saniyenur
Wed 4 January 2012, 08:23 pm GMT +0200
Taftazânî'nin, Sünnî Olmayan İslâm Mezheplerine Karşı Aldığı Tavır
Taftazânî, Şerhu'l-Akâid'de Sünnî olmayan İslâm mezheplerine karşı sert, katı ve müsamahasız bir tavır takınmıştır. “Ehl-i kıble tekfir olunamaz”, şeklindeki Sünnî akidesini açıklarken sadra şifa olacak bir şey söylemez. “Ehl-i kıble tekfir olunamaz” prensibi ile “Kur'an mahlûktur diyen kâfir olur” sözünü bağdaştırmak zordur, der. “Zayıf hadislere dayanarak 'Kur'an mahlûktur, diyen kâfir olur', denemez”, sözünü söylemekten ya bilerek veya bazı maslahatları kollayarak veyahut da kendinden evvelki kelâmcıları taklîd ederek kaçınır ve çekinir. Böylece Mutezileyi küfür töhmeti ve şaibesi altında bırakmakta bir sakınca görmez.
“Yezid'e lanet okunamaz”gerçekten takdire layık ccesur bir hamle yapar, ama hemen onun ardından, “mest üzere mesh”, “nebizin haram olmaması”, konularını işlerken, İslâm birliği taraftan samimi bir müslümam içinden yaralayan ve herhangi bir insanın bile içini buruk hale getiren sözler söylemekten çekinmez. Meselâ Ca'ferilerce kabul edilen, fakat haklı olarak Sünnîlerce kabul edilmeyen “mest üzerine mesh” yapmanın cevazı konusunu anlatırken, Kerhi'nin şu sözünü tenkit etmeden ve hatta tasvib ederek nakleder: “Mest üzere meshin cevazı görüşünde olmayanların küfründen korkarım”.
Taberî tefsirinin abdestle ilgili âyetinin izahına bakanlar sahabe, tabiûn ve etbau't-tabiînden bazı büyük zatların da bu konuda Ca'ferîler gibi düşündüklerini görürler. O büyük zatların küfründen hiç endişe etmeyenlerin, aynı görüşü Ca'ferîler benimsedikleri zaman neden bu kadar çok korkuya kapıldıklarını, iyi niyetleri ve şefkat duygulariyle izah etmek oldukça zordur.
Taftazânî, “Nebize haramdır, dememek ve bu konuda Rafizîlere muhalefet etmek Sünnilikte prensiptir”, derken de aynı hataya düşmektedir. Zira, fıkıh kitaplarının, Kitabu'l-eşribe bahsini okuyanlar, pek çok Sünnînin nebizin içilmesini haram saydıklarını göreceklerdir. Nebiz haramdır, sözünü bir Şafiî ve Hanbelî söylediği zaman, Sünnîliğin haricine çıkmış olmuyor da, aynı şeyi bir Ca'ferî söylediği zaman neden Rafizî olmakla damgalanıyor? Bunun sebebini anlamak oldukça zordur. Mest üzerine mesh etme konusundaki Ca'feri görüşünü savunmak istemiyoruz, aksine bunun hatalı bir yorum olduğunu özellikle belirtmek istiyoruz. Ama itikadla ilgisi bulunmayan bu nevi fıkhî ve ferî ve hatta zannî konuların neden akâid kitaplarına sokulduğu, bunun İslâm'a ne temin ettiği konusuna dikkat çekmek istiyoruz.
Taftazânî, “îster fâsık olsun, ister sâlih olsun, herkesin cenaze namazı kılınır”, konusunu anlatırken, bu meseleye cevap verme ihtiyacını duyar, ama tatminkâr bir şey söylemez. Aslında Şia, Mutezile ve Haricilere karşı bu tarzda davranan sadece Taftazânî ve onun eseri değildir. Hemen hemen bütün kelâmcılar, yazdıkları eserlerde bu yolu takib etmişler, dinsizlerden, Yahudilerden ve Hıristiyanların çok Ca'ferîlik, Zeydîlik ve Mutezile gibi İslâm'daki Ehl-i bid'at Mezhepleri red ve iptal işi ile uğraşmışlardır. Sünnî olmayan îslâm Mezheplerine en ağır biçimde hücum eden kelâmcılar, Yahudi, Hıristiyan, Mecusîlik, Tabîatçılık ve Materyalistlik gibi görüşlere ya hiç temas etmemişler veya teğet geçmişlerdir. Bu özelliği ile kelâm, Sünni olmayan İslâm mezhepleri arasında aşılması imkânsız denecek kadar yüksek ve kalın bir duvar örmüş veya geçilmesi mümkün olmayan bir uçurum meydana getirmiştir. Bunun neticesinde bir Sünnînin karşı tarafa geçmesi önlenebilmiştir ama karşı taraftan olan birinin Sünnî olması da imkânsız hale gelmiştir. Bunun faydası mı mahzuru mu daha fazla olmuştur, bu konu hem Sünnîlik, hem de genel olarak İslâm açısından incelenmeye değer bir husustur.
Şerhu'I-Akâid ve diğer kelâm kitaplarını okuyanlar, İslâm cemiyetinde büyük tahribat yapan Batınîler, Zındıklar, hululcular, ittihatçılar, maddeciler, aşırı mutasavvıflar (gulat-ı mutasavvıfa), Yahudiler, Hıristiyanlar ve daha başka zararlı dış tesirler üzerinde durulmadığını, en azından yeterince durulmadığını, buna karşı özellikle Mutezileile Şia gibi Ehl-i kıbleden olan mezheplere durmadan çatıldığını göreceklerdir.Bu durum müslümanların, fikir ve itikad alanında bir iç mücadeleye sürüklenmiş olmalarından ve bunun neticesinde diğer büyük tehlikeleri göremeyecek kadar basiretlerinin bağlanmış olmasından ileri gelmektedir. Yeni îslânı hareketi bütün bu hataları gözönünde bulundurmak ve tekrarlamaktan sakınmak zorundadır.
Kelâm kitaplarına, “Bilgi elde etme vasıtası üçtür: a) Akıl, b) Duyu organları, c) Haber-i sâdık, yani haber-i mütevatir ve haber-i resul”, cümlesi ile başlanır ve âhâd hadisler, kelâmî manâda bir bilgi vasıtası ve ölçü olarak kabul edilmez. Kelâmcılar âhâd hadisleri ve onlarla sabit olan dinî hükümleri kabul etmemenin küfrü gerektirmeyeceğini, zira bu gibi haberlerin sadece zan ifade ettiklerini, zanna dayanarak bir müslümana kâfir demenin mümkün olmadığını çok haklı olarak ifade ederler. Ama yazdıkları eserlerde, her şeyden evvel kendileri bu kaideye riayet etmezler, fiiliyatta bu esası tatbik etmezler. Meselâ:
1. ”İmamlar Kureyş'ten. Olur”, hadisi sahih olmadığı halde, sırf aksi kanâatta olan Haricîleri red için bu sözü eserlerine alırlar.
2. “Kur'an gayr-ı mahlûktur.”,”Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir”, gibi hadisler sahih olmadığı halde, sadece aksi kanâatta olan Mutezile mezhebini red ve iptal için bu nevi sözleri eserlerine alırlar. Sırat köprüsü ile ilgili hadis için de durum budur.
Buna dair daha pek çok misâl verilebilir. Kısaca kelâmcilar, kendi prensiplerine ve zihniyet biçimlerine uygun olan bir hadisi zayıf da olsa, hatta mevzu' dahi olsa alırlar. Diğer taraftan, esaslarına uymayan hadisleri, “bunlar âhâddır”, diyerek üzerinde durmaya bile değer bulmazlar. Böylece Selefîlerden ve Hanbelilerden uzaklaşırlar.
Aslında kelâm ve akâid kitaplarında çok az hadis nakledilir. Meselâ Sâbuni'nin el-Bidaye isimli 77 sayfalık akaide dair eserinde sadece ondokuz hadis nakledilmiştir. Bunlardan sadece beş -altısı- mütevatir değil sadece - sahihtir. Bu nevi hadislerin çoğu da sem'iyât bahsinde nakledilir. Şerhu'l-Akâid'in ilk yarısında hemen hemen hiç hadis nakledilmemiştir. Bu durum, bu kısımdaki konuların naklî olmayışından ve tamamiyle aklî ve nazari oluşundan ileri gelmektedir. İşlerine gelince, eserlerine zayıf ve hatta mevzu' hadis alan, işlerine gelmeyince sahih hadisleri bile görmezlikten gelen sadece kelâmcılar değillerdir. Bazı mutasavvıflar, muhaddisler, fıkıhcılar ve müfessirler de bu yolu tutmuşlardır. Onun için bir mezhep, mensubunun, diğer mezhep aleyhinde naklettiği hadislerin daima şüphe ve ihtiyatla karşılanması gerekmektedir. Mezhep mutaassıpları, kendi mezheplerini övmek ve muhalif mezhepleri kötülemek için çok sayıda hadis uydurmuşlar veya uydurulan bu nevi hadisleri nakl verivayet etmişlerdir. Şerhul-Akâid'deki hadislerin de, bundan dolayı ihtiyatla karşılanması gerekmektedir.[80]
[80] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 74-77.