- Tasavvuf-Şeriat Münasebeti

Adsense kodları


Tasavvuf-Şeriat Münasebeti

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Tue 12 January 2010, 03:59 pm GMT +0200
TASAVVUF-ŞERİAT MÜNASEBETİ

Hicrî II. asrın sonlarında doğan ve ikibuçuk asırlık bir hayattan sonra Kuşeyrî´nin zamanına gelen tasavvuf hareketi, özellikle bu hareketin bazı şekilleri zaman zaman şeriattan uzaklaşmış, hatta ondan irtibatını bile koparmıştı. Biz, mutasavvıfların zahiri hüküm ve amellerden uzaklaşmaları hadisesine «tasavvufun şeriattan uzaklaştırılması vakıası» diyoruz. Diğer taraftan şekle ve dış görünüşe aşırı derecede bağlı kalan zahir ulemasının bâtıni hüküm ve amelleri ihmal etmeleri hadisesine de «şeriatın tasavvuftan uzaklaştırılması hadisesi» ismini vermekteyiz.

15.Bk. Massignon, «Tasavvuf», İslâm ansiklopedisi, XII/1; Risale, Sohbet bahsi, s. 579.

Böylece önce yekdiğerinden ayrılmaları ihtiyaç halini almıştı, Anlatılan sebepten dolayı tasavvuf cereyanı ke-lâmcı, fıkıhcı ve hadiscilerin muhitine giremiyor, muhafazakâr Sünnîler arasında tutunamıyordu. Zira kelâm, fıkıh ve hadis âlimleri en azından tasavvufa şüpheli bir nazarla bakıyor, bazan da onu bir ilhad hareketi Olarak değerlendiriyordu. Diğer taraftan mutasavvıflar zahir ulemasını; şekilci, resmiyetçi ve öze yabancı olmakla suçluyorlardı. Gerçi Kuşeyri zamanına kadar şeriata saygılı mutasavvıflar veya tasavvufa sempati duyan zahir âlimleri yetişmemiş değildi. Meselâ Kuşeyrî´nin şeyhleri Dekkak ve Sülemi şeriata son derece hürmet eden şeyhlerdi. Fakat bu gibi şahsiyetler azdı. Şeriatla tasavvufu bağdaştırmak için sarfettikleri gayretler Kuşeyri kadar tesirli olamamıştı.

Kuşeyrî´nin Risalesi sayesinde zâhir-bâtın, şeriat-hakikat, tasavvuf ve nakil barışmış ve kucaklaşmıştı. Onun için Kuşeyri´ye «el-Cami beyne´ş-şeriati ve´l-hakikat yani şeriat ile hakikat ilimlerini uz-laştıran (te´lif, telfik ve cem´eden) adı verilmiştir. Kuşeyrî´nin tasavvuf tarihindeki büyük ehemmiyeti bu işi başarmış olmasından ileri gelmektedir. Ancak tasavvufla şeriatı barıştırmak için

Kuşeyrî, tasavvufu şeriata yaklaştırmıştı. Ondan kısa bir müddet sonra yaşamış olan Gazali, şeriatı tasavvufa yaklaştırmak suretiyle aynı neticeye ulaşmıştı. Kuşeyrî´nin bu konudaki sistemli ve başarılı çalışmaları sayesinde tasavvuf, Sünnî çevrelerde şüpheli ve mahzurlu olma damgasından kurtuldu. Kuşeyrî´nin müdafaası ve tanıtması sayesinde zahir uleması nazarında beraat etti. Ondan sonra muhafazakâr Sünnî muhit içine serbestçe girdi ve dolaştı. Buralarda çok sayıda taraftar buldu, yayıldı ve bir daha bu muhitten ayrılmadı. Bahis konusu yaklaşma, tanışma, barışma ve kucaklaşma hadisesini daha yakından tanımağa çalışalım:

Büyük araştırmacı İbn Haldun, Şifâü´s-sâil isimli değerli eserinde, Kuşeyrî´nin tasavvuf görüşünü ve bu görüşün diğer tasavvufi cereyanlar arasındaki yerini şöyle belirtir:

«Tasavvufi hal ve makamları elde etmek için harcanan sürekli ve düzenli çabalara mücahede ve riyazet adı verilir. Mücahede ve
İbn Haldun´un bu mühim eseri Tasavvufun mahiyeti adıyla tarafımızdan tercüme edilmiş ve basılmıştır. (Dergâh, yayınları, istanbul, 1977)

İbadet ve amelle yaşamaktır. Bu mücahedenin gayesi (cehennemden) kurtuluşdur. (necat, fevz)
Halis Muhasibi´nin er-Riâye isimli eserinde anlatılan tasavvuf budur.

«İkincisi, istikamet için mücahede ve riyazettir. Burada esas olan nefsi terbiye etmek, her zaman itidal üzere bulunmasını sağlamak. Kur´an ve hadisteki ahlâk anlayışını tabiî bir huy haline getirmektir. Bu mücahedenin gayesi saadete ulaşmak (cennete girmek ve) yüksek dereceler kazanmaktır.

«Üçüncüsü, keşf ve ilham sahibi olmak için mücahede ve riyazettir. Burada esas olan bedeni kuvvetleri, nefsani istekleri, şehevi arzuları, süfli ve behimi hisleri söndürmek ve tesirsiz hale getirmektir. Bu mücahedenin gayesi, gaybı görmeğe engel olan perdeleri ortadan kaldırarak manevi alemi seyretmek ve ilâhî tecellileri temaşa etmektir. Bu gayeye ulaşmak için; sûfilerin kullandıkları terimleri, bu yolun edeb ve hükümlerini, mücahedenin şeklini ve öğrenme yolunu, mücahede ve makamların derecelerini, makamın değişmesine paralel olarak mücahedenin nasıl değiştiğini bilmek şarttır. Tasavvuf denilince genellikle son iki mücahede nev´i anlaşılır. Risâle´de bahis konusu olan süfîler ve onlara tâbi olanlar ´tasavvuf ilmi´ sözünden bunu anlamışlardır. Bu mânadaki tasavvufu anlatan eser, eskilerden Kuşeyrî´nin Risalesi, sonraki mutasavvıflardan Sühreverdî´nin Avâ-rifü´l-maârif´idir.

«Keşf ve ilham için yapılan mücahedede, takva ve istikamet îçin yapılan mücahedelerin bulunması şart olduğundan, keşf ve ilham derecesine ulaşmak isteyen bir sûfînin, bütün mücahede nevilerini ve bunlara ait hükümleri bilmesine ihtiyaç vardır. Onun için Gazali, İhya isimli eserini her iki yolu da ihtiva edecek şekilde yazmıştır. İhya´da, hem Muhasibi´nin er-Riaye´sindeki bâtıni fıkıh ve vera" yolu, hem de Kuşeyrî´nin Risâlesindeki istikamet ve keşf mücahedesi mevcuttur. Buna göre tasavvuf ilmi önce ikiye ayrılır:

«Mükaşefe ilmi, batini ilim. Bu ilmin kitaplara yazılması sakıncalıdır. Büyük sûfiler bu ilimden bahsetmenin tehlikeleri konusunda müritleri devamlı olarak uyarmışlardır.

«Muamele ilmi; âhiret yolunu bilmek, kalbi günah pisliğinden, ruhu madde kirinden temizlemek, nefsânî kuvvetleri tesir, Kuşeyrî´nin Risâle´de tuttuğu istikâmet ve keşf için mücahede yoludur.. (16).
İbn Haldun bu açıklamaları ile Kuşeyrî´nin ve eserinin tasavvuf tarihinde işgal ettiği önemli yeri büyük bir ehliyetle ve oldukça isabetli bir şekilde belirtmiştir. Buna göre Risâle´deki tasavvuf, sadece ´dünyadan el etek çekmek demek olan «zühd» ve amel demek olan «vera´»dan ibaret değildir. Risâle´de zühd (asketizm) den tasavvuf (mistisizm) e, yani amelden marifete, ibadetten irfana, şeriattan ha-kikata geçilmiş, fakat ameli, ibadeti ve şeriatı önemsiz görme durumundan dikkatli bir şekilde kaçınılmıştır.

Hakka ermek için sûfîler tarafından tutulan yolları üçe ayırmak eskiden beri âdet olmuştur:

1. Hayırlı insanların yolu (Tarik-i ahyâr, tarik-i erbâb-ı muamele): Bu yol; zühd, vera´, takva ve ibadet yoludur. Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak, çok Kur´an okumak ve zikretmek, kısaca zahiri ibadetleri artırmak bu yolun esasını teşkil eder. «Zâhid ve âbid-ler yolu» adı da verilen bu yoldan Hakk´a ermek için çok zamana ihtiyaç vardır. Onun için bu yoldan maksada ulaşanların sayısı azdır. Eskilerin ekseriya tuttuğu yol budur.

2. İyi insanların yolu (Tarik-i ebrâr, tarik-i tasfiye ve mücahede): Bu yol, mücahede, riyazet ve tasfiye yoludur. Gerek Hakk, gerekse halk ile olan muamelelerde ihlas ve doğruluktan ayrılmamak, bu yolda esastır. Mücahede ile kötü huyları söküp atmak, yerlerine güzel huylar koymak, kalbi saf, ruhu temiz hale getirmek suretiyle Hakk´a erenlerin sayısı daha çoktur.

3. Âşıklar yolu (Tarik-i şuttâr, tarik-i şâirin): Bu yol, aşk, ma-habbet, cezbe ve vecd yoludur. Bu yolda seyr ve sülük esastır (17).

İbn Haldun´un bahsettiği üç nevi mücahede ile yukardaki üç yol arasında bulunan fark önemli değildir. Buna göre Kuşeyrî´nin tasavvufu birinci yola ölçülü bir şekilde değer verdikten sonra son merhalede şeriata ulaşmaktır denilebilir.

17. Mehmet AH Aynî, Tasavvuf tarihi, s. 193; îzmirli, Yeni ilm-i kelâm, I, 155; NecmüdcUn Kübra, Usûlü aşere.

Tasavvufî Felsefe ve Felsefî Tasavvuf

Kuşeyri´nin tasavvufi kanaatini daha açıkça ortaya koyabilmek için tasavvufun iki nevinden bahsetmek gerekmektedir. Bunlardan biri filozoflara ait tasavvuf (mistisizm), diğeri şeriata bağlı olan sûfilere ait tasavvuf anlayışıdır. Bilgi teorisinde keşf ve ilhamı (sezgi) esas alan Platon, Plotinus ve Bergson gibi filozofların kurdukları felsefî sistemlerin temel niteliği mistiklik (sırrîlik) dir. İşrâkiyye adı verilen bu nevî felsefî cereyanlar islâm muhitinde eskiden beri bilinmektedir.

Manevî ilimleri, ilahi hakikatları ve en yüce saadeti elde etmek için dört çeşit yol takip edilmiştir.

1. Meşşailik: Aristo ve îbn Rüşd gibi filozoflar tarafından takip edilen akılcı bir yoldur. Saf aklın her şeyi halledeceği görüşündedir. Kabul veya reddedilen her şey aklın prensipleriyle ölçülür.
2. İşrakîlik: Platon, Plotinus gibi filozoflar tarafından takip edilen sezgici bir yoldur. Keşf ve ilhamın her şeyi halledeceği görüşü. tamamen hür ve müstakil değildir. Naslara bağlıdır.
3. Kelâm: Şeriata ve nassa dayanan bir akılcılıktır. Burada akıl tamamen hür ve müstakil değildir. Naslara bağlıdır.
4. Tasavvuf: Şeriata ve nassa dayanan bir sezgiciliktir. Burada keşf ve ilham tamamen hür ve müstakil değildir, naslara bağlıdır (19).

Bu tasnife göre kelâmcılar akla dayanırken Meşşaîler ile, şeriata dayanırken sûfilerle birleşmektedirler. Aynı şekilde sûfîler de keşf ve ilhama dayanırken îşrakîlerle, şeriata dayanırken kelâmcılarla birleşmektedirler. Meşşailik, saf ve mutlak nazar ve istidlal yoludur. Şeriatla bağlı değildir.İşrakilik saf ve mutlak keşf ve ilham yoludur, şeriatla bağlı değildir.

18. Kuşeyrî, Risale, 741. Cehennemden kurtulmak, cennete girmek ve Hakk rızası bu üç yolun esasını teşkil eder.

19. Bk. Taşköprülüzâde, Mevzuatü´1-ulûm, I, 110, 336; Katip Çelebi, Keşfü´z-zunûn, I, s. 630; Aynî, Tasavvuf tarihi, s. 51; Afifi, et-Tasawuf, s. 14.

Şeriat-Felsefe

Buna göre kelâmcılar Meşşaîlerle, sûfîler îşrakîlerle komşu olmaktadır. Kelâmcılar aklî ölçülere riayeti esas alırken Meşşaîlere, şeriat ölçülerine riayeti esas alırken sûfilere yaklaşmaktadırlar. Sû-fîlerle İşrakîler ve kelâmcılar arasında da aynı münasebet vardır. Fakat kelâmda akla güvenme ve ona önem verme; tasavvufta keşfe güvenme ve ona önem verme derecesi kesin bir şekilde tayin edilmiş değildir. Bu durum şahsa ve mesleğe göre değişmektedir. Meselâ Mutezile, Eş´arilerden daha fazla akla dayanır. Her ikisi de Eş´arî olmakla beraber, Fahruddin Razi, Ebu´l-Meali´den daha fazla akla dayanır. Aynı şekilde Nakşilik, Mevlevilikten; Bahaüddin Nakşibend. Mevlanâ´dan daha çok nascıdır.

Kelâm ile Meşşailik, tasavvuf ile İşrakîlik arasındaki sınır da kesin bir şekilde tesbit edilmiş değildir. Bu sınır çok karmaşık ve kaygan bir alandır. Bir tarikat veya bir sû-fî, hiç farkına varmadan Işrakilik safına geçtiği gibi, bir kelâm mezhebi veya kelâmcı da bilmeden kendini Meşşailik alanında bulabilir.
KelâmcılarLa mutasavvıflar arasında bir çekişme hali mevcuttur. Kelâmcılar mutasavvıflara hücum ederken arkalarını rasyonalist felsefeye; mutasavvıflar kelâmcılara hücum ederken arkalarını sezgici felsefeye dayamakta ve dayandıkları felsefenin fikir, görüş ve delillerinden faydalanmaktadırlar.

Bazan bu dayanışma kaynaşma ölçüsüne kadar varmaktadır. Bu durum, kelâmcılar la mutasavvıfların birbirini dış kaynaklı akımların temsilcileri sayma sonucunu doğurmuştur. Kelâmcının mutasavvıfa, mutasavvıfın kelâmcıya kâfir demesinin sebebi budur. Fakat bu kavga, akla birinci derecede önem vererek nassı ikinci derecede mütalâa eden kelâmcılarla, keşfe birinci derecede önem vererek nassı ikinci derecede mütalâa eden mutasavvıflar arasında geçmiştir. Aslında nassa birinci derecede önem veren kelâmcı ile mutasavvıf arasında bir ihtilâf yoktur veya ihtilâf olsa bile şiddetli değildir.

Aristocudurlar, yine bazı Kelamcılar Meşşailiğe yönelmiştir. sonraki kelâmcılar geniş ölçüde bu felsefeden faydalanmışlardır. Eflâtun ve Plotinus sezgicidirler. Farabl ve îbn Sina´da kısmen İşrakî-lik vardır. İbn Arabi, Sühreverdî-i Halebî gibi mutasavvıflar üzerinde işrakiliğin tesiri açıktır. Vahdet-i vücudun bir felsefe olduğu kanaatinda olanlar mevcuttur (20). Bu demektir ki îbn Arabi, Suhre-verdî-i Halebî, Sadreddin Şirâzî gibi birçok mutasavvıf geniş ölçüde îşrakîliğin tesirinde kalmışlardır.
Mistik temel üzerinde kurulan felsefe sistemlerine «Felsefî tasavvuf», bunun temsilcilerine ise «mutasavvıf filozof» denir, İşrakilik mistik bir felsefe, Eflâtun da mistik bir filozofdur. Suhreverdi-i Ha-lebi ve îbn Arabi´de hâkim ve gâlib olan anlayış da budur. Ancak sonuncularda tasavvuf şeriattan koparılmamış, tersine onunla telif edilmiştir.

«Filozof mutasavvıflar» ve «tasavvuf felsefesi» daha değişiktir. Düşüncenin üzerinde düşünmek, ilmin kaynağını ve değerini incelemek, değişmeyen ezelî ve ebedi hakikati bulmak, insan fiilinin değerini tesbit etmek felsefenin başlıca konularıdır. Aynı hususlar felsefeye dayanılmaksızın sûfilerce de incelenmiş ve bundan bir «tasavvuf felsefesi- doğmuştur. Tasavvuf felsefesi vücuda getirilirken kesinlikle îşrakiliğin tesirinde kalınmamıştır. Hatta bu tasavvuf felsefesini vücuda getiren sûfîler îşrakîliğin varlığından bile haberdar değildiler. Herhangi bir dış tesir altında kalmadan bir felsefe meydana getirmek için tasavvuftan daha müsait bir zemin yoktur. Sûfî ve zâhid her şeyden evvel amel sahibidir. Ahlâk esaslarına göre hareket eder. İbadet ve taatla meşgul olur. Sonra yaptığı işler üzerinde düşünür. Amelini değerlendirir. Daha doğru bir hareket tarzını araştırır. Bu çeşit manevî tecrübe neticesinde bir takım bilgiler (marifet) meydana gelir. Bu bir nevi fiil ve amelin (aksiyonun) felsefesidir ki haricî tesirlerle hiç bir ilgisi yoktur.

Sûfî halvete çekilir. Sessiz ve ıssız bir yerde teemmül ve murakabelere dalar. Allah´ı, insanı, cemiyeti ve kâinatı düşünür. Sûfînin bu şekilde hareket etmesinden de bir felsefe doğar.

20. izmirli, Yeni İlmi kelâm, I, 155.

Bunun da dış tesirli değildir. Burada geçen «felsefe» sözü, «hukuk felsefesi» anlamına gelen «felsefe» kelimesi gibidir. Tasavvufta önemli olan bahis konusu felsefedir.
Muhasibi, Serrac, Kelabâzî, Hücvirî ve Kuşeyrî´de felsefî bir tasavvuf yoktur. Fakat tasavvuf felsefesi vardır (21). Her halde sûfîler tasavvuf felsefesini meydana getirirken ruhî tecrübelerinden başka kelâm, akâid ve fıkıh gibi zahirî ilimlerden de geniş ölçüde faydalanmışlar ve bu ilimlerin ve onlarda anlatılan bir çok meselenin tasavvufî izahını yapmışlardır.

Tasavvufta Amel ve İlim

Tasavvuf iki bölümden ibarettir: Amel, ilim.
İbadet, taat, takva, vera´, zühd ve ahlâk adı da verilen «amel» tasavvufun başlangıç ve hareket noktasıdır. Marifet, irfan, ilham, keşf, hikmet, sır ve hakikat adı verilen «ilim» tasavvufun gayesidir. Zühd ve riyazet esasına göre hareket eden sûfînin kalp tasfiyesi neticesinde ruhuna, «marifet» adı verilen bilgiler doğduğuna göre amel sebep, bilgi onun neticesidir. Zühd vasıta, ilim gayedir. Bu bilgiler ne akıl, ne de nakille öğrenilir. Sadece keşf ile elde edilir. Onun için marifet ve hakikat adı verilen mistik bilgiler, sûfilere mahsustur. Zahir uleması bunu bilmez. Tahakkuk ve taahhüd adı da verilen tasavvufun bu yönü çok ehemmiyetlidir. îslâmda sadece marifete dayanan amelsiz ve ibadetsiz bir tasavvuf mümkün değildir. Fakat marifet derecesine ulaşmayan bir zühd hareketi de tasavvuf değildir. Buna göre herhangi bir tarikatta amel unsuru çok, marifet unsuru az olursa-o tarikat şeriata yakın olur, amel unsuru azalıp marifet unsuru çoğaldığı nisbette şeriattan uzaklaşır.

Nihayet bilgi unsuru azamî haddine ulaşıp amel unsuru yok olunca şeriatla ilgisini kesmiş, bir felsefe meydana gelmiş olur. îdeal bir tasavvuf, şeriatın ortaya koyduğu amel ve ibadet sistemini eksiksiz olarak tatbik ettikten sonra marifete mümkün olduğu ölçüde geniş yer verir.

21. Bk. Afifi, a.g.e, s. 14, 77; İzmirli, a.g.e, I, 148; Katip Çelebi, a.v.e, I, 680.

Bu konuda Seriyyü´s-Sakatî şöyle der: «Sûfideki marifet nuru, takva nurunu söndürmez. Ondaki bâtınî ilim, âyetlerin ve hadislerin zahirî mânalarına zıt olmaz. Sûfinin sahip olduğu kerametler Allah´ın mahremiyet perdelerini yırtmasına sebep olmaz» (22). Yani şeriata ve vera´ esasına göre hareket etme, haramlardan uzak kalma tasavvufun amel yönüdür. Marifet, bâtını ilim ve kerametler de hakikat yönüdür. Hakikî bir tasavvufda hakikat unsuru, amel unsurunu hükümsüz hale getirmez.

Tasavvuf tarihine. bakılınca, amel esasından hareket eden tarikatların zamanla amele az, marifete çok değer verir hale geldikleri, neticede amelin değerinin başlangıç dönemine inhisar ettiği ve onun için de geçici olduğu kanaatine vardıkları görülür. Melamilik, Mevlevilik, Kadirilik, Rifaîlik v© Halvetîlik gibi tarikatlar başlangıçta amele büyük önem verirlerdi. Zamanla bu tarikatlardan zuhur eden bazı kollar, amele değer vermez, kalp temizliği ile yetinir, ameli ve ibadeti sadece cahil halk için faydalı görür duruma gelmişlerdir. Başlangıçta amel ve ibadete önem veren, fakat sûfîleştikçe tembellik, ihmal ve gevşeklik gösteren şahıslar da az değildir. Tasavvuftaki tehlikeli saha burasıdır. Tekkenin çöküş ve bozuluş sebeplerinden biri de budur.

Kuşeyri´nin tasavvufu bu bakımdan değerlendirildiği takdirde, açıkça görülür ki, o tasavvufun marifet cihetine büyük değer vermekle beraber amel cihetine ondan daha fazla ehemmiyet atfetmektedir. Meselâ Kuşeyri, biyografilerini anlattığı sûfilerin şeriata saygılı olduklarını gösteren hâl, hareket ve sözlerini önemle kaydeder. Fakat keramet ve keşf gibi durumlarından daha az bahseder. Gay-bet, sekr, fena cem ve tecelli gibi vecd ve cezbe hâllerini önemle zikreden Kuşeyrî, eserinin en büyük kısmını tevbe, vera´, takva, zühd, sabır ve şükür gibi ahlâkî ve amelî konulara tahsis eder. Bunun için

Kuşeyrî; Gazzalî, İbn Arabi, İmam Rabbani, Ahmed Rifai, Abdülka-dir Geylânî ve Mevlanâ gibi büyük mutasavvıflardan şeriata daha yakındır, dense hatalı bir şey söylenmiş olmaz. Fakat Hz. Mevlanâ´nın ve İbni Arabi´nin Kuşeyri´den daha çok mistik olduğu da bir gerçektir.

22. Kuşeyrî, Risale, s. 65.

Bunun neticesi olarak bir takım şeriat dışı tarikatların ve bâtıl görüşlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Sünnîlerce makbul sayılan tarikatların bazı hususları bile dış tesirlerle izah edilmektedir. Vahdet-i vücud ve Hazarat-ı hams böyledir. Acaba Risâle´de anlatılan tasavvufun dış tesirler karşısındaki durumu nedir?

Kelâm, fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimleri devrinin en tanınmış âlimlerinden okuyan ve bu ilimlere dair kıymetli eserler yazan Kuşeyri şeriatı bütün incelikleriyle bilen ve en mükemmel şekilde ona bağlı kalan bir müslüman olarak İslâm esaslarına aykırı düşen herhangi bir şeyi eserine almamak için çok dikkatli olmuştur. Risâle´de, dış tesirlerden masun ve mahfuz kalmış, âyet ve hadislerdeki manevî ve ruhanî hayatın kendi tabiî istikametinde geliştirilmiş şeklinin çok güzel bir tasvirini görmekteyiz. Bu durumu daha iyi görebilmek için Risâle´de nelerin bulunmadığına dikkat etmek gerekmektedir.

Risâle´de «şatah» yoktur. Görünüş itibariyle şeriata aykırı olan tasavvuf i sözlere şatah denir. Kuşeyri, «Ene´l-Hakk» ve «sübhanî...» gibi şatah sözleri Risâle´sine almamıştır. Gazali ve İmam Rabbani izahını yapmışken Kuşeyrî bundan dikkatle kaçınmıştır. Enel Hakk sözünün Hind dinlerindeki «Aham Brahmasmi» (Ben Brahmayım, ben Tanrıyım) tesiri ile tasavvufa girdiğini öne sürenler vardır.

Bazı sûfiler bile Ene´l-Hakk sözünü kabul etmezler.

Risâle´de hulul, imtizaç ve ittihad kokusu taşıyan herhangi bir ifadeye rastlanmaz. Risâle´de Allah ile kul, Hâhk ile mahlûk, Kadîm ile hadis kesin çizgilerle yekdiğerinden ayrılmış, yüksek bir tenzih, ulvi bir takdis inancının telkin edilmesi esas alınmıştır. Sahih bir hadiste geçen «Ben kulumun gören gözü, işiten kulağı... olurum» anlayışının ötesine geçilmemiştir. İradi ve şuhûdi fenadan bahsedilmiş, fakat vücudi fenanın semtine bile yaklaşılmamıştır (23).

Risâle´de vahdet-i vücud yoktur. Esasen bu telâkki tasavvufa İbn Arabi ile girmiştir. Vahdet-i vücudsuz bir tasavvuf anlayışının ne olduğunu öğrenmek isteyenler Risale ile Füsûsu´l-hikem´i mukayeseli olarak okumalıdırlar. Risâle´de vahdet-i kusûddan ve vahdet-i şühûd-

23. İbn Haldun, Risalede ittihad, imtizaç ve ihtilat yoktur der, Bk. Mukaddime, s. 442.

Tasavvufta öne sürülmeye başlanmıştır. Yahudi filozofu Filon´un ua-hî kelime görüşü ile Ibn Arabi´nin Hakikat-i Muhammediyye telâkkisi arasında bir yakınlık görülmüştür. Hıristiyanlıkta Hz. İsa´yı bu şekilde anlayan din âlimleri mevcuttur (25).

Risale´de Ricalü´l-gayb (gavs, kutup, imam, evtad, efrad, nüka-ba, nuceba, ebdal, büdela) ile ilgili hiç bir şey yoktur. İbn Haldun bu gibi hususların tasavvufa Bâtınilikten geçtiği, İbn Sina´nın İşarât, isimli eserinde bu konu üzerinde durduğuna dikkati çeker (26).

Risâle´de harflerin sırlarından bahseden ilim ve sayıların tevafuku (ilm-i esrar-ı hurûf) yoktur. Halbuki başta îbn Arabî olmak üzere birçok mutasavvıf bu ilimden bahsetmiştir.

Risâle´de hazarat-ı hams, esfâr-ı erbaa, etvâr-ı seb´a, letâif-i hamse, rabıta, devir gibi hususlara yer verilmemiştir. Bu gibi şeylerle İşrakîlik arasında bir benzerlik mevcuttur (27).

«Risâle´de bulunmayan her şey, özellikle yukarıda geçen hususlar kesin olarak tasavvufa dış kaynaklardan girmiştir, onun için Kuşeyrî bunları eserine almamıştır,» demek istemiyoruz. Kuşeyrl´nin tesirler ve şeriat konusunda gösterdiği duyarlığı belirtmeye çalışıyoruz. Kuşeyrî, yabancı din ve kaynaklardan tasavvufa geçtiği tartışma konusu olan hususları ihtiyatlı hareket ederek Risâle´sine almamıştır. Bu ise Risâle´ye olan güveni artırmıştır. Gerçi Risâle´de fena, fütüvvet ve semâ gibi hususlar anlatılmıştır. Halbuki tasavvufa fenanın Hind dinlerinden, fütüvvet (civanmertlik) in ise eski İran dinlerinden geçtiği iddia edilmiştir. Fakat Kuşeyri´nin anlattığı fena,

24. Bk. Afifi, s. 182, 187.

25. Massignon, «Tasavvuf», İslam ansiklopedisi, XII/1; Afifi, s. 10, 309.

26. İbn Haldun, Mukaddime, a. 445.

27. Annesi ve babası cihetinden Arap olan Kuşeyrl´nin bu hususiyeti tasavvuf tarihindeki harici tesir cihetinden çok mühimdir. Zira Delitzsch ve Clement Huart gibi bazı müsteşrikler Arap ırkının ilim ve sanat konusunda kabiliyetsiz olduğundan bahsederek tasavvufa Islamın dışında bir kaynak aramışlardır. Bin seneden beri bütün İslâm aleminde hürmet ve takdirle okunan Blsvie´nin Arap olan bir sûfî tarafından yazılmış olması bu gibi İddiaların sıhhati hakkında bir fikir verebilir.

Fena ve fütüvvetin şeriata ayKirı olan şekilleri mevvcuttur. Fakat bu gibi şeyler Risâle´de yoktur.Risale´de yüzde yüz şeriata uygun olduğuna kanaat getirilen bir fena anlayışı tasvir edilmiştir.
Risâle´de İbahîlik, şeriata karşı lâkayd ve laubali davranma anlayışı ile de sistemli bir şekilde mücadele edilmiştir. Esasen Risale´nin bu gaye ile yazıldığı önsözden anlaşılmaktadır.

Bu konuda Goldziher gibi mutaassıp bir müsteşrikin söylediği şu sözler oldukça dikkate değer:
«Tasavvufa bir takım yabancı unsurların sızmış olduklarının en kuvvetli delili ve en doğru şahidi, büyük sûfi Şeyh Kuşeyri´nin, bu gibi şeyleri reddetme ihtiyacını duymuş olmasıdır. Kuşeyri, tenkitlerini islâm ülkelerinde mevcut bulunan mutasavvıfların tümüne yöneltmiştir. Risale; büyük sûfilerin biyografilerini, onlara ait vecize ve hikmetlerden yapılan seçmeleri ihtiva eder. Kuşeyri şeriatla tasavvufun uyuştuklarını, bu iki sistem arasında bir ahenk bulunduğunu göstermek için vargücü ile çalışmış, tasavvufta otorite kabul edilen hakiki sûfilerin, yaşayan İslâmiyete gösterilen düşmanlığı reddettiklerini isbat etmiştir. Ona göre samimi bir sûfi, Sünnilerin anladığı mânada hakiki bir müslüman olmak zorundadır.

«Burada şu noktayı da hatırlatalım: Böyle bir kitabın yazılmasına ihtiyaç duyulmuş olması göstermektedir ki, şeriat ve tasavvuf sistemleri arasında mevcut bulunan şiddetli husumet hicri beşinci asırda daha da büyümüş ve alevlenmişti. Kuşeyri, îslâm âleminde derin tesirler bırakan ve büyük yankılar uyandıran Risâle´sini bunun için yazmış, böylece sünnetle sûfîlik arasında mevcut olan ve kopmak üzere bulunan bağları yeniden te´sis etmiştir.

«Kuşeyri, Sûfi nihilizmine (ademiyye, hiççilik, ibahilik) bütün gücü ile karşı çıkmıştır. Zira ona göre nihilizm, îslâm doktrinine aykırı olduğu için Sünni müslümanlığın reddettiği bir cereyandır.
«Gazali ise şeriatla tasavvufu uzlaştırmak için Kuşeyri´nin tuttuğu yolun tersini tuttu. O sûfilere ait telâkkilerin Sünni muhitin içine girmesi ve yayılması için çalışmıştı» (28).

28. Goldziher, el-Aldde ve´ş-şeria s. 175, (Bagdad, 1959).

Kuşeyrî ve Şeriat

Kelâm, fıkıh, tefsir ve hadis gibi şer´i ilimlerdeki, ehliyeti herkesçe teslim edilen Kuşeyri´nin şeriata uygun olan tasavvufî fikirleri bâtıl olanlardan ayırdetmemesi diye bir iddia bahis konusu olamaz. Risale´ye alınan her cümlenin ve her fikrin şeriat ölçülerine uygun olması için dikkatli bir şekilde çaba harcanmıştır. Teker teker şeriat terazisi ile tartılan Risâle´deki fikir ve görüşler, sonradan gelen şeriat âlimleri tarafından ittifaka yakın bir ekseriyetle kabul edilmiştir. Bu bakımdan Risâle´deki tasavvuf, şeriata uygun olduğuna inanılarak kalb huzuru ile okunabilir. Kuşeyri´nin Risalesi, hem lâfzı, hem de mânası itibariyle şeriata uygundur. Bunun için şeriata aykırı gibi görünen ene´l-Hakk, sübhanî... gibi sözler Risâle´ye alınmamıştır. Risâle´deki tasavvuf, bütün sûfilerin ittifakla kabul ettikleri bir tasavvuf olduğu içindir ki, hakkında ileri geri lâf edilen Hallac´dan bahsedilmemiştir. Sülemî Hallac´ı anlattığı halde talebesi Kuşeyrî onu sûfiler arasında zikretmemiştir. İhtilâf konusu olduğu için Hallac´ın hal tercemesini anlatmayan Kuşeyrî, onun doğru olduğuna inandığı fikirlerini nakletmekten çekinmemiştir.

Şarani´nin şu tesbiti çok yerindedir: «Kuşeyrî Hallac´ın akidesini Sünnilerin akidesi ile birlikte zikrederek kendisini tezkiye etmiş, eserine hüsnü zanla başlamış, fakat hakkında dedikodu yapıldığı için terceme-i halini anlatmamıştır» (29). Esasen Kuşeyrî, Risâle´sinde daha ziyade sûfîlerin şeriata saygılı olduklarını gösteren söz, hal ve hareketlerinden bahsettiğine göre ene´l-Hakk diyen Hallac´dan bahsetmemesi pek tabiidir. Fakat bazı müteşerriler tarafından zındık olmakla suçlanan Zunnûn ve Bayezid Bistamî gibi sûfilerden bahsetmesi dikkate şayandır. Kuşeyri´nin şathiyelerden bahsetmemesi tesadüfi değildir. O, ene´l-Hakk ve sübhani... gibi sözlerin küfür olmadığına inanmakla beraber bunları Risâle´ye alıp anlatmaya gerek görmemiş, fena, sekr ve vecd gibi konulardan bahsederken bile bu konuya temas etmemiş, islâmi olduğu hususunda kimsenin itiraz edemiyeceği tasavvufi görüşleri esas almış, hakiki tasavvuf olarak

29. Şarâ´ni, Tabakat, 1, 180.

İbn Teymiye´ye Göre Kuşeyrî

İbn Teymiye şöyle diyor: «Hallac´ın hâlini bilen Allah´ın velilerinden hiç biri ona tazim etmemiştir. Bunun için Kuşeyrî, her ne kadar güzel bulduğu sözlerini nakletmiş ise de Hallac´ı, Risâle´deki şeyhler arasında zikretmemiştir» (30). ibn Teymiye´nin bu sözü iki noktayı tesbit etmemize imkân vermektedir.

1. İbn Teymiye, Kuşeyri´yi Allah´ın velîlerinden, evliyadan kabul etmektedir. İbn Teymiye gibi tasavvufa muhalif olduğu öne sürülen bir münekkid bile Risâle´de anlatılan mânadaki tasavvufa muhalefet etmemektedir. Bu tasavvufa kusur bulmamaktadır. Ayrıca îbn Teymiye´nin mutlak mânada tasavvuf düşmanı olmadığı da anlaşılmaktadır. Zaten o, diğer eserlerinde Cüneyd, Seri, Muhasibi gibi ilk sûfilerden sitayişle bahsetmiştir.

2. İbn Teymiye yukardaki hükmünde hata etmektedir. Hissî hareket etmesi, temayüllerine fazlaca uyması ve kendini aşırılıktan kurtarmaması İbn Teymiye´nin tasavvufi konularda yanılmasının başlıca sebepleridir, ibn Teymiye Kuşeyri´nin Hallaç´a hürmet etmediğini ve onu veli olarak görmediğini söylemektedir. Halbuki aynı konuda Hücvirî şu bilgiyi vermektedir. «Kuşeyri diyor ki: Eğer Hallaç, mâna ve hakikat ehlinden ise, halkın kendisini terketmeleriyle terkedilmiş olmaz. Hakka göre kötü, halka göre iyi ise halkın onu kabul etmeleriyle makbul olmaz. Biz onu kendi hali ile başbaşa bırakırız. Fakat onda gördüğümüz hal sebebiyle kendisini büyük 30. îbn Teymiye, Camiu´r-res&U, s. 191, (Kahire, 1969). îbn Teymiye, Sâlimi-ye´den saydığı Sehl b. Abdullah Tüsterî ve Ebu Talib Mekkî gibi sûfllerde bile hulul kokusu bulmuş ve bu yüzden onları tenkit etmiştir. Halbuki îbn Teymiye adı geçen sûfîlerin şeriata bağlılıklarını takdir etmektedir. Bk. İbn Teymiye, Şerhu hadisi´n-nüzul, s. 119, (Mekke, 1969). Vehhabîlerin kurucusunun, sûfî Şaktk´in Hâtemu´l-Asamm´a vasiyetini şerh etmesine bakılırsa Vehhabîlerin ilk sûfîlere karşı olmadıkları söylenebilir. Bk. İslam ansiklopedisi, XII/1. s. 28.
tanıyanlar arasında tasavvufu, kökünden reddeden bazı şahıslara rastlanmaktadır. Halbuki ne îbn Teymiye ne de Selef mezhebi mensupları esas itibariyle ve mutlak olarak tasavvuf aleyhtarı değillerdir. Tersine ilk sûfilerin bir çoğunu tasvip ve takdir etmektedirler. Fakat yeri gelince de onları -red ve inkâr değil- tenkit etmektedir. Bu durumu daha iyi görebilmek için İbn Teymiye´nin Risale´deki «Rıza» bahsi ile ilgili olarak kaleme aldığı bir eserini kısaltarak buraya almakta fayda görmekteyiz (32).

Soru: Kuşeyrî Risâle´de Ebu Süleyman Darâni´nin, «Rızâ, Allah´tan cenneti istememek ve Cehennemden Hakk Taâlâ´ya sığınmamaktır», demiştir, Bu söz doğru mudur? Cevap: Burada iki husus var:

1. Acaba Ebu Süleyman bu sözü gerçekten söylemiş midir?
2. Kabul edelim ki o bunu söylemiştir. Bu taktirde bu sözün mânası doğru mudur yanlış mıdır?


Birinci husus; Üstad Kuşeyri bu sözün isnadını zikretmemiş, sözü mürsel olarak nakletmiştir. Kuşeyri, Peygamber, sahabe, tabiûn ve sûfîlerin sözlerini bazan senedle bazan da senedsiz olarak zikreder. Çoğu kere de «Derler ki, denildi ki» sözleri ile nakleder. Senediyle naklettiği sözler de bazan sahih, bazan zayıf, bazan da mevzudur. Senedi olmayan ve sahibi bilinmeyen sözlerde bu nevi hususların daha çok bulunacağı tabiidir. Fakat fıkıhçıların eserlerinde de durum böyledir, yani fıkıh kitaplarında da sahih, zayıf ve mevzu sözler vardır.

Tasavvuf ve zühd kitaplarında nakledilen sözler içinde sahih, zayıf ve mevzu olanlar vardır. Bu kitapların böyle olduğu konusunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir, bu konuda ihtilaf yoktur. Aynı

31. Hucviri, Keşfü´l-mahcûb, s. 190.

32. Risale´dekl «Rızâ» bahsi ile bu bölüm mukayeseli olarak ve dikkatli bir şekilde okunduğu zaman

Selefiye ile Sûflye´nin rıza meselesine bakış tarzları anlaşılmış olacaktır. Diğer tasavvuf! konularda da durum budur. Selefiye, cereyanının, tasavvufu kabul ediş şekli için îbn Teymiye´nin bu yazısı güzel bir numune teşkil eder.

Fıkıh ve hadis kitaplarında da durum budur. Risâle´nin «Rızâ» bölümünde de bu durumun mevcut olduğu görülmektedir.

Risâle´nin «Rızâ» bölümünde Kuşeyrî: «Allah´ın Rab, îslâmın din ve Peygamber (s.a.) in nebi olduğuna razı olan, imanın zevkini tatmıştır», mealinde bir hadis nakleder. Senedini zikretmemiş olmakla beraber bu hadis sahihtir, Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

Risâle´deki «Rızâ» bölümünün başında, Fazl b. îsa Rakkâşi´den nakledilen uzun hadis ise zayıf ve hatta mevzudur. Fazl b. İsa´nın zayıf bir ravi olduğu konusunda ittifak vardır. Hatta Eyyub Sahtiyanı onun hakkında: «Keşke bu adam dilsiz doğsaydı» demiştir.

Aynı şekilde Kuşeyri´nin, selef sözü olarak senedle naklettiği rivayet içinde güzel olanları vardır. Kuşeyri´nin, hocası Sülemî´den rivayet ettiği Ebu Süleyman Darânî´nin şu sözü, sened itibariyle sahih ve güzeldir. «Bir kişi nefsâni arzulardan sıyrıldı mı. o rızâ halindedir».

Nasrabazi´nin, «Rızâ mertebesine ulaşmak isteyen bir kimse içinde Allah´ın rızâsının bulunduğu hususlardan katiyen ayrılmasın», dediğini Kuşeyrî, Sülemi´den nakleder. Bu, son derece güzel bir sözdür. Zira Allah´ın razı olduğu işlere sımsıkı bir şekilde sarılan kimseden Hakk Taâlâ razı olur. Nitekim Allah´ın sevdiklerinden ayrılmayan bir kimseyi de Allah sever. Buharî´deki: «Benim velime düşmanlık yapanlara harp ilan ederim...», diye başlayan sahih bir hadiste de bu husus ifade edilmiştir.

Rızâ İki Nevidir

Emredileni yapma ve menedileni terketme konusundaki rızâ. Mahzurlu olan kısma tecavüz etmemek şartiyle mubah olan konulardaki rızâ da bu kısma girer. «Allah ve Resulü razı edilmeye daha çok layıktırlar» (Tevbe, 9/82), «Allah ve Resulünün verdiklerine razı olup, ´Bize Allah kafidir, O ve peygamberi bol bol nimetlerinden bize vereceklerdir. Şüphesiz ki biz Allah´a gönül bağlayanlardanız´, deselerdi daha hayırlı olurdu» (Tevbe, 9/59) mealindeki âyetlerde anlatılan rızâ farz olan bir rızâdır. Bundan dolayı bu nevi rızâyı terk edenler: «sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara sabredin.

Fakirlik, hastalık ve zelil olmak gibi musibetlere razı olmak. Bu gibi konulardaki rızâ ulemadan bazılarına göre müstahap, diğer bazılarına göre farzdır. Doğrusu şudur: Sabır gibi bu nevi rızâ da farzdır. Hasan Basri, «Rızâ tabii bir şeydir, fakat sabır müminin itimad ettiği bir husustur», demiştir. Peygamber (s.a.): «Eğer yakin ile beraber rızâya göre hareket edebilirsen bunu yap. Buna gücün yetmezse, hoşlanmadığın şeylere karşı sabırlı olmanda sayısız faydalar ve hayırlar vardır» buyurmuşlardır (33).

Küfr, fâsıklık ve isyan haline rızâ göstermek, din âlimlerine göre mümkün değildir. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: «Allah kullarının kâfir olmalarına razı olmaz» (Zümer, 38/7). «Allah fesadı sevmez» (Bakara, 2/205), «Siz onlardan razı olsanız da, Allah fâsık kavimlerden razı olmaz» (Tevbe, 9/96), «Onun cezası ebedî olarak cehennemde kalmak, Allah´ın lanet ve gazabını üzerine çekmektir. Allah onlar için muazzam bir azap hazırlamıştır» (Nisa, 4/93), «Bunun sebebi şudur: Onlar, Allah´ı gazablandıran şeylere talib oldular ve onun rızâsından hoşlanmadılar, bunun için Allah da onların amellerinin değerini yok etti» (Muhammed, 47/28), «Allah kâfirlere, münafık erkek ve kadınlara cehennem ateşini vaad etmiştir. Orada ebedidirler, onlara o yeter» (Tevbe, 9/68), «Nefislerinin önlerine sürdüğü şey ne fenadır! Allah onlara gazap etmiştir, azabta ebedi kalacaklardır» (Maide, 5/80), «Bizi gadaplandırdıklarında onlardan intikam aldık» (Zuhruf, 43/55).

Görülüyor ki, Ulu ve Yüce Allah kullarının bazı davranışlarına razı olmamakta, tersine bu nevi hareketlere gadaplanmaktadır. Allah´ın razı olmadığı, aksine gadaplandığı işlere kızmamak, öfkelenmemek ve razı olmak bir mümin için nasıl mümkün olabilir? Bu gibi yerlerde rızâ göstermek haramdır.

İbn Teymiye´nin naklettiği bu hadis ne yazıkki sahih değildir. Hadis konusunda Kuşeyrî´yi tenkit eden îbn Teymiye burada aynı hataya kendisi de düşmüştür.

«Onu irâde eder» mânasına gelir. Bunlar daha sonra, kelimeleri esas mânalarından saptırarak, «Allah fesadı sevmez,» sözü, «Allah fesadı irâde etmez» yani müminler için bunu irâde etmez, mânasına gelir. «Allah kullarının kâfir olmalarına razı olmaz» sözü, «mümin kulları için küfür murad etmez», demektir, demişlerdir. Bu, büyük bir hatadır. Zira onların mantığına göre hareket edilse, «Allah imanı sevmez, kullarının imanlı olmalarına razı olmaz, yani imam kâfirler için irâde etmez, kâfirlerin mümin olmalarına razı olmaz» gibi bir mânanın çıkması gerekir. Halbuki, bütün müslûmanlar ittifak etmişlerdir ki, Allah, emrettiği her şeyi sever. Allah´ın sevdiği işlerden bazısı farz olur, bazısı olmaz.

Kelâmcıların yukardaki kanaatlarından su içen ve onlarla aynı meşrebte olan hatalı yoldaki mutasavvıflar. Bunlar, Allah´ın bütün kâinatın Rabbi ve sahibi olduğunu müşahede etmişler, Allah´ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi dilediğini görmüşler ve neticede, «Küfür, fısk ve isyan da dahil olmak üzere Allah´ın kazasına ve kaderinin eseri ve neticesi olan her şeye rızâ göstermedikçe rızâ mertebesine ulaşılamaz,» zannetmişlerdir. Hatta içlerinden biri, «Muhabbet bir ateştir ki, sevgili hariç, kalbte bulunan her şeyi yakar ve yok eder,» demiştir. Mutasavvıflar, «Var olan her şey sevgilinin muradıdır,» demişlerdir.

Bu kanaatta olanlar muazzam bir delâletin içine yuvarlanmışlardır. Zira dini irâde ile kevnî irâdenin, dini müsaade ile kevnî müsaadenin, şer´i emirle kevni emrin, dinî ba´sla kevnî ba´sın, dini irsal ile kevnî irsalin arasındaki farkı görmemişler ve göstermemişlerdir.

Bu görüş, onları haram ile farz, Allah´ın dostu ile düşmanı, nebi ile salih insan arasında fark görmeme neticesine ulaştırmıştır. Bunlara göre mümin ve salih insanlarla fesadcılar, takva sahipleri ile fâcirler, müslûmanlar ile mücrimler birdirler. Bunlar ilahî emir ve nehiyleri, vaad ve vaidi ve şer´i hükümleri ortadan kaldırmakta ve buna da «Hakikat» adını vermektedirler. Gerçi bu bir hakikattir ama, putperestlerin tanıdıkları kevnî bir hakikattir. Nitekim Hakk Taâlâ şöyle buyurur: «Onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, diye sor-Hamz, elbette ki Allah, diyecekler,» (Lokman, 31/25), «De ki: Eğer biliyorsanız söyleyin, yer ve yeryüzündeki varlıkların mâliki kimdir?

Putlara tapanlar Allahın, mâliki ve Rabbi olduğunu ikrar ediyorlardı. Araştırmaları neticesinde bu noktaya ulaşan bir kimse, puta tapıcılar gibi olma haline da ha yakın olur.

Mümin, Allah ve Peygamberlerine iman, Resullerin verdikleri haberleri tasdik, verilen emirlere itaat etmek, Allah´ın razı olduğu şeylere tabii olmak suretiyle putperestlerden ayrılır. Mümin Allah´ın kaza ve kaderi ile olan küfrün, fıskın ve isyanın dışında kalan şeyleri sever ama gelen musibetlere de rızâ gösterir, yaptığı kusurlu işlerine razı olmaz, günahlarının bağışlanmasını ister, felaketlere sabreder, müslüman: «Sabret, şübhesiz ki Allah´ın vaadi haktır, günahın için af dile» (Gafir, 40/55) âyetinde anlatıldığı gibi hareket eder, hem emre itaat eder, hem de başına gelen belâlara sabreder.

Nitekim Hakk Taâlâ: «Eğer sabreder ve takva üzere olursanız, onların hilelerinin size bir zararı dokunmaz» (Alu İmran, 3/120), «Eğer sabreder ve takva üzere bulunursanız, şübhesiz ki, bu azim isteyen işlerdendir» (Alu İmran, 3/188) buyurmuş, Hz. Yusuf´a, «Kim takva üzere bulunur ve sabrederse bilsin ki, Allah güzel iş yapanların ecrini zayi etmez» (Yusuf, 12/90), demiştir.
Maksada dönelim: Nasrabazi´den Kuşeyri´nin naklettiği söz fevkalâde güzel bir sözdür: «Rızâ mertebesine ulaşmak isteyen, içinde Hakk rızâsı bulunan işlerden katiyen ayrılmasın!»
Ebu Süleyman Darani´nin, «Bir kişi nefsani arzulardan sıyrıldı mı, o rızâ halindedir» sözü de çok güzeldir.

Fudayl b. İyaz´ın Bişr Hafi´ye: «Rızâ, dünyadaki zühdden daha üstündür. Zira rızâ halinde bulunan kişi, sahip olduğu makamdan fazlasını talep etmemektedir.» demesi de güzel bir sözdür. Fakat Bişr Hafî´nin bu sözü Fudayl´dan işitmesi konusunda şübhe ediyorum.

Kuşeyri´nin naklettiği şu "menkıbe de güzeldir: Şibli, «Lahavle vela kuvvete illa billah» (Güç ve kuvvet sadece Allah sayesindedir) deyince, Cüneyd: «"Böyle söylemen can sıkıntısının eseridir. Can sıkıntısı ise kaza ve kadere razı olmamanın neticesidir,» demişti. Bu, sözlerin en güzelidir. Cüneyd (r.a.) seyyidu´t-taife (sûfîlerin beyi ve efendisi) idi. Talim, terbiye ve edeb öğretme bakımından en iyisi idi. La havle... cümlesi istiâne (Allah´tan yardım istemek, kulun arzını itiraf etmesi içindir. îstircâ´ (musibet zamanında Allah´a dönme, «inna lillah, ve inna ileyhi raciûn» demek) için değildir. İnsanların çoğu musibet zamanında istirca´ yerine la havle... kelimesini kullanırlar.Uymayan (sinirli) bir vaziyet içinde idi. Şayet bu sözü meşru şekilde söylemiş olsaydı Cüneyd onu inkâr etmezdi.

Kuşeyri´nin naklettiği zayıf rivayetlerden biri şudur: Hz. Musa´nın şöyle dediği söylenir: «İlahi bana öyle bir âmel göster ki, onu işlediğim zaman benden razı olasınl» Allah Taâlâ buyurdu ki: «Ya Musa buna takat getiremezsin!» Bunun üzerine Hz. Musa ağlayarak ve sızlanarak yere düştü, kendinden geçti. Hakk Taâlâ ona şöyle vahyetti: «Ey İmran´ın oğlu! Benim senden razı olmam, senin benden razı olmandır.»

Bu rivayet israiliyattandır, tartışılması lazımdır. Hz. Musa´dan böyle sözlerin nakledilmesi uygun değildir. Bunlar dini konularda delil olmaz. Meğer ki sahih bir senedle nakledilmiş olsun. Allah ilk müslümanlardan, Ensar ve muhacirden razı olduğunu bildirdiği halde, Hz. Musa gibi ulu´l-azm olan bir peygamberin rızâya güç yetiremiyeceği söylenebilir mi? Kaldı ki, Hakk Taâlâ Hz. Musa´ya rızânın da üstünde olan şeyler vermiş ve, «Sana benden bir muhabbet ihsan ettim...» (Taha, 20/39) buyurmuştur.

Hz. Musa´ya, «Ey İmran´ın oğlu» diye hitab edilmesi de, Kur´andaki «Ya Musa» şeklindeki hitaba aykırı düşmekte ve Hz. Musa´nın makamını aşağı düşürmektedir.
Kuşeyri´nin, Hz. Ömer´in Ebu Musa´ya gönderdiği mektuptan bahsetmesi oldukça hoş bir şeydir!

Bu malumattan sonra ifade edelim ki, Kuşeyri, başlangıçta naklettiğimiz Ebu Süleyman Darani´nin sözünü mürsel olarak rivayet etmiştir, onun için bu söz delil değildir.

Ebu Nuaym, Hilye´de, Sülemî Tabakat´da ve İbn Cevzi Sıfatu´s-safve´de Ebu Süleyman Darani´nin bu sözünü nakletmemişlerdir.

Darani´nin talebesine hitaben: «Ey Ahmed, rızâdan bir parça biz de nasip aldık, Allah beni ateşe atsa ona da razıyım!» dediğini Kuşeyri müsned olarak nakleder. Halbuki «Rızâ, Allah´tan cenneti istememek...» sözünü müsned olarak nakletmez, o halde bu sözün Da-rani´ye ait olması asılsızdır.
Kuşeyrî, Ebu Süleyman´ın talebesine hitaben söylediği sözü nakletmeden evvel, ondan daha güzel olan şu sözü rivayet eder: Ebu Osman «Rızâ Allah´tan Cenneti istememek...», sözü rızâ değildir, sadece rızâya azmetmektir. Çünkü rızâ kaza (ve icra) dan sonra olur. Azim ise bazan devam eder, bazan etmez, çözülür. Azim ve kararların, özellikle sûfilere ait olanların çözüldüğü çokça görülür.

Hal sahiplerinin, nereye varacağını ve ne gibi sonuçlar doğuracağını düşünmeden söyledikleri bu nevi sözler yol ve mezhep haline getirilemez. Sadece bu sözü söyleyenlerin rızâ ve mahabbet konusunda hangi halde bulunduklarına bu sözlerle istidlal edilir.

Galattan ve hatadan salim ve masum olmak veli olmanın şartı değildir. Peygamberlerden sonra evliyaullahın en üstünü Ebu Bekir Sıddık bir rüya tabir ettiği zaman, Hz. Peygamber, ona, «isabet ettiğin yerler de var, hata ettiğin yerler de var,» buyurmuştu. Hz. Sıddık hata eder de veli hata etmez mi?
Allah bilir ama şöyle bir durum da olabilir: Ebu Süleyman «Allah beni Cehenneme atsa ona da razı olurum» dediği zaman, o mecliste bulunanlardan bazıları bu sözü: «Rızâ Allah´tan Cenneti istememek ve Cehennemin azabından O´na sığınmamaktır» şeklinde anlamışlar ve Daranî´ye ait sözü bu şekilde nakletmişlerdir. Ebu Süleyman´ın, «Allah beni Cehenneme atsa...» sözünü söylememek, onu söylemekten daha güzeldir. Çünkü söylenince maksadı tam olarak izah etmek icab etmektedir. Kaldı ki bu sözle öbürü arasında da büyük fark vardır. Öbürü: «Allah´tan Cenneti dileyen ve Cehennem azabından ona sığınan Allah´tan razı değildir» mânasına gelmektedir. «Bana şöyle yapılsa, razı olurum» demekle, «şerden kaçınmayan ve hayır talep etmeyenden başkası rızâ halinde değildir» sözü arasında fark vardır.

Bine bir hayır ilham edilen kimse hemen onu tatbik sahasına koymamalıdır. Esere bakmalı, bu konuda bir hadis bulursa, artık bu nur üstüne nur olur» demiştir. Darani´nin müridi Ahmed b. Ebu´l-Havarî şeriata en fazla riayet ve hürmet eden şeyhlerden idi. Hocasının dine bağlılığını varın buna kıyas edin!
İkinci husus: «Rızâ, Allah´tan Cenneti istememek ve Cehennemden ona sığınmamaktır», sözünü söyleyen kim olursa olsun, acaba bu söz bizatihi doğru bir söz müdür, yanlış bir söz müdür?
Meseleye girmeden evvel şübhe ve tereddütlere yol açan hususlarda biraz ön bilgi verelim:

Fıkıhcı, mutasavvıf ve kelâmcı geçinen bazı kimseler Cenneti zevk u safa edilecek, yeme, içme, cinsi münasebet ve giyinme nevinden nimetlerle eğlenilecek, hoş sadalar dinlenecek ve güzel kokular koklanaçak bir yer zannederler. Cennet denilince onların aklına bundan başka bir şey gelmez. Bu anlayışta olanlar iki kısımdır.

Birinci grup: Cehmiye ve Mutezile gibi bazıları cennette Rablarını temaşa etmeyi inkâr ederler. Bazıları peygamber (s a.) in haber verdiği biçimde rüyetullahı kabul ederler. Nitekim Ehl-i sünnetin mezhebi de budur. Fakat onlar, «Rü´yet, keşf, veya ilim veya altıncı bir duyu organı ile vaki olur.» diye tefsir etmişlerdir. Rü´yet konusunda Ehl-i sünneti destekleyen bazı kelâmcılarda da bu görüş mevcuttur. Aslında bunlar. Ehl-i sünnetten çok Mutezile´ye yakındırlar.

Rü´yeti kabul eden bu gibi kimseler Rab Taâlâ´yı temaşa etmekten nefsin haz ve zevk alacağını kabul etmez ve: «Hâdisle kadim varlık arasında böyle bir münasebet yoktur,» derler. Nitekim, Ebu´l-Meali Cüveynî Akâid-i Nizamiye´de böyle söylemiştir. Ebu´l-Vefa b. Akü «ya Rab, yüzünü seyretmekten, hasıl olan bir haz dilerim» diye dua eden birini görünce, «Be adam, diyelim ki Allah´ın yüzü vardır, fakat haz ve zevk alınan bir yüzü bulunduğunu nereden çıkarıyorsun!» demişti.

Cüveynî, «Rab´larını gören kullarda, Allah bazı maddeler vasıtasiyle bir nimet yaratır» der ve rü´yet nimetinden nefsin haz almasını red ederek bunu tevhidin esrarından sayar.
Rü´yeti kabul edenlerin çoğu, Rabbı görmekten haz ve zevk alır.

Allah rüyetten daha çok arzu edilen bir şey vermiş değildir,» buyrulmuştur.

Selefin, selef alimlerinin ve sûfilerin bu hususta ittifak halinde oldukları görülmektedir. Hatta Hasan Basrî, «Âbidler bilseler ki, âhirette Rablarını temaşa etmeyecekler, daha dünyada iken O´na duydukları özlem sebebiyle yürekleri erirdi», demiştir.

Bu konuda selefle, selef âlimlerine ve sûfİlere tabi olanlar rü´yetin esası olan mahabbetin mahiyeti meselesinde ihtilaf etmişlerdir: Bazı fıkıh âlimlerine göre, sevilen Allah´ın zatı değilse, taatı ve ibadetidir. Allah da mümin kullarının zatlarını sevmez. Allahın kulunu sevmesi ona ihsanda bulunmayı murad etmesi ve onların işini görmesi mânasına gelir. Ehl-i sünnette bu anlayışta olanlar vardır. Şafii, Maliki ve Hanbelî mezhebinde olanlar için de bile bu kanaati benimseyenler mevcuttur. Bakıllanî, Ebu Ya´la ve Cüveyni gibi...

Fakat bu Cehmiye ve Mutezile yolunu tutmanın değişik bir şeklidir. Zira mahabbeti ilk inkâr eden Cehm b. Safvan´in hocası olan Ca´d b. Dirhem´dir. Onun için, Halid b. Abdullah Kasri, «Ey müslümanlar Ca´d´ı Allah için boğazlayınız. Çünkü bu adam, Allah İbrahim´i dost edinmedi, Musa ile konuşmadı, iddiasında bulunmaktadır,» dedi, sonra da Ca´d´ı boğazladı.

Kur´an ve hadisten anlaşılan, selef, selef imamları ve ilk sûfiler tarafından ittifakla benimsenen görüş şudur: Allah hem sever, hem de sevilir. Bundan dolayı Kuşeyri, Gazali gibi tasavvuf bilen kelâm-cılar da bu kanaati benimsemişlerdir. Kuşeyri bu hususu Risâle´de ilk sûf iler gibi tasvir etmiştir. Fakat Gazali her ne kadar sûfilere tabi olmuş ise de, «Allah aşık olur, ona âşık olunur,» derken felsefeye dayanmıştır.
Allah Taâlâ: «Allah onları sever, onlar da onu severler» (Maide, 5/541), «iman edenler Allah´ı şiddetle severler» (Bakara, 2/165), «Eğer Allah ve Resûlü´nden sizin için daha sevimli ise...» (Tevbe, 9/24) buyurmuştur.

Buhari ve Müslün´de, «Kendisinde üç haslet bulunan bir kimse imanın zevkinden tatmış olur,» denildikten sonra: «Birincisi, Allah ve Resulü, kendisi için her şeyden daha sevgili olan...» denilmiştir.
Burada anlatmak istediğimiz şey şudur: Mutezile, Cehmiye ve onlara uyanlar mahabbetin hakikatim inkâr ederler. Bu ise, Allah´ı sevmenin inkarıdır.

Muhabbet, mahlukun haz aldığı şeyden başka bir şey değildir, derken birinci grupta olanlara; rü´yet haktır, bu rü´yetten haz alınır, derken selefe uymaktadırlar. Şübhesiz ki selefe tabi oldukları noktada isabet etmişlerdir. Bunlar bu hazzı ve nimeti talep eden, elden kaçırmaktan korkan yüce himmet sahibi kimselerdir. Hatta bunlardan biri, «İlahî, Cennetini özlediğim için veya Cehenneminden korktuğum için sana ibadet etmiş değilim. Fakat seni temaşa etmek ve sana tazim etmek için ibadet ediyorum,» demiş durmuştur. (Bu söz Rabiatu´l-Adeviye´nindir).

Bu kanaatta olanların bu nevi sözlerle kastettikleri maksat yemek, içmek... v.s. suretiyle zevk u safa etmekten çok daha yüksektir. Fakat bunu (yani rü´yeti) Cennetten çıkarmak suretiyle hata etmişlerdir. Aynı şekilde, hiç bir haz ve irâde olmadan (yani zevk istemeden ve karşılık beklemeden) Allah´a ibadet ettiklerini zannettikleri için de yanılmışlardır. Zira Allah´tan istenen her şeyde nefsin hazzı vardır. Yine bunlar, «istediği, arzu ettiği ve sevdiği bir şey (muradı, matlubu ve mahbubu) olmadan insan amel eder,» vehmine kapılmışlardır. Bu ise âhıretin, dinin ve imanın hakikatini fena bir şekilde anlamaktan ileri gelmektedir.

Bunun sebebi de şudur: Bunlardan birinin, matlubu, mahbubu ve ma´budu ile ilgili olan himmeti onu nefsinden fâni kılar. O kadar ki, nefsinin ve nefsin arzusunun var olduğunun şuuruna sahip bile olmaz. Onun için, muradı olmadan amel ettiğini zanneder. Halbuki himmetini bağladığı ve istediği şey muradının, matlubunun ve mah-bubunun da kendisidir. Salih, sâdık, hâl ve makam sahibi olan kimselerin çoğunun hâli böyledir. Bunlar sıhhatli bir vecd ve selim bir zevk içinde bulunurlar. Fakat yaşadıkları hâli tam olarak açıklayamazlar. O sebeple maksatları sahih olmakla beraber sözleri arasına hatalı ve edebe uymayan laflar karıştırırlar.

Bu nevi söz söyleyenler, şayet bununla rü´yetullahı kastediyorlarsa isabet etmiş olurlar. Fakat rü´yetullahı, Cennetin haricinde istemiş olmaları bakımından hata etmiş kabul edilirler. Zira Cennet ismine saygı duyulması halini ortadan kaldırmış olurlar. Bundan da, tenkid edilmesi gereken bazı durumlar hasıl olur. Meselâ, adamın birinin, «Sizden bazınız dünyayı, bazınız âhıreti murad etmektedir»
Ali İmran, 3/152 mealindeKi ayeti okuduğunu duyunca şimdi: «allah´ı murad edenler nerede!» diyerek bir sayha atmıştı. Allah´ı irâde etmiş olması bakımından Şibli takdir edilir. Fakat âhıret murad edenlerin Allah´ı murad etmediklerini zannettiği için de hatalı sayılır. Zira bu âyet Resûlüllah (s.a.) ın Uhud´daki ashabı hakkında nazil olmuştur. Bunlar insanların en üstünü idiler. Onlar Allah´ı irâde etmediler de onların altındaki mertebede bulunan Şiblî ve benzerleri mi irâde ettiler?

Mutasavvıflardan biri, «Şüphesiz ki, Allah, Cennet karşılığında müminlerin mallarını ve canlarını satın almıştır, onlar Allah yolunda savaşır, ölür ve öldürürler» Tevbe, 9/111) mealindeki âyeti bahis konusu ederek, «Cennete girmek için mal ve can feda etmek gerekiyorsa, Allah´ı temaşa etme hâline nail olmak için ne feda edilecek?» diye sormuş, soru sorulan zat da buna benzer bir cevap vermişti.
Bilmek lazımdır ki, Hakk Taâlâ´nın dostları için hazırladığı nimetlerin tümü Cennettedir, Allah´ın cemâlini temaşa etmek de buna dahildir. Hakk düşmanı olan kimselere verilecek cezaların hepsi Cehennemdedir. Cennetin ise çeşitli dereceleri vardır. İnsanların ibadet vb dua üe Allah´tan istedikleri nimetlerin tamamı Cennette mevcuttur. (Cennet, mekân-i rü´yettir).

Cenneti istemek, Cehennemden kaçmak peygamberlerin, sahabenin ve velilerin yoludur. Nitekim Sünen´de şöyle bir hadis vardır: «Peygamber (s.a,) sahabeden bir zata, nasıl dua ediyorsun, diye sorar. Adam: Allah´ım senden Cenneti istiyorum, Cehennemden de sana sığınıyorum, diye dua ediyorum, senin gibi veya Muaz gibi istenecekleri güzel bir şekilde sayamıyorum, dedi. Peygamberimiz de: Zaten biz de Cennetle Cehennem etrafında dolaşıp duruyoruz, buyurdu.» Resûlüllah (s.a.) ve Muaz´ın bile istedikleri şeylerin hepsi Cennet ve Cehennemle ilgili olursa, başkaları bu isteklerin ötesine nasıl gidebilirler?

Buhari´de şöyle bir hadis vardır: «Yeryüzündeki görevlerini tamamlayan melekler semâya döndükleri zaman Allah onlara sorar:

— Kullarımı nasıl buldunuz?
— Zikir meclisleri ve halkaları teşkil ederek seni tekbir, teşbih ve hamd eder vaziyette bulduk.
— (Buna karşılık) Benden ne istiyorlar?
— Cenneti istiyorlar.
— Cenneti gördüler mi?
— Hayır.
— Görseler halleri nasıl olur?

Daha çok ibadet ederler
— Neden korkuyorlar?
— Cehennemden korkuyorlar.
— Cehennemi gördüler mi?
— Hayır.
— Görseler halleri nasıl olur?
— Onu görseler, çok daha fazla korkarlar.
— Ey melekler, siz şahid olun, zikir meclislerine devam eden bu kullarıma istediklerini verdim, korktukları şeyden de onları emin kıldım.
— Ama onların meclisine gelen, fakat onlardan olmayan biri vardı, içlerinde.
— Olsun, onu da onların hükmünde tutuyorum. Zira bunlar öyle bir zümredir ki, onların yanında bulunan bedbaht olmaz.»

Dikkat edilsin ki, evliyaullahın en büyükleri olan bu zatların istedikleri şey Cennet, korktukları şey de Cehennem idi.

Akabe´de Resûlüllah (s.a.) a biat etmiş olanlar şübhesiz ki, şeyhlerden üstün idiler. Hz. Peygamber Akabe´de onlardan biat alırken, «Malınız, canınız ve evlâdlarınızla bana yardımcı olacaksınız» diye şart koşunca, onlar sormuşlardı: «Peki böyle yaparsak bize ne verilecek?» Hz. Peygamber cevap vermişti: «Cennet!» Bunun üzerine, «Uzat elini biat edelim,» demişlerdi.

Dünyanın en faziletli insanları Allah Resûlünden Cenneti istemişlerdi. Bilselerdi ki Cennetten daha üstün bir şey var, onu isterlerdi. Fakat onlar biliyorlardı ki, istedikleri ve sevdikleri her şey Cennette mevcuttur. Hatta Cennette hatır ve hayallerinden bile geçmeyen nice nimetler vardır!

Sevgi ve arzu, şuur, his ve tasavvurun devamıdır. însanın; tasavvur, his ve idrâk edemediği bir şeyi istemesi, arzu etmesi ve sevmesi imkansızdır. Cennette o da vardır, bu da. Buharî ve Müslim´de rivayet edilen kudsi bir hadiste Hakk Taâlâ, «Kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hayal bile edilmeyen şeyler hazırladım,» buyurmuştur.

«Rızâ, Allah´tan Cenneti istememen ve Cehennemden ona sığın-mamandır,» diyen kimse, şer´i mânada Cennet kelimesinin şümulüne giren şeyleri, Allah´a nazar etmeyi ve arzu edilen diğer hususları istememeyi, «Allah´ın seni perde arkasında bırakmasından ve Cehennemde azab etmesinden O´na sığınmamayı» kastediyorsa, bu söz O´nu sevme hâli içinde olmayan bir kimse, «Razı olmamaya razıyım» demiş gibi olur, çelişki buradadır. Şüphe yok ki bu düşünülmeden söylenen bir sözdür.

Rızâ halindeki kimse, rızâ neticesinde duyacağı haz ve zevk sebebiyle´ sıkıntılara ve acılara katlanır, Haz ve zevki kaybetti mi acılara ve sıkıntılara katlanması mümkün olmaz. Sıkıntıların verdiği acılara sabretmesini sağlayacak şekilde rızâdan zevk almayan bir kimsenin rızâ halinde olması nasıl tasavvur edilebilir? Bu, sekr ve fena hâlinde bulunan bir kimsenin söylediği sözdür. Bu kimse kendisinde rızânın haz ve zevkini bulmuş, her halükârda bunun kendisiyle beraber kalacağını sanmıştır. Bu ise büyük bir yanılgıdır.

Eğer bu sözle, mahlûk, maddi ve hissi şeylerden faydalanmamayı kastetmiş, daha doğrusu bundan daha üstün şeyler istemişse, bu durumda iki yönden hata etmiştir: a) Cennetin en yüce nimeti rü´-yetullahtır. b) Razı olduğunu bildirdiği halde talip olduğunu ortaya koymuştur. Eğer rızâ rü´yetullahi talep etmeye mani değilse, ihtiyaç duyulan diğer hususları istemeye neden mani olsun? Malumdur ki ilahi cemâli temaşa etmek için Cehennemden kurtulmak ve Cennet nimetini elde etmek şarttır. Murada ulaşmaya sebep olan yolu da murad kabul etmek gerekir. Rü´yetullahı istemek, bunun levazımından olan Cenneti de istemek mânasına gelir. Bu takdirde rızâ menfaati celb ve zararı def etmeyi istemeye aykırı değildir. Cenneti istemeye, Cehennemden kaçmaya engel olmaz.

Cenneti istemeyen ya bu kadar faydalı olmayan bir şey istemektedir. Eğer böyle ise Cennetten aşağı olan bir şeyi isteyen kimsenin tercihan Cenneti istemesi gerekir. Veya hiç bir şey istememektedir. Sıkıntı ve zarar içinde de olsa Allah´a iltica etmemektedir. Bu halde bulunan kimse iki durumdan birinde olur: a) ya muhtaç olduğu şeyi yerine getirmesi için bütün kalbi ile Allah´a yönelmiştir, b) Veya ondan, yüz çevirmiştir. Kalbi ile Rabbına yönelmiş ise haliyle talep durumundadır. Hâl veya kal dili ile talepte bulunma arasında fark yoktur. Zaten talep bu ikisi ile daha iyi ve daha mükemmel olarak yapılır.
Yüz çevirme hâlinde olan kimse, sadece hayatını idame ettirecek kadar bir şeyle varlığını devam ettirir. Hayatını sürdürmesine vesile olan bu miktardaki şeyi istiyor, seviyor ve arzu ediyor denemez. Zira arzu ve sevgi varsa rızâ vardır. Rızâ bunu gerektirir.Bu iddiayı dini yoldan reddetmenin şekilleri:

Rızâ hâlindeki kimsenin Allah´ın razı olduğu şeyi yapması şarttır. Allah´ın razı olduğu işi yapmayan bir kimse nasıl rızâ hâlinde bulunur? Allah´ın gazab ettiği şeyi yapan kimse rızâdan bahsedebilir mi? Bazı rızâ nevilerinin küfür olduğunu unutmamak gerekir: küfre rızâ gibi. Bizim kâfir ve fâsıklardan razı olmamız Allah´ın bizden razı olmamasına sebep olur.

Hidayet üzere bulunan sûfilerin tutulmasını emrettikleri Allah´ın yolu, Allah´a itaat etmek ve O´na asi olmamak esasına dayanır. Allah´ın irâde etmediği, sevmediği ve menettiği bir rızâ anlayışını emredenler Allah´ın dostu değil, düşmanıdırlar. Burada şöyle bir taksim ortaya çıkar: Cenneti istememek ve Cehennemden Allah´a iltica etmemek ya haram, ya mekruh, ya mubah, ya müstahap veya farz olur. Bir müslüman, bunun haram veya mekruh olduğunu söyleyemez. Mübahdır da diyemez. Mubah bile olsa, mubah bir iş işlemek rızâya aykırı değildir. Yeme, içme, oturma... gibi mubah işleri yapmak gibi, bunları istemek de rızâya aykırı düşmez. Bu duruma göre dua ve dilek ya müstahap veya farzdır. Şu halde rızâ mertebesinde bulunan Allah´ın velisi dua ve niyaz hâlinden kaçamaz. Esasen Kuşeyrî de «Rızâ» bahsinde bu hususu belirtmiştir. Sûfilerin ileri gelenleri ve Kuşeyrî rızânın caiz olan ve olmayan çeşitlerini izah etmişlerdir.

Rızâ Cennete girmeyi ve Cehennemden kurtulmayı istememektir, diyenlerin hatası şudur: Bunlara göre bir şeye razı olan ondan başkasını istemez. Bir hal içinde bulunan insan o halden başkasını talep etmez. Arzu edilen şeylerin en büyüğü Cennet, istenmiyen şeylerin en tehlikelisi Cehennemdir. Cennet de olsa bir şeyi istememek, Cehennem de olsa bir şeyden hoşnudsuzluk duymamak gerekir. İşte hata buradadır. Dalâlet iki yoldan bu kanaatta olanların yakasına yapışmıştır,

Her şeye, her hadiseye ve hale rızâ göstermeyi, kulu Allah´a götüren bir yol saydılar. Böylece apaçık bir dalâletin içine düştüler

Bunlar emredilen dua ile men edilen dua arasında fark görmüyorlar. Duanın üç şekli vardır: Fatiha suresinde olduğu gibi, «Allah´ım bizi doğru yoluna ilet,» diye dua etmek farz, «Allah´ım beni peygamber kıl,» diye dua yapmak haram, «Allah´ım bana mal ver» diye dua etmek mubahtır. Farz olan bir duayı ve niyazı terketmeyi rızâ sanmak büyük bir hatadır. Duada Cenneti istemek, Cehennemden kurtuluşu niyaz etmek dinin esasındandır. Mutasavvıfların hiç bir şey istememeleri, nefse ait arzuların hepsini ve irâdelerini terk ederek kendilerini kudretin cereyan tarzına teslim etmeleri onları ruhbanlığa götürdü, şeriattan çıkardı, yeme, içme, giyinme ve evlenme gibi tabii ihtiyaçları dahi terkettiler. Aç, susuz, uykusuz kalmayı, konuşmamayı ve inzivaya çekilmeyi ibadet haline getirdiler. Halbuki Allah, helâl ve hoş şeylerin yenilip içilmesini, bunlara karşı Allaha şükredilmesini ve iyi işler yapılmasını emretmiştir.

Esasen namaz kılmanın, oruç tutmanın, zekât vermenin, hacca gitmenin ve benzeri ibadetlerin gayesi de insanı Cehennemden kurtarmak ve Cennete iletmektir. Cennet ve Cehennem olmasa ibadet mânâsız ve maksatsız kalırdı.

Şüphe yok ki, kaza ve kader mülahazası ile irâde ehli olan bir çok mutasavvıf emredileni terketme, haram kılınanı işleme durumuna düşmüştür.

Bunların karşılarında Mutezile bulunur. Mutezile ilahi emirleri düşünerek kaderden, onlar ise kaderi düşünüp ilahi emirlerden yüz çevirmişlerdir.

Tasavvuf şeyhleri daima ilme ve şeriata uyulmasını mensuplarına tavsiye etmişlerdir.
Sehl b. Abdullah Tüsteri, «Bir vecd ki, Kur´an ve hadis onun doğruluğuna şahidlik etmez, o vecd bâtıldır,» demiştir.

Cüneyd, «Bizim şu tasavvuf ilmi âyet ve hadisle mukayyeddir. Kur´an okumayan ve hadis yazmayanların bizim ilmimiz hakkında konuşmaları doğru değildir,» demiştir (34).

İbn Teymiye´nin Risâle´nin «Rızâ» bölümü ile ilgili tenkitleri bunlardır. Bu tenkitleri ortaya koyarken 34. îbn Teymiye, Mecmau Fetavayı Şeyhu´l-Islâra Ahmet b. Teymiye, (Riyad, 1381) X, 678-719.
Kuşeyriyi incitmemesi, îbn Teymiye´nin gösterdiği dikkat ve ihtiyatın güzel bir örneğidir, İbn Teymiye, hiç bir zaman tasvip etmediği «Rızâ Allah´tan Cenneti istememek ve Cehennemden ona iltica etmemektir» sözünün sahibi Daranî´yi ve bu sözü Risâle´de nakleden Kuşeyrî´yi tenkit ederken ilmi ve îslâmi ölçüler içinde kalmamıştır, demek acaba mümkün müdür? Hayranları, îbn Teymiye´yi bu yolda takip etmek ve onu aşmamak, aleyhtarları ve muhalifleri ona olan muhalefetlerini bu ölçüler içinde yürütmek mecburiyetini hissetseler, dini gerçekler daha kolay anlaşılacaktır.

Risale´den bahsederken başka bir yerde İbn Teymiye şöyle diyor: «Ebu Nuaym güvenilir bir âlimdir, hatta o, güvenilir olmaktan da büyüktür. Hilye, zühd konusunda yazılan eserlerin en iyisidir. İçindeki nakiller Kuşeyri´nin Risâle´sinden, Sülemi´nin eserlerinden ve İbn Hamis´in Menâkıb´mdan daha sahihtir. Fakat İmam Ahmed ile İbn Mübarek´in Kitabu´l-zühd´ü Hilye´den daha sahihtir. Bu kitapların hepsinde zayıf hadisler, zayıf ve hatta bâtıl hikâyeler vardır. Bu gibi hususlar bütün îslâmi kitaplarda mevcuttur. Kur´an hariç hatadan salim bir kitap yoktur. Sıhhat derecesi en yüce olan kitap Buharî´dir. Müellifinin metinde bir hata yaptığı bilinmemektedir. Fakat bazı hadislerin lafzında hatalar mevcuttur. Bunlardan bazılarına bizzat Buharî kendisi işaret etmiştir. Buharî´de, ´îbn Abbas´dan: Resûlüllah (s.a.), Meymune ile ihramda iken evlenmişti´ diye yazılmış olması hatadır. Zira meşhur olan rivayete göre Hz. Peygamber Meymune ile evlendiği zaman ihramda değildi. Müslim´de de hatalı olan sözler vardır. Müslim, ´Allah, toprağı Cumartesi günü yarattı´ der. Buhari ise bunun hata olduğunu açıklar» (35).

İbn Teymiye Hanbeli olduğu halde, «İmam Ahmed´in Kitabu´z-zühd´ünde mevzu ve bâtıl hadis ve hikâyeler vardır» demekten, sû-filerden çok hadiscilere meyletmesine rağmen Buhari ve Müslim de dahi hatalar mevcuttur, demekten çekinmiyor. îbn Cevzî gibi takdir ettiği bir zatın Sıfatu´s-safve isimli eseri için de aynı şeyi söylüyor. Tenkit ölçüsü bu olan îbn Teymiye´nin Kuşeyri ve Risale´sini tenkit ederken insafsız davrandığı ve hakkaniyetle hareket etmediği söylenemez.

35. İbn Teymiye, ıug.e. XVm, 71.

Tasavvuf şairlerinde en güzel ifadesini bulan, ilahî cemâli temaşa etme özlemini Cehennemden korkma ve Cennete girme ümidinden pek çok daha önemli görme anlayışı tasawufi düşünce ve heyecanın en belirgin vasıflarındandır. İlahi cemâli temaşa iştiyakı içinde vecde gelen ve coşan sûfiler elbetteki
Cennet Cennet dedikleri, bir kaç evle bir kaç huri isteyene ver sen anı, bana seni gerek seni
diyeceklerdir. Dinî hisler içinde coşan ve heyecanları galeyana gelen sûfîlerden ifade ve beyan serbestisini almak, duygularını ifade ederken bir takım sabit ve değişmez kalıpların içinde kalmaya ve kaidelere sıkıştırmaya onları mecbur etmek dini anlamamak olduğu kadar, his sahibi olan insanı kavramamak mânasına da gelir.

Ma´rûf Kerhl´nin «Vecd ve sekr hâlinde olduğun zaman Allah´tan başkasına iltifat etme, fakat sahv ve fark hâline geldiğin zaman Allah´ın ehemmiyet verdiği şeylere sen de ehemmiyet ver», sözü bu meseleyi epeyce izah eder. Sûfiler bu nevi sözleri, dini hisler içinde coştukları zaman söylemişlerdir. Bu, bir hâl meselesidir. Normal hâle geldikleri zaman bu nevi ifadeleri bir ölçü olarak kullanmamışlardır.

Meşhur Osmanlı Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, bütün büyük sûfîlerde değişik tezahürlerine rastlanan ve Yunus Emre´de «Cennet Cennet dedikleri...» şeklinde ifadesini bulan bu telakki ile ilgili olarak verdiği bir fetvada:

«Cennet hakkında dedikleri kelime-i şeni´a küfr-i sarihtir. (Bu alçakça söz apaçık bir küfürdür) kailini katl etmek mubahtır» (36), demiştir. Başka bir fetvasında ise: «Cenneti istemiyorsa, canı Cehenneme!» demektedir. Tasavvufun bu meseledeki telakkisini çok iyi bildiği halde İbn Teymiye böyle şeyler söyleyememiştir. Ebusssuud Efendi´ye derin bir şekilde saygı duyanların, tasavvufa ondan çok daha yakın olan îbn Teymiye´ye neden düşman kesildiklerini, îslâm açısından mantıkî bir şekilde açıklamak mümkün değildir. Gerçi İbn Teymiye, Hallac´ın zındık, îbn Arabi´nin mülhid olduğunu defalarca ve ısrarla söylemiştir.

36. M. Ertuğrul Düzdağ, Ebnssuud Efendinin fetvaları, s. 86, 87 (1st. 1972).

Halbuki îbn Teymiye şüphesini açıklamak suretiyle, bu sözün değeri konusunda´ hiç olmazsa bir tereddüt ve istifham meydana getirmek istemiştir.

İbn Teymiye tasavvufi menkıbeleri hep realist bir şekilde değerlendirmiş, anlatılan menkıbelerin gerçekten vukua gelip gelmediğine itibar etmiş ve değ