fakir
Mon 16 February 2009, 03:06 am GMT +0200
Tasavvuf, dinimizin özü, iliği ve gerçek anlamı olan ''İnsan-ı Kâmil olmanın'' yolu ve yöntemidir.
Abdulkadir Geylânî tasavvuf ehli ile ilgili şunları söyler:
Ey evlat! Kâinatın her zerresinde Allah'ın güzel sanatı vardır. Bu güzel sanatların her biri Hakka vardıran delillerdir. Bu delillere yapışan herkes Hakka varabilir. Derin düşüncelere dal. Düşüncen derine kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin.
İman sahibinin, hem zahir (dış) hem de batın (iç) gözü vardır. Dış gözleri ile Allah'ın yarattığı, tabi manzaraları görür. Yere serpilen sonsuz hikmetli işlere bakar. İç gözüyle de, madde ötesinde ki varlıklara bakar. Sema ve ötesinde saklı duran ruhanî varlıkların seyrine dalar. İşte bu iki göz görmeye başladıktan sonra, bir göz daha hasıl olur ki, o da kalp gözüdür. Kalp gözünün açılması için iç ve dış gözünün, salim duyguya sahip olması gerekir. İşte bundan sonradır ki ensiz ve boysuz bir deme geçer. Yakınlık mefhumu anılmayan bir yakınlığa erer. Dış mânası ile bilinmesi kâbil olmayan bir sevgi âlemine varır. Artık o kul sevgilidir, ondan saklı hiçbir şey yoktur.
Ancak bu hale ermek kolay değildir. Kalbin yaratılmış nesnelerden ve nefsin tabii istek ve cümle şehvet ve arzulardan uzak olması icap eder. Her cins şeytanî duygudan âri ve beri olması gerekir. Buna ruh temizliği derler. Bu temizliğe erene yer hazineleri açık olur. Sema yolları onun uğruna döşenir. Ona göre, taşla toprak arasında fark yoktur. Ve çamurla altın ona eşittir.
Nakledilir ki Hasan Basrî bir gün Rabia Hatun'un yanına gitti ve
- Ne çalışmakla, ne işitmekle öğrenilmeyen bu ilme nasıl kavuştun bana anlat, deyince, Rabia cevap verdi:
- Satıp rızkımı temin etmek için birkaç yumak iplik getirmiştim. Bunları iki akçeye sattım. Akçelerin birini bu, ötekini de şu elime koydum. Korktum ki ikisini de üst üste bir elde tutarsam beni yoldan çıkarırlar (iki parayı üst üste koyan bu ilmin ne olduğunu sormamalı).
Muhammed b. Fazl tasavvuf ile dünya hırsının bir arada olamayacağını ifade ederek şöyle söyler:
''Dünyasını arttırmaya çalışan bir mürid gördün mü, bunu bedbahtlığının alâmeti olduğuna hükmet.''
Şah-ı Nakşibend (k.s.) hazretleri müridlerine şöyle bir soru sorar:
- Mürid kimdir, nasıldır? Müridleri arasında cevap veren olmayınca:
- Onun içinde savaş vardır, dışında ise sulh, der.
Mümşad Dineverî:
Mürid şu hususta edebe riayet etmelidir:
Şeyhlere devamlı surette hürmet, kardeşlere (ve ihvana) hizmet, sebeplere itimat etme halini terk ve şeriatın adabını muhafaza.
Mümşad diyor ki:
Şeyhlerimden birinin huzuruna girdiğim zaman, bana ait olan her şeyi (bilgiyi ve düşünceyi) terk eder, şeyhimin yüzünü görme ve sözünü dinleme sonucunda içime doğan feyiz ve bereketi beklerdim. Çünkü inanırdım ki, imtihan niyeti ile veya kendinde bir varlık görerek şeyhin huzuruna giren, onu görmekten, sohbetinde bulunmaktan ve sözünü dinlemekten hasıl olan feyz ve bereketten mahrum kalır.
Ebu Abdullah Ruzbarî;
Müridleri ile birlikte mutasavvıf olmayanların da bulunacağı bir umumî yemeğe davet edildiği zaman, müridlerine davetli olduklarını evvela söylemez, onlara evinde bir şeyler yedirir, sonra davetli olduklarını bildirerek müridlerini alır davet yerine giderdi. Müridler biraz evvel bir şeyler yedikleri için davet yerinde naz ile az miktarda yemekle iktifa ederlerdi. O bu hareketi, sadece, halk sûfiler taifesine (günlerce aç kalan dervişler çok ve istekli yiyorlar diye) sûizanda bulunup da vebal altına girmesinler maksadı ile yapardı.
Nasrabazi şöyle demiştir:
Tasavvufun aslı; Kitap ve Sünnet'e dört elle sarılmak, heva-heves ve bid'atlara tâbi olmamak, şeyhlere hürmet etmeye büyük değer vermek, (Yaradan'dan ötürü) yaratılanı mazur görmek, vird ve zikre devam etmektir.
İmam-ı Âzam Ebu Hanife bir pazar yerinde gezerken tırnak kadar bir çamur elbisesine sıçradı. Talebeleri:
- Ya imam! Sen belli bir miktarda elbise üzerinde bulunan necasete bile ruhsat veriyorsun, bu kadar çamuru neden yıkıyorsun?
- Evet, öyle; ama o fetvadır, bu takva.
Hasan Basrî:
Mümin, günah işlemeseydi, göklerin gizliliklerinde seyrederdi. Fakat Allah Teâlâ günahı sebebiyle onu bundan alıkoydu.
Bayezid Bistamî tasavvuf hakkında şunları söyler:
Her kim Kur'ân okur da müslümanların cenazesinde hazır bulunmaz, hastaları ziyarete gitmez, öksüzleri soruşturmaz ve buna rağmen tasavvuftan dem vurursa, onun bir sahtekâr olduğunu biliniz.
İmam Suyûtî tasavvuf ehli bir kişinin bazı özelliklerini şöyle açıklar:
Ebdal (seçkin veliler)dan olmak istersen, ahlâkını çocukların huylarına çevir; çünkü onlarda beş haslet vardır ki, onlar büyüklerde olsa elbette evliya olurlar:
1. Rızık için endişe etmezler,
2. Hastalandıklarında Halık'ı (Yaratıcıyı) kimseye şikayet etmezler,
3. Yemeği birlikte yerler (yalnız yemeyi sevmezler)
4. Korkunca (Allah korkusu) hemen gözlerinden yaş akıtırlar,
5. Kavga ettiklerinde kin tutmadan hemen barışırlar.
Hak Teâlâ dört nesneyi dört nesnenin içinde gizlemiştir:
- Evvel, rızasını taat içinde gizlemiştir.
- İkinci, icabeti dua içinde gizlemiştir.
- Üçüncü, hışmını günah içinde gizlemiştir.
- Dördüncü, evliyasını kullar içinde gizlemiştir.
Dünya, dünya ehli için aldanış üstüne aldanıştır.
Ahiret, ahiret ehli için neşe üstüne neşedir.
Hak sevgisi, marifet ehline nur üstüne nurdur
- Şu tasavvufî hayat asla taleple ele geçmez, ama onu ancak talep edenler ele geçirirler.
- Bir mürid nara atıp hayhuy etti mi havuz olur, sükût edince inci dolu bir derya olur.
- Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol!
- Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah'ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve Şeriat'a riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.
''Ey huzura kavuşmuş insan!
Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabb'ine dön.
(Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!'' (Fecr, 27-30)
Şeyh Dasîtânî'ye sordular:
- Falan kimse havada uçuyor.
Dedi ki:
- Çaylak ve sinek de havada uçuyor.
Sordular:
- Falan kimse bir an da, bir şehirden diğer şehre gidiyor.
Buyurdu ki:
- Şeytan, bir nefesde doğudan batıya geçiyor. Bu gibi işlerin pek değeri yoktur. Asıl yapılması murâd olan odur ki, insan, halk içinde otura, alış-veriş ede, evlene, halka karışa, fakat bir nefes dahi Allah'dan gafil olmaya...
Abdulkadir Geylânî tasavvuf ehli ile ilgili şunları söyler:
Ey evlat! Kâinatın her zerresinde Allah'ın güzel sanatı vardır. Bu güzel sanatların her biri Hakka vardıran delillerdir. Bu delillere yapışan herkes Hakka varabilir. Derin düşüncelere dal. Düşüncen derine kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin.
İman sahibinin, hem zahir (dış) hem de batın (iç) gözü vardır. Dış gözleri ile Allah'ın yarattığı, tabi manzaraları görür. Yere serpilen sonsuz hikmetli işlere bakar. İç gözüyle de, madde ötesinde ki varlıklara bakar. Sema ve ötesinde saklı duran ruhanî varlıkların seyrine dalar. İşte bu iki göz görmeye başladıktan sonra, bir göz daha hasıl olur ki, o da kalp gözüdür. Kalp gözünün açılması için iç ve dış gözünün, salim duyguya sahip olması gerekir. İşte bundan sonradır ki ensiz ve boysuz bir deme geçer. Yakınlık mefhumu anılmayan bir yakınlığa erer. Dış mânası ile bilinmesi kâbil olmayan bir sevgi âlemine varır. Artık o kul sevgilidir, ondan saklı hiçbir şey yoktur.
Ancak bu hale ermek kolay değildir. Kalbin yaratılmış nesnelerden ve nefsin tabii istek ve cümle şehvet ve arzulardan uzak olması icap eder. Her cins şeytanî duygudan âri ve beri olması gerekir. Buna ruh temizliği derler. Bu temizliğe erene yer hazineleri açık olur. Sema yolları onun uğruna döşenir. Ona göre, taşla toprak arasında fark yoktur. Ve çamurla altın ona eşittir.
Nakledilir ki Hasan Basrî bir gün Rabia Hatun'un yanına gitti ve
- Ne çalışmakla, ne işitmekle öğrenilmeyen bu ilme nasıl kavuştun bana anlat, deyince, Rabia cevap verdi:
- Satıp rızkımı temin etmek için birkaç yumak iplik getirmiştim. Bunları iki akçeye sattım. Akçelerin birini bu, ötekini de şu elime koydum. Korktum ki ikisini de üst üste bir elde tutarsam beni yoldan çıkarırlar (iki parayı üst üste koyan bu ilmin ne olduğunu sormamalı).
Muhammed b. Fazl tasavvuf ile dünya hırsının bir arada olamayacağını ifade ederek şöyle söyler:
''Dünyasını arttırmaya çalışan bir mürid gördün mü, bunu bedbahtlığının alâmeti olduğuna hükmet.''
Şah-ı Nakşibend (k.s.) hazretleri müridlerine şöyle bir soru sorar:
- Mürid kimdir, nasıldır? Müridleri arasında cevap veren olmayınca:
- Onun içinde savaş vardır, dışında ise sulh, der.
Mümşad Dineverî:
Mürid şu hususta edebe riayet etmelidir:
Şeyhlere devamlı surette hürmet, kardeşlere (ve ihvana) hizmet, sebeplere itimat etme halini terk ve şeriatın adabını muhafaza.
Mümşad diyor ki:
Şeyhlerimden birinin huzuruna girdiğim zaman, bana ait olan her şeyi (bilgiyi ve düşünceyi) terk eder, şeyhimin yüzünü görme ve sözünü dinleme sonucunda içime doğan feyiz ve bereketi beklerdim. Çünkü inanırdım ki, imtihan niyeti ile veya kendinde bir varlık görerek şeyhin huzuruna giren, onu görmekten, sohbetinde bulunmaktan ve sözünü dinlemekten hasıl olan feyz ve bereketten mahrum kalır.
Ebu Abdullah Ruzbarî;
Müridleri ile birlikte mutasavvıf olmayanların da bulunacağı bir umumî yemeğe davet edildiği zaman, müridlerine davetli olduklarını evvela söylemez, onlara evinde bir şeyler yedirir, sonra davetli olduklarını bildirerek müridlerini alır davet yerine giderdi. Müridler biraz evvel bir şeyler yedikleri için davet yerinde naz ile az miktarda yemekle iktifa ederlerdi. O bu hareketi, sadece, halk sûfiler taifesine (günlerce aç kalan dervişler çok ve istekli yiyorlar diye) sûizanda bulunup da vebal altına girmesinler maksadı ile yapardı.
Nasrabazi şöyle demiştir:
Tasavvufun aslı; Kitap ve Sünnet'e dört elle sarılmak, heva-heves ve bid'atlara tâbi olmamak, şeyhlere hürmet etmeye büyük değer vermek, (Yaradan'dan ötürü) yaratılanı mazur görmek, vird ve zikre devam etmektir.
İmam-ı Âzam Ebu Hanife bir pazar yerinde gezerken tırnak kadar bir çamur elbisesine sıçradı. Talebeleri:
- Ya imam! Sen belli bir miktarda elbise üzerinde bulunan necasete bile ruhsat veriyorsun, bu kadar çamuru neden yıkıyorsun?
- Evet, öyle; ama o fetvadır, bu takva.
Hasan Basrî:
Mümin, günah işlemeseydi, göklerin gizliliklerinde seyrederdi. Fakat Allah Teâlâ günahı sebebiyle onu bundan alıkoydu.
Bayezid Bistamî tasavvuf hakkında şunları söyler:
Her kim Kur'ân okur da müslümanların cenazesinde hazır bulunmaz, hastaları ziyarete gitmez, öksüzleri soruşturmaz ve buna rağmen tasavvuftan dem vurursa, onun bir sahtekâr olduğunu biliniz.
İmam Suyûtî tasavvuf ehli bir kişinin bazı özelliklerini şöyle açıklar:
Ebdal (seçkin veliler)dan olmak istersen, ahlâkını çocukların huylarına çevir; çünkü onlarda beş haslet vardır ki, onlar büyüklerde olsa elbette evliya olurlar:
1. Rızık için endişe etmezler,
2. Hastalandıklarında Halık'ı (Yaratıcıyı) kimseye şikayet etmezler,
3. Yemeği birlikte yerler (yalnız yemeyi sevmezler)
4. Korkunca (Allah korkusu) hemen gözlerinden yaş akıtırlar,
5. Kavga ettiklerinde kin tutmadan hemen barışırlar.
Hak Teâlâ dört nesneyi dört nesnenin içinde gizlemiştir:
- Evvel, rızasını taat içinde gizlemiştir.
- İkinci, icabeti dua içinde gizlemiştir.
- Üçüncü, hışmını günah içinde gizlemiştir.
- Dördüncü, evliyasını kullar içinde gizlemiştir.
Dünya, dünya ehli için aldanış üstüne aldanıştır.
Ahiret, ahiret ehli için neşe üstüne neşedir.
Hak sevgisi, marifet ehline nur üstüne nurdur
- Şu tasavvufî hayat asla taleple ele geçmez, ama onu ancak talep edenler ele geçirirler.
- Bir mürid nara atıp hayhuy etti mi havuz olur, sükût edince inci dolu bir derya olur.
- Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol!
- Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah'ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve Şeriat'a riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.
''Ey huzura kavuşmuş insan!
Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabb'ine dön.
(Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!'' (Fecr, 27-30)
Şeyh Dasîtânî'ye sordular:
- Falan kimse havada uçuyor.
Dedi ki:
- Çaylak ve sinek de havada uçuyor.
Sordular:
- Falan kimse bir an da, bir şehirden diğer şehre gidiyor.
Buyurdu ki:
- Şeytan, bir nefesde doğudan batıya geçiyor. Bu gibi işlerin pek değeri yoktur. Asıl yapılması murâd olan odur ki, insan, halk içinde otura, alış-veriş ede, evlene, halka karışa, fakat bir nefes dahi Allah'dan gafil olmaya...