rabia
Mon 8 March 2010, 09:39 am GMT +0200
Tebük
Huneyn savaşından kısa bir süre sonra İmparator Herakliyus Kudüs´e giden Kutsal yolu tekrar inşa ettirdi. Bu Kur´anda önceden haber verilen ve O gün mü´minler sevineceklerdir» (Rum: 4) diye ifade edilen Bizanslıların İranlılara karşı kesin zaferini noktalıyordu. İranlıların Suriye´den ve Mısır´dan askerlerini çekmek zorunda kalmaları da bir sevinç kaynağıydı. Fakat Suriye´de bir tehlikenin yerini diğeri almıştı. îslâm devletinin sadece bu taraftan bir tehlike ile karşı karşıya olduğu söylenebilirdi. Medine´de Herakliyus´un Medine´ye karşı uzun bir sefer düzenlemek üzere ordusuna bir yıllık avans verdiği söylentileri dolaşıyordu. Bunun yanısıra Bizanslıların güneyde Belke´ya kadar geldikleri ve Lehm, Cudam, Gassan ve Amile kabilelerini ele geçirdikleri söyleniyordu. Bu haberler bir bakıma abartma, bir bakıma da gerçeğin tam tersi idi. Herakliyus´un îran seferi sırasında rüyasında kendisini İslâm´a çağırmak için mektup yazan adamla özdeşleştirdiği «sünnetli bir adamın» Suriye krallığını ele geçirilişini gördüğü henüz herkesçe bilinmiyordu. Gördüğü rüya öylesine etkili ve açıktı ki Herakliyus´un güneye doğru yayılmasını engelledi ve bir dereceye kadar Suriye´yi savunmasına neden oldu. Herakliyus Kudüs´ten Humus´a çekilmişti. Orada, tüm bu bölgenin fethedileceğinden emin olarak generallerine, kuzeydeki diğer bölgelere yayılmaması şartıyla Suriye bölgesini Peygamber (s.a.v.)´e veren bir anlaşma yapmayı önerdi. Generallerin bu fikre çok şaşırmalan ve kesinlikle karşı çıkmaları onun bu plânı yürürlükten kaldırmasına neden oldu. Fakat Herakliyus gördüğü rüyayı hiçbir zaman unutmadı.
Aynı şekilde Peygamber (s.a.v.) de Allah´ın İslâm ordularına Suriye kapılarını açacağından emindi. Ya zamanının geldiğini düşünerek ya da kaçınılmaz kuzey seferi için ordularına deneyim kazandırmak için Biaznslılara karşı bir sefer düzenleyeceklerini açıkladı. Daha sonra şimdiye kadar kumanda ettiği en büyük ve en iyi silahlarla donanmış bir ordu kurmaya başladı. O zamana kadar, bu tür durumlarda asıl amacını gizli tutmak ve hazırlıkları mümkün olduğu kadar gizli yapmak adetiydi. Fakat bu kez gizlilik yoktur. Mekke´ye ve diğer müttefik kabilelere Suriye seferi için silahlı ve binekli adamlar göndermeleri için haber gönderildi.
M.S. 630 yılının Ocak ayının başlarıydı. Mevsim her zaman sıcak olurdu, fakat o yıl bir kuraklık olmuştu ve ısı her zamankinden daha yüksekti. Aynı zamanda olgun ve taze meyve yeme zamanıydı. Bu iki durum sefere katılmamak için ilk sebep teşkil ediyordu. Üçüncü neden ise imparatorluk lejyonlarının dehşet verici şöhretiydi. Münafıklar ve Müslümanlardan az samimi olanlar Peygamber (s. a.v)´e gelip çeşitli nedenler öne sürerek sefere gitmemek için izin istediler. Bedevilerin çoğu da böyle yaptı. Geride kalanlar içinde dört salih imanlı kişi de vardı: Ka´b îbn Malık, Hazreç´ten iki kişi ve Evs´ten bir adam. Bunlar evde kalmak için kesin bir karar almamışlar ve Özürler Öne sürmemişlerdi. O mevsimde Medine´den ayrılmak onlara o kadar sevimsiz gelmişti ki, hazırlık yapmaya başlayama-mışlar ve bu işi bugünden yarma ertelenmişlerdi. Uyandıklarında ise vakit çok geçti ve birlikler gitmişti. Fakat çoğunluk hızla hazırlığa koyulmuşlar ve zenginler daha fazla para yardımı yapma konusunda yarışmışlardı. Osman tek başına onbin adama alet ve binek sağladı. Böyle olduğu halde gitmek isteyen herkese yetecek kadar binsk ve alet yoktu. O sırada inen bir âyet (Tevbe: 92) Peygamber (s.a.v.)´in binek ve alet sağlayamadığı için istemeyerek geri çevirdiği, bunun üzerine ağlamaya başlayan «yedi ağlayan kişiyi beş fakir Ensar ve Muzeyne ile Gatafan dan iki bedevi hafızalara işliyordu.
Bütün bedevi müttefikler de katıldıktan sonra ordu, onbini atlı, otuz bin kişiye yaklaşmıştı. Şehrin dışına bir kamp kurulmuş ve herkes hazır olup Peygamber (s.a.v.) de yola çıkıp kumandayı ele alana kadar Ebu Bekirin yönetimine verilmişti.
Peygamber (s.a.v.) Ali´ (r.a)´yi. ailesine bakmak üzere Medine´de bırakmıştı. Fakat münafıklar Peygamber´in onu bir fazlalık olarak gördüğü ve gözünün önünden uzak tutarak ondan kurtulduğu söylentisini yaydılar. Bunu duyan Ali (r.a) o kadar üzülmüştü ki zırhını giydi, silahlarını kuşandı ve ona katılmak için yalvarmaya niyetlenerek Peygamber (s.a.v.) e ilk konaklardan birinde yetişti. Ona insanların neler konuştuklarını anlattı. O da: «Yalan söylüyorlar. Geride bıraktıklarım için orada kalmanı emrediyorum. Geri dön ve beni hem kendi ailende, hem de benim ailemde temsil et. Ey Ali, benden sonra Peygamber gelmemesinden başka, senin bana, Musa´nın Harun´a yakınlığı gibi yakın olmandan memnun değil misin?»[1] dedi.
Kuzeye doğru ilerlerken birgün sabah namazında Peygamber (s.a.v.) abdest almakta gecikti. Adamlar saflara dizilmişlerdi; namaz kılmadan önce güneşin doğmasından korkana dek onu beklediler. Daha sonra Abdurrah-man îbn Avf (r.a)´ın imamlık yapmasına karar verildi Peygamber (s.a.v.) geldiğinde hemen hemen birinci rekatı bitirmişlerdi. Abdurrahman (r.a) tam geri çekilecekken Peygamber (s.a.v.) onu yerinde kalması için itti ve kendisi de cemaate katıldı. Cemaat, namazı bitirip selâm verince Peygamber (s.a.v.) ayağa kalktı ve kaçırdığı rekatı kıldı. Bitirdikten sonra: «îyi yaptınız, çünkü hiçbir Peygamber ümmetinden takva sahibi binnin arkasında namaz kılmadıkça ölmez[2] dedi.
O sırada Medine´de, yaklaşık olarak ordu yola çıktıktan on gün sonra, geride kalan dört mü´minden biri olan Hazreç´li Ebu Hayseme (r.a) çok sıcak bir günde bahçesindeki ağaçların gölgesine gitti. Orada iki kulübe vardı. Hanımlarının, ikisi kulübeye de su serpmiş olduğunu gördü. İkisinin de kendisi için yemek hazırlamış ve içmesi için toprak testilerde su soğutulmuştu. Kulübelerden birisinin kapı eşiğinde ayakta durdu ve: «Allah´ın Rasulü güneşin sıcağı altında, sıcak rüzgarlarla kavrulmuş. Ebu Hayseme ise serin bir gölgelikte onun için kendi evinde yemek ve hanımları hazırlanmış!» dedi. Daha sonra hanımlarına dönerek: «Vallahi, Allah´ın Rasulü´ne yetişmeden ikinizin de kulübesine girmeyeceğim. Bu nedenle benim için erzak hazırlayın» dedi. Hanımları onun için erzak hazırladılar. Ebu Hayseme devesini semerleyerek hızla ordunun arkasından yola çıktı.
Medine´de Kudüs´e giden yolun hemen hemen tam ortasında Peygamber (s.a.v.) bir gece: «İnşallah yarın Tebûk akarsuyuna ulaşacaksınız. Güneş kızana kadar oraya varamayacaksınız. Ona ulaşan kimse ben gelinceye kadar suya dokunmasın» dedi. Fakat oraya ilk varan iki kişi kaynaktan içtiler. Ordunun büyük bir kısmı geldiğinde bir kaç damla su kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) bu iki kişiyi sert bir dille azarladı ve birkaç kişiye çukurlarda bulabildikleri kadar suyu toplayıp eski bir deri parçasına doldurmalarını söyledi. Yeteri kadar su toplandığında kabın içinde ellerini ve yüzünü yıkayıp kaynağın ağzını kapatan kayanın üstüne serpti ve ellerini onun üstünden geçirerek Allah´ın dilediği şekilde dua etti. Daha sonra gökgürültüsü gibi bir sesle birlikte su fışkırdı. Bütün adamlar ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bile hâlâ su akıyordu. Peygamber (s.a.v.), yanında duran Mu´az [3]döndü ve: Ey Mu´az, belki sen bu yerin bahçelerle dolu bir vadi olduğunu görene kadar yaşayacaksın» dedi. Gerçekten de söylediği gibi oldu.
Peygamber (s.a.v.) ordu ile yola çıkmayı kaçıran dört mü´minin hatası üzerine üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştı. Tebûk´e ulaştıktan birkaç gün sonra onlara yetişen Hayseme için de daha önceden üzülmüştü. Yalnız yolcunun yaklaştığı görüldüğünde, henüz yüz hatları belirgin olmamasına rağmen Peygamber (s.a.v.) dua eder gibi: «Ebu Hayseme olsa!» dedi. Adam onlara yaklaşıp selâm verdiğinde de: «Yazıklar olsun sana Ebu Hayseme!» dedi. Fakat neler olduğunu dinledikten sonra onu affetti.
Ordu Tebûk´te yirmi gün kaldı. Bizans´tan gelen tehlike söylentilerinin gerçek olmadığı ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan bu Suriye´nin fethi için uygun bir zaman da değildi, Fakat o günlerde Peygamber (s.a.v.) Akabe körfezinde ve doğudaki sahillerde yaşayan hristiyan ve yahudi kabileleriyîe bir barış anlaşması yaptı. Yıllık haraç karşılığında onlara îslâm devletinin himayesi vadediliyordu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) Haüd (r.a)´i yirmisi atlı dörtyüz kişiyle Tebûk´ün kuzey-doğusundaki Dumat el-Cendel´e göndererek ordunun geri kalan kısmıyla birlikte Medine´ye döndü. Bu Önemli kale Suriye´ye giden yollardan birinin ve Medine´den Irak´a giden yolun üzerindeydi. Buranın hristiyan yöneticisi Ukeydir, Halid (r.a) tarafından yenilip esir edilince çok şaşırmıştı. Halid, onu Medine´ye götürdü. Ukeydir (r.a) Medine´de Peygamber (s.a.v)´e biat ederek Müslüman oldu.
80.TEBÛK´TEN SONRA
Bedir´den dönüş gibi, Tebûk´ten dönüş de üzüntülü olmuştu: yokluğu sırasında Peygamber (s.a.v.) ´in .kızlarından biri daha, Ümmü Gülsüm (r.a) ölmüştü. Bu sefer kızının kocası da Medine´de değildi. Peygamber (s.a.v.) onun mezarı başında dua etti ve Osman (r.a) ´a eğer bekâr bir kızı daha olsaydı kendisine vereceğini söyledi.
Sefere katılmayan münafıklar teker teker Peygamber (s.a.v.)´e gittiler ve özürlerini beyan ettiler. Peygamber (s.a.v.) onları, Allah´ın gizli düşünceleri bildiğini söyleyerek uyarmasına rağmen, özürlerini kabul etti. Fakat geride kalan üç mü´mine, Allah´onlar hakkında hüküm verinceye kadar kendisinden uzak durmalarını ve diğer mü´minîere de bu üç kişiyle konuşmamalarını söyledi. Bu üç kişi Elli gün boyuûGa tttpEumdışı biı» hayat sürdüler; fakat ellinci gün sabah namazından sonra Peygamber (s.a.v.) mescidde Allah´ın onları affettiğini ilân etti. Bu konu da nazil olan ayetler şöyleydi:
«(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı), öyle kî, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti. Ve O´nun dışında (yine) Allah´tan başka bir sığınacak olmadığını İyice anladılar. Sonra tev-be etsinler diye onların tevbezlni kabul et´i. Şüphesiz Allah (yalnızca) O tevbelerî kabul edendir.» (Tevbe: 118)
Cemaat sevince boğuldu ve birçoğu güzel haberi onlara vermek için mescidden aceleyle çıktılar. İçlerinden en gençleri olan Ka´b İbn Malik (r.) şehrin dışında kendisine tek kişilik bir çadır kurmuştu. Daha sonraki yıllarda, yaklaşan bir atm ayak seslerini ve «Ey Ka´b, müjde» diye bir bağırma duyduğunu ve nasıl hemen secdeye kapandığını anlatırdı. Bu iyi haberin affedilme haberinden başka bir şey olamayacağından emindi. Ka´b daha sonra mescide gitti. -Peygamber (s.a.v.)´e selâm verdiğimde» dedi, «yüzü sevinçten parlıyordu. Bana: «Annenden doğduğundan beri geçirdiğin en güzel gün için sevin» dedi. «Ey Allah´ın Rasulü, bu senden mi, yoksa Allah´tan mı?» diye sordum. «Hayır Allah´tan» diye cevap verdi. Allah´ın Rasulü sevinçli bir haberden memnun olduğunda yüzü ay gibi parlardı».
Havazin´in lideri Malik (r.a) Müslüman olduğundan beri boş durmuyordu. Beni Sakîf hâlâ Taif´e girilmez diye kendileriyle övünebilirlerdi; fakat şimdi tüm yönlerden uzak ve geniş Müslüman topluluklarıyla sarılmışlardı ve gönderdikleri her kervan yağmalanabilirdi. Hatta deve ve koyunları bile Malik´in adamları alır diye otlamaya dışarı çıkaramıyorlardı. Yanısıra Malik´in adamları ellerine düşen Sakif´iiler, putperestlikten vazgeçmedikçe serbest bırakmayacaklarını ve öldüreceklerini ilân etmişlerdi. Birkaç ay sonra Taif´liler Peygambere (s.a.v.) İslâm´ı kabul edeceklerini bildiren, buna karşılık halkın, mallarının ve topraklarının güvenlikte olmasını isteyen bir anlaşma yapmak üzere bir delege göndermekten başka seçenekleri olmadığına karar verdiler.
Tebük´ten Ramazan´ın başında dönülmüştü. Aynı ay içinde Taiften delegeler Medine´ye geldi. Delegeler konukseverce karşılandılar ve onlar için mescidin yakınma bir çadır kuruldu. Eğer Müslüman olurlarsa yerleşim bölgelerinin îslâm devletinin koruması altında olmasına karar verildi. Fakat Peygamber (s.a.v.) onların bazı isteklerini kabul etmedi. Delegeler Lafın üç yıl kadar tahrip edilmedi den durmasını istediler. Peygamber (s.a.v.) bu isteği geri çevirince iki yıla, sonra bir yıla indirdiler, en sonunda bir ay mühlet istediler. Peygamber Cs.a.v.) buna da hayır dedi Daha sonra ona putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri ve hergun beş vakit namaz kılmamaları için yalvardılar. Onlara: «Namaz olmayan dinde hayır yoktur» diyerek namaz kılmaları gerektiğini söyledi. Fakat putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri konusundaki önerilerini kabul etti. Urve´nin yeğeni Muğire´ye delegeler ile birlikte gitmesini ve Mekke´den kendisine yardım etmek üzere Ebu Süf-yan´ı alıp Lat´ı tahrip etmesini emretti.
Müslüman olduktan sonra delegeler Ramazan´ın geri kalanını Medine´de oruç tutarak geçirdiler ve daha sonra Taife döndüler. Ebu Süfyan gruba Mekke´de katıldı, fakat putu kıran, tek elli Muğire idi. Muğire´nin kabilesi, Urve ile aynı kaderi paylaşmasından korkarak onun için bazı koruma önlemleri almışlardı. Fakat kınlan put için feryat eden kadın seslerinden başka bir müdahale olmadı.
Şehrin teslim olmasına en çok üzülen iki kişi, ne şehrin vatandaşı ne de Lat´ın bağlılarmdandı. Peygamber (s. a. v.) Mekke üzerine yürüdüğünde, Hanzala´nın babası Ebu Amir ve ciritçi Vahşi, kendilerine yenilmez bir şehir olarak görünen Taife sığınmışlardı. Fakat şimdi nereye sığınabileceklerdi? Ebu Amir, Suriye´ye kaçtı ve orada kendi kendine ettiği bedduayı yerine getirerek «yalnız ve yuvasız bir sürgün» olarak öldü[4]. Sakîf li bir adam Peygamber (s.a.v.)´in Müslüman olan hiç kimseyi öldürmediğini söylediğinde Vahşi hâlâ nereye gidebileceğini düşünüyordu. Vahşi, bunun üzerine Medine´ye gitti, Peygamber (s.a. v ) ´e gidip kelime-i şehadet getirdi. O, böyle yaparken mü´m inlerden biri onu Hamza´yı öldüren köle olduğunu anladı ve: «Ey Allah´ın Rasulü, bu Vahşi» dedi. «Olsun» dedi Peygamber (s.a.v.), «Çünkü bir kişinin İslâm´a girmesi benim içm bin kâfiri öldürmekten daha iyidir». Daha sonra gözleri, önündeki siyah yüzde gezindi: «Gerçekten sen Vahşi misin?» diye sordu. Adam doğrulaymca: Otur ve Hamzayı nasıl öldürdüğünü bana anlat» dedi. Adam anlatmayı bitirdiğinde Peygamber ,(s.a.v.): Yazıklar olsun, yüzünü benden uzak tut, bırak da sana bir daha bakmayayım»[5] dedi.
Ebu Amtr´in kuzeni îbn Ubey´e gelince, Tebûk´ten bir ay sonra hastalandı ve birkaç hafta sonra ölmek üzere olduğu anlaşıldı. Eski kaynaklar, onun nasıl öldüğü (mü´min olarak mı, münafık olarak mı) konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat Peygamber (s.a.v.)´in onun başında cenaze namazı kıldığı ve kabri başında dua ettiği konusunda hepsi aynı fikirdedirler. Bir kaynağa göre Ömer (r.a), Peygamber (s.a.v.) namaz için yerini aldığında onun yanına gitmiş ve bir münafığa bu kadar lütufta bulunmaması için ona karşı çıkmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona gülümseyerek şu cevabı verdi: «Ömer, arkama geç. Bana bir seçenek verildi, ben de seçtim. Bana:
«Sen, ister onlar İçin bağışlanma dile ya da istersen onlar tçin bağışlama dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlama di´:sen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz» (Tevbe: 5)
denildi. Eğer yetmiş defadan fazla bağışlanma dilediğimde Allah´ın onları bağışlayacağını bilsem dualarımın sayısını artırırdım»[6]. Daha sonra namazı kıldırdı, tabutun yanında mezarlığa kadar yürüdü ve mezarın başında durdu. Bundan kısa bir süre sonra münafıklar hakkında, şu ayet nazil
«Onlardan ölen bitinin namazım hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar Allah´a ve Rasulüne (karşı) küfre saptılar ve fasıklar olarak öldüler.» (Tevbe: 84) Fakat başka kaynaklara göre[7] bu âyet Tebûk´ten döndükten hemen sonra nazil olan vahyin bir bölümü idi. Bu âyet İbn Ubey´e uygulanamazdı, çünkü Peygamber onu hastalığı sırasında ziyaret etmiş ve Ölümün yakınlığının onu değiştirdiğini görmüştü. İbn Ubey, Peygamber (s.a.v.) den öldüğünde kefenlenmek için bir elbisesini ve kabre kadar tabutunun yanında gitmesini istemiş, O da bunu kabul etmişti. Daha sonra da: «Ey Allah´ın Resulü, ümit ederim ki tabutumun yanında dua eder ve günahlarımın affı için Allah´tan bağışlanmamı dilersin» demişti. Peygamber (s.a.v.) yine kabul etmiş ve O Öldükten sonra da sözünü yerine getirmişti. Tüm bu olaylar sırasında ölen adamın oğlu Abdullah da vardı.
Peygamber (s.a.v.)´e elçiler gönderen tek kabile Saklf değildi. «Heyetler yılı» olarak anılan Hicret´in bu dokuzuncu yılında Medine´ye Arabistan´ın her tarafından daha bir çok elçiler geldi. Bunlar arasında Yemen´in çeşitli bölgelerinden gelen elçiler ve putperestliği bırakıp Müslüman olduklarını duyuran dört Himyerli Prensin mektupları da vardı. Peygamber (s.a.v.) onlara samimiyetle cevap verdi; onlara İslâm´ın emirlerini haber verdi. «Dinine bağlı olan bir yahudi veya bir hristiyanın dininden döndörülmeyece-ğini, fakat cizye (haraç) ödeyip, Allah´ın Rasulü´nûn himayesi altında olacağını»[8] belirterek yahudi, hristiyan ve Müslümanlardan vergi toplamak üzere göndereceği elçilere iyi davranmalarını emretti. Dinsel ayrılıklarla ilgili olarak nazil olan bir âyette şöyle denilfyordu:
«Sizden her biriniz için bîr şeriat ve bir ydl yöntem kıldık. Eğer Allah[9] dileseydi, sizi bir tek ümmetten kılardı; ancak (bu) size verdikleriyle sizi denemesi İçindir. Artik hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah´adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir» (Maide: 48)
Gelen heyetlerin hepsinden sonuç alınamıyordu. Bı´r Ma´un´daki katliamdan sorumlu olan Amir İbn Tufeyl şimdi Beni Amir´in başına gelmiş ve kabilesinin baskıları sonucunda Medine´ye gelmek zorunda kalmıştı. Fakat cahil bir adamdı. İslâm´a karşılık Peygamber (s.a.v)´den kendisini halifesi olarak ilân etmesini istedi. Peygamber (s.a.v.). «O ne senin içindir ne de kabilen içindir» dedi. «O halde», dedi Amir, «Sen şehirlileri yönet, bana da göçebeleri ver... «Hayır» dedi. Peygamber (s.a.v.); «fakat sana süvarilerin idaresini veriyorum, çünkü sen atlardan anlayan bir adamsın.» Bedevi lider için bu yeterli değildi. Hor görerek; «Birşeyim olmayacak mı yani?» dedi. Geriye dönerek: «Her tarafı sana karşı atlılar ve yayalarla dolduracağım» dedi. O gittikten sonra Peygamber (s.a.v.) dua etti. «Allah´ım, Beni Amir´e hidayet ver ve Tufeyl´in oğlu Amir´in şerrinden İslâm´ı kurtar.» Amir yolda bir saldırıya uğradı ve eve varmadan öldü. Kabilesi yeni bir temsilci kurulu gönderdi ve anlaşma yapıldı. Şair Labîd (r.a) de elçilerden biriydi ve Müslüman olmuştu. Bundan sonra şairliği bırakmak istediği söyleniyordu. «Buna karşılık ´ Allah bana Kur´an´ı verdi» demişti. Fakat yine de yeteneklerini dinin hizmetinde kullanarak Ölünceye dek şiir yazmaya devam etti.
Hac zamanı yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) hacılarla ilgilenme görevini Ebu Bekir (r.a)´e verdi. Ebu Bekir (r.a) Medine´den üçyüz kişiyle yola çıktı. Fakat onlar gittikten kısa bir süre sonra, Müslüman ve müşrik Mekke´ye giden tüm hacıların duyması gereken önemli bir âyet nazil oldu. Peygamber (s.a.v.) «Bana benim ailemden birinden başkası temsilci olamaz» dedi ve Ali (r.a) ´e tüm hızıyla gidip hacılara yetişmesini söyledi, inen âyetleri Mina´da okuyacak ve o yıldan sonra Kâ´be´ye çıplak girilemeyeceğini ve putperestlerin son defa Haç yaptıklarını ilân edecekti.
Ali (r.a) yetiştiğinde Ebu Bekir (r.a), topluluğa kumanda etmek üzere mi geldiğini sordu. Ali (r.a) onun kumandası altında olacağını söyledi ve birlikte yola çıktılar. Namazları Ebu Bekir kıldırdı ve hutbeleri de o okudu. Bayram günü, tüm hacılar kurbanlarını kesmek üzere Mina vadisinde toplandıklarında Ali (r.a) ilahî mesajı açıkladı. Mesajın konusu, putperestlere serbestçe gidip gelme için dört ay mühlet verildiği, bu süreden sonra Allah´ın ve Ra-sulü´nün onlara, karşı bir sorumlulukları olmayacağıydı.
Onlara savaş ilan edilmişti. Bundan sonra görüldükleri yerde öldürülecek ya da esir alınacaklardı[10]. İki istisna yapılmıştı Peygamber (s.a.v.)´le özel anlaşması olan ve bu anlaşmaya uyanlar anlaşma süresi bitinceye etek güvenlikte olacaklardı, eğer bir putperest himaye isterse ona himaye verilecek, îsîâm ona tebliğ edildikten sonra emin bir yere yerleştirilecekti. Putperestlerin çıkarılmasıyla sadece ticaretlerinin durgunlaşacağını değil değerli hediyelerden de mahrum kalacaklarını zanneden yeni Müslüman olan Mekke´lilere hitaben yeni bir âyet nazil olmuştu:
«Ey iman edenler, müşrikler ancak pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mesciâ-i Harama yaklaşmasmlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız. Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Hiç şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.» (Tevbe: 25)
Peygamber (s.a.v.) Hicret´ten sonra onuncu yıl olan ertesi yıl hemen hemen tümünü evde geçirdi. İbrahim, yürümeye başlamıştı ve henüz Konuşmaya başlıyordu. Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a)´in, Zeyneb (r.a) adında bir kızkardeşleri olmuştu ve Fatıma (r.a) dördüncü bir çocuk bekliyordu. Ailenin diğer yakınları arasında Cafer (r.a)´in üç oğlu vardı. Cafer´in ölümünden sonra Esma (r.a) ile evlendiği için bu üç çocuk Ebu Bekir (r.a)´in üvey oğullan oluyordu. Esma (r.a) da bir bebek bekliyordu. Peygamber (s.a.v). Esma´nm kardeşi Ümmü´l-Fadl (r.a)´ı çok severdi. Mekke´de iken sık sık onu ziyaret etmek adetiydi. Abbas (r.a) Medine´ye yerleştiğinden beri yine sık sık ziyaret ediyordu. En büyük oğulları Fadl (r.a) olgunlaşmış ve Peygamber (s. a.v.) tarafından sevildiğini gösteren birçok olayla karşılaşmıştı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v.)´in Meymune (r.a)´de kaldığı zamanlar, yeğeni Fadl (r.a)´ı onunla birlikte kalmaya davet etmesiydi.
Delegeler bir önceki yıl gibi gelmeye devam ediyordu Bunlardan biri, Peygamberle (s a.v) anlaşma yapmak isteyen Necran hris Uyanların d andı. Onlar Bizans yönetimin-deydiler ve geçmişte Konstantinapol´den birçok yardım görmüşlerdi. Altmış itişi olan delegeleri Peygamber (s a.v.) Mescid´de kabul etti. Onların dua etme vakti geldiğinde Peygamber (s.av.) onların doğuya dönerek dua etmelerine izin verdi.
Kaldıkları sürece yapılan görüşmelerde birçok ilkelere değinildi, isa´nın kişiliği hakkında Peygamber (s.a.v)´le arasında birçok anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu.
«Şüphesiz, Allah ka´ında İsa´nın durumu, Adem´in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı[11], sonra da «ol» demesiyle o hemen oluverdi. Gerçek, Rabbindendir. öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle «çekişip-tartışmalcra girişirlerse» de ki: «Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra kcrşthkh lanctleşelim de Allah´ın lanetini yalan söylemekte olanların üs´üne kılalım.» (Al-i Imran: 59-61)
Peygamber (s.a.v.) bu âyetleri hristiyanlara okudu ve onları kendisi ve ailesi ile buluşup âyette Önerilen şekilde
anlaşmazlığı çözmeye davet etti. Onlar düşüneceklerini söylediler, ertesi gün Peygamber (s.a.v.)´e geldiklerinde, Ali (r.a)´nin, Fatıma (r.a)´nın ve iki oğullarının yanında olduğunu gördüler. Peygamber (s.a.v.) büyük bir aba giymiş ve hepsini de içine alacak şekilde yaymıştı. Bu nedenle bu beş kişiye, «ehl-i aba» denirdi. Hristiyanlara gelince, anlaşmazlığı artık daha fazla devam ettiremeyeceklerini anladılar. Peygamber (s.a.v.) onlara, vergi vermeleri karşılığında kendilerinin, kiliselerinin ve tüm diğer mallarının İslâm devletinin koruması altında olacağını vadeden bir anlaşma yaptı.
Bu yılın ilk aylarında süren neşeli mutluluk İbrahim´in hastalanmasıyla birlikte sona erdi. Bir süre sonra onun uzun süre yaşamayacağı ortaya çıktı. Onu annesi Mariye (r.a) ve teyzesi Sirîn(r.a) tedavi ediyorlardı. Peygamber (s. a.v.) onu sık sık ziyaret ed´yordu ve ölürken yanındaydı. Çocuk son nefesini verdiği ide kucağına aldı ve gözlerinden yaşlar boşandı. Onun yas ve feryadları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hâlâ bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman İbn. Avf (r.a): «Ey Allah´ın Rasulü, sen bunu ağlamasını kastederek yasaklamadın mı? Müslümanlar seni ağlarken görürlerse onlar da ağlarlar» dedi. Peygamber (s.a.v.) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hale geldiğinde: «Ben bunu yasaklamadım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhametli olmayana merhamet olunmaz. Ey ibrahim, eğer tekrar buluşma va´di olmasa, bu herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilin eşek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz, ey İbrahim. Göz ağlar, kalb hüzünlenir, Allah´ın gücüne gidecek birşey söylemiyoruz» [12]dedi.
İbrahim´in Cennette olduğunu söyleyerek Mariye (r.a) ve Şirin (r.a)´i teselli etti. Onları bir müddet yalnız bıraka tıktan sonra Abbas (r.a) ve Fadl (r.a) ile birlikte döndü, îki yaşlı adam oturmug onu seyrederken genç adaın cenazeyi yıkadı. Daha sonra, cenaze mezarlıktaki küçük mezarına kondu. Üsame (r.a) ve Fadl (r.a) çocuğu mezara uzattıktan sonra Peygamber (s.a.v.) cenaze namazını kıldırdı ve kabrin başında oğlu için dua etti. Mezara toprak atıldığında hâlâ mezarın başındaydı. Daha. sonra bir kırba su getirmelerini ve mezarın üstüne serpmelerini emretti. Atılan toprağın yüzeyinde dengesizlik vardı, buna işaret ederek: Sizden biriniz birşey yaptığında, onu mükemmel yapsın» dedi. Toprağı eli ile düzelterek yaptığı iş için «Bu ne iyilik ne de zarar verdi, fakat hüzünlenenin gönlünü ferahlattı»[13] dedi.
Peygamber (s.a.v.) birçok kez, yaptığı her dünyevi işte kişinin mükemmeli araması gerektiğini vurgulamıştır. Birçok sözü de bu amacın dünyevi olmadığını ve uhrevi olduğunu belirtir. Ali, Peygamberin (s.a.v.) bu konudaki tutumunun şu sözlerle özetlenebileceğini söylemiştir: «Her zaman yaşayacakmış gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.» Her zaman ayrılmaya hazır olmak, her zaman uhrevi olmaktır. Peygamber (s.a.v.): «Bu dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol»[14] demiştir.
İbrahim´in öldüğü gün, cenaze gömüldükten sonra bir güneş tutulması olmuştu. Bazıları bunu Peygamber (s.a. v) in üzüntüsüne bağladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): «Ay ve güneş Allah´ın işaret ayetlerindendir. Onların ışığı hiçbir insanın ölümü için kesilmez. Onların tutulduğunu görürseniz, aydmlanmcaya kadar dua edin.»[15] dedi.
81. DERECELER
Yeni dine girme sırasında insanları yönlendiren ruhsal dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu nedenle şu âyet nazil oldu.
«Bedeviler dedi ki: «iman ettik» De ki: «Siz iman etmediniz, ancak ´islâm (müslüman veya teslim) olduk´ deyin. îman henüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah´a ve Rasulüne itaat ederseniz, O, sizin emellerinizden hiçbirini eksiltmez.» (Hucurat: 14)
Bu âyet iman etmeden teslim olmayı -en aşağı derece olarak kabul ederek İslâm hiyerarşisini tamamlıyordu. Daha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce Peygamber (s.a.v.)´e nazil olan Nur Sûresinin konusunu daha doğrusu konularından birini teşkil ediyordu. Kur´an´da nur, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nurun (aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:
«Allah, göklerin ve yerin nurudur. O´nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki. doğuya da battya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı tştk verir. (Bu) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip-ilettr. Allah insanlar için örnekler vermektedir. Allah, herşeyi bilendir.» (Nur: 35)
En alt derecede, aydınlatılan fakat kendisi ışık saçmayan kandil vardır. Daha sonra sırça gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması insana. «Allah insanlara örnekler verir» diye başlayan ve sebebini belirterek: «belki düşünürler» (Haşr: 21) diye biten başka ayetleri hatırlatıyor. Nur ayetinin tümü insanı düşünmeye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur´an bu konuyu burada imalı bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan ayetlerde imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlaşılmıştır. Bunlardan birinde (Vakıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır, «Ashabı Meymene» (ahirette amel defteri sağdan verilen ya da sağ yanda olanlar), «Ashab-ı Meş´eme» (ahirette defterleri soldan verilenler, ya da sol yanda olanlar) ve «Yarışıp öne geçmiş öncüler.» «Ashab-ı Meymene» kurtulanlar, «Ashab-ı Meş´eme» de cezalandırılanlar. «Öncüler ise en üst derecededirler ve onlara Allah´ın Kulları[16] denilir.. Baş melekleri diğer meleklerden ayırmak için kullanılan Allah´a yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bunlar İçin kullanılır. İlk nazil olan sûrelerden bazılarında mü´min kategorisinde, «öncüler»le (sabikûn) «Ashab-ı Meymene» arasında yeralan «iyiler» (ebrârl diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki ilişki Kur´an´m bu üç grubun Cennette ki durumlarıyla ilgili anlattıklarından çıkarılabilir. Ashab-ı Meymene»ye içmek için «saf su» verilirken, en yüce kaynaklar sadece «öncülerde verilir. «İyilerde ise, onların «Öncüler» in ayak izlerine uyanlar olduğunu belirtir, bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı verilir (insan: 5) (Mutaffifin: 27)
Üstünlük derecelerine Kur´an´da kalbten bahsederken de değinilir. Kur´an çoğunluktan bahsederken:
«Gerçek şu ki, gözler kâr olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir» (Hac. 46)
der. Diğer taraftan Peygamber (s.a.v.) tüm diğer Peygamberler gibi, kalbinin devamh uyanık olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur´an bunun belli ölçülerde başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belirtir, çünkü bazen sadece «temiz akıl sahipleri»ne (ulü´l-el-bab) (Yusuf: ili, Ra´d: 19) hitap eder.
Peygamber (s.a.v.)´in Ebu Bekir hakkında şöyle söylediği rivayet edilir: «O sizi çok oruç tutmakla ve çok namaz kılmakla geçmedi, fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey sayesinde geçti.»[17]
Peygamber (s.a.v.) sık sık Ashabdan bazılarının diğerlerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke´nin fethi sırasında Peygamber (s.a.v.)´in yanında Halid kendisini azarlayan Abdurrahman îbn Avf´a sinirlenip karşı çıkınca Peygamber (s.a.v.): «Arkadaşlarıma (Ashabıma) nazik davran Halid, çünkü senin Uhud dağı büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşlarımdan hiçbirinin faziletine ulaşamazsın»[18] dedi.
Kur´an´a göre bir derece ile diğeri arasındaki fark ahi-rette, bu dünyadakinden daha büyüktür:
«Onlardan bir kısmım bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak ahiret dereceler bakımından daha büyüktür, üstünlük bakımından da daha büyüktür» (İsra: 21)
Peygamber (s.a.v.) de şöyle demiştir: «Cennet ehli kendi üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak gezegeni (venüs) doğu veya batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda olduğunu görecekler»[19] İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır, öğrettiklerinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı kişilere hasretmiştir. Ebu Hureyre: «Hafızama Rasulullah (s.a.v.)´tan öğrendiğim iki tür bilgi depoladun. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz»[20] diyerek boğazına işaret etmiştir.
Mekke ve Huneyn zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarından bazılarına-«Küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz» dedi. İçlerinden biri: «Ey Allah´ın Rasulü, büyük cihad nedir? diye sorunca: «Nefse karşı cihad»[21]cevabını verdi. însan nefsi iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur´an:
«Gerçekten nefis var gücüyle kötülüğü emredendir» (Yusuf: 53) der. Şuur da denen iyi bölümüne de:
«Kendini kınayıp duran nefis» (Kıyamet: 2)
adını verir. îşte alçak nefse karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısmıdır.
En sonunda da savaşı sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan «mutmain (tatmin olmuş) nefis» vardır. Öncülerin (sabikûn), «Allah´ın kullananın ve «Allah´a yaklaştırılmış olanlardın (mukarrebûn) nefisleri işte böyledir. Kur´an bu kemâle ermiş olan nefse şöyle hitap eder:
«Ey mutmain (tatmin olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön[22] . Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.» (Fecr: 27-30)
Bu lütuflardaki ikili doğa, Kur´an´ın kutsanmış nefis için verdiği iki Cennet va´dini ve Peygamber (s.a.v.)´in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği «Rabbimle
ve Cennetle buluşma» sözünü hatırlatıyor. «Mutmain nefis- için, «Cennetime gir» sözü -Rabbimle buluşma» sözüne tekabül ediyor; «Kullarımın arasına gir sözü de «Cennet» e tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennet ´ül-a´la), yani ?Rabbimle buluşma» Rıdvan´dan başka birşey değildir. Aşağıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:
«Alîah, mü´min erkeklere ve mü´min kadınlara İçinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve And cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah´tan olan hoşnutluk (Rıdvan) ise en büyüktür. İşte büyük ´kurtuluş ve mutluluk´ da budur.» (Tevbe- 72)
Peygamber (s.a.v.) bu dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi hadislerden birinde şöyle denir: «Kulum gönüllü (nafile) ibadetieriyle bana yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum»[23].
Gönüllü ibadetlerin en başında «Allah´ı anmak veya Allah´ı çağırmak» anlamına gelebilecek olan zikr Allah gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v.) şöyle bir emirle karşılaşmıştı:
«Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O´na yönel» (Müzemmil: )
Daha sonraları nazil olan bir âyette de şöyle deniyor, du:
«Hiç şüphe yok namaz, çirkince utanmazltklardan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah´ı zikretmek ise muhakkak en büyüktür» (Ankebût: 45)
Kalb ve kalbin körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.): «Herşeyin pasını silen bir cilası vardır, kalbin cilası ise Allah´ı zikretmektir»[24], demiştir. Mahşer gününde
Allah katında kimin en yüksek dereceye sahip olacağı sorulduğunda ise «Allah´ı en çok zikreden kadın ve erkekler» cevabını vermiştir. Bunların, Allah yolunda savaşanlardan da yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:
«Kişi müşrik ve putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah´ı zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır»[25].
Huneyn savaşından kısa bir süre sonra İmparator Herakliyus Kudüs´e giden Kutsal yolu tekrar inşa ettirdi. Bu Kur´anda önceden haber verilen ve O gün mü´minler sevineceklerdir» (Rum: 4) diye ifade edilen Bizanslıların İranlılara karşı kesin zaferini noktalıyordu. İranlıların Suriye´den ve Mısır´dan askerlerini çekmek zorunda kalmaları da bir sevinç kaynağıydı. Fakat Suriye´de bir tehlikenin yerini diğeri almıştı. îslâm devletinin sadece bu taraftan bir tehlike ile karşı karşıya olduğu söylenebilirdi. Medine´de Herakliyus´un Medine´ye karşı uzun bir sefer düzenlemek üzere ordusuna bir yıllık avans verdiği söylentileri dolaşıyordu. Bunun yanısıra Bizanslıların güneyde Belke´ya kadar geldikleri ve Lehm, Cudam, Gassan ve Amile kabilelerini ele geçirdikleri söyleniyordu. Bu haberler bir bakıma abartma, bir bakıma da gerçeğin tam tersi idi. Herakliyus´un îran seferi sırasında rüyasında kendisini İslâm´a çağırmak için mektup yazan adamla özdeşleştirdiği «sünnetli bir adamın» Suriye krallığını ele geçirilişini gördüğü henüz herkesçe bilinmiyordu. Gördüğü rüya öylesine etkili ve açıktı ki Herakliyus´un güneye doğru yayılmasını engelledi ve bir dereceye kadar Suriye´yi savunmasına neden oldu. Herakliyus Kudüs´ten Humus´a çekilmişti. Orada, tüm bu bölgenin fethedileceğinden emin olarak generallerine, kuzeydeki diğer bölgelere yayılmaması şartıyla Suriye bölgesini Peygamber (s.a.v.)´e veren bir anlaşma yapmayı önerdi. Generallerin bu fikre çok şaşırmalan ve kesinlikle karşı çıkmaları onun bu plânı yürürlükten kaldırmasına neden oldu. Fakat Herakliyus gördüğü rüyayı hiçbir zaman unutmadı.
Aynı şekilde Peygamber (s.a.v.) de Allah´ın İslâm ordularına Suriye kapılarını açacağından emindi. Ya zamanının geldiğini düşünerek ya da kaçınılmaz kuzey seferi için ordularına deneyim kazandırmak için Biaznslılara karşı bir sefer düzenleyeceklerini açıkladı. Daha sonra şimdiye kadar kumanda ettiği en büyük ve en iyi silahlarla donanmış bir ordu kurmaya başladı. O zamana kadar, bu tür durumlarda asıl amacını gizli tutmak ve hazırlıkları mümkün olduğu kadar gizli yapmak adetiydi. Fakat bu kez gizlilik yoktur. Mekke´ye ve diğer müttefik kabilelere Suriye seferi için silahlı ve binekli adamlar göndermeleri için haber gönderildi.
M.S. 630 yılının Ocak ayının başlarıydı. Mevsim her zaman sıcak olurdu, fakat o yıl bir kuraklık olmuştu ve ısı her zamankinden daha yüksekti. Aynı zamanda olgun ve taze meyve yeme zamanıydı. Bu iki durum sefere katılmamak için ilk sebep teşkil ediyordu. Üçüncü neden ise imparatorluk lejyonlarının dehşet verici şöhretiydi. Münafıklar ve Müslümanlardan az samimi olanlar Peygamber (s. a.v)´e gelip çeşitli nedenler öne sürerek sefere gitmemek için izin istediler. Bedevilerin çoğu da böyle yaptı. Geride kalanlar içinde dört salih imanlı kişi de vardı: Ka´b îbn Malık, Hazreç´ten iki kişi ve Evs´ten bir adam. Bunlar evde kalmak için kesin bir karar almamışlar ve Özürler Öne sürmemişlerdi. O mevsimde Medine´den ayrılmak onlara o kadar sevimsiz gelmişti ki, hazırlık yapmaya başlayama-mışlar ve bu işi bugünden yarma ertelenmişlerdi. Uyandıklarında ise vakit çok geçti ve birlikler gitmişti. Fakat çoğunluk hızla hazırlığa koyulmuşlar ve zenginler daha fazla para yardımı yapma konusunda yarışmışlardı. Osman tek başına onbin adama alet ve binek sağladı. Böyle olduğu halde gitmek isteyen herkese yetecek kadar binsk ve alet yoktu. O sırada inen bir âyet (Tevbe: 92) Peygamber (s.a.v.)´in binek ve alet sağlayamadığı için istemeyerek geri çevirdiği, bunun üzerine ağlamaya başlayan «yedi ağlayan kişiyi beş fakir Ensar ve Muzeyne ile Gatafan dan iki bedevi hafızalara işliyordu.
Bütün bedevi müttefikler de katıldıktan sonra ordu, onbini atlı, otuz bin kişiye yaklaşmıştı. Şehrin dışına bir kamp kurulmuş ve herkes hazır olup Peygamber (s.a.v.) de yola çıkıp kumandayı ele alana kadar Ebu Bekirin yönetimine verilmişti.
Peygamber (s.a.v.) Ali´ (r.a)´yi. ailesine bakmak üzere Medine´de bırakmıştı. Fakat münafıklar Peygamber´in onu bir fazlalık olarak gördüğü ve gözünün önünden uzak tutarak ondan kurtulduğu söylentisini yaydılar. Bunu duyan Ali (r.a) o kadar üzülmüştü ki zırhını giydi, silahlarını kuşandı ve ona katılmak için yalvarmaya niyetlenerek Peygamber (s.a.v.) e ilk konaklardan birinde yetişti. Ona insanların neler konuştuklarını anlattı. O da: «Yalan söylüyorlar. Geride bıraktıklarım için orada kalmanı emrediyorum. Geri dön ve beni hem kendi ailende, hem de benim ailemde temsil et. Ey Ali, benden sonra Peygamber gelmemesinden başka, senin bana, Musa´nın Harun´a yakınlığı gibi yakın olmandan memnun değil misin?»[1] dedi.
Kuzeye doğru ilerlerken birgün sabah namazında Peygamber (s.a.v.) abdest almakta gecikti. Adamlar saflara dizilmişlerdi; namaz kılmadan önce güneşin doğmasından korkana dek onu beklediler. Daha sonra Abdurrah-man îbn Avf (r.a)´ın imamlık yapmasına karar verildi Peygamber (s.a.v.) geldiğinde hemen hemen birinci rekatı bitirmişlerdi. Abdurrahman (r.a) tam geri çekilecekken Peygamber (s.a.v.) onu yerinde kalması için itti ve kendisi de cemaate katıldı. Cemaat, namazı bitirip selâm verince Peygamber (s.a.v.) ayağa kalktı ve kaçırdığı rekatı kıldı. Bitirdikten sonra: «îyi yaptınız, çünkü hiçbir Peygamber ümmetinden takva sahibi binnin arkasında namaz kılmadıkça ölmez[2] dedi.
O sırada Medine´de, yaklaşık olarak ordu yola çıktıktan on gün sonra, geride kalan dört mü´minden biri olan Hazreç´li Ebu Hayseme (r.a) çok sıcak bir günde bahçesindeki ağaçların gölgesine gitti. Orada iki kulübe vardı. Hanımlarının, ikisi kulübeye de su serpmiş olduğunu gördü. İkisinin de kendisi için yemek hazırlamış ve içmesi için toprak testilerde su soğutulmuştu. Kulübelerden birisinin kapı eşiğinde ayakta durdu ve: «Allah´ın Rasulü güneşin sıcağı altında, sıcak rüzgarlarla kavrulmuş. Ebu Hayseme ise serin bir gölgelikte onun için kendi evinde yemek ve hanımları hazırlanmış!» dedi. Daha sonra hanımlarına dönerek: «Vallahi, Allah´ın Rasulü´ne yetişmeden ikinizin de kulübesine girmeyeceğim. Bu nedenle benim için erzak hazırlayın» dedi. Hanımları onun için erzak hazırladılar. Ebu Hayseme devesini semerleyerek hızla ordunun arkasından yola çıktı.
Medine´de Kudüs´e giden yolun hemen hemen tam ortasında Peygamber (s.a.v.) bir gece: «İnşallah yarın Tebûk akarsuyuna ulaşacaksınız. Güneş kızana kadar oraya varamayacaksınız. Ona ulaşan kimse ben gelinceye kadar suya dokunmasın» dedi. Fakat oraya ilk varan iki kişi kaynaktan içtiler. Ordunun büyük bir kısmı geldiğinde bir kaç damla su kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) bu iki kişiyi sert bir dille azarladı ve birkaç kişiye çukurlarda bulabildikleri kadar suyu toplayıp eski bir deri parçasına doldurmalarını söyledi. Yeteri kadar su toplandığında kabın içinde ellerini ve yüzünü yıkayıp kaynağın ağzını kapatan kayanın üstüne serpti ve ellerini onun üstünden geçirerek Allah´ın dilediği şekilde dua etti. Daha sonra gökgürültüsü gibi bir sesle birlikte su fışkırdı. Bütün adamlar ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bile hâlâ su akıyordu. Peygamber (s.a.v.), yanında duran Mu´az [3]döndü ve: Ey Mu´az, belki sen bu yerin bahçelerle dolu bir vadi olduğunu görene kadar yaşayacaksın» dedi. Gerçekten de söylediği gibi oldu.
Peygamber (s.a.v.) ordu ile yola çıkmayı kaçıran dört mü´minin hatası üzerine üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştı. Tebûk´e ulaştıktan birkaç gün sonra onlara yetişen Hayseme için de daha önceden üzülmüştü. Yalnız yolcunun yaklaştığı görüldüğünde, henüz yüz hatları belirgin olmamasına rağmen Peygamber (s.a.v.) dua eder gibi: «Ebu Hayseme olsa!» dedi. Adam onlara yaklaşıp selâm verdiğinde de: «Yazıklar olsun sana Ebu Hayseme!» dedi. Fakat neler olduğunu dinledikten sonra onu affetti.
Ordu Tebûk´te yirmi gün kaldı. Bizans´tan gelen tehlike söylentilerinin gerçek olmadığı ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan bu Suriye´nin fethi için uygun bir zaman da değildi, Fakat o günlerde Peygamber (s.a.v.) Akabe körfezinde ve doğudaki sahillerde yaşayan hristiyan ve yahudi kabileleriyîe bir barış anlaşması yaptı. Yıllık haraç karşılığında onlara îslâm devletinin himayesi vadediliyordu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) Haüd (r.a)´i yirmisi atlı dörtyüz kişiyle Tebûk´ün kuzey-doğusundaki Dumat el-Cendel´e göndererek ordunun geri kalan kısmıyla birlikte Medine´ye döndü. Bu Önemli kale Suriye´ye giden yollardan birinin ve Medine´den Irak´a giden yolun üzerindeydi. Buranın hristiyan yöneticisi Ukeydir, Halid (r.a) tarafından yenilip esir edilince çok şaşırmıştı. Halid, onu Medine´ye götürdü. Ukeydir (r.a) Medine´de Peygamber (s.a.v)´e biat ederek Müslüman oldu.
80.TEBÛK´TEN SONRA
Bedir´den dönüş gibi, Tebûk´ten dönüş de üzüntülü olmuştu: yokluğu sırasında Peygamber (s.a.v.) ´in .kızlarından biri daha, Ümmü Gülsüm (r.a) ölmüştü. Bu sefer kızının kocası da Medine´de değildi. Peygamber (s.a.v.) onun mezarı başında dua etti ve Osman (r.a) ´a eğer bekâr bir kızı daha olsaydı kendisine vereceğini söyledi.
Sefere katılmayan münafıklar teker teker Peygamber (s.a.v.)´e gittiler ve özürlerini beyan ettiler. Peygamber (s.a.v.) onları, Allah´ın gizli düşünceleri bildiğini söyleyerek uyarmasına rağmen, özürlerini kabul etti. Fakat geride kalan üç mü´mine, Allah´onlar hakkında hüküm verinceye kadar kendisinden uzak durmalarını ve diğer mü´minîere de bu üç kişiyle konuşmamalarını söyledi. Bu üç kişi Elli gün boyuûGa tttpEumdışı biı» hayat sürdüler; fakat ellinci gün sabah namazından sonra Peygamber (s.a.v.) mescidde Allah´ın onları affettiğini ilân etti. Bu konu da nazil olan ayetler şöyleydi:
«(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı), öyle kî, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti. Ve O´nun dışında (yine) Allah´tan başka bir sığınacak olmadığını İyice anladılar. Sonra tev-be etsinler diye onların tevbezlni kabul et´i. Şüphesiz Allah (yalnızca) O tevbelerî kabul edendir.» (Tevbe: 118)
Cemaat sevince boğuldu ve birçoğu güzel haberi onlara vermek için mescidden aceleyle çıktılar. İçlerinden en gençleri olan Ka´b İbn Malik (r.) şehrin dışında kendisine tek kişilik bir çadır kurmuştu. Daha sonraki yıllarda, yaklaşan bir atm ayak seslerini ve «Ey Ka´b, müjde» diye bir bağırma duyduğunu ve nasıl hemen secdeye kapandığını anlatırdı. Bu iyi haberin affedilme haberinden başka bir şey olamayacağından emindi. Ka´b daha sonra mescide gitti. -Peygamber (s.a.v.)´e selâm verdiğimde» dedi, «yüzü sevinçten parlıyordu. Bana: «Annenden doğduğundan beri geçirdiğin en güzel gün için sevin» dedi. «Ey Allah´ın Rasulü, bu senden mi, yoksa Allah´tan mı?» diye sordum. «Hayır Allah´tan» diye cevap verdi. Allah´ın Rasulü sevinçli bir haberden memnun olduğunda yüzü ay gibi parlardı».
Havazin´in lideri Malik (r.a) Müslüman olduğundan beri boş durmuyordu. Beni Sakîf hâlâ Taif´e girilmez diye kendileriyle övünebilirlerdi; fakat şimdi tüm yönlerden uzak ve geniş Müslüman topluluklarıyla sarılmışlardı ve gönderdikleri her kervan yağmalanabilirdi. Hatta deve ve koyunları bile Malik´in adamları alır diye otlamaya dışarı çıkaramıyorlardı. Yanısıra Malik´in adamları ellerine düşen Sakif´iiler, putperestlikten vazgeçmedikçe serbest bırakmayacaklarını ve öldüreceklerini ilân etmişlerdi. Birkaç ay sonra Taif´liler Peygambere (s.a.v.) İslâm´ı kabul edeceklerini bildiren, buna karşılık halkın, mallarının ve topraklarının güvenlikte olmasını isteyen bir anlaşma yapmak üzere bir delege göndermekten başka seçenekleri olmadığına karar verdiler.
Tebük´ten Ramazan´ın başında dönülmüştü. Aynı ay içinde Taiften delegeler Medine´ye geldi. Delegeler konukseverce karşılandılar ve onlar için mescidin yakınma bir çadır kuruldu. Eğer Müslüman olurlarsa yerleşim bölgelerinin îslâm devletinin koruması altında olmasına karar verildi. Fakat Peygamber (s.a.v.) onların bazı isteklerini kabul etmedi. Delegeler Lafın üç yıl kadar tahrip edilmedi den durmasını istediler. Peygamber (s.a.v.) bu isteği geri çevirince iki yıla, sonra bir yıla indirdiler, en sonunda bir ay mühlet istediler. Peygamber Cs.a.v.) buna da hayır dedi Daha sonra ona putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri ve hergun beş vakit namaz kılmamaları için yalvardılar. Onlara: «Namaz olmayan dinde hayır yoktur» diyerek namaz kılmaları gerektiğini söyledi. Fakat putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri konusundaki önerilerini kabul etti. Urve´nin yeğeni Muğire´ye delegeler ile birlikte gitmesini ve Mekke´den kendisine yardım etmek üzere Ebu Süf-yan´ı alıp Lat´ı tahrip etmesini emretti.
Müslüman olduktan sonra delegeler Ramazan´ın geri kalanını Medine´de oruç tutarak geçirdiler ve daha sonra Taife döndüler. Ebu Süfyan gruba Mekke´de katıldı, fakat putu kıran, tek elli Muğire idi. Muğire´nin kabilesi, Urve ile aynı kaderi paylaşmasından korkarak onun için bazı koruma önlemleri almışlardı. Fakat kınlan put için feryat eden kadın seslerinden başka bir müdahale olmadı.
Şehrin teslim olmasına en çok üzülen iki kişi, ne şehrin vatandaşı ne de Lat´ın bağlılarmdandı. Peygamber (s. a. v.) Mekke üzerine yürüdüğünde, Hanzala´nın babası Ebu Amir ve ciritçi Vahşi, kendilerine yenilmez bir şehir olarak görünen Taife sığınmışlardı. Fakat şimdi nereye sığınabileceklerdi? Ebu Amir, Suriye´ye kaçtı ve orada kendi kendine ettiği bedduayı yerine getirerek «yalnız ve yuvasız bir sürgün» olarak öldü[4]. Sakîf li bir adam Peygamber (s.a.v.)´in Müslüman olan hiç kimseyi öldürmediğini söylediğinde Vahşi hâlâ nereye gidebileceğini düşünüyordu. Vahşi, bunun üzerine Medine´ye gitti, Peygamber (s.a. v ) ´e gidip kelime-i şehadet getirdi. O, böyle yaparken mü´m inlerden biri onu Hamza´yı öldüren köle olduğunu anladı ve: «Ey Allah´ın Rasulü, bu Vahşi» dedi. «Olsun» dedi Peygamber (s.a.v.), «Çünkü bir kişinin İslâm´a girmesi benim içm bin kâfiri öldürmekten daha iyidir». Daha sonra gözleri, önündeki siyah yüzde gezindi: «Gerçekten sen Vahşi misin?» diye sordu. Adam doğrulaymca: Otur ve Hamzayı nasıl öldürdüğünü bana anlat» dedi. Adam anlatmayı bitirdiğinde Peygamber ,(s.a.v.): Yazıklar olsun, yüzünü benden uzak tut, bırak da sana bir daha bakmayayım»[5] dedi.
Ebu Amtr´in kuzeni îbn Ubey´e gelince, Tebûk´ten bir ay sonra hastalandı ve birkaç hafta sonra ölmek üzere olduğu anlaşıldı. Eski kaynaklar, onun nasıl öldüğü (mü´min olarak mı, münafık olarak mı) konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat Peygamber (s.a.v.)´in onun başında cenaze namazı kıldığı ve kabri başında dua ettiği konusunda hepsi aynı fikirdedirler. Bir kaynağa göre Ömer (r.a), Peygamber (s.a.v.) namaz için yerini aldığında onun yanına gitmiş ve bir münafığa bu kadar lütufta bulunmaması için ona karşı çıkmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona gülümseyerek şu cevabı verdi: «Ömer, arkama geç. Bana bir seçenek verildi, ben de seçtim. Bana:
«Sen, ister onlar İçin bağışlanma dile ya da istersen onlar tçin bağışlama dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlama di´:sen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz» (Tevbe: 5)
denildi. Eğer yetmiş defadan fazla bağışlanma dilediğimde Allah´ın onları bağışlayacağını bilsem dualarımın sayısını artırırdım»[6]. Daha sonra namazı kıldırdı, tabutun yanında mezarlığa kadar yürüdü ve mezarın başında durdu. Bundan kısa bir süre sonra münafıklar hakkında, şu ayet nazil
«Onlardan ölen bitinin namazım hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar Allah´a ve Rasulüne (karşı) küfre saptılar ve fasıklar olarak öldüler.» (Tevbe: 84) Fakat başka kaynaklara göre[7] bu âyet Tebûk´ten döndükten hemen sonra nazil olan vahyin bir bölümü idi. Bu âyet İbn Ubey´e uygulanamazdı, çünkü Peygamber onu hastalığı sırasında ziyaret etmiş ve Ölümün yakınlığının onu değiştirdiğini görmüştü. İbn Ubey, Peygamber (s.a.v.) den öldüğünde kefenlenmek için bir elbisesini ve kabre kadar tabutunun yanında gitmesini istemiş, O da bunu kabul etmişti. Daha sonra da: «Ey Allah´ın Resulü, ümit ederim ki tabutumun yanında dua eder ve günahlarımın affı için Allah´tan bağışlanmamı dilersin» demişti. Peygamber (s.a.v.) yine kabul etmiş ve O Öldükten sonra da sözünü yerine getirmişti. Tüm bu olaylar sırasında ölen adamın oğlu Abdullah da vardı.
Peygamber (s.a.v.)´e elçiler gönderen tek kabile Saklf değildi. «Heyetler yılı» olarak anılan Hicret´in bu dokuzuncu yılında Medine´ye Arabistan´ın her tarafından daha bir çok elçiler geldi. Bunlar arasında Yemen´in çeşitli bölgelerinden gelen elçiler ve putperestliği bırakıp Müslüman olduklarını duyuran dört Himyerli Prensin mektupları da vardı. Peygamber (s.a.v.) onlara samimiyetle cevap verdi; onlara İslâm´ın emirlerini haber verdi. «Dinine bağlı olan bir yahudi veya bir hristiyanın dininden döndörülmeyece-ğini, fakat cizye (haraç) ödeyip, Allah´ın Rasulü´nûn himayesi altında olacağını»[8] belirterek yahudi, hristiyan ve Müslümanlardan vergi toplamak üzere göndereceği elçilere iyi davranmalarını emretti. Dinsel ayrılıklarla ilgili olarak nazil olan bir âyette şöyle denilfyordu:
«Sizden her biriniz için bîr şeriat ve bir ydl yöntem kıldık. Eğer Allah[9] dileseydi, sizi bir tek ümmetten kılardı; ancak (bu) size verdikleriyle sizi denemesi İçindir. Artik hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah´adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir» (Maide: 48)
Gelen heyetlerin hepsinden sonuç alınamıyordu. Bı´r Ma´un´daki katliamdan sorumlu olan Amir İbn Tufeyl şimdi Beni Amir´in başına gelmiş ve kabilesinin baskıları sonucunda Medine´ye gelmek zorunda kalmıştı. Fakat cahil bir adamdı. İslâm´a karşılık Peygamber (s.a.v)´den kendisini halifesi olarak ilân etmesini istedi. Peygamber (s.a.v.). «O ne senin içindir ne de kabilen içindir» dedi. «O halde», dedi Amir, «Sen şehirlileri yönet, bana da göçebeleri ver... «Hayır» dedi. Peygamber (s.a.v.); «fakat sana süvarilerin idaresini veriyorum, çünkü sen atlardan anlayan bir adamsın.» Bedevi lider için bu yeterli değildi. Hor görerek; «Birşeyim olmayacak mı yani?» dedi. Geriye dönerek: «Her tarafı sana karşı atlılar ve yayalarla dolduracağım» dedi. O gittikten sonra Peygamber (s.a.v.) dua etti. «Allah´ım, Beni Amir´e hidayet ver ve Tufeyl´in oğlu Amir´in şerrinden İslâm´ı kurtar.» Amir yolda bir saldırıya uğradı ve eve varmadan öldü. Kabilesi yeni bir temsilci kurulu gönderdi ve anlaşma yapıldı. Şair Labîd (r.a) de elçilerden biriydi ve Müslüman olmuştu. Bundan sonra şairliği bırakmak istediği söyleniyordu. «Buna karşılık ´ Allah bana Kur´an´ı verdi» demişti. Fakat yine de yeteneklerini dinin hizmetinde kullanarak Ölünceye dek şiir yazmaya devam etti.
Hac zamanı yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) hacılarla ilgilenme görevini Ebu Bekir (r.a)´e verdi. Ebu Bekir (r.a) Medine´den üçyüz kişiyle yola çıktı. Fakat onlar gittikten kısa bir süre sonra, Müslüman ve müşrik Mekke´ye giden tüm hacıların duyması gereken önemli bir âyet nazil oldu. Peygamber (s.a.v.) «Bana benim ailemden birinden başkası temsilci olamaz» dedi ve Ali (r.a) ´e tüm hızıyla gidip hacılara yetişmesini söyledi, inen âyetleri Mina´da okuyacak ve o yıldan sonra Kâ´be´ye çıplak girilemeyeceğini ve putperestlerin son defa Haç yaptıklarını ilân edecekti.
Ali (r.a) yetiştiğinde Ebu Bekir (r.a), topluluğa kumanda etmek üzere mi geldiğini sordu. Ali (r.a) onun kumandası altında olacağını söyledi ve birlikte yola çıktılar. Namazları Ebu Bekir kıldırdı ve hutbeleri de o okudu. Bayram günü, tüm hacılar kurbanlarını kesmek üzere Mina vadisinde toplandıklarında Ali (r.a) ilahî mesajı açıkladı. Mesajın konusu, putperestlere serbestçe gidip gelme için dört ay mühlet verildiği, bu süreden sonra Allah´ın ve Ra-sulü´nün onlara, karşı bir sorumlulukları olmayacağıydı.
Onlara savaş ilan edilmişti. Bundan sonra görüldükleri yerde öldürülecek ya da esir alınacaklardı[10]. İki istisna yapılmıştı Peygamber (s.a.v.)´le özel anlaşması olan ve bu anlaşmaya uyanlar anlaşma süresi bitinceye etek güvenlikte olacaklardı, eğer bir putperest himaye isterse ona himaye verilecek, îsîâm ona tebliğ edildikten sonra emin bir yere yerleştirilecekti. Putperestlerin çıkarılmasıyla sadece ticaretlerinin durgunlaşacağını değil değerli hediyelerden de mahrum kalacaklarını zanneden yeni Müslüman olan Mekke´lilere hitaben yeni bir âyet nazil olmuştu:
«Ey iman edenler, müşrikler ancak pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mesciâ-i Harama yaklaşmasmlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız. Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Hiç şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.» (Tevbe: 25)
Peygamber (s.a.v.) Hicret´ten sonra onuncu yıl olan ertesi yıl hemen hemen tümünü evde geçirdi. İbrahim, yürümeye başlamıştı ve henüz Konuşmaya başlıyordu. Hasan (r.a) ve Hüseyin (r.a)´in, Zeyneb (r.a) adında bir kızkardeşleri olmuştu ve Fatıma (r.a) dördüncü bir çocuk bekliyordu. Ailenin diğer yakınları arasında Cafer (r.a)´in üç oğlu vardı. Cafer´in ölümünden sonra Esma (r.a) ile evlendiği için bu üç çocuk Ebu Bekir (r.a)´in üvey oğullan oluyordu. Esma (r.a) da bir bebek bekliyordu. Peygamber (s.a.v). Esma´nm kardeşi Ümmü´l-Fadl (r.a)´ı çok severdi. Mekke´de iken sık sık onu ziyaret etmek adetiydi. Abbas (r.a) Medine´ye yerleştiğinden beri yine sık sık ziyaret ediyordu. En büyük oğulları Fadl (r.a) olgunlaşmış ve Peygamber (s. a.v.) tarafından sevildiğini gösteren birçok olayla karşılaşmıştı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v.)´in Meymune (r.a)´de kaldığı zamanlar, yeğeni Fadl (r.a)´ı onunla birlikte kalmaya davet etmesiydi.
Delegeler bir önceki yıl gibi gelmeye devam ediyordu Bunlardan biri, Peygamberle (s a.v) anlaşma yapmak isteyen Necran hris Uyanların d andı. Onlar Bizans yönetimin-deydiler ve geçmişte Konstantinapol´den birçok yardım görmüşlerdi. Altmış itişi olan delegeleri Peygamber (s a.v.) Mescid´de kabul etti. Onların dua etme vakti geldiğinde Peygamber (s.av.) onların doğuya dönerek dua etmelerine izin verdi.
Kaldıkları sürece yapılan görüşmelerde birçok ilkelere değinildi, isa´nın kişiliği hakkında Peygamber (s.a.v)´le arasında birçok anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu.
«Şüphesiz, Allah ka´ında İsa´nın durumu, Adem´in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı[11], sonra da «ol» demesiyle o hemen oluverdi. Gerçek, Rabbindendir. öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle «çekişip-tartışmalcra girişirlerse» de ki: «Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra kcrşthkh lanctleşelim de Allah´ın lanetini yalan söylemekte olanların üs´üne kılalım.» (Al-i Imran: 59-61)
Peygamber (s.a.v.) bu âyetleri hristiyanlara okudu ve onları kendisi ve ailesi ile buluşup âyette Önerilen şekilde
anlaşmazlığı çözmeye davet etti. Onlar düşüneceklerini söylediler, ertesi gün Peygamber (s.a.v.)´e geldiklerinde, Ali (r.a)´nin, Fatıma (r.a)´nın ve iki oğullarının yanında olduğunu gördüler. Peygamber (s.a.v.) büyük bir aba giymiş ve hepsini de içine alacak şekilde yaymıştı. Bu nedenle bu beş kişiye, «ehl-i aba» denirdi. Hristiyanlara gelince, anlaşmazlığı artık daha fazla devam ettiremeyeceklerini anladılar. Peygamber (s.a.v.) onlara, vergi vermeleri karşılığında kendilerinin, kiliselerinin ve tüm diğer mallarının İslâm devletinin koruması altında olacağını vadeden bir anlaşma yaptı.
Bu yılın ilk aylarında süren neşeli mutluluk İbrahim´in hastalanmasıyla birlikte sona erdi. Bir süre sonra onun uzun süre yaşamayacağı ortaya çıktı. Onu annesi Mariye (r.a) ve teyzesi Sirîn(r.a) tedavi ediyorlardı. Peygamber (s. a.v.) onu sık sık ziyaret ed´yordu ve ölürken yanındaydı. Çocuk son nefesini verdiği ide kucağına aldı ve gözlerinden yaşlar boşandı. Onun yas ve feryadları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hâlâ bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman İbn. Avf (r.a): «Ey Allah´ın Rasulü, sen bunu ağlamasını kastederek yasaklamadın mı? Müslümanlar seni ağlarken görürlerse onlar da ağlarlar» dedi. Peygamber (s.a.v.) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hale geldiğinde: «Ben bunu yasaklamadım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhametli olmayana merhamet olunmaz. Ey ibrahim, eğer tekrar buluşma va´di olmasa, bu herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilin eşek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz, ey İbrahim. Göz ağlar, kalb hüzünlenir, Allah´ın gücüne gidecek birşey söylemiyoruz» [12]dedi.
İbrahim´in Cennette olduğunu söyleyerek Mariye (r.a) ve Şirin (r.a)´i teselli etti. Onları bir müddet yalnız bıraka tıktan sonra Abbas (r.a) ve Fadl (r.a) ile birlikte döndü, îki yaşlı adam oturmug onu seyrederken genç adaın cenazeyi yıkadı. Daha sonra, cenaze mezarlıktaki küçük mezarına kondu. Üsame (r.a) ve Fadl (r.a) çocuğu mezara uzattıktan sonra Peygamber (s.a.v.) cenaze namazını kıldırdı ve kabrin başında oğlu için dua etti. Mezara toprak atıldığında hâlâ mezarın başındaydı. Daha. sonra bir kırba su getirmelerini ve mezarın üstüne serpmelerini emretti. Atılan toprağın yüzeyinde dengesizlik vardı, buna işaret ederek: Sizden biriniz birşey yaptığında, onu mükemmel yapsın» dedi. Toprağı eli ile düzelterek yaptığı iş için «Bu ne iyilik ne de zarar verdi, fakat hüzünlenenin gönlünü ferahlattı»[13] dedi.
Peygamber (s.a.v.) birçok kez, yaptığı her dünyevi işte kişinin mükemmeli araması gerektiğini vurgulamıştır. Birçok sözü de bu amacın dünyevi olmadığını ve uhrevi olduğunu belirtir. Ali, Peygamberin (s.a.v.) bu konudaki tutumunun şu sözlerle özetlenebileceğini söylemiştir: «Her zaman yaşayacakmış gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.» Her zaman ayrılmaya hazır olmak, her zaman uhrevi olmaktır. Peygamber (s.a.v.): «Bu dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol»[14] demiştir.
İbrahim´in öldüğü gün, cenaze gömüldükten sonra bir güneş tutulması olmuştu. Bazıları bunu Peygamber (s.a. v) in üzüntüsüne bağladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): «Ay ve güneş Allah´ın işaret ayetlerindendir. Onların ışığı hiçbir insanın ölümü için kesilmez. Onların tutulduğunu görürseniz, aydmlanmcaya kadar dua edin.»[15] dedi.
81. DERECELER
Yeni dine girme sırasında insanları yönlendiren ruhsal dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu nedenle şu âyet nazil oldu.
«Bedeviler dedi ki: «iman ettik» De ki: «Siz iman etmediniz, ancak ´islâm (müslüman veya teslim) olduk´ deyin. îman henüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah´a ve Rasulüne itaat ederseniz, O, sizin emellerinizden hiçbirini eksiltmez.» (Hucurat: 14)
Bu âyet iman etmeden teslim olmayı -en aşağı derece olarak kabul ederek İslâm hiyerarşisini tamamlıyordu. Daha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce Peygamber (s.a.v.)´e nazil olan Nur Sûresinin konusunu daha doğrusu konularından birini teşkil ediyordu. Kur´an´da nur, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nurun (aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:
«Allah, göklerin ve yerin nurudur. O´nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki. doğuya da battya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı tştk verir. (Bu) Nur üstüne nurdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip-ilettr. Allah insanlar için örnekler vermektedir. Allah, herşeyi bilendir.» (Nur: 35)
En alt derecede, aydınlatılan fakat kendisi ışık saçmayan kandil vardır. Daha sonra sırça gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması insana. «Allah insanlara örnekler verir» diye başlayan ve sebebini belirterek: «belki düşünürler» (Haşr: 21) diye biten başka ayetleri hatırlatıyor. Nur ayetinin tümü insanı düşünmeye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur´an bu konuyu burada imalı bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan ayetlerde imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlaşılmıştır. Bunlardan birinde (Vakıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır, «Ashabı Meymene» (ahirette amel defteri sağdan verilen ya da sağ yanda olanlar), «Ashab-ı Meş´eme» (ahirette defterleri soldan verilenler, ya da sol yanda olanlar) ve «Yarışıp öne geçmiş öncüler.» «Ashab-ı Meymene» kurtulanlar, «Ashab-ı Meş´eme» de cezalandırılanlar. «Öncüler ise en üst derecededirler ve onlara Allah´ın Kulları[16] denilir.. Baş melekleri diğer meleklerden ayırmak için kullanılan Allah´a yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bunlar İçin kullanılır. İlk nazil olan sûrelerden bazılarında mü´min kategorisinde, «öncüler»le (sabikûn) «Ashab-ı Meymene» arasında yeralan «iyiler» (ebrârl diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki ilişki Kur´an´m bu üç grubun Cennette ki durumlarıyla ilgili anlattıklarından çıkarılabilir. Ashab-ı Meymene»ye içmek için «saf su» verilirken, en yüce kaynaklar sadece «öncülerde verilir. «İyilerde ise, onların «Öncüler» in ayak izlerine uyanlar olduğunu belirtir, bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı verilir (insan: 5) (Mutaffifin: 27)
Üstünlük derecelerine Kur´an´da kalbten bahsederken de değinilir. Kur´an çoğunluktan bahsederken:
«Gerçek şu ki, gözler kâr olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir» (Hac. 46)
der. Diğer taraftan Peygamber (s.a.v.) tüm diğer Peygamberler gibi, kalbinin devamh uyanık olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur´an bunun belli ölçülerde başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belirtir, çünkü bazen sadece «temiz akıl sahipleri»ne (ulü´l-el-bab) (Yusuf: ili, Ra´d: 19) hitap eder.
Peygamber (s.a.v.)´in Ebu Bekir hakkında şöyle söylediği rivayet edilir: «O sizi çok oruç tutmakla ve çok namaz kılmakla geçmedi, fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey sayesinde geçti.»[17]
Peygamber (s.a.v.) sık sık Ashabdan bazılarının diğerlerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke´nin fethi sırasında Peygamber (s.a.v.)´in yanında Halid kendisini azarlayan Abdurrahman îbn Avf´a sinirlenip karşı çıkınca Peygamber (s.a.v.): «Arkadaşlarıma (Ashabıma) nazik davran Halid, çünkü senin Uhud dağı büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşlarımdan hiçbirinin faziletine ulaşamazsın»[18] dedi.
Kur´an´a göre bir derece ile diğeri arasındaki fark ahi-rette, bu dünyadakinden daha büyüktür:
«Onlardan bir kısmım bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak ahiret dereceler bakımından daha büyüktür, üstünlük bakımından da daha büyüktür» (İsra: 21)
Peygamber (s.a.v.) de şöyle demiştir: «Cennet ehli kendi üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak gezegeni (venüs) doğu veya batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda olduğunu görecekler»[19] İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır, öğrettiklerinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı kişilere hasretmiştir. Ebu Hureyre: «Hafızama Rasulullah (s.a.v.)´tan öğrendiğim iki tür bilgi depoladun. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz»[20] diyerek boğazına işaret etmiştir.
Mekke ve Huneyn zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarından bazılarına-«Küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz» dedi. İçlerinden biri: «Ey Allah´ın Rasulü, büyük cihad nedir? diye sorunca: «Nefse karşı cihad»[21]cevabını verdi. însan nefsi iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur´an:
«Gerçekten nefis var gücüyle kötülüğü emredendir» (Yusuf: 53) der. Şuur da denen iyi bölümüne de:
«Kendini kınayıp duran nefis» (Kıyamet: 2)
adını verir. îşte alçak nefse karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısmıdır.
En sonunda da savaşı sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan «mutmain (tatmin olmuş) nefis» vardır. Öncülerin (sabikûn), «Allah´ın kullananın ve «Allah´a yaklaştırılmış olanlardın (mukarrebûn) nefisleri işte böyledir. Kur´an bu kemâle ermiş olan nefse şöyle hitap eder:
«Ey mutmain (tatmin olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön[22] . Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.» (Fecr: 27-30)
Bu lütuflardaki ikili doğa, Kur´an´ın kutsanmış nefis için verdiği iki Cennet va´dini ve Peygamber (s.a.v.)´in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği «Rabbimle
ve Cennetle buluşma» sözünü hatırlatıyor. «Mutmain nefis- için, «Cennetime gir» sözü -Rabbimle buluşma» sözüne tekabül ediyor; «Kullarımın arasına gir sözü de «Cennet» e tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennet ´ül-a´la), yani ?Rabbimle buluşma» Rıdvan´dan başka birşey değildir. Aşağıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:
«Alîah, mü´min erkeklere ve mü´min kadınlara İçinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve And cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah´tan olan hoşnutluk (Rıdvan) ise en büyüktür. İşte büyük ´kurtuluş ve mutluluk´ da budur.» (Tevbe- 72)
Peygamber (s.a.v.) bu dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi hadislerden birinde şöyle denir: «Kulum gönüllü (nafile) ibadetieriyle bana yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum»[23].
Gönüllü ibadetlerin en başında «Allah´ı anmak veya Allah´ı çağırmak» anlamına gelebilecek olan zikr Allah gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v.) şöyle bir emirle karşılaşmıştı:
«Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O´na yönel» (Müzemmil: )
Daha sonraları nazil olan bir âyette de şöyle deniyor, du:
«Hiç şüphe yok namaz, çirkince utanmazltklardan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah´ı zikretmek ise muhakkak en büyüktür» (Ankebût: 45)
Kalb ve kalbin körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.): «Herşeyin pasını silen bir cilası vardır, kalbin cilası ise Allah´ı zikretmektir»[24], demiştir. Mahşer gününde
Allah katında kimin en yüksek dereceye sahip olacağı sorulduğunda ise «Allah´ı en çok zikreden kadın ve erkekler» cevabını vermiştir. Bunların, Allah yolunda savaşanlardan da yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:
«Kişi müşrik ve putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah´ı zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır»[25].