- Takdim

Adsense kodları


Takdim

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
meryem
Thu 28 October 2010, 04:53 pm GMT +0200
Takdim

Hicrî birinci asnn sonlarına doğru "Mutezile" adı ile tanınan itikadı bir mezhebin doğuşu+îslâm düşün­ce hayatına değişik bir canlılık getirmiştir. Aslında, bu canlılığı "değişik" kelimesi ile nitelendirmemiz, düşün­ce hayatının,Mutezilenin doğuşundan önce donmuş olduğu zannvnı uyandırmamak içindir. Zira ilk asır tamamlanmadan önce, Hazreti Peygamberi küçük yaş­larda da olsa gören bir kaç sahabî henüz hayatta bulunuyordu. O sıralarda yaşayan nesil ise,kamilen, as­hap ile birlikte yaşamış akihi ile,muhaddisi ile ve müessiri ile bütün âlimleri ashabın dizi dibinde yetiş-miş,iman ve itikadda,amel ve ahlakta onların düşün­ce ve davranışlarını görüp öğrenmiş ve bu düşünce ve davranışların geniş ölçüde tesiri altında kalmış kim­selerden müteşekkil idi Tam bir inanç ve kusursuz bir teslimiyetle Hazreti Peygamberi aralarında barındır­mış olan ashabı devrinde İslam düşüncesUdinin ge­reklerine uygun bir ihtişam içinde canlılığını sürdürür-ker^aynı ashab ile içice yaşamış olan tabiileri arasın­da bu canlılığın yok olabileceğini ileri sürmek elbette mümkin değildir.

Bununla beraber,birinci Hicrî asrın sonlarına doğru Mutezile'nin doğuşujslâm düşüncesine yön veren,daha doğrusu onu mecrasından saptıran geniş tesirli bir olay olmuştur.

Mutezile nasıl ortaya çıkmıştır? Onun ortaya çı­kışını hazırlayan sebepler nelerdir? Bu sorulara veri­lecek cevapların ayrıntılarına ve münakaşasına giriş-meksizinjslâmî kaynakların ittifaka yakın görüşleri­ne istinaden şunu belirtelim ki, Mutezilejrak'ın Basra şehrinde,o sıralarda yaygınlaşma istidadı gösteren iman-küfür ikilisi ile ilgili bir meselenin münakaşasın­da getirdiği değişik bir görüşle kendisini hissettirmiş­tir. Bu münakaşanın esası,üçüncü halîfe Osman İbn Affan'ın şehtd edilmesinden sonra müslümanlar ara­sında patlak veren derin ihtilâf ve kavgalara ve,halîfe olarak bey'at edilmiş olmasına rağmen hilâfetin Mu'aviye'ye geçişine istinad ediyordu. Daha doğrusu, başlangıçta iç savaşlara, sonra da izleri zamanımıza kadar süren görüş ayrılıklarına sebep olan kimseler münakaşa konusu ediliyor, sonra da yargılanıyorlar-dv Hazreti Peygamber tarafından kurulan ve ashabı­nın yardımları ile tahkim edilen İslâm binasını sar­sanlar ve onarılmaz çatlakların meydana gelmesine sebep olanlar kimlerdi? Hazreti Osman mı ve o olduğu için mi şehid edilmişti?Hz.Ali mi ve o olduğu için mi hilafet elinden alınmıştı ? Yoksa Hazreti Mu'aviye mi ve o olduğu için mi bu kadar kötüleniyordu? Belki bunlardan biri, belki de üçü; fakat hepsi de Hazreti Peygam­berin yakınları idiler ve imanlarından ve islâmla dan hiç kimsenin şüphe etmeye hakkı yoktu. Bununla beraber şüphe edenler çıktı ve hattâ şüpheden de öte, herbiri muhalifleri tarafından kâfir olmakla itham edildi. Osman hilâfeti esnasında büyük hatalar gü­nahlar işledi; Ali hilâfeti Mu'aviye'ye teslim etti; Mu'aviye de Ali'den hilafeti gasbettL Her üçü de bu se­beplerden büyük günah işlediler ve bu günahlarından tövbe etmeden öldüler."

hamcıların bu görüşleri müslümanlar arasında büyük tepkilere sebep olmakla beraber, büyük günah sahibi (murtekibu'l-kebire)nin kâfir sayılıp sayılama­yacağı konusunu münakaşa sahasına çıkarmaktan da geri kalmadı.

Aslında büyük günah sahibi hakkında İslâm'ın görüşü açık ve kesin idi: Mü'min, Allah'a şirk koşmak dışında, işlediği günahtan dolayı imanını yitirmiş ol­maz. Allah dilerse, dilediği kimse için günahını afve-der. Bu açık ve kesin hükme rağmen, konunun müna­kaşası yaygınlaştı. Müslümanlar günah sahibinin , mü'min, ithamcılar ise kâfir olduğu görüşünü müdâ­faa ederlerken, Basra camiinde Hasan Basri'nin Vâsıl îbn Atâ ismindeki bir talebesi yeni bir görüş ortaya attı ve büyük günah sahibinin mü'min de kâfir de sayıla­mayacağını, belki iman ile küfür arasındaki bir merte­be (menzile beyne menzileteyn) de bulunduğunu ileri sürdü. İşte, Vâsılın bu görüşle ortaya çıkması ve hoca­sının görüşüne muhalif cephe alması, etrafına topla­nanlarla yeni bir mezhebin çıkışına sebep oldu. Bu mezheb Mutezile mezhebi idi

Mutezile kısa bir zaman içinde geniş taraftar top­layarak büyüdü, gelişti Vâsıldan sonra Amr İbn Ubeyd (Ö. 143), daha sonraları Bişr el-Merîsi (Ö. 219), en-Nazzâm (Ö. 221), el-Câhız (Ö. 255), Ebu'l-Huzeyl el-AUâf(Ö. 235) ve daha bir çok imamları ile büyük bir mezheb oldu.

Mezhebin meşgul olduğu konular, genellikle, akaide taalluk eden konulardı. Bunların en önemlileri­ni de kulların fulleri ile Allah'ın sıfatlan teşkil ediyor­du. Diğer akaid meselelerinde olduğu gibi bu iki mese­lede de Mutezile, Kufân ve sünnete bağlı müslüman-lara muhalefet ediyorlar ve o zamana kadar hakim olan akaide cephe alıyorlardı.

Mutezileye göre kuüannfierl Allah tarafından değil kendileri tarafından yaratılır. Sevab ve ıkaba müstehak olmaları da bu sebeptendir. Sünnet ehlinin görüşlerinde ise, kulların fiilleri Allah tarafından yara­tılır. Onların bu yaratmada, kendi kesb ve ihtiyarlagerektirir Sünnet ehli ise,bu sıfatların, Allah'ın zâtı ile ka­im kadîm sıfatlan olduğunu, bunların zâtın aynı da gayrı da olmadığını kabul ediyorlardı.

Mutezilenin sıfatlar hakkındaki bu görüşü,başkafer'î görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur:Kelâm sıfa-tı,madem ki kadîm değil,hadistir,yani sonradan yaratılmış­tır^ halde Allah'ın kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm de mahluk­tur sonradan yaratılmıştır İşte bu görüş, mutezile mezhebi­nin ,Abbasî halifesi Me'mun eliyle devletin resmî mezhebi olarak ilan edilmesinden sonra müslümanlara zorla kabul ettirilmek istenen bir akide olmuş;başia Ahmedİbn Hanbel olmak üzere bir çok imam ve fakîh,Kur'ânın mahlûk oldu­ğunu ikrar etmeleri için işkenceye tâbi tutulmuşlar dır.Fa­kat bu işkencelere ve sünnet ehlinden bazı imamların öldü­rülmesine rağmen,gerek Me'mûn'dan sonra yerine geçen. ' kardeşi Mu'tasım (0.227) ve gerekse Mu'tasım'ın oğlu halî­fe Vâsık (Ö.232) ıamanında,bu mutezilî hareket tam bir ba­şarısızlığa uğramış;Halife Mütevekkil zamanında ise,bu hareketin faydasızlığı anlaşılarak ısrardan vazgeçilmiş­tir Ne var ki islâm tarihinde "mihne" tabir edilen bu hâdise­ler,kelâm ehlini temsil eden Mutezile ile,sünnet ehlini tem­sil eden Hadîsçiler arasında derin uçurumlar açmış ve birbirlerine yönelttikleri ithamlar giderek yoğunlaşmıştır.

Mutezile,akaide taalluk eden görüşlerinin müdafaa­sında Kur'ân ve hadîsten çok akıllarına dayanıyorlar}aklı her şeyin üstünde görüyorlardı.Halîfe Mansûr,Raşîd ve Me'mün devirlerinde İran ve bilhassa Yunan dillerinden tercüme edilen felsefe kitaplarının bunda büyük tesiri oldu­ğunu inkâr etmek mümkin değildir.Nitekim başlangıçta islâm akaidinin müdafaası için felsefeden faydalanan Mu­tezilenin,daha sonraları felsefeyi İslâm akaidi içine sok­maları bunun en açık delilini teşkil eder.Keza akla bu dere­ce ağırlık vermenin bir neticesi olarak da Mutezile, "akıl ve nakil tearuz ettiği (çatıştığı) zaman akıl tercih edilir" pren­sibini vazetmiş ve bu prensibe istinaden,akıllarına aykırı düşen Kur'ân âyetlerine ve hadîs metinlerine akıllarının

kabul edeceği manâlar vermekten geri kalmamışlardır.

Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki,zamanın aristokrat zümresini teşkil eden ve dinî meselelerde umursamaz bir ilerici görünümü arzeden Mutezile,akıllarını yalnız Kur'ân âyetleri söz konusu olduğunu zaman yormak lüzumunu his­setmişler ve onları kendi felsefi doğrultularında manâlan-dırmaya çalışmışladır.Hazreti Peygamberden rivayet edil­miş hadîsler karşısında ise,bu külfete katlanmamışlar,on­ları "sahîh değildir,itibar edilmez" kaydı ve ellerinin tersi ile reddetmişlerdir.Kanaatımızca bunun tek bir sebebi var­dır ;o da ^hadîslerin Kur'ân'ın tefsiri oluşu dolayısıyla daha açık ve daha şümullü manâları ihtiva etmeleridir Nitekim bu sebepledir ki " sünnetin Kur'ân üzerine kâdî olduğu fa­kat bunun aksi olmadığı" bazı hadîsçilerin sözü olarak nak­ledilmiştir ki}bununla,bmm işaret etmek istediğimiz husus belirtilmiş olmaktadır.Bunu bir iki misalle de açıklamak mümkindür:

Mutezile, Kur' ân'da yer alan "ru'yet" (Allah Ta' âlâ­nın cennette mü'minler tarafından görülmesi) ile ilgili bazı âyetleri tevîl ederek kendi görüşlerine uygun manâlar ver­meğe çalışmışlar ve "ru'yet" 'i reddetmişlerdir;çünkü onla­rın felsefesinde ru'yet mümkin değildir.Eğer bu tevillerinde bir derece başarılı görülebilirlerse - başarılı olduklarını ileri sürebilmek için kendileri kadar mutezilî olmak gerekir - bu başanları,o âyetlerin tevile müsait olmaları dolayısıy-ledir.Fakaî ru'yetle ilgili hadîsler o kadar açık vefiuhârî, Müslim ve diğer sahîh hadîs kitaplarında yer almaları do-layıstyle o kadar kesindir ki Mutezilenin bunları tevîl de­ğil reddetmekten başka yapabilecek bir şeyleri yoktur. Reddetmeleri de, tabiatiyle, bu hadîslerin ru'yeti isbat et­meleri dolay ısıyledir.

Keza Mutezile kaderi reddetmiş ve bu yüzden kendi­lerine " kaderiyye " denilmiştir. Kaderi reddederler-ken,Kur'ân-ı Kerîmde kaderi isbat eden âyetleri de tevîl et­mişlerdir.İnsan iradesinin hür olduğunu belirten âyetler gözönünde bulundwulursa,kaderle ilgili âyetlerin de tevî-le müsait oldukları söylenebilir.

nndan başka hiçbir rolleri yoktur.

Mutezilenin sıfatlar meselesindeki görüşleri de sünnet ehlinin görüşlerine aykırı idi. Onlara göre Al­lah, sem', basar, hayat, kudret, kelâm gibi zâtı ile ka­im sübût sıfatlarından münezze Mir; çünkü bunların kadîm olduğunu ileri sürmek kudemânın teaddüdünü

Fakat sahih lıadîs kitaplarında kaderin reddi ile ilgili tek bir hadisin bulunmamasma rağmen kaderi is­bat eden hadislerin açık ve kesin bir şekilde yer alma­ları Mutezileyi yine çaresiz bırakmış; yegâne çareyi de onların reddinde bulmuşlardır.

Bu iki örneğin başka Örneklerini Mutezilenin akaide taalluk eden bütün çarpık görüşleri için bul­mak mümkindir. Bu sebepten denebilir ki mutezili inancın karşısında dikilen en büyük tehlike Kufön de­ğil hadîslerdir ve onları naîdeden hadisçilerdir. O hal­de bunların bertaraf edilmelerinden başka çıkar yol yoktur. îşte Me'mûn devrinde, İslâmi hiç bir değen bu­lunmayan Halku'l-Kur'ân inancını hadîs imamlarına zorla kabul ettirmek için başlatılan işkence olaylarının sebebi budur, onları bertaraf etmeye matuftur. Eğer bu inanç hadîsçiler tarafından kabul edilmiş olsaydı, bunu diğer mutezili inançların teklifi takip edecek ve böylece aksi inançların kaynağını teşkil eden hadîsler arak değerini yitirmiş olacaktı.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Mutezilenin baskısı hadîsçilerin direnişi karşısında başarısızlığa uğradı; fakat Mutezile tarafından hadîsçilere yönelti­len ithamlar ve kötülemeler onların iktidarları süresin­ce devam edip gitti. Bu ithamların neler olduğu ve ne­relere kadar uzandığı, okuyucuya tercemesi sunulan İbn Kuteybe'nin bu meşhur eserinde görülecektir.

Fakat Mutezilenin hadîsçilere yönelttikleri it­hamların en ağın ve en şiddetlisi, Kufan'a, akla ve bir­birine zıt hadîslerin rivayetidir. Bu itham, bilhassa:

mütenakız (manâ yönünden birbirini nakzeder] gibi görünen hadîslerin çokluğu itibariyle daha da ileri git­miştir. Ancak şuna işaret etmek gerekir ki, bazı hadî­slerin manâ lan arasında görülen tenakuz, basit bir itham ile geçiştirilebilecek bir mesele değildir. Eğer zıt manâlarda gelen iki hadîsin her ikisi de sahih ise. hadîsçitere yöneltilmiş olan ithamın Hazreti Peygam­bere rücû etmesi kaçınılmaz haldir; çünkü hadîsçiler bu sözleri sadece nakletmişlerdir. Hazreti Peygamber ise birbirini tutmayan sözler söylemekten beridir. O halde meseleye başka yönden yaklaşmak gerekir. Hadîs ilmi bu yoldaşımın bütün usûl ve kaidelerini or­taya koymuştur:

Eğer manâları birbirine zıt gibi görünen iki sahih hadîs varsa, ya bu hadîslerden birinin diğerini nes-hettiğine, yani birisi ile getirilen hükmün diğeri ile geti­rilen hüküm vasıtasıyla ibtal olunduğuna hükmedilir; bu takdirde iki hadisin manâları arasında gerçek bir zıtlığın bulunması gayet tabiidir. Nitekim Hazreti Pey­gamber bir hadîsinde bazı mahzurları gözönünde bu­lundurarak kabir ziyaretini menetmiş; bir başka hadî­sinde ise, bu mahzurların ortadan kalktığına hükme­derek ziyaret yasağını kaldırmıştır. Gerçeği bu şekli ile bilen hiç kimsenin, artık hadîsçileri bu iki hadîsi ri­vayet ettikleri için kötülemeye hakkı yoktur.

Yahutta iki hadîs arasında nesh keyfiyeti yok­tur; fakat her iki hadîsin de değişik zaman ve zemin­lerde, değişik meselelere çözüm getirmek maksadıyle söylendiğine hükmolunur ve hadîslerin telifi cihetine gidilir. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadîsinde cü­zam denilen hastalığa yakalanmış kimseden arslandan kaçar gibi kaçmayı emretmiş; bir başka hadîsin­de ise, hastalıklarda sirayet olmadığını belirtmiştir. Bu iki hadîsin nerede, ne zaman ve ne maksatla söy­lendiğini bilmeyen bir kimse aralarında tenakuz bu­lunduğunu zannedebilir ve  "eğer sirayet yoksa cüzzamlıdan kaçmak niye?" diyebilir. Oysa. iki hadîsin manâları arasında tenakuz yoktur. Önemli olan, İslâm akaidine vâkıf olarak, bu akaidin özüne uygun bir şekilde aralarını cem ve telif edebilmektir:

İslâm'a göre her şey Allah'ın takdiri ile olur. İnsan, bu takdirin gerçekleşmesinde kesb ve ihtiyar sahibidir. Hastalıkların sirayeti bu yönden incelene­cek olursa şöyle denebilir: İnsan sâri bir hastalığa ya­kalanmamak için, her şeyden önce, o hastalığa yaka­lanmış olan kimseden uzak durmak zorundadır; bu, onun ihtiyarında, yahut elinde olan bir şeydir. Bunun­la beraber yine de o hastalığa yakalanacak olursa, ar­tık burada söz konusu edilecek şey sirayet değil tak-dir-i ilâhinin tecellisidir. Bu manâda sirayet yoktur; fakat bazı hallerde de sirayet, hastalığın bir kimsede belirmesi ve dolayısıyla takdir-î ilâhinin tecellisi için sebep olabilir. Eski bir Arap Şâiri bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Tabib, tıbbı ve devası ile kaderi bozmaya muktedir olamaz ve daha önce tedavi ettiği hastalık­tan kendisi ölüf.

Sahih oldukları halde manâları arasında zıtlık bulunduğu sanılan hadîslerin cem ve telifi hadîs ilmi­nin önemli konularından birini teşkil eder. Bu konu ile ilgili olarak kitap telif edenlerin başında İmam Şâfi'î (O. 204) ile İbn Kuteybe (Ö. 276) gelir.

Değerli taleberimizden Mehmed Hayri Kırbaşoğ-lu tarafından Türkçeye tercüme edilerek okuyucuya sunulan Te'vîhıMuhtelifi'l-Hadîs, İbn Kuteybe'nin teli­fi olup, hem Mutezilenin hadîsçilere yönelttikleri hak­sız ithamları cevaplandırır; hem de mütenakız hadîs rivayeti ile ilgili ithamlar için, hadisler arasında tena­kuz bulunmadığını, verdiği örneklerin cem' ve telifini yaparak gösterir.

Mehmed Hayri Kırbaşoğlu, henüz Fakülte sıra­larında öğrenci iken gayretti çalışmaları ile bu eseri bize kazandırmış; daha önemlisi, ilme ve İslâm'a bü­yük hizmet etmiştir. Kendisini tebrik eder, başarısının ve hayırlı hizmetlerinin devamını dilerim.

Ankara, 30 Ekim 1978



Prof. Dr. Talât Koçyiğit[6]


[6] İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi’l Hadisi Müdâfaası, Kayıhan Yayınları: 10-18.