- Süreç olarak iman

Adsense kodları


Süreç olarak iman

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 10 November 2010, 12:00 pm GMT +0200
4- Süreç Olarak îman
 

4.1 İmanı Doğuran Kriz :

 

İnsandaki psikolojik eğilimler, kişiyi farklı yönlerde tercihe zorlayan bir “karmaşıklık” özelliğine sahiptir. “Çatışma” kavramı, günümüz psikolojisinin önemle üzerinde durduğu bir psikolojik süreçtir. İnsan, çok yönlü ihtiyaç ve is­tekleri, talep ve ideallerinin güdülemesiyle davranışta bulunan, gerilimli bir tabiata sahiptir, insanın ge­rilimli tabiatı, Allah ile kurulan iman ilişkisini, bu­nalım ve çatışmaların merkezi haline getirebilmektedir. Esasen iman, psikolojik gerilimleri denge hâlinde tutan bir güven ilişkisi olarak ger­çekleşir [287]. Fakat, ilişkiye dayalı bir hareket olarak imanı oluşturan  unsurların  herbiri,  duygusal bir karşı hareketi davet etmeye elverişlidir.  İnsan ta­biatında imana olduğu kadar inançsızlığa doğru da çeken eğilimler karşı karşıya yer almaktadır.   Bu durum, imanın oluşumunda ortaya çıkan krizlerin gerçek sebebidir. Kriz anında mümin kişinin durumu şöyledir: Dinî tebliğ onun için anlam kazanır. İmanın teklif ettiği şey ona mâkul gözüktüğü gibi, kendi arzu ve ideallerine de uygun olduğunu hisseder. Elbetteki bu durumdaki kişi kendisini, dinî tebliğ ile önceden kurulmuş  bir  uyum  içerisinde  bulmaz.   Zekanın uyanmasından itibaren, tenkitçi bir dikkat ile dinî mesajı dinler; sorular sorar ve şüphelerini dile getirir. Aynı şekilde inanan kişi, uzun bir zaman çelişen ar­zuların gerilimini yaşayabilir. Fakat sonuçta, devam edip giden kabul ve tasdik varoluşu yön­lendirmektedir. Bu anlamda iman, bir yandan so­ruların, şüphelerin ve karşıt eylemlerin altüst ettikleri ve diğer taraftan iman fiil ve ifadelerinin tasdik ve teyit ettikleri bir ruhi durumdur. İşte kriz, bu ruhî denge durumunun altüst olmasıdır. Krize has olan ve ona yoğunluk kazandıran şey, iç bölünmenin, insan ve Allah arasındaki gerçek bir karşıtlığa dö­nüşmesidir. Kriz esnasında imana zıt olan tutkusal hareketler (hevâ güdüleri), tam anlamıyla insanî olan kendi gaye ve değerlerini zorla benimsetirler. Ba­ğımsızlık ve hürriyet özlemi, güç arzusu, kendi üs­tüne kıvrılan bir aklın tasdiki gibi insanî amaçlara kişi kendisini duygusal olarak bağlı hisseder. Şüp­hesiz bu esnada dinî mesaj henüz insanı sor­gulamaktadır. İnsanın hakikate açık olması ve kendi varoluşu içinde, hiçbirşeye benzemez olan Allah tarafından sevilmek ve desteklenmek arzusu sebebiyle, dinî mesaj anlam kazanmaktadır. Bununla birlikte iman, insanî arzulara karşı bir mesafe yaratır; o, bir başka yere hareket etme, bir başka düzene geçiş, kendi insaniliğinin sınırlarını aşarak Allah'a doğru bir göçtür. Ciddi bunalım anlarında “sadece bir dü­zenden bir başka düzene geçiş değil, fakat kişinin kimlik ve sürekliliğinden vazgeçme” [288] de vardır. Dinî hidayetler ve mistiklerin yaşadıkları tecrübeler, böylesi bunalımlara örnek teşkil ederler. Fakat çoğu inananlar da bu bunalımları geçirirler ve ancak kişiliklerinin de­ğişime uğraması veya bir kopukluğun ötesinde, kendi mümin kimliklerini yeniden ele geçirirler. [289]

 

4.2 Çatışmalar :
 

Dinî iman ve inançsızlığın te­melinde yer alan eğilimler, temelde bütün in­sanlarda ortak olmakla birlikte, muhteva ve yo­ğunlukları bakımından her ferdin kendine mahsusturlar. Bu tabii eğilimler, yaşanan tec­rübelerce yavaş yavaş şekillendirilmiş olarak in­sanda yapı kazanır. Arzuların çekiciliği ve buna karşı gelen dirençlerin ters hareketleri imanı iç bö­lünmeler, sorumluluktan kaçmalar, tutkusal veya güçsüzlüğe bağlı reddetmeler, tenkitçi sorular ve gitgide gelişen rızalar hâline koyar. İmanı bir bu­nalım hâline koyan çatışma kaynakları şunlardır: [290]

 
a) Bağımsızlık ve Bağımlılık
 

Psikolojik kendiliğindenliği ile insan sınırsız ba­ğımsızlık arzu etmektedir. Bu, Gazzâli'nin “rabbâniyet” olarak isimlendirdiği [291], günümüz psi­kolojisinde de genel olarak “narsizm” kavramıyla dile getirilen, insan tabiatının temel bir vasfından kay­naklanmaktadır. Herşey olmak, herşeye güç yetirmek, “ulûhiyet”, bağımsızlık, kendine yeterli olmak, üs­tünlük, kulluk ve tevazudan uzaklaşmak.., bu özel­liğin yol açtığı arzulardır. Böylece, kendi bağımsızlığını tasdik etme ve başkaları tarafından tanınma kay­gısının, en köklü arzulardan, insan davranışını yö­neten güdülerden birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Allah'a inanmak, bir bağa razı olmak ve varoluşsal bağımlılığı kabul etmekdir. Her bağ kendi bağımlılığını ihtiva eder; bu arzu edilmiş olsa bile, kaçınılmaz olarak bağımsızlık eğilimine çarpar. Allah'a inanma, güven ve rıza ile bağlanma, en köklü bağımlılığı kabul etme anlamına gelir. İşte imanın çözmek zorunda olduğu en büyük çatışma, bağımsızlık ve bağımlılık arasında mevcut olan çatışmadır. Bu kutupluluk, dinî iman krizinin başlıca yeridir. Bu kutupluluk dolayısıyla, insanda dinî ha­yatın  canlanması, bağımsızlığı ortadan kaldırmaksızm ve bağımlılığı reddetmeksizin bir çö­züme   ulaşmakla   mümkün   olmaktadır.   Çatışma durumunda, derhal inkâr edilmeyen, fakat ne kendi kendine ne de başkalarının önünde açıkça tasdik edilmeyen   bir   imanın   çelişkili   tutumları   ve   te­reddütleri içerisinde yaşanılır.   İman,   değişik bağ modelleri ve bağımsızlıktan vazgeçme demektir. Tek başına insanın kendiliğinden sahip olduğu şuur, bağımsızlığa duyulan güçlü  eğilimi,  kendini ken­dinin   efendisi   haline   koyma   arzusu   hâline   dö­nüştürebilir.  Hangi şekilde olursa olsun her dinî bağda, insan için tabii bir ideal gibi gözüken ba­ğımsızlığı   sınırlandıran  ve   azaltan  bir   şeyin  va­rolduğu  algılanabilmektedir.  Bazı psikolojik araş­tırmalar [292], tam  anlamıyla kendini gerçekleştiren kişilerin, diğerlerinden daha az dindar olduklarını göstermektedir. Ayrıca    hakimiyet, tutku,  ba­ğımsızlık ve saldırganlık, kendini beğenme, kendi kendini yeterli görme,  kendi gücüne  sınırsız gü­venme tutumları ile dindarlık arasında olumsuz bir ilişkinin varbğı da müşahede edilmektedir.  Buna karşılık, kendi kendinin değerini alçaltma, tenkitsiz itaat, bağlanma ve uyum, benlik saygısından yok­sunluk, kısacası “menfî kendilik duygusu”[293]na yol açan kişilik yetersizliklerinin de gerçek bir iman ilişkisine  yol   açabileceğini   söylemek   pek   uygun olmaz. Esasen iman, bir orta yol alarak tasvir edilebilir. Bu orta yol, kişinin bir ölçüde kendini bı­raktığı yan otomatik bir tavrın sonucu olmayıp, ak­sine insanın bütün gücünü ve dikkatini bir araya topladığı yüksek bir ruhî faaliyet olarak vardır. Yani imanın temsil ettiği orta yol, her iki aşın tarafın en belirgin şekilde kayıp değil, hazır olduğu, par­çalandığı değil, bütünleştiği dengeleme anıdır [294].

Bu çatışmanın çözümlenmesi, kişinin kendini yeni bir ilişki içine sokmasına bağlıdır. Ancak bir rıza fiili olarak iman çözümü gerçekleştirir ve zaten iman da rızanın bir sonucudur. Bu sürecin zamanı, duygusal bağlanma ve fikirlerin yeniden gözden geçirilmesinin gerektirdiği, kısa veya uzun bir süreye yayılır.

Günümüz insanının en belirgin özelliği, Allah karşısında kendi bağımsızlığını ilan etmiş olmasıdır. “Allah” lafzı, en fazla insandaki bu kendi kendinin efendisi olma özlemine çarpmaktadır. Çünkü bu lafzın ifade ettiği mânâ insana, köklü ve kesin eksikliğini bildirmektedir. Oysa ki insan, ken­disinin “mutlak kudret”i hayali içerisinde ya­şamaktadır. Bazı psikologların “ilâhlık kompleksi” adını verdikleri bu eğilim, narsist özellikteki bü­yüklük fikirleri tarzında kendisini ifade etmektedir.

Dünyayı tesadüfler veya zaruretler kanunu ile açıklamaya çalışan günümüzdeki bilimsel teoriler, böylece dinin öne sürdüğü görüşün aksini ifade etmiş oluyorlar. Vergote'a göre [295] bu tartışmanın sebebi, esas olarak “dünyayı fethetme zihniyeti’dir. Dünyayı fethe yönelen insan, Allah'ı bir müttefik olarak değil, bir rakip olarak görmektedir. Bunun sebebi, açıkça, ilâhî hukuka bağlı insanın dinî düşüncesini başından savmak arzusudur. Din ile çatışan evrimci teori de insanın bağımsızlık eğiliminin bir ifadesidir. [296]

 
b) Cinsellik
 

İnsan tabiatının temel boyutlarından birisi olan cinselliğin, iman hareketi içerisinde çoğu zaman bir çatışmaya yol açtığı bilinmektedir. Erken ya da geç ergenlikte ortaya çıkan entellektûel mahiyetteki dinî şüpheler, cinsî keşiflerle ittifak kurarak, imanı sorun hâline getirebilmektedir. Yetişkinlğin ilk ikin­ci yarısından sonra bazen aynı ittifak, hayal kırıklığına uğramış umutlar ve daha önce ger­çekleştirilmiş olan varoluş sınırlarını aşma arzusuyla şiddetlenmiş olarak, yeniden meydana gelir. İlk olarak cinselliğin başlattığı dini kriz içinde, ahlâkî problem ilk ve en göze çarpanıdır. Dinî ahlâkın, cinselliğin sağladığı zevkleri elde etme hür­riyetini sınırlandırmış olması, bu ahlâkın ilâhî te­melini redde sevkedebilmektedir. Bununla birlikte, iman krizinin doğuşu sırf ahlâkî problemle açıklanamayacak çok karmaşık bir özelliğe sahiptir.

Uyanışından itibaren cinselliğin yüklü bu­lunduğu isyan gücü ve bu gücün yeniden ortaya çıkartılması, cinselliğin kendi çocukluk geçmişine bağ­lanarak açıklanmaya çalışılmaktadır [297]. Çocuk biyolojik olarak henüz olgunlaşmamış olduğu için, zihnî ve duygusal bakımdan uzun bir bağımlılık dö­nemi yaşar. Çocukta, henüz şuuruna tam olarak varılmayan bazı tasavvur ve duyumlardan meydana gelmiş olan çocukça bir cinselliğin varlığı bi­linmektedir. Fakat ergenlik dönemine ulaşıldığında, cinsiyetin uyanışıyla birlikte genç kendisini, şimdiye kadar tatmadığı bir arzu, güç ve zevkin içine düşmüş olduğunu keşfeder. Bir hayat sırrına sahip olmanın duygusuyla birlikte, çocukça bağımlılığın yaşandığı bir geçmişi aşma arzusu da kendisini gösterir. Bu bağlamda, cinsel ahlâkı buyuran din, çocukluk ba­ğımlılığını sürdüren bir otorite figürü haline gelir. [298]

 
c) Arzunun Sonsuzluğu ve Yanılsamaları
 

İnsan tabiatı,  arzunun sonsuzca çoğalan tür­lerini üretecek bir kapasiteye sahip bulunmaktadır. Hiçbir kayda bağlı olmadan faaliyet gösteren ruhî kendiliğindenlik, sürekli yeni keşifler ve zevkler pe­şindedir. Tam bir mutluluk ve doygunluk arayışı içerisinde, çoğu zaman gerçekliğin ötesinde bir ha­yaller dünyasının büyüsüne kapılarak “ya­bancılaşma”  süreci yaşanmaktadır.  İnsanların en mutlularının bile, hayatta buldukları zevkler ve tat­minler içerisinde, dünyada     hiçbirşeyin dol­duramadığı bir eksiklik şuurunu muhafaza ettikleri görülmektedir. Bu noktada edebiyat, tiyatro ve film­ler insanın arzularına seslenmektedirler. Arzu ger­çekliğe boyun eğmediği için, bütün bir hayal âlemi gerçekliği delen bu ilgiler içerisinde kendisine geniş bir   yer   bulmaktadır. Fakat bu gerçekliğin öte­sinden, “gayb”dan insana seslenen dinin vaadlerine inanma konusunda bir direnç ve karşı durma ha­reketi ortaya çıkmaktadır.  Bu dünyada mümkün olabilecek bir nihaî mutluluğu hedef almakla insanî arzu kendiliğinden bir    “yanılsama” ihtiva  et­mektedir. [299] İşte bu noktada din kendisini, nihaî olarak arzu edilen şeyin hakikati olarak takdim ederek, arzu edici şuurla karşı kar­şıya gelmektedir. Din, arzunun bu dünyada nihaî gerçekleşmesinin  imkansızlığını  öne  sürmekte ve ancak kendisinin belirlediği hedeflere bağlanmak suretiyle, arzuya açık söz vermektedir. Mutluluk ar­zusunun   gerçekliğini   tasdik   eden   fakat   bunun ancak dünya ötesi gerçekleşme imkânını tanıyan din, dünyayı gerçekdışı ya da önemsiz yapmaktadır.

İnsanî arzunun iman kanallarına geçiş yaparak dünyadan gaybe yönelişi ve akışını orada sürdürme süreci, çatışmaları aşarak Allah'ı kendi gerçek hedefi olarak tanımasıyla sonuçlanan bir gelişmeyi haber verir. Başlangıçta, mutluluklar ve hayalkırıklıkları tecrübelerinin hatıraları taşıyıcısı olan arzu, dün­yanın gürültü ve patırtıları arasında kendisine ula­şan tebliğler çerçevesinde sınamalar yapar. Sonsuz bir açlık içerisinde sevgi, kabul ve tatmin fırsatı kol­lar. Dinî tebliğ kişiye ulaştığı zaman o kendisini, bellibaşlı isteklerinde daha da güçlenmiş fakat insanın kendisine fazlaca güvenmekten vazgeçmesi gereken ve kendi ötesinde onu yöneten açıklayıcı bir söze güven bağlamaya davet edilmiş olarak görür. Allah'ın, arzunun bizzat kendi kaynağında aradığı şeye yavaş yavaş karşılık olması için, hayatı sü­rükleyen bir karar gerekir. Buradan anlaşılmaktadır ki, dinî tebliğ insanın arzusunu cezbettiği kadar, ra­hatsız da etmektedir. Nefsin kendini Allah'ın et­kisine açması zahmetsiz ve doğrudan bir hareket olmayıp, bütün güç ve dikkatini dinî mesajın muhtevasına yöneltmesine bağlı bulunmaktadır. Kendi arzuları sistemi içinde kapalı kalan bir nefs, asla imana bir yol bulamaz. Çünkü, bir kimse dav­ranış ve tavırları için tutunacak bir dal olan ilâhî yü­celiği kaybedince, ya “kendi sübjektif arzularına” tapmaya başlar, [300] veya kendi arzularını genelleştirip nesnel hâle getirmişse, bir toplumun ken­dini yansıtmaları (self-projections) olan “toplumsallaştırılmış arzular”a tapmaya başlar[301].

 
d) Izdırap Tecrübesi
 

Dinin tanıttığı Allah, hayrı ve keremi bol, gücü sonsuz bir yaratıcıdır. O'nun yaratmış olduğu insan herşeyini, varlığını ve geçimini Allah'ın sınırsız mer­hametine   borçludur.   Buna   göre,   hayatının   her anında  kendisine  göstermekte  olduğu  iyilik kar­şısında   insanın,   Allah'a   minnettarlık  ve   şükran duygulan beslemesi gerekir. Fakat, dünyadaki hak­sızlıklar, savaşlar, dertler, kötülükler., merhametli bir Allah tasavvuru ile nasıl uzlaştırılabilir? Çoğu inançsıza göre kötülük problemi, Allah'ın varlığının aksini   gösteren   bir   gerçekliği   ifade   etmektedir.

“Eğer Allah olsaydı, bunca kan ve gözyaşının aktığı bir dünya yaratmazdı” tarzında düşünceler dile ge­tirilmektedir. Yani, inançsızın dünyanın akışından çıkardığı   bu   itirazı   şöyle   bir   ön   tahmine   da­yanmaktadır: Tanrı insanı, onun başarısı ve mut­luluğu için herşeyin yerli yerince olduğu cennetvâri bir  âlem  içine yerleştiren  iyiliksever bir yönetici olmak zorundadır. Böylesi bir Tanrı tasavvuru, dra­matik bir tecrübe dolayısıyla kendisini engellenmiş hissettiği ve sorulan inançsızın delilleri ile cevap bulduğu zaman, aynı şekilde mümin için de söz konusu olabilmektedir. Fakat bazılarının imanının çöktüğü  yerde,   başkaları, kırılıp   ümitsizliğe   kapılmaksızın, kendilerinin istediği gibi olmayan bir Tanrı'nın üstünlüğünü kabul ederler. Onlar için bu durum, dinî bir yanılsamanın  aşılmasına imkân veren önemli bir andır. Bütün bu görüşlerin ar­kasında yatan gerçek mânâyı kavrayabilmek, iman tutumunun   samimi   olarak  sürdürülmesine  bağ­lıdır. Mümin, bu çelişkiyi aşan görüş açısını şu şe­kilde dile getirir:

“Eğer dünya şimdi olduğu gibi kar­makarışık  olmasaydı,  eğer Allah dünyayı açıkça insanın iyiliği için düzenleseydi, insan yalnızca ken­dini düşünür ve Allah'ı hiç hatırına getirmezdi”.

Böylece ızdırab tecrübesi imanı, Allah'a doğru giden kendi hedefine daha uygun kılmaya katkıda bulunabilir. Bununla birlikte, bu ikinci güvenin yerleşmeme tehlikesi de vardır. Çünkü, Allah ko­nusundaki sorgulamanın bu aynısı durumunda ız­dırap, varoluş karşısındaki temel güven tutumunu tehlikeli bir şekilde zedeler. O hâlde, temel güven kaybolduğu ve yerini hınç ve öfke aldığı zaman, olumsuz ruhî durum, imanın dayanmak zorunda olduğu duygusal temeli yıkar. Bu durumda ızdırap, çift yönlü motivasyonlardan daha ciddi bir iman bunalımı doğurabilmektedir [302].

Yaşanan acılar ve ızdıraplar karşısında çaresiz boyun eğme ya da acılar içerisinde kıvranmanın doğuralabileceği hayata karşı kızgınlık, öfke ve hınç kişiyi, “hayatın anlamı olmadığı” şeklinde bir ka­naate ulaştırabilir. Bundan, o kişi için hayatın vaadlerini yerine getirmediği ve uyandırdığı ümidi hayalkırıklığına uğrattığını anlarız. Bu durumda yaşama sevinci, hayata karşı hınç duyma haline dö­nüşür. Böylesi bir kin ve öfke, Yaratıcı bir Tanrı'nın kabulünü fevkalâde zorlaştırır. Allah'ın varlığını kabul etmek, aynı zamanda hayat armağanı için O'na minnettarlık duymayı ifade eder. Kızgınlık ise, teslimiyet ve tebcilden ibaret olan dinin temel tu­tumuna zıttır. Bu sebeple, hayat çatışmaları, kendi duygusal yansımaları dolayısıyla, en aldatıcı iman çatışmaları hâline gelme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Dinî iman, hayatla bir uzlaşmayı ön­görür. Bununla birlikte, bu ruhî durumu basitçe tabii veya kader ve tabiatın kimilerine bahşettiği ki­milerine de vermediği bir hediye olarak anlamak yanlış olur. Şüphesiz ki, kişinin ilk çocukluk hatıraları hayat karşısındaki tutumunu belirler ve varoluşun iyi-kötü birbirini izleyen olayları, ağır­lıklarını ortaya koyarlar. Üstelik hiçbir varoluş, rü­yası görülen cenneti tanımaz ve gerçek, her insanı imtihandan geçirir. O halde mümin, Yaratıcı'ya rı­zasını vermek istediğinde hayatla uzlaşmayı ye­niden kurmak zorundadır. Hayat ve Allah'la iliş­kinin her ikisi birbirine dayanışmalıdır ve karşılıklı olarak biribirini şartlandırırlar, İman, ölçüsüz ar­zulardan vazgeçmekten geçer [303].

Maruz kalınan yaralanmalardan dolayı hınç duyma, imanın üzerine kurulabileceği psikolojik du­rumu çökertir. Bu noktada “af dileme”, bir sonuç ol­maktan çok imanın bir şartıdır. Hidayeti mümkün kılan nihaî kararın yer aldığı bazı olaylarda bu durum görülür. Burada iman, kötüye kullanılmış bir sevgi veya derin bir şekilde yaralayan bir hak­sızlıktan dolayı af dilemekten ibarettir. Gençleri ana-babalarıyla zıtlaşmaya sokan ciddi bir çatışma sü­resince, bazılarının imanlarını da kaybettikleri bi­linmektedir. Bu aşırı durumlar, din psikolojisinin bir kanununu açığa çıkarmaktadır: Hınç, sonuçta imanı yıkmaktadır ve iman ancak hınç yeni bir uzlaşmaya dönüşerek yeniden kurulur veya gerçekleşir [304].

Kızgınlık ve kin, kişinin güven ve bağlanma ka­pasitesini çökertip yıkar, bir şahsa karşı duyulan her hınç, hayata karşı kızgınlık ve hınç halinde ev­renselleşmeye yönelir. Müminin, Allah'ta kabul et­tiği iyilikseverlik ruh durumuyla aynileşmeksizin, dinî iman vücut bulmaz. Allah'a inanmak, kendi ana-babasına güvenerek, onların tutumuyla aynileşen ve böylece diğer kardeşlere karşı duyduğu aşın kıskançlığı iyilikseverlik hâline dönüştüren çocuğun durumuna çok benzer tarzda, insana da inanmaktır. Görülüyor ki, iman yalnızca dünyanın özellikleri üzerine değil, fakat aynı zamanda kö­tülük yapan insan hakkında da dinî bir bakış ihtiva eder. Ayrıca iman, kişinin kendi kendisiyle ilgili ha­kikatle de şartlıdır. [305]

 
e) Dinî Ütopya ve Ülküleştirme
 

Dini bir hayat yaşayan kimselerde, tarihî ger­çeklerin yalanladığı ümitlerin coşturulması ve din­den, olayların temel tecrübesinin aksini işaret ettiği insanüstü bir masumiyet ve güç vermesinin bek­lenmesi, kendine has bir ütopyaya yol açar. Gerçek dinin şuuruna varma ve din ile ilgili olarak ge­liştirilen ütopik tasavvurlar, çoğu müminler için çetin bir imtihandır. Çoğu hidayete erenler, o kadar çabuk değişime uğramadıklarını ve ilâhî gerçekleri keşfetmeleriyle yaşadıkları zevki, sevinçsiz bir ima­nın takip ettiğini tesbit ederler. Coşkunluğun sön­mesi, muhtemelen hakiki bir çöküntü sonucudur. Şüphesiz ki bu çöküntüyü geçmiş yaşantılar hazırlamıştır, fakat onu tahrik eden şey, yeni bir insan olmanın duygusal tecrübesine sahip olduktan sonra, kendini yeniden eski insan olarak bulma şuurudur. Böylece İman, eski insan ve ima­nın bakış açısına göre tasarlanmış yeni insan ara­sında bir ikiye bölme gerçekleştirir.

Ruhî hâller içinde dinî tebliği kabul etmeye ha­zırlayan ve eğilimli kılan herşey, aynı zamanda ona zıt olan bir gücü de ihtiva eder. Her insanda iman ve ruhiyat arasındaki psikolojik mesafe, mevcut di­rençleri ortadan kaldırmak için bir çalışma yapmayı gerektirir. Bu, hafızadan uzaklaşmış geçmişiyle ruhiyatı dolduran tasavvurların ve duyguların gün ışığına çıkmasına, onları değerlendirmeye, dinî tebliğ ile karşılaştırmaya ve onların, açığa vurulmak is­tenen iman ile yavaş yavaş uygunluk hâline gel­mesine izin vermekten ibarettir.

Ülküleştirme (idealisation), kendisine bağlanılan objeyi (şahıs,  grup, kendi geçmişi,  ailesi..) hayalî olarak büyütmekten  ibarettir. İnsandaki    ül­küleştirme   eğilimi   çoğu   zaman,   ruhiyatın   bün­yesinde mevcut olan dirençler hakkında bilgisizlik ve anlayışsızlık meydana getirir; bu sebeple de kriz hâline dönüşür. Evrensel   bir   eğilim   olan   ül­küleştirmeden dinî anlatımda da yararlanılır. Bazı dinî  hitabelerdeki  akıcılık, imanın kendisine yö­nelttiği ülküleştirmeyi zengin bir şekilde sergiler. Bu hitabetler iyi bir şuur kazandırırlar. Fakat bun­lar bizzat imanı çok yetersizlikle cezalandırmak ve dinî ütopya içerisindeki tatmin için bir iğrenme ya­ratmakla sona ererler. Ülküleştirme, dinî cemaate sunulan şiddetli dinî istekleri daha da artırır. Hi­dayete erenler, kendi ateşli tecrübelerini içlerine ka­tıldıkları müminlere doğru yayarlar ve orada ken­dileriyle aynileşebilecekleri ideal bir model bulmayı ümid  ederler.  Bununla birlikte dinî ülküleştirme her zaman şahsî bir projeden hareket etmez.  O, dinin gerçekleştirmek zorunda olduğu şeyin soyut temsilini oluşturmak   için,  dinî   anlatımın   muh­tevasına da bağlanabilir.

Dinî ülküleştirme bir             “arzu yanılsaması”dır. Fakat kolay kolay kopmazcasına dinî imana da ya­pışık durumdadır. Mümin, tarihî hakikatler ve insan realitesi hakkında doğru bir görüş geliştirdiği ölçüde, iman hakikat hâline gelir. Bu, ruhî çö­küntüyü aşan zahmetli bir gözden geçirme ol­maksızın gerçekleşmez. [306]