- Sunuş

Adsense kodları


Sunuş

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 6 October 2010, 03:24 pm GMT +0200
SUNUŞ


Asr-ı Saadet, "mutluluk çağı" anlamına gelir. Islâmî dilde ne zaman ortaya çıktığını tam olarak bilemediğimiz   kavram, islâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e vahiy gelişinden son­raki dönemi kapsar. Bitişi, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) vefatından sonraya, Hulefa-i Raşidîn denilen dört halife devrinin sonuna ka­dar uzatılır; hatta Emevî halifesi Ömer b. Abdülazîz devri de bazı yazarlarca Asr-ı Saadet içine katılır. Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet'te İslâm adındaki bu eserde Asr-ı Saadet'i, yalnızca Hz. Muhammed (s.a.v.) dönemi (610-632) olarak sınırladık. Ama ya­zarlarımız, yeri geldikçe Hulefa-i Raşidîn dönemindeki konula­rıyla ilgili gelişmeleri belli ölçülerde ele aldılar. Böylece işledikleri konunun daha iyi anlaşılmasını sağladılar. Tarihî bir dönem ola­rak Asr-ı Saadet, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Yüce Allah'tan aldığı vahiyle, tslâmî ilkelerin insanlara sunulduğu ve peygamber'in gözetim ve denetiminde hayata geçirildiği dönemdir, işte bu Özel­likleri dolayısıyla bu dönem, bütün müslümanların idealize ettiği dönem olmayı koruyagelmiştir. Elinizdeki bu eser, Hz. Peygam­ber (s.a.v.) ve çevresindeki insanların, kendi çevreleriyle ilişkile­rini, vahyin (Kur'ân'm) ve onun yorumu olan sünnetin anlaşılma­sını ve hayata yansıtılışım, kurumlaşmayı, bireylerin ve toplu­mun günlük hayatım çeşitli açılardan ele almak üzere hazırlan­mıştır.

Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet'te İslâm'ın konulan, bu belirti­len hedefe uygun şekilde seçilmiş ve ikisi dışında tamamı Türkiye'de yetişen uzman ilim adamlarına yazdmlmıştır. Sadece iki yazı tercüme olarak alınmıştır. Bu yazılardan birincisi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatını yepyeni bir usulle ele alan ve bu sahadaki pekçok yeni araştırmanın öncüsü olan büyük âlim Prof.Dr.Muhammed Hamidullah hocamızın "Asr-ı Saadet Öncesi Medine'de Sosyo-Ekonomik Hayat"; ikincisi ise Hz. Peygamber'in sünnetiyle ilgili araştırmalarda yepyeni bir çağır açan Prof.Dr. Mustafa A'zamî'nin "Asr-ı Saadette Yazı ve Vahiy Katibleri" başlıklı yazılarıdır. Yazılardan br kaçı daha Önce yapılmış çalış­malar esas alınarak tarafımızdan özetlenmiş ve yazarlarınca kontrol edilip gerekli düzeltme ve düzenlemeler yapıldıktan sonra son şeklini almıştır.[1] Böylece yazıların yaklaşık üçte ikisi ilk kez bu eserde yayımlanma imkânı buluyor. Yazılara sadece şekille il­gili küçük müdahaleler yapılmıştır. Bu açıdan, yazıların bilim ve dil sorumlulukları tamamen yazarlarına aittir.

Yazarlar konularına değişik açılardan yaklaşırken birbiriyle ilgili bazı olaylar ve konular ayrı noktalardan ve gerekli ölçüde tekrar edilmiş olabilir. Bu gibi durumlar, derleme eserlerde kaçı­nılmaz olarak ortaya çıkıyor.

Gerek daha Önceki çalışmalarından özetleyerek, gerek yayım­lanmamış çalışmalarını vererek ve gerekse isteğimiz üzerine yeni çalışmalar yaparak eserimize katkıda bulunan bütün yazarlara gösterdikleri yakın ilgiden dolayı teşekkür ediyoruz.

Konuyla ilgili başka yazılarla bu eserin geliştirilmesi elbette mümkündür. Bundan dolayı, yayınımızın zaman içinde yeni yazı­larla takviye edileceğini ümid ediyoruz.

Büyük ama zevkli zorluklara katlanarak yayım dünyasına kazandırdığımız çalışmanın yararlı olmas?nı Yüce Allah'tan dili­yoruz.

İstanbul 1994

Editör Doç.Dr.Vecdi AKYÜZ

M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi [2]

 

ASR-I SAADET NEDİR?
 

Bir asrın, yâni bir çağın saadetli olması, o asırda her şeyin mü­kemmel olmasıyla mümkündür. Bu mükemmelliğin başında da şüphesiz insan hak ve hürriyetleri gelir.

Milâdi 7. yüzyıldaki Arabistan toplumunda iki dönem vardır ki, bu iki dönemin kavramsal nitelikleri, müteakip dönemlerde, bütün müslümanlarda adeta tanımlama ölçüleri olmuştur: Birin­cisi cahiliye, diğeri de İslâm.

Bunlardan cahiliye, insan hak ve hürriyetlerinin ayaklar altı­na alındığı, insanlara hakkın değil, zorbalığın hakim olması de­mektir. Kimin silahı ve gücü varsa, toplum üzerinde o egemen olu­yor, hakları ellerinden alınanlarsa, kendilerine karşı yapılan bu zulme karşı en ufak bir savunmada bulunamıyorlardı. İnsanların dimağlarından adeta ahlâk nosyonu çıkarılıp atılmış, onun yerine günümüz natüris ti erinin yaptıkları gibi, sokaklarda çırıl-çıplak gezip dolaşmak olağan bir ahlâk kuralı hâline gelmişti. Öylesine bir kural ki Mekkeliler, Allah'ın evi olan Kabe'yi bile çıplak ziyaret ediyorlardı.

Siyasi hayatta ise devletleri ellerinde bulunduranlar, sömürü iktidarlarını sürdürebilmek için insanları makine, ya da hayvan gibi kullanıyor, onları, iğrenç metodlarla köleleştirip kendilerine bağımlı kılıyorlardı.

iktidar sahipleri,kendilerine karşı yapılabilecek en küçük bir hareket ihtimalini ortadan kaldırmak için bu konuda hiç bir taviz vermiyor; özellikle yardakçılarının empoze etmesiyle, en canice devlet terörünü uyguluyorlardı. Bütün bu yapılanlara karşı ezi­lenler, isyan etmek şöyle dursun, sanki isyan kavramından dahi habersizdiler, böyle bir eylem yapılabilmesini düşünemiyorlardı bile. insanların başında bulunan bu sultaların insanlara karşı

bu kadar sert ve acımasız davranabilmesinin sebebi, onların tanımlayıp Devlet diye kuts ali aştırdıkları tabu kuruma karşı, insanları kullaştırmış, köleleştirmiş olmalarından ileri geliyordu. Oysaki hayvan derekesine düşürülmüş o zavallı insanların saa­detlerini değil, sadece çıkar çevrelerinin sömürü iktidarını hedef alan bir devlet neden kutsal olsun ki? Bunun böyle olmasının sebebi, köleleştirilmiş olan bu insanların; sadece insanlara özgü olan direnme, karşı çıkma, haksızlıkları kabullenmeme hasletle­rinin bu şekilde kutsallaştırman Devlet tarafından köreltilmiş, kaybettirilmiş oluşundandır. O haslete tekrar kavuşabilmenin tek yolu da, insanlara insan olduklarını, Allah'tan başka hiç kim­seye kul-köle olunamıyacağmı; bir insanın diğer bir insana kul olmayı kabul etmesinin, onun eşyalaşması, insanlıktan çıkması dernek olduğunu hatırlatacak yeni bir inanç sistemi olabilir ki, in­sanın, diğer insanlara karşı olan hukukî bağımsızlığını, sadece ve sadece ilâhî nizam kabul temin edebilmiştir. Ornekleştirecek olursak; antik çağlarda Mısır'da eşyalaştırılmış olan Israioğulla-rında, Firavun a - her gün kendilerinden birilerini Ölüme götürdü­ğü hâlde-, hiç bir isyan endişesi kalmadığım, onların Firavun ta-rafindan kullaştırıldıklarmı, köleleştirildiklerini, Hz. Musa biz­zat Firavun'a şöyle haykırıyordu:

"Bana minnet edip (başıma kaktığın) o nimet, îsrailoğulları-nı köleleştirdiğinden ileri geliyor"[3]

Yâni Firavun'un, hak-hukuk tanımayan pervasızlığı, köle hâline getirdiği milletinden hiç bir isyan endişesi duymamasın­dan ileri geliyordu.

Firavun kavmi, o derecede köleleştirildi, şahsiyeti elinden alındı ve nihayet her türlü düşünce ve muhakeme gücünden yok­sun bırakıldı ki, Firavunun tanrılaşma olgusuna hiç bir reaksiyon göstermiyorlar ve kendisini tanrı pozisyonuna koyan Firavun^ kendileriyle alay edercesine, kavmine; hem de en ileri gelenlerine, yâni maiyetindeki devlet adamlarına, rejiminin eğitimini üstlen­miş kurum ve kuruluşlara, bu kuruluşların başında bulunup, Firavunun tanrılığının tartışılmazlığım, onu koruma ve yaşatma kanunlarını silâh edinerek propaganda edenler, ve nihayet bu soysuz rejimin çarklarını çeviren para babaları kapitalistlere, Firavunculuğun sözcülüğünü yapan basın temsilcilerine, devletinin terörünü temsil edip, insanları hayvanlar gibi kesen ordu ko­mutanlarına, Firavun dininin kuklaları olup, âyinler, merasimler düzenleyip, zaten, uyumakta olan milleti daha da uyutmaya çalı­şan din adamlarına -ki Firavun rejimim dinen meşrulaştıranlar bunlardı- şöyle bağırıyordu:

"...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir tanrınız oldu­ğunu bilmiyorum (yâni kabul etmiyorum![4]

Firavun'un tek gayesi, rejimini sürdürebilmek, bu rejim için tehlikeli olabilecek her hareketi sindirmekti, işte klasik dönemin en karekteristik sömürgeci tipini oluşturan Firavun'un sistemi buydu. Böylesi bir rejime karşı da, şahsiyetsizleştirilmiş, eşyalaş-tıılmış, basiretleri alınmış bir milletin de isyan ederek, bu iğrenç zulme son vermesi, düşünülemez bir harekettir.

Onun içindir ki, böylesi cahili sömürülere karşı çıkabilen ve de onu yıkabilen, ancak Allah'ın temsilcisi Peygamberler olabil­mişlerdir. Bundan dolayıdır ki, Israiloğullarını Mısır'dan çıkaran Hz. Musa, Önce onlara kaybetmiş oldukları şahsiyetlerini kazan­dırmak istedi.

Çünkü sömürülmek istenen insana yapılacak ilk şey, onu inanandan saptırmak, yâni onun için değer yargısı olabilecek her şeyden onu mahrum etmektir ki, bunun meyvesi şahsiyetsizlik, kölelik, ruhsuzluktur, işte Firavun da böyle yapmıştı;

"Firavun, kavmini saptırdı(ğı gibi onları) doğru yola(da) ile­temedi. "[5]

işte klasik ve modern cahili rejimlerinde , biz insanlar böyle sömürüldük. Antik sömürü dönemlerine ait verdiğimiz bu bilgiler sağlıklı bir biçimde değerlendirilecek olursa, çok açık bir şekilde şu gerçek farkedilecek ki, bizleri sömürmekte olan çağdaş sömür­ge odaklarının, Firavundan, yöntem ayrılığından başka hiç bir farkları yoktur.

Bu cahili ve sömürgeci iktidarların en çok uyguladıkları ve maalesef de başarılı oldukları yöntem, idare ettikleri insanları gruplara ayırarak onların devletle değil, birbirleriyle uğraşmala­rını sağlamaktır. Çünkü gruplara ayrılıp bölünmüş insanları silâh zoruyla sömürmek daha kolaydır, insanlar birlik olsalar, ik­tidarı gaspetmiş olan, üstelik diğer insanlara karşı fizikî hiçbir üstünlüğü olmayan iktidar sahipleri, onları ezemiyeceği gibi, sömüremez de! İşte sömürü ağalan gibi, Firavun da bunu çok iyi bildiğinden, ona göre tedbirini alıyor, ve bu bölünmüşlükten aza­mi surette istifâde ediyor. Kur'an-ı Kerim, Firavun'un bu taktiği­ni şöyle ifâde ediyor:

"Firavun yeryüzünde(Mısır'da) iktidarı eline geçirerek yük­seldi, ve ora halkını fırkalara ayırarak, bir zümreyi ezmeye; onla­rın kızlarını sağ bırakıp oğullarını kesmeye koyuldu. -Çünkü o müfsidlerden(anarşistlerden)di."[6]

işte Allah, insanların bu denli cahili devlet terörünün uygula­narak insanların ezilmesini istemediğinden, ezilenleri kurtar­mak için Peygamberlerim görevlendiriyordu. Artık Peygamber gelmeyeceğine göre, bu görevi inananlar, yâni Peygamberlerin izinde gidenler yükleneceklerdir.

Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi, milletin arasına bölücü-lük(grupçuluk) sokanlar, rejimlerini ayakta tutabilmek için her türlü çareye başvuran, bu uğurda yüzbinlerce insanı katletmek­ten çekinmeyen Firavun ve onun gibi, bir takım bahanelerle halkı ezen, onu sömüren rejimler, ve çıkarları açısından bu rejimlerin ne pahasına olursa olsun, ayakta durabilmesi için gerekirse mil­yonlarca insamn kesilmesine aldırmayan rejim muhafiz ve mü­dafileri olan, küçük ve büyük diktatörlerdir.

işte cahiiiye ve onun rejimleri böyledirler. Şimdi de, Hz. Mu-hammed(s.a.s)'in Peygamber olarak görevlendirildiği, milâdi 7. yüzyılı ele almak istiyoruz.

Uzak Doğuda, değişik hanedanlarla insanları ezmekte olan Çin imparatorluğu bir yana bırakılacak olursa, emperyalizmin Batı'daki, yâni Asya, Avrupa ve Afrika'daki temsilcileri, Bizans Rum imparatorluğu ile îran Sasani imparatorluğu idi.

Milâdi 7. yüzyılın bu iki süper devleti, menfaatleri uğruna za­man zaman çatışmakta, hatta savaşmaktaydılar.

Iran ve Bizans imparatorluklarının tebaalarını oluşturan milletler, tıpkı Firavun döneminde olduğu gibi sindirilmiş, uydu-laştırılmış ve kendilerini krallarının, yâ da şahlarının uğruna her an ölüme atabilecek şekilde eğitilmiş, yâni köleleştirilmişlerdi.

Dünya borsası bu iki süper devletin elinde bulunduğundan, sadece Iran ve Bizans paraları geçerliydi ticaret pazarlarında...

Uydu devletlerin hemen hepisi, bu iki efendi devletin kur ayarla­malarına tabiydiler. Bugünün dolar hegemonyasını, o gün için Iran ve Bizans dinarı elinde bulunduruyorlardı.

Bu küçük ve uydu devletlerden bir tanesi de Mekke şehir dev­letiydi; ve o da Iran ve Bizans paralarını kullanıyordu ticaretinde.

Dünya platformunda hiç bir siyasi etkinliği bulunmayan Mekke şehir devletinde, öyle bir insan ortaya çıktı ki, getirdiği me­sajla, sadece içinde bulunduğu devleti değil, dünyayı sömürmek­te olan iki süper devletin de   sulta'larma "dur!" diyebildi.

Peki bu nasıl oldu? Dünya süperlerine; meselâ günümüz Amerika ya da Batı ittifakına kafa tutmak kolay bir şey mi? Ame­rika ve Batı'nın,7. yüzyıl temsilcileri olan İran ve Bizans'ı dize ge­tirmenin tılsımı ve silâhı neydi o Peygamberin?...O nereden baş­ladı, nasıl bir yöntem uyguladı davasının mücâdelesinde? Nasıl bir devlet kurdu ki onun devletinin temel vasfi Asr-ı Saadet, yani saadet çağı oldu?

İşte dünya tarihçilerinin akıllarına durgunluk veren soru bu­dur.

Büyük insanların, büyük güçleri olmak lâzım; bütün çağla­rın en büyük insanı olan bu insanın, yâni Hz. Muhammed(s.a.s)'in gücü neydi?

-Tevhidi...

Evet, Hz. Muhammed(s.a.s)'in, Iran ve Bizans emperyalizm­lerine son veren silâhı, onun Cebrail vasıtasiyle getirmiş olduğu tevhid inancı, yâni kulluğun yemden tanzimiydi.

Ona Allah tarafından vahyedilmiş olan kanun, çarpıtılmış olan 'abd(kul) ve ibâdet(kulluk) kavramlarının yeniden asıl mânâlarına kavuşturulmasını; kulluğun bu asi'a göre yerine geti­rilmesini, abd ile ma'bud, yâni kul ile,kendisine kulluk edilecek olanın açıkça belirlenmesini ve bu yeni esasa göre kulluğun yeni­den tanzimini hedefliyordu.

Ne var ki insanlar arasındaki kulluk sistemi o derecede tefes­süh etmişti ki, bunu değiştirmek kolay olmuyordu. Ve bu karışık­lıktandır ki, Mekke devletinde kozmopolit bir şirk dini mevcuttu. Islâmi tebliği zorlaştıran da buydu zaten... Çünkü genelde Mekke toplumunda Allah'ı inkâr eden hemen hemen yok gibiydi. Her kes Allah'a inanıyor, O'nun adına kurbanlar kesiyor, Evi Kabe etra-finda tavaf ederek ibâdet ediyor, O'nun adına yemin ediyordu.

Peki Allah'ı bu derecede bilen Mekke toplumuna Hz. Muham-med(s.a.s) neyi teklif ediyordu? Onlara nasıl bir kulluk teklif etti ki, ona karşı çıktılar? îşte üzerinde durulması gereken husus bu­dur.

Hz. ibrahim'in , oğlu ismail'le Kabe'yi yeniden inşa edip Mek­ke'de islâm'ı yerleştirmelerinden sonra zaman içinde bu saf dine, yabancı unsurlar, değişik düşünce ve inanç sistemleri sokulmuş; din, Hz. ibrahim'in dini olmaktan çıkarılmış, içinde yanlış bir Al­lah inancıyla beraber komplike bir putatapıahk oluşmuştur, işte buna şirk dini diyoruz.

Hz. Muhammed(s.a.s)!in tevhid silâhı bütün sömürücü güçle­ri hedef aldığı içindir ki, onun en azılı düşmanları, o gün olduğu gi­bi, bugün de, müstekbirlerdir, kapitalistlerdir, dünyayı ve insan­ları sömürme çarklarını ellerinde bulunduranlardır. Çünkü onun kanununun tavizsiz olarak uygulandığı yerlerde, menfaat grup­ları zemin bulamıyor; birilerini soyma, ezme, işkence yaparak sin­dirme eylemlerini sürdüremiyorlardı.

Hz.Muhammed (s,a.s)'in mücadelesine karşı çıkanlar nasıl müstekbirler, kapitalistler, menfaat grupları, devlet adamları idiyse; bunun tam aksine olarak da onun davasını destekleyenler, ona gönül verenler de mustad'aflar, yâni ezilen insanlardı. Ö'zel-likle hürriyetleri ellerinden alınmış olan köleler ile fakir tabaka, kurtuluşlarım, bu Nebevi mesajda görüyorlardı.

Mesela Bilâl bunlardan bir örnektir.Ona işkencenin her tür­lüsü yapıldığı halde, o yine sabrediyordu.

Bilâl'i bu kadar çetin işkenceye mukavemet etmeye götüren güç, müslüman olmakla elde etmiş olduğu şahsiyetti.

Müslüman olmadan önceki Bilâl, köle pazarlarında istenildi­ği gibi kullanılan, alman-satılan meta1 durumunda bir insandı. O, insan oluşunun farkında bile değildi.Ruhuna kadar işlemiş olan kölelik, ona Öyle oluşunu tabiî gösteriyordu. Bilâl adeta kölelik için yaratıldığını, onun görevinin sadece efendilere hizmet etmek olduğunu zannediyordu. Hayvanlar gibi dövülmesine, hakaret edilmesine, en iğrenç işlere koşulmasına rağmen;o bunu tabiî görüyor, itaat ediyordu. İtiraz etme, yâ da isyan etme gibi insana özgü hasletleri, yitirmişti diğer köleler gibi.Bunu düşünemezdi bile! Efendilere isyan ne demek?

işte böyle bir durumda olan Bilâl, islâm'la tanışınca, şahsiyelini buldu. Kendisinin de diğer insanlar gibi insan olduğunu öğrendi. Elde ettiği bu şahsiyet gücüyle, isyan etmeyi, haksızlık­lara karşı -pasif de olsa- direnmesini kavradı. O zamana kadar onun için Efendiler olanların da kendisi gibi birer insan oldukla­rını farketti. Efendi konumunda olan bu insan s örn ülkücülerinin, birer canavar olduklarını; esas köle yapılmaları gerekenlerin, in-, sanların kanlarına giren bu caniler olduğunu idrak etti de, onlara isyan ederek lâ (hayır) diyebildi.

işte islâm mesajı, böylesi bir şahsiyet kazandırıyordu insan­lara ki, insanların kurtuluşları, sadece ve sadece şahsiyet sahibi olmalarıyla mümkündür. Şahsiyeti olmayan bir insan için kurtu­luştan sözedilemediği gibi, bu insan ölünceye dek köle kalmaya da mahkumdur! isterse "hür'ler statüsünde yaşasın!

Bu yüce ülkü de ancak tevhid'le elde edilir!

Tevhid, Allah dışındaki bütün güçleri tanımama, boyun eğmeme, onlara karşı çıkarak inkâr etme eylemi olduğundan, iktidarları elinde tutan sömürücü ve işgalci güçler, menfaatleri açısından tabiî olan sömürü kanunlarına ters düşen bu devrimci harekete; sömürünün âleti olmaktan Öteye gidemiyen resmî din vasıtasiyle karşı çıkıyor, savaşıyorlardı.

Mekke'nin ileri gelen kapitalistlerinden olan Ebu Cehü'in zo­runa gidiyordu kendi kanununun köleleştirdiği insanların, bir başka kanunla kölelikten çıkarılmaları, bu kölelerin -vatandaş statüsü bakımından da olsa- kendi seviyelerine çıkarılmaları, hatta kendilerinkine zıt olarak gelişme gösteren bu korsan kanu­na göre de onlardan üstün tutulmaları. Mekke'deki hakim güçler hazmedemiyorlardı bu gelişmeleri.

Gördüğümüz gibi, islâm'ın tevhid akidesi, yâni inancı, inkârla başlıyor işe... Allah dışında, iktidar sahibi olup ilâhî ahkâma ters düşen bütün yönetimlere lâ (hayır) deyip, onları inkâr etmek, kabul etmemektir tevhid. Onun içindir ki bir insan bazı şeyleri inkâr etmesini bilmiyor; bütün zulüm ve istibdadlara rağmen, müteğallibe (zorba) sınıfa, ya da sınıflara "dur!" deme cesaretini gösteremiyor, şahsiyetini ortaya koyamıyorsa, artık o insanın, insanlık davasına girişmesi hem beyhude, hem de muhaldir.

Sadece şahsiyet sahibi olan insanlar zulüm ve istibdâdlardan rahatsız olduklarmdandır ki, zulüm çeken insanları hürriyetlerine kavuşturmak için hayatlarını ortaya koyarlar!.,.

işte Hz. Muhammed(s.a.s) İslâm'ın bu kanunu ile insanlara şahsiyetlerini kazandırmak istiyordu ki, tevhid, ve onun mücade­lesi budur. O büyük dava adamı insanlara lâ(hayır) demelerim öğretiyordu ki, bunu öğrendikten sonra illâ(sadece) diyebilsinler. Çükü müstesnayı çıkarabilmek için, önce kabul edilmeyenlerin sıralanmaları gerekir. Onun için, rahmetli Pakistanlı şair Muhammed ikbâl şöyle sesleniyordu dünyada ezilen, sömürülen insanlara:

Ezilmekte olan şu insanlar la kılıcını kuşansınlar da,

İllanın, emperyalizm putlarını nasıl devireceklerini size gös­tereyim!

Tevhid'in bu lâ kıyamı kime karşıydı?

ö lâ, sömürü rejimlerini birer din hâline getirmiş ve bu sömü­rü rejimlerinin kurucularını, önderlerini, liderlerini putlaştırmış, yâni ilâhlaştırmış menfaat gruplarına, ve de grupların devletleştirdikleri hegemonyalarına karşıydı...

Tevhid, lâCyeter artık seni tanımıyor, sana isyan ediyo­rum) diyordu kapitalist ilâhlarına, sömürü rejimlerine! Neden?

Çünkü sömürü odakları, kendi liderlerini dinî kisvelere bürümüş, onları halkın gözünde -uyduruk eğitimlerle- putlaştır­mış, yâni ilâhlaştırmışlardı. işte tevhid'in gelebilmesi için bu ilâhlara karşı çıkarak lâ ilahe! (ilâhlaşmış bütün rejimlere ha­yır) emrinin hakim olması lâzımdır ki, kendilerini ilâhlaştırmış olan bu kralların, imparatorların, başkanların, önderlerin ve dev­letlerinin sömürü çarkları kırılsın!...

işte Hz. Muhammed(s.a.s) bunu öğretti insanlara.

La ilahe deyip, sömürü ilâhlarına karşı çıkan bu insanlar tabiîdir ki arkasından illallah (sadece Allah'ın kanunlarım tanı­yoruz) demeye başladılar.

Kısaca, lâ demesini bilmeyenler illâ diyemezler! Hz. Muhammed(s.a.s) şöyle müjdeliyordu ezilen insanlara: Lâ ilahe illallah deyin, Bizans'ın ve iran'ın sarayları yıkıla­cak! Sizlerin ezilerek ellerinizden alınan hakrınızla zulüm ka­nunlarına göre yapılmış bu sömürü merkezleri birer birer çöke­cek, yerle bir edilecek. Yeter ki siz şahsiyetinizi bulun ve sizi ezen­lere lâ deyin!

O halde sömürü güçlerinin inkırazları, yâni düşüşleri, kendi­lerine lâ denmesiyle mümkündür ki, Hz. Muhammed(s.a.s) bunu Öğretiyordu insanlara.

Ilâhlaştınlmış insanların ilkeleri yıkılmadıkça, ezilmekte olanlar kurtulamazlar! Çünkü bu ilkeler, değiştirilmeleri bile teklif edilemeyen kanunlar, dinî nass'lar haline getirilmişler-dir.Kanunlar insanlar için değil, insanlar kanunlar için var duru­muna getirilmişlerdir, işte böylesi rejimlerin değişmesi gerekir ki, ezilen insanın başı havaya kalkabilsin! Aksi takdirde insanlar, kendi aralarından çıkmış olan bazı imtiyazlılar tarafından sürek­li sömürüleçeklerdir. Çünkü ezilmekte olanlar, kendilerini ez­mekte olanları ilâh olarak görmektedirler.Gerçek kulluk sistemi­nin terkedilerek, insanların ilâh edinilme hadisesini Kuran şöyle anlatıyor:

"Furkân'ı(Kur'an'ı), alemlerin (ilâhî azâb ile) bir korkutucu­su olsun diye, kuluna indiren (Allah'ın şanı) ne yücedir! (O Allah) ki göklerin ve yerin iktidar ve tasarrufu Onundur. Hiç bir evlât edinmemiştir O. Mülkünde Onun bir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratıp ona bir nizâm vermiş, onun mukadderatını tayin etmiştir. (Kâfirler) Onu bırakıp da bir takım ilâhlar edindiler ki bunlar hiç bir şey yaratamazlar. (Bilâkis) kendileri yaratılıp durmaktadır­lar. Onlar nefisleri için bile ne bir zararfı gidermeye), ne de bir fâide(yi celbe) muktedir olamazlar. Öldürmeye, diriltmeye. Ölenle­ri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya ise hiç güçleri yetmez" [7]

Bir başka ayette de bu konuda şöyle denilmektedir:

"Onlar, kendilerine yardımcı olsunlar için, Allah'ı bırakıp

başkalarını ilâh edindiler. (Halbuki) bunlar onlara asla yardım edemezler. Bunlar, onlar için hazırlanmış bir avânedir,sürüdür"[8]

işte insanları bu konularda aydınlatmaya çalışan Hz. Mu­hammed (s.a.s)'in îslâmî tebliğine, Mekke devleti en sert bir şekil­de tepki gösterdi. Rejimlerini ilâhlaştırmış olan bütün devletlerin yaptıkları gibi, Mekke Devleti de, bu yeni inanç sistemini benim­seyen insanlara, yâni müslümanlara en korkunç işkenceleri uy­guladı. Ama fayda vermedi. Neden? Çünkü insan dediğimiz bu ya­ratık, insanlığına sahip olduğu müddetçe Allah parafından Öyle bir güçle donatılır ki, inana uğruna önünde hiç bir engel tanımaz, davasına sahiplenir; velevki bu 'davaya sahiplenme' onun hayatı­na mal olsun!

Mekke Devleti, aczin bir ifâdesinden başka bir şey olmayan, ekonomik ambargolardan, fiili tecavüzlere kadar işkencenin her türlüsünü uygulamasına rağmen, Peygamberlerin davasına inanmış olan bu insanlar, yâni müslümanlar, mücadelelerinden hiç bir taviz vermediler; sabırla, sebatla bu mücadeleyi devam et­tirdiler.

Ne varki davalar -şekli ne olursa olsun- fedakârlık ister; dava uğruna başa gelecek musibetlere karşı sabır ister, yılmama ister!

Tevhid mücadelesinin Mekke dönemi tam on üç sene sürdü. Bu çetin seneler içerisinde, Hz. Peygamber(s.a.s) ilerki tarihlerde dünya emperyalizmine son verecek, insanları ezilmişlikten kur­taracak, onlara gerçek insanlığı Öğretecek olan proto-tip insanı yetiştirdi. Mahmud Şit Hattab'ın deyimiyle," Mekke dönemi, müslüman insanının inşa dönemiydi". Ne varki Mekke Devleti, tehlikenin farkına varmış, Mekke topraklarında yeşeren bu akı­mın kendi rejimlerinin, sömürü düzenlerinin yıkımını hazırla­makta olduğunu görür duruma gelmişti. Bunun içindir ki, tek çareyi kendi kanunlarına göre illegal olan bu hareketin liderini, yâni Hz.Peygamber (s.a.s)'i öldürmekte buldular. Bu kararlarım gerçekleştirmek için de Devletin resmi katillerini en ince ayrıntı­larına varıncaya dek eğiterek,suikastlerini hazırladılar. Bu sui­kastı meşrulaştırmak için de gerekçe hazırdı: Devletin güvenliği tehlikede!

Kendisine ilâhî vahiyle bildirilen bu suikast gerçekleşmeden de, Hz. Peygamber(s.a.s) Medine'ye hicret etti; yâni mücadelesini sürdürmek için kamp değiştirdi.

Ezilmemek için siyasi etkinlik şarttır!

Mekke'den, siyasal bakımdan tamamen farklı olan Medi­ne'de bir devlet, yâni Mekke1 dekine benzer organize bir idare sis­temi yoktu. Evs ve Hazrec adındaki iki büyük Arap kabilesi, âdeta şehrin hakimleri durumundaydılar. Nüfusun yarısına yakın bir oram teşkil eden Yahudiler ise bu iki Arap kabilesinin bağımlıları (Mevâli) durumundaydılar. Benu Kaynuka, Benu Nadir ve Benu Kurayza adlarındaki bu üç büyük Yahudi kabilesinin hiç bir siyasi etkinlikleri olmadığı gibi,bir kaç aileyi geçmeyen Hıristiyanların da fazlaca bir fonksiyonu yoktu.

Hz. Peygamber(s.a.s) bütün grupları bir araya getirerek, ve de onların Hakimi ve Devlet Başkanları olarak bir nurnune-i imti­sal devlet kurdu ki, bu devleti herkese saadet verdiğinden, onun adı Asr-ı Saadet oldu.

tşte Beyan Yayınlarını, büyük bir özveri ve sabırla, ve de ko­nunun uzmanlarını bularak, onların katkılarıyla Bütün Yönle­riyle Asr-ı Saadet'te İslâm kitabının yayınım gerçekleştirebil­mesinden dolayı kendilerini tebrik ediyorum.

Kitap, gerçekten bir çok yönleriyle Asr-ı saadeti bizlere tanı­tan, ansiklopedi-kitap türünden olduğundan, yani konular çeşitli ve de ayrıntılı ele alındıklarından, sahasında ilklerdendir diyebi­liriz.

Allah bizleri de, Asr-ı Sadeti öğrenip o Yüce Peygamber'in izinde O'na doğru gidenlerden eylesin!

"Ey imân edenler, sadece Allah'a itaat edin, Peygambere ita­at edin ve sizden olan(müslümanlığı müsellem olan) âmirlere ita­at ediniz! Allah'a ve Ahir et gününe imân ediyorsanız, bir konuda anlaşmazlığa düştünüz mü, onu Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz(meselenin çözümünde Kuranı ve Peygamber'in pratiğini kaynak alınız); hem hayırlı, hem de netice itibariyle en güzel olanı da budur"[9]

Ayet-i kerimede geçen itaat silsilesi, müslüman insanı­nın siyaset kanunudur. Ve ilâhi olan bu kanun, değiştirilemez bir kanundur; velev ki bazıları çıkıp onu meriyyetten kaldırsalar da! işte Asr-ı Saadet'i böyle algılayalım, böyle okuyalım ve böyle tatbik edelim!

Prof.Dr.lhsan Süreya SIRMA [10]




--------------------------------------------------------------------------------

[1] Doç.Dr.Celal Yeniçeri'nin "Asr-ı Saadet'te Devlet Bütçesi", Doç.Dr. Ahmet Onkal'ın "Asr-ı Saadet'te Davet Metodu"bunlara örnek olarak belirtilebilir.

[2] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/69-70.

[3] Kur'an-ı Kerim, Şu'ara sûresi,22.

[4] Kur'an-ı Kerim, Kasas sûresi, 38..

[5] Kur'an-ı Kerim, Taha sûresi, 79.

[6] Kur'an-ı Kerim, Kasas sûresi, 4..

[7] Kur'an-ı Kerim, Furkan sûresi,1-3.

[8] Kur'an-ı Kerim, Yasin sûresi, 74-75.

[9] Kur'an-ı Kerim, Nisa suresi,59.

[10] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/71-90.