tövbeden kaçınırsanız: Müslümanlara karşı ahdinize riayetten ayrılırsanız (biliniz ki. Siz Allah Teâlâ'yı elbette âciz bırakacak değilsinizdir.) O Yüce Yaratıcı elbette sizi lâik olduğunuz cezalara kavuşturacaktır. (Ve) Ey Yüce Resulüm!, (kâfir olanları acıklı bir azap ile müjdele.) Yani: Onlara dünyada öldürülmek gibi, esaret gibi felâketlere, ahirette de cehennem ateşine mâruz kalacaklarını ihtar et. Bu gibi tehdit edilen kimselere karşı yapılacak müjde, bir tahakkümden ve istihfaftan onları uyandırmak için yapılan bir ihtardan kinayedir. § Hz. Peygamberin hicretinin dokuzuncu senesi, Rasülü Ekrem, Sallallahü Aleyhi vesellem efendimiz Hz. Ebu Bekiri hac «miri olarak Mekke'i Mükerreme'ye göndermişti. Onun gitmesini müteakip Tövbe süresi nazil olmuştu. Rasülü Ekrem Efendimiz de bu süre-i celilenin hükümlerini hacc-ı ekber günü insanlara tebliğ etmeğe Hz. Ali'yi memur kılmıştı. Hz. Ali giderek Mina mevkiinde toplanmış olan insanlara bu süre-i celilenin ilk âyetlerini okumuş ve demiştir ki: Ben dört şey ile
emir olundum. Şöyle ki: Bu seneden sonra Beyt-i şerife müşrikler artık yanaşmayacaklardır. Beyt-i Şerif çıplak olarak tavaf edilmeyecektir. Cennete ehli imândan başkası giremeyecektir. Ve yapılmış olan antlaşma müddetine riayet edilecektir. Bütün bunlar gösteriyor ki: Müslümanlıkta antlaşmaya riayet bir esastır. Müslümanların cihad ile memur olmaları antlaşmalarına riayetten kaçınanlara, İslâm mukaddesatına saldıranlara karşı zarurî olarak yerine getirilmesi icabeden bir vazifedir. Düşmanları haberdar ederek kendilerine bir müddet verilmesi de haklarında hiyanet lekesinde kaçınılarak yüksek bir adalet eseri göstermek hikmetine dayanmaktadır.
§ Hacc-ı Ekber, farz olan hacdır. Hacc-ı As gar da nafile olarak yapılan hacdır. Umreye de Hacc-ı As gar denilmiştir ki, bu da herhangi bir mevsimde olursa olsun Kabe'i Muazzama'yı tavaf ile Safa ve Merve arasında sâyetmekten ibarettir. Arefe günü Cuma'ya tesadüf eden bir hacca da Hacc-ı Ekber denilmiştir.
4. Kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da size karşı bir eksiklikte bulunmamış; ve sizin aleyhinizde olarak bir kimseye yardım eylememiş olan müşrikler müstesna. Artık onlara müddetlerine kadar antlaşmalarını tamamlayınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sakınanları sever.
4. Bu âyeti kerime, müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşma hükümlerine riayet eden gayri müslimlere karşı müslümanların ne şekilde hareket edeceklerini beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Müslümanlar!. (Kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da) bu antlaşma hükümlerine göre (size karşı bir eksiklikte bulunmamış) o hükümlere tamamen riayetten ayrılmamış, size karşı savaşa cür'et göstermemiş (ve sizin aleyhinizde olarak) düşmanlarınızdan (bir kimseye bir kavme (yardım eylememiş) başkalarını sizin aleyhinize olarak harbe teşvik ve kendilerine yardım edivermemiş (olan müşrikler müstesna) onların haklarında anlaşmalar dört ay sonra son bulmuş olmayacaktır. (Artık onlara müddetlerine kadar antlaşmalarını tamamlayınız) aranızdaki kararlaştırılmış olan müddetin tamam olmasına riayet ediniz, öyle dört ay sonra onlara karşı savaşta bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ sakınanları) meselâ: Antlaşma hükümlerine riâyette bulunup da insanların haklarına tecavüzde bulunmayanları (sever) onları mükâfatlara nail buyurur. Binaenaleyh Ey Müslümanlar!. Siz de takvadan ayrılmayınız, yaptığınız antlaşmalara tamamiyle riayetkar olunuz.
§ Rivayete göre, Beni Kinâneden bir kabile olan Beni Damre ile Rasülü Ekrem arasında bir antlaşma yapılmış idi. Bu antlaşmanın dokuz ay kadar daha bir müddeti kalmıştı. İşte böyle antlaşmaların müddetleri tamam oluncaya kadar bunlara riayet edilmesi bu âyeti kerime ile emredilmiştir.
5. Artık haram olan aylar çıkınca, -o diğer- müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz ve onları yakalayınız ve onları hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz. Fakat tövbe ederler, namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse artık yollarını açık bırakınız. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayan, pek esirgeyendir.
5. Bu âyeti kerime, yaptıkları antlaşma hükmlerine uymayan ve daha sonra tövbe edip İslâmiyet'i kabul eylemeyen müşriklere karşı müslümanların savaşa izinli olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (Artık haram olan aylar çıkınca) yani: Kendilerine bir lütuf olarak verilmiş olan dört aylık müddet son bulunca (-o diğer-) yani anlaşmalara riayet edenlerden başka (müşrikleri nerede bulursanız) gerek harem-i şerif içerisinde ve gerek dışında ve gerek haram olan aylarda ve gerek diğer aylarda yakalarsanız onları (öldürünüz ve onları) esaretle (yakalayınız ve onları) mescidi harama gelmekten, İslâm beldelerinde faaliyette bulunmadan engellemek için (hapsediniz ve onlar için bütün geçit yerlerine oturunuz) onların gidecekleri, dağılacaklar! beldelerin yollarını nezaret altında bulundurunuz. Tâki, etrafa dağılıp İslâmiyet aleyhinde fenalıklarda bulunmaya fırsat bulamasınlar. (Fakat) onlar (tövbe ederlerse küfrlerine son verip imâna gelirlerse (ve) bu tövbelilerinin bir delili olmak üzere (namaz kılarlar, zekâtı da verirlerse) Cenâb-ı Hak'ka ve Allah'ın mahlûkatına karşı vazifelerini ifada bulunurlarsa (artık) onların (yollarını açık bırakınız) onlara hürriyet veriniz, onlara birşey ile taarruzda bulunmayınız. (Şüphe yok ki. Allah Teâlâ çok bağışlayandır.) Tövbe edenlerin günahlarını ziyadesiyle af eder ve örter ve (pek esirgeyendir) onlara bu tövbelerinden dolayı rahmet ve merahmette bulunur, kendilerini nice nimetlere nail buyurur.
Demek oluyor ki, Hak Teâlâ Hazretlerinin lûtfuna kavuşabilmek için hem küfrden uzak olmalıdır, hem de namaz, oruç, zekât gibi kulluk vazifelerini ifaya çalışmalıdır. Bu vazifelere riâyet etmeyenler azaptan, cezalandırılmaktan kurtulamazlar. Özet olarak: Bu âyeti kerime: İnsanlığa selâmet ve saadet yolunu göstermiş oluyor ki, o da Cenabı Hak'ka imân ile dinî görevleri yerine getirmekten ibarettir.
6. Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver, tâki. Allah Teâlâ'nın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin bulunduğu mahalle ulaştır. Çünki onlar şüphe yok ki, bilmez bir kavimdîr.
6. Bu âyeti kerime gösteriyor ki, kendilerine mühlet verilmiş olan müşriklerden herhangi biri islâmiyet hakkında fazlaca bilgi edinmek maksadıyla bir aman talebinde bulunursa ona aman verilir, velev ki, o mühlet sona ermiş olsun. Şöyle ki: (Ve eğer) Kendilerine dört ay mühlet verilmiş olan (müşriklerden bîr kimse) bu müddetin bitmesini müteakip (senden aman dilerse) hakkında bir komşu imiş gibi muamele yapılarak kendisine aman verilmesini talepte bulunursa (ona aman ver) onu komşuluğuna kabul eder gibi ol, kendisine bir tecavüz edilmesine müsaade etme (tâki, Allah Teâlâ'nın kelâmını dinlesin) gelsin de Kur'an-ı Kerim'in yüksek beyanını dinlesin, onun insanlığı İslaha, insanların selâmet ve saadetine vesile olduğunu anlasın (sonra) imân etmeyip de yurduna dönmek isterse (onu emin bulunduğu mahalle) kendi kavminin yurduna (ulaştır) oraya dönsün, artık düşünsün. Onlara böyle bir aman verilmesinin hikmetine gelince (çünki onlar, şüphe yok ki, bilmez bir kavimdir.) Islâmiyetin hak olduğunu bilmez bir halde bulunmaktadırlar. Onlara böyle bir aman verilmelidir ki, gelip hakikatini güzelce anlayabilsinler, artık bir mazeret ileri sürmelerine mahal kalmasın.
§ Bu âyeti kerime de gösteriyor ki: İslâmiyet'teki cihâdın farz oluşu, yalnız insanlığın hak dini kabul ederek selâmet ve saadete nail olmaları içindir. Yoksa başkalarının mallarını, yurtlarını ellerinden almak için değildir. İşte bunun içindir ki, en düşman bir müşrik bile islâmiyet hakkında bilgi edinmek için aman dileyince kendisine aman verilir, sonra da kendi yerine tam bir selâmetle iade edilir. Eğer cihatdan gaye, dünyevî bir varlık elde etmek olsa idi, böyle bir müsaade yönüne gidilmezdi, çünkü bu müsaade, o gayeye aykırı bulunurdu.
§ Bir de bu âyeti kerime Islâmiyetin ne kadar akıl ve mantığa uygun ne kadar düşünen kimselerin kabul edecekleri yüce hükümleri, düsturları kapsamış olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer böylece pek makul, pek yüksek ve her hakikî aydın kimsenin kabul edeceği bir mahiyette olmasaydı, kâfirler, bu dinî, bunun hükümlerini tetkik ve düşünmeye davet edilmezlerdi. Nitekim bu gerçeği bir takım insaflı şarkiyatçı ilim adamları da itiraf etmektedirler.
7. Allah Teâlâ'nın katında ve Peygamberinin katında o müşrikler için nasıl bir aht olabilir?. Mescid'i Haram'ın yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesna. İmdi onlar size karşı dürüstlük gösterdikçe siz de onlar için dürüstlük gösterin. Şüphe yok ki. Allah Teâlâ takva sahiplerini sever.
7. Bu mübarek âyetler, antlaşmalarını bozan müşriklere karşı yapılacak muamelelere ve muamelelere sebep olan hikmetlere, faydalara işaret etmektedir. Şöyle ki: (Allah Teâlâ'nın katında ve Peygamberinin katında) İlâhî dinin yüksek hükümlerine göre (o) antlarını bozup duran (müşrikler için nasıl) uyulmaya lâyık (bir ahd olabilir?.) elbette olamaz. Çünki onlar ahdlarını bozaktan, müslümanlara karşı düşmanlıktan geri durmazlar. Ancak (mescid-i haramın yanında) Hudeybiyye denilen yerde (kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz) müşrikler (müstesna) onlar ile olan ahdi devam ettirirsiniz. Fakat bu da şöyle bir şarta bağlıdır: (İmdi onlar size karşı dürüstlük gösterdikçe) antlaşmalarına riâyet edip onu bozmadıkça (siz de onlar için dürüstlük gösterin) antlaşma hukukuna riâyet ediniz, belirlenmiş olan müddet içinde kendi tarafından ahd yemini bozmayınız, (ve şüphe yok ki. Allah Teâlâ takva sahiplerini) ahdlerini bozmaktan sakınanları (sever) binaenaleyh müslümanlar, verdikleri sözlerde sebat ederler, yaptıkları antlaşmaları bozmaktan kaçınırlar, fakat düşmanları bu anılaşmalara riâyet etmezlerse o zaman müslümanlar da karşılık vermek mecburiyetinde kalırlar. Nitekim müslümanlar ile antlaşma yapmış olan müşriklerden "Beni Bekir" kabilesi, müslümanların aleyhine olarak müşriklerden"Hüzaa" kabilesine yardımda bulunarak bu antlaşmalarını bozmuşlardı.
8. Nasıl olabilir. Ve eğer size bir galip gelecek olsalar sizin hakkınızda ne bir yemine ve ne de bir ahta riayette bulunmazlar. Onlar sizi ağızlarıyla hoşnut ederler. Kalpleri ise çekinir ve onların çoğu fasık kimselerdir.
8. (Nasıl) O düşmanlar için sabit bir aht (olabilir? Ve) halbuki (eğer) onlar (size bir galip gelecek olsalar) bir fırsat bulup kendilerini daha kuvvetli görseler, bir zafer elde edebilecek bir vaziyette bulunsalar (sizin hakkınızda ne) evvelce yapmış oldukları (bir yemine) veya bir akrabalık münasebetine (ve ne de bir anılaşmaya riâyette bulunmazlar) belki güçleri yettiği kadar size ezâ ve cefada bulunmasa çalışırlar. (Onlar) Ey Müslümanlar!, (sizî ağızlariyle hoşnut ederler) münafıkça hareket ederek görünürde antlaşmalarına uyduklarını söylerler, size itaat edeceklerine dâir Allah adına and içerler. (Kalpleri ise) Ahte vefadan, itaate devamdan (çekinir) onların sözleri özlerine uymaz, (ve onların çoğu fâsık) kendi milletleri arasında da ahlaksızlıkla tanınan, antlaşmalara uymaktan kaçınan (kimselerdir.) Diğer bir kısım müşrikler ise küfrleri bakımından haddizatında fâsık kimseler iseler de kendi aralarında fâsıkca hareketlerden kaçınırlar ve Ibni Abbas Hazretlerinin beyan buyurmuş olduğu üzere onlardan bir takımının daha sonra aklını başına toplayarak İslâm şerefine nail olmaları, düşünülebilir. Nitekim de daha sonra içlerinden bir zümre bu şerefe nail olmuştur.
9. -Onlar- Allah Teâlâ'nın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar. Sonra da onun yolundan çevirdiler. Şüphesiz ki onların yapar oldukları şey ne kadar kötüdür.
9. Bu mübarek âyetler de müşriklerin ne kadar ilâhî dine muhalefette bulunduklarını ve onların müslümanlara karşı ne kadar hukuka saldırgan olduklarını beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: (-Onlar-) O müşrikler veya onlara yardım eden Yahudiler (Allah Teâlâ'nın âyetlerini) antlaşma hükmlerine uymayı emreden âyetleri (az bir bedel karşılığında) arzu ve hevesleri, geçici menfaatleri, nefsanî istekleri uğrunda elden çıkardılar, (sattılar) değiştirdiler, (sonra da onun) hak dinin veya beyt-i şerifin (yolundan) döndüler, başkalarını da (çevirdiler) İslâm dinine girmekten engellemeye çalıştılar (şüphesiz ki, onların yapar oldukları şey) Allah'ın dininden kaçınmaları, başkalarının da o dine girmelerine mâni olmaları (nekadar fenadır) haklarında nekadar azabı gerektiricidir. Bunun farkında neden olamıyorlar?.
10. -Onlar- Bir mümin hakkında ne bir yemin ve ne de bir zimmet gözetmezler. Ve işte haddi tecavüz etmiş olanlar, onlardır.
10. Evet... Onların yaptıkları şey pek fenadır. Çünki (onlar) o dinsizler, (bir mü'min hakkında ne bir yemin ve ne de bir zimmet gözetmezler) yani: Onlar ne yaptıkları yeminlere riâyet ederler, ne de yaptıkları antlaşma hükümlerine riâyette bulunurlar. Onlar görevlerini yerine getirmeye çalışmazlar, bunlara vakit vakit muhalefette bulunur dururlar. (Ve işte haddi tecavüz etmiş olanlar) dînen kararlaştırılmış olan hükümlere ve antlaşmaların gerektirdiği vecibelere muhalefet edip duranlar (onlardır) o hakikî imândan mahrum olan dinsizlerdir. Nekadar âdî kimseler!.
11. Eğer onlar daha sonra tövbe ederlerse ve namaz kılarlar ve zekâtı da verirlerse artık sizin dinde kardeşlerinizdir, ve biz âyetlerimizi bilenler olan bir kavim için genişçe beyan ederiz.
11. Bu mübarek âyetler, insanlar arasında bir din kardeşliğinin ne şekilde meydana geleceğini bildiriyor ve hangi kimselerin en zararlı şahıslar olup kahır ve cezaya lâyık olduklarını tâyin buyuruyor. Şöyle ki: (Eğer onlar) o kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz kâfirler (daha sonra tövbe ederlerse) küfürlerini bırakıp imâna gelirlerse, yeminlerini bozmayı terkedip onlara riayete başlarlarsa (ve namaz kılarlar) ise, farz namazları bütün erkân ve şartlarına uyarak kılmaya başlarlarsa (ve) kendilerine farz olan (zekâtı da) kalben isteyerek fakir müslümanlara (verirlerse artık) onlar da o halde Ey müslümanlar!, (sizin dinde kardeşlerinizdir.) Sizin lehinize olan onların da lehinedir, aleyhinize olan da onların aleyhinedir. Aranızda böyle mükemmel bir dayanışma, bir sevgi meydana gelmiş olur. (ve biz âyetlerimizi bilenler) düşünüp anlayabilecek (olan bir kavim için genişçe) açık bir şekilde (beyan ederiz) tâki, Islâmiyetin teklif ettiği vazifelerin ne kadar hikmet ve menfaate dayanmış olduğu gözleri önünde parlayıp dursun, İşte gayri müslimler ile yapılacak antlaşmaların, cihadların hikmeti de gösterilmiş oluyor ki, o da insanlık âleminde bir sulh ve barışın, bir kardeşlik ve danışmanın ve sonuç olarak ebedî bir selâmet ve saadetin meydana gelmesini sağlama gayesinden ibarettir.
12. Ve eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozacak olurlarsa ve dininiz hakkında da dil uzatırlarsa artık o küfr önderlerini öldürünüz. Şüphe yok ki, onların antları yoktur. Umulur ki, inkârlarına son verirler.
12. (Ve eğer) Antlaşma yapmış olanlar, bu (antlaşmalarından sonra) sözlerinde durmazlarda yapmış oldukları (yeminlerini bozacak olurlarsa) antlarına riayet etmezlerse (ve dininiz hakkında dil uzatırlarsa) İslâmiyet gibi kutsal, bütün hükümleri hikmete dayanmış apaçık bir din aleyhinde söz söyler, ona karşı küçültücü ve hakaret edici davranışlarda bulunmak alçaklığını işlerlerse (artık) Ey Müslümanlar!. Siz mazursunuz, izinlisiniz, mukaddesatınızı muhafaza etmek ve korumak için (o küfür önderlerine) öyle İslâm dini aleyhinde bulunan bütün kâfirleri (öldürünüz.) onlar ile savaşa atılıp kendilerini cezalandırmağa gayret ediniz. (Şüphe yok ki, antları yoktur.) onların o yeminleri haddizatında bir yemin değildir. Eğer yemin olsa idi ona muhalefet ederek yeminlerini bozmazlardı. Ey Müslümanlar!. Siz o gibi kâfirlere karşı kudret ve gücünüzü gösteriniz (umulur ki, -inkârlarına- son verirler.) bu sayede uyanırlarda İslâm dinini kabul ederek müslümanlık aleyhindeki hareketlerini bırakırlar, İşte bu, bütün insanlar hakkında Allah Teâlâ'nın büyük bir lütuf ve keremidir ki, bu cihad ile onlara eziyet vermek değil, bilâkis onların ebedî felâketten kurtularak selâmet ve saadete kavuşmaları bir gaye bulunuştur.
13. Ya öyle bir kavim ile savaşta bulunmayacak mısınız ki, antlarını bozdular ve Peygamberi -yurdundan- çıkarmayı kurdular ve sizinle düşmanlığa ilk evvel onlar başladılar. Onlardan korkar mısınız!. Kendisinden korkmaya daha lâyık olan ancak Allah T e âlâ'd ir. Eğer siz mü'min kimseler iseniz. Bunu böyle bilirsiniz.
13. Bu mübarek âyetler, birer büyük mucizedir. Müşrikler ile savaşın başlıca sebeplerini ve faidelerini bildiriyor, İslâm mücahitlerinin kalplerine cesaret veriyor. Ve müjdelemiş olduğu başarılar daha sonra tamamen vücude gelmiş bulunuyor. Şöyle ki: (Ya) Siz Ey Müslümanlar!. (Öyle bir kavim ile savaşta bulunmayacak mısınız ki) Onlar çeşit ki i sebeblerden dolayı kahır ve cezaya lâyık olmuşlardır. Bu cümleden olarak: Birinci sebep onlar (yeminlerini bozdular) Hudeybiye antlaşmasını yaparken müslümanların aleyhine başkalarına yardım etmiyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Sonra müslüman olan Huzae kabilesi üzerine kâfir olan Beni Bekr kabilesini saldırırlar. (Ve) İkinci sebep de onlar (Peygamberi -yurdundan-çıkarmayı kurdular) Darünnedvede toplanarak Rasülü Ekrem'i Mekke'i Mükerreme'den çıkarmak için istişarede bulundular, (ve) üçüncü sebep de (sizinle düşmanlığa ilk evvel onlar başladılar) Rasülü Ekrem'in İslâm dinini tebliğini kabul etmediler, onun gösterdiği mucizeleri inkâr ettiler, ona karşı savaşı göze aldılar veyahut Bedir Savaşı sırasında Kureyş'in kervanı kendilerine sağ-salim kavuşmuş olduğu halde yine geri dönmeyip Rasûlü Ekrem ile savaşa koştular veyahut müslüman olan Huzae kabilesi üzerine Beni Bekr'i saldırttılar. Artık Ey Müslümanlar!. (Onlardan) Size bu kadar düşmanlıkta, ihanette bulunan kâfirlerden (korkar mısınız!.) onlardan size bir musibet gelir, korkusuyla cihadı terkeder misiniz?. Elbette siz de bilirsiniz ki, (kendisinden korkmaya daha lâyık olan ancak Allah Teâlâ'dır) artık yalnız ondan korkunuz, onun dinine hizmeti bir vazife biliniz, ona sığınarak düşmanlarınıza karşı cephe alınız, (eğer siz mü'min kimseler iseniz) bunu böyle bilirsiniz. Çünki hakikî müminler, yalnız Allah Teâlâ'dan korkarlar, başkasına ehemmiyet vermezler. Bütün hâdiselerin ancak o Yüce Yaratıcının iradesiyle, kudretiyle vücude geleceğine inanmış bulunurlar. Artık böyle kuvvetli bir inanca, sağlam bir kalbe sahip olan bir zümre, başkalarından korkar mı, mukaddesatı uğrunda cihad meydanlarına atılmaz mı?, İşte bu dinî terbiyedir ki, İslâm ordularını birçok savaşlarda kendilerinin sayıca kat kat üstünde olan düşmanlarına karşı galip kılmıştır. Böyle bir imân ve inanç, müslümanlara büyük bir kuvvet, büyük bir azim ve metanet vermektedir. Bu yüksek özelliğin bu yüce diyanet ve yiğitliğin İslâm muhitinde daima meydana galmesini sağlamaya çalışmak, İslâm cemiyetleri için en mühim bir vecibedir, varlıklarının şeref ve şan ile devam ve bakâsı için en birinci çâredir.
14. Onlar ile savaşın. Onları Allah Teâlâ sizin ellerinizle cezalandırsın ve onları rüsvay etsin ve onların üzerine size zafer versin ve mü'minler olan bir zümrenin göğüslerine şifa -ferahlık-nasip buyursun.
14. Artık Ey Müslümanlar!. (Onlar ile) Öyle yeminlerini bozan, size karşı hiyanette bulunan İslâm düşmanlariyle (savaşta bulunun) bunun bir kere şu faidelerini düşünün: Birincisi: (onları Allah Teâlâ sizin ellernizle cezalandırsın) öldürsün, esarete düşürsün, mallarını ellerinden gidersin (ve) ikincisi de (onları rüsvay etsin) dünyada zillet ve rezalete, ahirette de azaba düşürsün (ve) üçüncüsü de (onların üzerine size zafer versin) sizi onlara galip kılsın onları cezalandırmaya sizi muvaffak buyursun, (ve) dördüncüsü de (mü'minler olan bir zümrenin) o tecavüze uğramış olan Huzae taifesi gibi bir İslâm cemâatinin de (göğüslerine şifa) ferahlık ve neş'e (nasip buyursun) kendilerine eza ve cefada bulunmuş olan düşmanlarının mağlûbiyetlerini onlara göstermek suretiyle o taifeyi bekleme zahmetinden kurtarsın.
Ibni Abbas Hazretlerinden bir rivayete göre bu mü'minlerden maksat. Yemen ve Seba tarafından gelip İslâmiyet'i kabul eden bir zümredir ki yurtlarına dönünce yurtdaşlarından şiddetli bir ezaya uğramışlardı. Durumu Rasûlü Ekrem'e bildirerek şikâyette bulunmuşlardı. Yüce Peygamber Efendimiz de "müjde, olsun size, kurtuluş yakındır" diye buyurmuştu. İşte bu gibi savaşa iştirak etmemiş olan müslümanlar da bu savaş sonunda böyle bir gönül rahatlığına nail olacaklardı. Nitekim de olmuşlardır.
15. Ve kalplerinin kinini gidersin. Ve Allah Teâlâ dilediğini tövbeye muvaffak kılar. Ve Allah Teâlâ bilendir, hikmet sahibidir.
15. (Ve) Ey Müslümanlar!. Savaşta bulunun, tâki, Cenâb-ı Hak, bu vesile ile dindaşlarınızın (kalplerinin kinini gidersin) gördükleri, kötü olaylardan, tecavüzlerden dolayı kalplerinde meydana gelmiş olan öfkeyi şiddeti, gazabı, kızgınlığı gidersin. İşte bu da bu cihadın beşinci faidesidir. (ve Allah Teâlâ dilediğini tövbeye muvaffak kılar) düşmanlardan bir nicesini dilerse fikir değişikliğine nail ederek kendilerine küfür ve isyandan tövbe nasip buyurur. Nitekim de nasip buyurmuştur. Bu cümleden olarak Kureyş reislerinden olan Ebu Süfyan, Ikrime, Süheyl gibi bir nice zatlar, Mekke'i Mükerreme'nin fethi günlerinde İslâm şerefine nail olmuşlar ve Islâmiyetleri pek güzel, pek samimî bulunmuştur, (ve Allah Teâlâ bilendir) geçmişte olanları bildiği gibi gelecekte olanları da pek mükemmel bilir. Ve o Yüce Yaratıcı (hikmet) sahibidir onun bütün emirleri, hükmleri hikmet ve menfaata dayanmıştır." Binaenaleyh bu cihad ile mükellefiyet de bir ilâhî hikmet gereğidir. Bu âyetler birer büyük mucizedir. Çünkü bunların müjdeledikleri muvaffakiyetler daha sonra tamamiyle meydana gelmiş, müslümanlar her tarafta galip olmuş, İslâm hâkimiyeti parlak bir şekilde kendisini göstererek ehli imânın kalplerini rahatlatmıştır.
16. Yoksa sandınız mı ki: Bırakılacaksınız ve Allah Teâlâ sizden cihadda bulunanları ve Allah Teâlâ'dan ve Resulünden ve müminlerden başkasını öz dost edinmeyenleri bilmeyecek?. Halbuki, Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
16. Bu âyeti kerime, cihaddan kaçınan mü'minleri uyararak onları cihada teşvik buyurmaktadır. Şöyle ki: Ey Cenâb-ı Hak'kın emrine heman uymayıp da cihat dan geri kalan müminler!. (Yoksa) siz (sandınız mı ki) öyle cihad ile artık memur olmayacak bir halde (bırakılacaksınız) dır. (ve) yine fasit bir zan ile sandınız mı ki, (Allah Teâlâ, sizden) hak yolunda Milaslıca (cihadda bulunanları ve) bununla beraber (Allah Teâlâ'dan ve Resulünden ve mü'minlerden başkasını öz dost) sırdaş (edinmeyenleri bilmeyecek) bu haller o ezelî mabudun ilmî huzuru ile malûmu olmayacak!. Hâşâ (halbuki. Allah Teâlâ bütün yaptıklarınızdan haberdardır.) O herşeyi bilen Yaratıcı, sizin bütün fiil ve hareketlerinizi, bütün hayallerinizi ve din düşmanlarıyle olan gizlice münasebetlerinizi tamamen bilir. Onun mukaddes zatına karşı hiçbir şey gizli kalamaz. Artık bunu güzelce düşünmeli, yapılacak bir cihadı, bir ibadeti yalnız Allah rızası için yapmalı, yoksa nefsanî arzular için, gösterişler için yapılacak bir savaşın ve diğer şeylerin bir kıymeti yoktur.
§ Bu hitap!. Cihat dan geri duran bir kısım mü'minlere ve bir görüşe göre de münafıklara yöneliktir.
§ Velice kelimesi: Bir kimsenin sırdaşı demektir ki, kendisine bir takım sırları bildirir. Buna "bit an e == sırdaş" da denir. Velice: Büyük çuval mânâsına da gelir.
17. Müşrikler için, kendi nefislerinin küfrüne şahitler oldukları halde Allah Teâlâ'nın mescitlerini imar etmeleri caiz değildir. Onlar o kimselerdir ki, onların ameleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebediyen kalıcılardır.
17. Bu mübarek âyetler, yapılan birmâbedin, bir ibadetin Allah katında makbul olabilmesi için bunu yapan kimsenin imân ile nitelenmiş ve üzerine düşen vazifeleri ifaya götürücü olması lüzumunu göstermektedir. Şöyle ki: (Müşrikler için, kendi nefislerinin küfrüne şahit oldukları halde) meselâ Yahudi veya Hıristiyan olduklarını itiraf veya İslâm dinini inkâr edici olduklarını ifade ettikleri veya diğer hareketleriyle, lâkırdılariyle ilâhî dinden mahrum bulunduklarını meydana koydukları halde (Allah Teâlâ'nın mescitlerini imar etmeleri) yani: O mescitlere devam etmeleri, onların içinde oturmaları, onları inşa ve tamir eylemleri (caiz) doğru (değildir) onlardan bunun doğru ve makbul olacağı imkânsızdır. Çünki (onlar) o kâfirler (o kimselerdir ki, onların amelleri) onların yapmış oldukları hayırlı görülen işleri, küfrleri sebebiyle (boşa gitmiştir.) bâtıl olmuştur. Kendileri için uhrevî bir mükâfat temin edecek bir mahiyette bulunmamıştır. (Ve onlar) küfrleri yüzünden ahiretde cehenneme atılarak (ateşte ebediyen kalıcılardır.) bu onların küfrlerinin cezasıdır. Çünki küfür en büyük bir cinayet olduğundan cezası da bu kadar büyüktür, ebedîdir.
18. Allah Teâlâ'nın mescitlerini ancak Allah Teâlâ'ya ve ah i ret gününe imân eden ve namaz kılan ve zekâtı veren ve Cenab'ı Hak'tan başkasından korkmayan kimse imar eder. Artık umulur ki, bunlar hidayete ermiş olanlardan olacaklardır.
18. (Allah Teâlâ'nın mescitlerini) Cenâb-ı Hak'ka ibadet için hazırlanan mabetleri öyle kâfirler değil (ancak Allah Teâlâ'ya) onun varlığına, birliğine, ortak ve benzerden uzak olduğuna (ve ahiret gününe) bütün insanlığın sonunda oraya sevk edileceğine (imân eden) kaani bulunan (ve namazı kılan) en büyük bir kulluk arzetme alâmeti olan namazları erkân ve şartları içerisinde kılan (ve zekâtı veren) dindaşlarının ihtiyaçlarını gidermek için onlara mal ile yardım eyleyen (ve) dinî işlerde (Cenâb-ı Hak'tan başkasından korkmayan) yani: Kulluk vazifesini gerektiği gibi ifa edemeyip de uhrevî sorumluluğa uğrayacağını düşünerek kalben yalnız Cenab'ı Hak'tan korkup bu hususta başkalarından korku ve endişede bulunmayan (kimse imar eder) mabetleri tamire, aydınlatmaya çalışır, içlerinde ibadet ve itaate devam eder durur. (Artık umulur ki) yani: Artık bu gibi zatlar ilâhî lütuf lardan bekleyebilirler ki: (bunlar hidayete ermiş olanlardan olacaklardır.) burada bir işaret var ki: Öyle yüksek vasıfları haiz zatlar bile kendi ibadet ve itaatlerine aldanarak mutlaka hidayete ereceklerine hükmedemeyip bunu ancak bir ilâhî lütuf olmak üzere ümit ederler. Artık ehli küfür ve şirk, o hâl üzere bulundukça hiç hidayete erebilirler mi?. Onların yapacakları mabetler onlar için bir hidayet vesilesi olur mu?. Elbette olmaz.
19. Ya siz hacılara su vermeyi ve mescidi haramın imârını, Allah Teâlâ'ya ve ah i ret gününe imân eden ve Allah Teâlâ yolunda cihadda bulunan kimse gibi mi tuttunuz?. Bunlar Allah Teâlâ'nın katında eşit olamazlar ve Allah Teâlâ zalimler olan bir kavme hidayet etmez.
19. Bu âyeti kerime, imansız olan bir kimsenin ne kadar görünürde güzel hizmetlerde bulunsa da imân sahibi olup hak yolunda çalışan bir zat ile eşit olamayacağını bildirmektedir. Şöyle ki: (Ya siz) Ey Müşrikler!. Veya ey Beyti şerifin suculuğunu, imaretini hicrete ve cihada ve benzerlerine tercih eden bir kısım müslümanlar!. (hacılara su vemeyi) Hacılara su vermek, onlara su dağıtmak hizmetinde bulunmayı ve (mescid'i haramın) Kâbe'i Muazzama'nın (imârını) onun tamir ve tezyin Edirnesini, onun koruyucusu, mütevellisi bulunmayı (Allah Teâlâ'ya ve ahiret gününe imân eden ve Allah Teâlâ yolunda) kâfirler ile (cihadda) savaşta (bulunan kimse) nin imânı, Allah katındaki yeri (gibi mi tuttunuz?.) onları fazilet ve derece üstünlüğü bakımından beraber mi kıldınız?. Bu ne yanlış bir kanaat!. Halbuki (Bunlar Allah Teâlâ'nın katında eşit olamazlar.) gerçek şekilde mümin olan ve hak yolunda cihad eden bir zatın imânı ile küfür üzere sebat eden bir şahsın sâdece hacılara su vermesi, Kabe'yi koruması, tamir ve tezyin etmesi nasıl eşit görülebilir?. İmana dayalı olmayan öyle bir amelin Allah katında bir kıymeti yoktur, (ve Allah Teâlâ zâlimler olan bir kavme hidâyet etmez) Evet... Küfür ve şirk içinde yaşayan, Hz. Peygambere düşman bulunan bir topluluk, sapıklığa düşmüş kimselerdir. Artık onlar, öyle hayırlı görülen bazı hareketlerinden dolayı Allah yolunda cihadda bulunan mü'minlere nasıl eşit olabilirler?. Onlar ile mü'minler zümresini eşit görenler, zalimce bir kanaatte bulunmuş olmazlar mı?. Böyle zalimler ise doğru bir yolu takip etmeğe muvaffak olamazlar.
§ Bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hakkında birkaç rivayet vardır. Bu cümleden olarak deniliyor ki: Mekke'i Mükereme'de bulunan müşrikler, Yahudi'lere sormuşlar ki: Biz bu mescid-i haramı tamir ve tezyin ediyor, hacılara su veriyor, ikramda bulunuyoruz. Artık biz mi daha üstünüz, yoksa Muhammed -Aleyhisselâm- ile eshâbı mı daha üstündürler. Yahudiler de demişler ki: Siz daha üstünsünüz. Bunun üzerine bu âyeti kerîme nazil olarak onları yalanlamıştır.
20. O zatlar ki, imân ettiler ve hicrette bulundular ve Allah Teâlâ'nın yolunda mallarıyle, canlarıyla cihada atıldılar. Allah katında dereceleri pek büyüktür. Ve işte kurtuluşa erenler de onlardır.
20. Bu mübarek âyetler, bir takım yüksek vasıfları taşıyan mü'minlerin pek büyük derecelere muvaffak olduklarını bildirmektedir. Onların ebedî nimetlere, pek büyük mükâfatlara nail olacaklarını açıkça beyân ederek kendilerini şöylece müjdelemektedir: (O zatlar ki, imân ettiler) İslâmiyet'i kabul ile imân nimetine kavuştular (ve) Rasûlullah'a tâbi olarak yurtlarını bırakarak Medine'i Münevvereye (hicrette bulundular ve) dini İslâm'ı ufuklara yaymak için, din düşmanlarını cezalandırmak için (Allah yolunda) Allah'ın dini uğrunda (mallariyle, canlarıyla cihada atıldılar) kâfirlerle çarpıştılar, işte şüphe yok ki, bu pek seçkin vasıflara sahip bulunan muhterem zatların (Allah katında dereceleri pek büyüktür.) Artık bu pek yüksek vasıflara sahip olmayanlar elbetteki, o zatlara fazîletce, üstün mertebece eşit olamazlar. (Ve işte kurtuluşa erenler de) dünya ve ahiret saadetine tamamen nail olanlarda (onlardır) o pek seçkin vasıflara sahip olan zatlardır.