- Sünnî-Şîî ittifakına doğru

Adsense kodları


Sünnî-Şîî ittifakına doğru

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Sat 9 October 2010, 09:40 am GMT +0200
SÜNNÎ-ŞÎÎ İTTİFAKINA DOĞRU


Ebu'l-Berekât es-Süveydî

 

Sunuş:
 

Bu yazı, es-Süveydî diye tanınan Ebu'l-Berekât Abdullah Efendi b. Huseyn el-Bağdâdî'ye ait bir risalenin tercümesidir. Süveydî, Os­manlılar devrinin Irak âlimlerinden olup aklî ve naklî ilimleri tahsil ve tedris etmiş, hadis, edebiyat, dil ve tarih konularında eserler ver­miştir. Hicrî 1174, milâdî 1761 yılında Bağdad'da  vefat etmiştir.

Tercümesini sunduğumuz risale,  müellifin,  «en-Nefhatu'1-miskiyye fî'r-nhleti'1-Mekkiyye» adlı  seyahatnamesinden alınmış ve ayrı basıl­mış bir parçadır   Risalenin adı «el-Huce-cu'l^kat'ıyye li't-tifâkı'1-fîrakı'l-îslâmiyyedır.

Risale, bizim ricamız üzerine, Mustafa Çağrıcı tarafından tercüme edilmiş ve NESİL Aylık Fikir Dergisinde yayınlanmıştır (Yıl, 1979, sa­yı, 10, s. 33-48), Tercüme için asıl kabul edilen metin Mısır, Matbaatu's-saâde, 1323 (1-29 sayfa) baskısıdır. Risalenin başka baskıları da var­dır. «Mu'temeru'n-Necef» kitabında da hulâsa olarak yer almıştır (Tab'u's-selef). Yazıdaki başlıklar ve dipnotları mütercim tarafından ilâve ediîmşitir. [1]

 

Rahman Ve Rahim   Allah'ın Adıyla
 

Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a... Salât ve selam, Allah Elçisi, resuller ve nebiler hâtemi, efendimiz Muhammed'e ve onun aziz ve temiz âl u ashabına...

Allah Tealâ, yüce dine hizmet etmek, bid'at ve fesat ehlini he­zimete uğratmak imkânını bana bahşedince, beni bu meramıma ulaş­tırdığı, İslâm camisaının ıslahına muvaffak kıldığı, Hakkı benim elim­le İcra ettiği, bâtılın ateşini benim mubahasemle söndürdüğü için; Sahabeye söven, onları küfürle itham eden, fazilet ve hilafetin (diğerlerinden önce) Alî b. Ebi Tâlib'e ait olduğunu iddia eden, müt'a nikâhını ve (çıplak) ayak üzerine mesh yapılmasını caiz gören ve bunlara benzer, herkesin bilip duyduğu bir takım bid'atlar, çirkin ve sapık düşünceler taşıyan Şia'yı, bütün bunlardan vazgeçirme başa­rısını bana lütfettiği için Allah'a bir şükür ifadesi olarak Beytullah'ı ziyarete karar verdim.Hadisenin  mahiyeti  kısaca  şöyle : [2]

 

Osmanlı-İran Münasebetleri Ve Nadir Şah:
 

Şah Hüseyin'in, Afganlılar tarafından öldürülmesiyle, Acem ül­kesi parçalandı; Afganlılar, (1135/1723'de) ülkenin başkenti İsfahan'ı, Osmanlılar (Allah güçlerini artırsın) da diğer frazı beldeleri ele ge­çirmişlerdi.[3] Şah Hüseyin'in oğlu Tahmasb, intikam almak ve zil­letten kurtulmak üzere harekete geçti. Etrafında yığınla halk toplan­dı. Onun tarafına geçenler arasında, kendisinden bahsedeceğimiz Nadir Şah da vardı.

Ne var ki Tahmasb, şaraba düşkün olduğu için halkın sıkıntıları­nı pek düşünmez, umursamazdı. İşte bu yüzden Na'dir, Tahmasba yaklaşmaya çalıştı. Sonunda Tahmasb'ın güvenilir adamı oldu ve Tah­masb, devletin bütün işlerini ona bıraktı[4].

İşte bu Nadir denen zat, kaybedilmiş toprakları kurtarmaya ko­yuldu. Afganistan'dan İsfahan'ı aldı ve onları darma-dağın etti. Ken­disine «Tahmasb Kulu» lakabı verildi ki, «Tahmasb'ın kölesi» demek­tir. Bu lakap, asıl adı unutulacak kadar şöhret buldu.

Tahmasb kulu (Nadir Şah) Osmanlıların zaptettikleri toprakları kurtarma faaliyetine girişti. Büyük bir ordu ile Bağdad'ı kuşatmak üzere  harekete geçti. O sırada Bağdad    valisi,  kendisi  de  babası

merhum Hasan Paşa gibi vezir olan. Osmanlı Devletinin kuvvet tim­sali, büyük vezir Ahmed Paşa idi, Ahmed Paşa, bu harici düşmanla savaşa memur edilmemiş, sadece kalenin dahili nizamını temin için görevlendirilmişti. Birinin serpuşu sur dışına düşse, onu almak için dahi dışarı çıkılmazdı.

Ahmed Paşanın maiyyetinde güvenlik için üç vezir daha bulunu­yordu : Kara Mustafa Paşa, Sarı Mustafa Paşa ve Hamaloğlu Ahmed Paşa.

Tahmasb kulu denen azgın, sekiz ay boyunca Bağdad'ı muhasa­ra altında tuttu. İçeride erzak tükendi; atları, eşekleri, hatta kedi ve köpekleri yemek zorunda kaldılar. Tam bu sırada Allah bu adamı Bağ-dad'dan uzaklaştırdı ve şehri ondan kurtardı (1146/1733). Şöyle ki: Osmanlılar, Nadir Şah'a karşı bir ordu teçhiz ettiler. Ordu kuman­danı Vezir Topal Osman Paşa idi. Kumandan Bağdad'a doğru hareke­te geçti. Nadir Şah'ın maiyyetindeki Acem ordusunu yenip hezime­te uğrattı. Ne var ki, şiddetli bir çarpışmadan, hezimet ve yenilgiden sonra Tahmasb Kulu, İkinci defa Bağdad'ı kuşattı. Vali, yine Vezir Ahmed Paşa idi ve Allah yine Bağdad'ı ondan korudu.

Bundan sonra Tahmasb Kulu (Nadir Şah) Rum (Anadolu) tarafı­na, Erzen-i Rum (Erzurum)a yöneldi ise de, başarı sağlayamadı. Mogan sahrasına vardığında, kendisinin hazırladığı bir planla Acemler, sal­tanat hususunda ona bey'at ettiler. Bey'at tarihî (ebced hesabiyle) «el-Hayru fi mâ vakaa (hayırlısı vaki olandır)» ibaresinin düştüğü 1137[5] dir. Ancak, bey'atten memnun olmayanlar, bu ifadeyi de­ğiştirmişler ve «Lâ hayra fi mâ vakaa (bu hadisede hayır yoktur.)» demişlerdir ki, bu ifade de ayni tarihi gösterir.

Bu bey'atten sonra Nadir Şah Hind tarafına yöneldi. Bir Hind eya­leti olan Abad-Kürsi'ye ulaşıncaya kadar Hind topraklarında ilerleme­yi sürdürdü. Uzun süren bir kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Şeh­rin sultanı Şah Muhammed'le bir anlaşma yaparak, Hindistandan he­sabi kitabı yapılamayacak kadar mal aldı. Ayrıca, Muhammed Şah'a, her yıl hazinesine belli sayı ve cinslerde mal göndermesini kabul et­tirdi.

Hindistan'dan Türkistan'a geçerek Belh ve Buhara şehirlerini isti­la etti. Velhasıl, Afganistan ve Türkistan'la beraber İranın tamamı onun hakimiyetine girdi. Acemler, şah Muhammed'e varıncaya kadar Hindlilerin de onun saltanatını kabul ettiklerini, Şah Muhammed'in, onun vekili olduğunu ve işte bu yüzden Tahmasb kulu (Nadir Şah) nun, kendisine «şehinşah» unvanını taktığını, sadece bu isimle anıl­masını istediğini ve bunun dışında bir adla kendisini ananları ceza­landırdığını  söylerler.

Nadir Şah, Hindistan'dan sonra, Lezgileri itaat altına almak kas-dıyle Dağıstan yönünde harekete geçti. Dört yılını bu topraklarda ge­çirdi İse de bu seferde, ne bir maddi fayda ve ne de bir tek Le'zgi'nln dahi itaatini sağlayamadı.

Bu müddet zarfında Osmanlı Devletine sefirler ve elçiler gönder­mekten de geri durmadı : Kâh Ruha (Urfa)dan Abâdan'a kadar olan bölgeyi istiyor; Timur'un zapdetmiş olduğu bu toprakların, miras yo­luyla kendi mülkü olduğunu, dolayısiyle kendisinin bu toprakların va­risi olduğunu savunuyor; Osmanfılann, Şîîlerîn bağlı bulundukları mezhebin hak olduğunu, çünki bunun, Cafer-i ^adık'ın mezhebi oldu­ğunu ve İslâmî mezheplerin beş olduğunu tasdik etmelerini; bu mez­hep için de Ka'be'de bir rükün olmasını; Zübeyde yoluyla kendisinin hacca gitmesini ve bu yoldaki konaklama yerlerini ve kuyuları ıslah etmesini; kendisinin hac emiri olmasını; şayet kendisi Irak yoluyla hacca giderse, o zaman da kendi adına birinin, (delil olarak) hacıla-n götürüp getirmesini istiyor; bazen de bu isteklerinin bir kısmın­dan vaz geçerek bir kısmında direniyordu.

Nedir Sah yer yüzünde fesat için çalışır dururdu. O kadar ki. Irak topraklarının büyük bir bölümünü harabeye çevirdi. 1156 yılına kadar buralarda çöküntü hüküm sürdü. Ardı arkası kesilmez süvari­ler, çekirge sürüsü gibi askerlerle Arap Irak'ına doğru yürüdü. Or-dusung bu topraklara yaydı. Bağciad'ın kuşatılması için 70.000 asker ayırdı. Basra'yı kuşatmak üzere de 90.000 kadar asker gönderdi. Al­tı ay süresince bizi muhasara altında tuttu. Ancak Basra halkı, topT tüfek ve bombalarla onlara karşı koydular. Bağdad'a. gelince, Nadir Şah'ın ordusu, EJağeJad kalesine bir fersah mesafede durdu ki bu, yalnızca pağdad valisi büyük vezir Ahmed Paşa'nın bir planıyle ol­du (1146/1734), Allah Teala başarısını devamlı kılsın! Nadir Şah ve askerlerinden hayatta kalanlar Şehrizûr'a yöneldiler. Buradakiler onun hakimiyetini kabul ettiler; Kürt ve Arap aşiretleri de ayni şeyi yaptılar.

Daha sonra Nadir Şah Kerkük kalesine giderek burayı sekiz gün muhasara altında tuttu. Bu süre içinde 20.000 top ve bir o kadar da bomba ile kaleyi dövdü. Kaledekiler teslim oldu ve ona boyun eğdiler. Sonra Erbii'e yöneldi; buradakiler de teslim oldular. Maiy-yetinde 20.000 civarında asker olduğu halde Musul üzerine yürüdü. Fakat yedi gün zarfında 40.000 top, ayni sayıda da bomba kullanıl­masına rağmen, Musul'lular, her şeyi Ulu Allah'a havale ederek di­rendiler. Nadir Şah, lağımlar kazdırdı, barut ve mermilerle doldura­rak ateşledi ise de bir netice elde edemedi. Musul'dan bir fayda sağlayamayacağını anlayarak oradan tekrar Bağdad'g yöneldi. Musa b. Cafer (Musa Kâzım) efendimizin kasabasına vardı; Musa'yı ve Muhammed Cevad'ı ziyaret etti. Kayıkla Dicle'yi geçerek İmam Ebu Hanife'yi de ziyaret etti.

Bu sırada Nadir Şah ile Vezir Ahmed Paşa arasındaki elçi tra­fiği de devam etti. Ta ki Nadir Şah, Şia mezhebinin hak olduğunun ve bunun Cafer-i Sadik'ın mezhebi olduğunun kabul edilmesi şeklin­deki  isteğinden vaz geçinceye kadar...

Bu arada, İmam Ali b. Ebi Talib'in kabrini ziyaret etmek ve al­tından yapılmasını emrettiği kubbeyi görmek üzere Necef'e gitti. [6]

 

Bir Tartışmanın  Hikâyesi :
 

İşte tam bu sırada ben, Şevval ayının 20'sinde (H. 1148) bir pazar günü akşama doğru evimde oturmaktaydım ki Vezir Ahmed Paşanın elçisi geldi. Vezir beni huzuruna çağınyordu. Akşam na­mazından sonra gittim; hükümet dairesine girdim. Yanında hizmet-çileriyle Ahmed Ağa geldi ve bana sordu :

-Niçin  çağırıldığını   biliyor   musun?

- Hayır...

- Pe^a seni Şah Nadir'e göndermek ister!

- Sebep?...

- Paşa, Şîa mezhebi konusunda Acem ulemasıyle tartışacak bir âlim ister. Acemler, mezheplerinin sahih olduğuna dair deliller ileri sürerken, bu mezhebin batıl olduğu hususunda nice deliller getirile (görelim). Eğer mağlup olunursa  «beşinci  mezhep»  iddiasını  kabul etmek gerekir.

Bu sözler kulağıma çarpınca tüylerim diken en oldu; kemik­lerim titredi!

- Ahmet Ağa, dedim, sen de bilirsin  ki  Rafıziler inatçı ve ki­birli   bir  topluluktur;   benim   söyleyeceklerimi   nasıl   kabul   ederler? Hele de güçlü ve   sayıca   çok   oldukları   bir   sırada!...  Şah  de­nen    adam,    zalim ve zorbanın  biri...  Ha!  böyleyken,  mez­hebinin  asılsızlığı   ve  görüşünün    hiçliği    üzerine    delil    koyma­ya ben nasıl cesaret ederim? Onlarla ne    şekilde tartışayım? Bizim hadis kabul ettiklerimizin hepsini inkâr ederler; ne Kütüb-i Sittenin ve ne de diğer hadis  kitaplarının sahih  olduğuna  dair söz  söyle­mezler. Delile medar olan her âyeti te'vil ederler ve: «İhtimale mü­sait olan defil  ile  istidlal  batıldır.» derler ve  bununla  da;   «Delil, tarafların üzerinde birleştikleri şeydir.» demeye getirirler. Buna gö­re, ictihadi konular zan ifade eder. Onlara, mest üzerine meshin ca­iz olduğu, bunun Sünnetle sabit olduğu nasıl isbat edilir?

Onlara, mest üzerine meshe dair hadisi, İmam Ali'nin de da­hil olduğu 70 kadar Sahabinin rivayet ettiğini söylersem, «Bize göre de, (mest üzerine) meshin caiz olmadığı, Ebu Bekir ve Ömer de da-" hil, 100 Sahabinin rivayetiyle sabittir.» derler. «Sizin, meshin caiz olmadığına dair öne sürdüğünüz bu hadisler »uydurmadır; Peygam-ber'e iftiradır.» diyecek olsam, bu defa da «Sizin, meshin caiz oldu­ğuna dair söyledikleriniz de uydurmadır. Bizim cevabımız bu; baka­lım, s!z ne cevap vereceksiniz?» derler. Şu halde böyle, hadislerle onlar nasıl susturulur?

Vezir hazretlerinden, bu mihneti benden almasını ve bir şafiî veya hanefi müftüsü göndermesini dilerim. Zira onlar bu tür hadise­lere alışkındırlar.

—Hayır, dedi Ahmed Ağa. Bu mümkün değil... Paşa hazretleri bu iş için seni seçti. Emre uymaktan başka yapacağın birşey yok. Vezirin isteği hilâfına konuşmayasın!

Nihayet o gecenin sabahında Vezir Ahmed Paşa ile buluştum. Bu konuda benimle uzun uzun müzakerede bulundu ve sonunda :

—Allah Teala'dan, delillerini güçlendirmesini, diline talakat vermesini niyaz ederim. Lakin tartışmayı kabul etmekte ve vazgeç­mekte serbestsin. Ancak bütün bütün tartışma havasına girme; ak­sine bazı konuları sohbet arasında işle ki Acemler senin ilim sa­hibi olduğunu bilsinler. Eğer onları insaflı bulur, gerçekten doğru olanın ortaya çıkmasını istediklerini anlarsan, tartışmanı sürdür. Sa­kın teslim olmayasın! dedi ve devam etti :

—  Şah şimdi Necef'te. Perşembe sabahı onun yanında olmanı istiyorum.

Benim için debdebeli bir elbise, bir binek ve bir de hizmetçi ha­zırlandı; ayrıca vezir, kendi binek hizmetçilerinden birini de yanı­ma kattı. Bizi götürmeye gelen Acemlerle buluştuk. Şevvai'In 27'sİn-de, pazar günü  ikindiye doğru yola çıktık.

Yol boyunca delilleri ve arada itirazlar olacağını düşünerek cevapları tasavvur ediyor, hep düşünüyordum; bütün fikirlerim için deliller hazırlıyor, şüpheleri kaldırıyordum. Öyle kî, 1.000'den fazla delil düşündüm. Her delile karşı Acem âlimlerinin (muhtemel şüp­he ve kanaatlarını göz önünde tutarak) bir, İki, hatta üçer cevap hazırladım. Yolda o kadar bunaldım ki, idrarım tamamen kan haline geldi.

Nihayet Reis b. Mezid Hılle'sine vardık. O zaman bu şehir Acem­lerin elindeydi. Burada Ehl-j Sünnet ve'l-Camaat'tan bîr guruba rast­ladım. Bana, Şah'ın bu mesele İçin ülkenin bütün müftülerini top­ladığını, hepsi de Rafızî olan bu müftülerin sayısının, şimdiden 70'i bulduğunu söylediler. «Lâ havle...» dedim, «İnnâ li'llâh...» okudum. «Tartışma ile görevli olmadığımı söylesem.,.» diye düşündüm, gön­lümün buna razi olmadığını anladım. Onlarla tartış-maya girtşsem Şa­ha, gerçeğin aksini nakledeceklerinden korkuyordum. Bunun içindir ki, sadece Şah'ın huzurunda tartışmayı kabul etmeye, Şah'a tartış­ma sırasında hakem olarak tarafsız bir âlimin bulundurulma­sını söylemeye kesin karar verdim. Bu âlim ne şii ve ne  de sünni olmalıydı; böylece her iki taraf için de iltimas geç­me şaibesi ortadan kalkmış olacaktı. Şu halde bu âlim ya Hıristiyan veya Yahudi olmalıydı. Bu âlime : «Biz senin hakemliğine razı olduk. Şu halde yarınKıyamet gününde seni sorguya çekecek olan Allah için aramızda hakemsin. Sence gerçeğin İyice belli olması için söz­lerimizi İyi dinle.» diyecektim. Sonra bu âlimin, Acemlerin görüşü­ne temayül etmesi halinde, ölümüme mal olsa bile, onunla da çar­pışma ve tartışmayı kafama koydum. Bütün bu düşünceler zihnimden geçti.

Sözünü ettiğim Hılle'den, buluşma zamanı olan çarşamba günü­nün gecesinde yatsı vakti ayrıldık. Gece hava yağmurlu ve insanın, eiini dahi göremiyeceği kadar karanlıktı. Şairin :

«Çisintili bir kış gecesinde... Köpeğin çadır iplerini göremediği bir gece» beytinde  tasvir ettiği  geceden  çok daha ve  çekilmezdi.

İşte böyle bir gecede, Allah'ın salât ve selâmı onun ve bî-zım peygamberimizin üzerine olsun Zülkifl'in şehit edildiği yer olduğu söylenen makama geldik. Burası Htlle i!e Necef arasındaki yolun yansı idi. Binanın dışında konakladık. Biraz dinlendik, sonra yürüdük. Dendan kuyusunun yanında sabah namazını kıldık.

Şahın elçisinin sür'atle yol alması yüzünden mecalimiz kalma­mıştı.

- Acele et, dedi elçi, Şah şu anda seni bekliyor. Şahın karar­gâhına iki fersah yolumuz kalmıştı. Elçiye sordum:

- Şahın âdeti nedir? Herhangi bir melikten kendisine elçi- gön­derildiğinde, böyle benim gibi gelir gelmez mi kabul eder, yoksa eİ-çi bir müddet dinlendikten sonra mı?..

-  Senden başka hiç bir kimseyi böyle kabul etmedi, dedi.

Yüreğim yerinden oynadı. Kendi kendime : «Şah'ın seni böyle alelacele kabul etmesinin sebebi, İmamiyye mezhebini kabul ve tas? dik ettirmekten başka bir şey değildir. Önce sana mal teklifinde bu­lunacak. Kabul edersen ne âlâ... Aksi halde 'sana baskı yapacak-Şimdi ne yapmalısın?.. Hayatım pahasına bile olsa, gerçeğin dışın­da bir şey söylememek üzere yola çıktım. Hiç bir lütuf aklımı çe-leıneyecek, hiç bir baskı beni  acze düşüremeyecek!»

Düşünüyordum : «İslâm, Rasûlüliah (s.a.v.) vefat ettiği sırada bir duraklama geçirdi; Ebu Bekr sayesinde harekete geçti. «Kur'ân1-ın halkı» [7]probleminde ikinci bir duraklama oldu; fakat Ahmed b-Hanbel (Allah ona rahmet elyesin.) sayesinde yine toparlandı. Bu­gün İslam üçüncü defa duraklama vaziyetine gelmiştir. Eğer bu ba­dire atlatılamazsa (Allah esirgesin!) ebedi olarak durur kalır. Yok eğer harekete geçerse, bu hareket ebedi olarak sürer. İslam'ın du­raklaması da, ilerlemesi de ona bağlananların yerinde saymalarına veya hamlelerine bağlıdır. Hiç şüphe yok ki bu yöredeki insanlar, ben âciz için hüsn-ü zan beslemekte, bana inanmaktadırlar. Hayır­lısı Allah'dan!...»

Niyetim kesinleşti... Vicdanım rahatladı... Gerekirse  ölüme   kendimi   hazırladım.

Dedim : «Allah'a, meleklerine, kitaplarına, rasulierine, kadere, hayrın da şerrin de Allah'dan olduğuna inandım. Allah'dan başka ilâh olmadığına şehadet ederim; Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna da şehadet ederim...»

Ke!ime-i Şehadeti tekrarlayarak bineğimi sürdüm. O sırada iki tane büyük, kuru hurma ağacı gibi alem gördüm. Bunların ne olduğu­nu sorduğumda, Şah'ın alemleri olduğunu, ordu kumandanlarının, ko­naklama sahasına yerleşme düzenini göstermek için bu alemlerin di­kildiğini, kumandanlardan kiminin, bu iki alemin sağına, kiminin so­luna...  yerleştiklerini  söylediler.

İlerlemeye devam ettik. Nihayet çadırları gördük: Şah'ın çadı­rı yedi büyük direk üzerine kurulmuştu. «Köşkhane» dedikleri bir mahalle geldik. Köşk-hane, her yanında direksiz eyvanları bulunan kubbe şeklinde 15'er çadırın bulunduğu karşılıklı çadır sıralarından ibaretti. Bu çadır sıralarının bir başında, Şah'ın köşkünün önünde bitişik bir revak vardı. Revakın orta yerinde, üzerinde sütre (örtü) olan bir kapı bulunuyordu. Sağdaki çadırlarda, gece-gündüz nöbet bekleyen 4.000 tüfekli dururdu; soldaki çadırlar ise boştu; içlerinde sandalyelerden başka bir şey yoktu.

Köşk'e yaklaşınca indim. Beni karşılamak üzere biri çıktı. Gü­zel bir şekilde beni selâmladı ve hemen Paşa (Vezir Ahmed) ve adamlarının hatırlarını sordu. Paşa'nm adamlarını bu kadar iyi tanı­masına şaştım.  Benim bu hayretimi anlamış olmalı  ki :

-  Sanırım beni tanımıyorsun, dedi.

-  Evet, tanımıyorum, dedim. Devam etti :

- Adım Abdülkerim Bey...  Bir müddet Ahmet Paşa'nın hizme­tinde bulundum. Bu günlerde İran Devleti tarafından Osmanlı  Dev­letine elçi olarak gönderildim.

O bunları anlatırken, bizi karşılamak İçin gelen dokuz kişinin arasında olduğumuzu farkettim. Abdülkerim Bey bunları görünce doğruldu. Bu sonradan gelenler beni selâmladılar. Oturduğum halde selâmlarını aldım. Onları tanımıyordum. Abdülkerim Bey bir bir ta­nıtmaya koyuldu :

-  Mi'yaru'l-Memalik Hasan Han, Mustafa Han, Nazar Ali Han, Mirza Zeki, Mirza Kâfi...

Mi'yaru'l-Memalik tanıtılınca hemen ayağa kalktım. O ve yanın­dakiler elimi sıkarak «Hoş geldin» dediler. Mi'yaru'l-Memalik, vak­tiyle Şah Hüseyin'in mevalisinden ve Gürcü asıllı olup, halen Şah Nadir'in veziri  idi-[8]

 

Şahın  Huzurunda:
 

Bana «Buyurun, Şah İle konuşun» diyerek revakın ortasındaki örtüyü kaldırdılar. İçeride, üç zira1 mesafede bir revak daha vardı. Beni orada durdurdular ve : «Biz durursak, sen de dur; yürürsek, sen de yürü.» diye tenbihlediler. Sol taraftan yürüdük... Revakı katet-tik... İlerde, çevresini bir revakın kuşattığı, geniş bir harem dairesi vardı. Burada kadınlar ve harem için bir çok çadırlar bulunmaktay­dı. Nihayet Şah'ın köşkünü gördüm, işte Şah, benden bir ok atımı mesafede, yüksek bir tahtta oturmaktaydı. Beni görünce yüksek sesle konuştu :

- Merhaba Abdullah Efendi... Ahmed Han, (Ahmed Paşa) «Sa­na Abdullah Efendt'yi gönderdim.» der...

Sonra bana :

-  Yaklaş! dedi.

Sağımda hanlar gurubu, solumda Abdulkerim Bey olduğu hal­de on adım kadar ilerledim. Yine emretti :

- Yaklaş!

Önceki gibi ilerledim ve durdum, o bana «Yaklaş!» dedikçe kı­sa adımlarla ilerliyordum. Artık kendisine beş zira kadar yaklaş­mıştım.

Oturuşundan anlaşıldığı kadarıyla uzun boyluydu. Başında, Acem tipi, kare şeklinde, üzerinde inci, yakut, elmas vb. kıymetli taşlarla süslü, tiftikten dokunmuş bir sargı bulunan beyaz bir kavuk vardı. Boynunda, inci vs. cevherlerden gerdanlıklar, pazusunda ayni sekili­de, kumaş üzerine işlenmiş inci, elmas ve yakutlar bulunuyordu. Yü­zündeki hatlardan ve ön dişlerinin dökülmüş olmasından, ileri bir yaşta olduğu anlaşılıyordu; takriben 80 yaşında vardı. Sakalı siyaha boyanmış, fakat güzel görünümlü, kaşları kavisli ve araları açık, gözler ela ve tatlıydı. Velhasıl görünümü güzeldi. Kalbimden heybe­ti gitti, korkum kalmadı.

Bana önceki gibi türkçe hitap ett! :

- Ahmed Ağa nasıldır;

- Hayır ve  afiyettedir.

- Biliyor musun, seni niçin İstedim?

- Hayır...

-  Memleketimde  iki  fırka var :     Türkistan  ve Afganistanlılar; İranlılara:  «Siz kafirsiniz!» diyorlar. Küfür çok çirkin bir şeydir. Ül­kemde halkın birbirlerini küfürle itham etmeleri doğru değil. Şu an­da sen benim vekilimsin.     (Bu tartışmalı  oturum  sırasında)  bütün küfür ithamlarını ortadan kaldıracak ve üçüncül gurubun (şîîlerin) tâ­bi olacakları hususları tesbit edeceksin. Gördüğün ve duyduğun her şeyi bana bildirecek, ayni şekilde Ahmed Han'a da nakledeceksin.

Çıkmama izin verdi. Misafirhanemin, İtimaduddevle'nin maka­mı olmasını, öğleden sonra da Molla Başı Ali Ekber'le buluşmamı emretti.

(Şah'ın vekili olmakla) Acem'in hükmünün elime geçmesinden dolayı çok sevinçli ve mutluydum. Misafirhaneye geldim. Biraz oturdum. İtimad, çadırına geldi ve beni yemeğe davet etti. Mihrnan-dar Nazar Ali, Abdulkerim Bey ve Ebuzer Bey ile birlikte benim hiz-metimdeydiler. Bir ara İtimad ile karşılaşıp, kendisine selâm verdi­ğimde, selâmımı oturduğu yerden aldı. Ayağa kalkmamasına canım sı­kıldı. Kendi kendime, yerime oturunca İtimad'a şöyle demeyi karar-laştırdım : «Şah bana, kötülükleri kaldırmamı emretti ve beni bu­nunla görevlendirdi. İlk kaldıracağım küfür (edepsizlik), şu senin yapmış olduğun edepsizliktir. Çünkü sen ulemayı tahkir ettin, onla­rı küçümsedin. Bu kötülüğünü ancak ölümle kaldırmak istiyorum.» Bunu söyleyecek, sonra kalkıp Şah'a gidecek ve bu olayı ona anla­tacaktım.

Bunu böyle tasarladım ama yerime oturunca îtimad ayağa kalk­tı ve bana «Marhaba» dedi. Hayli uzun boylu, akyüzlü, iri gözlü, sa­kalı boyalı; ayrıca konuşma ve tartışmadan anlayan, yumuşak tabi­atlı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e meyilli biriydi. Ayağa kalkınca an­ladım ki, böyle yapmak âdetleriymiş : Gelenin oturmasından sonra ayağa kalkarlarmış... Yemeği beraber yedik.

Molla başı ile buluşma emri geldi. Atıma bindim. Kabul erkânı önden yürüyorlardı. Bu arada, Afgan giyimli, uzun boylu bir adam yolda yanıma yaklaştı selâm verip «Merhaba» dedi. Kim olduğunu sordum :

- Ben Afgan müftüsü Molla Hamza Kılıncâni'yİm, dedi.

- Molla  Hamza, arapçayı  iyi bilir misin, diye sordum,

- Evet, dedi.

- (Anladığım   kadarıyle)   Şah,   İranlılarda  bulunan   bütün   küfür sebeplerini  kaldırmamış. Zira  biz onların  ibadetlerini  ve tutumları­nı tanımadığınıza  göre,  Acem  âlimleri,  benimle sadece   bir kısım küfrü  gerektiren  konular üzerinde  tartışacaklar, kalanını  söz  konu­su etmeyecekler.  Bana, onların  küfür sayılan  tutumlarını  bildir  ki, ben onları da tartışayım da ortadan kaldırayım, deyince. Molla Ham-za beni uyardı :

- Efendim, sakın Şah'ın sözleri seni yanıltmasın! O seni Molla Basıya,  konuşma  sırasında   seninle tartışması   için  gönderiyor.  Bu bakımdan tartışma sırasında onlara karşı dikkatli olmalısın!

- Onların  insafsız olacaklarından  korkuyorum.

- Bundan bir kaygın olmasın. Çünkü Şah, bu oturum  için bîr gözcü tayin etti. Fakat bu gözcüyü kontrol için bir başka gözcü, bu­nu kontrol için başka birini...    olmak üzere bir sürü gözcüler tayin etti  ve  bunların  hiçbiri  diğerinin  gözcülüğünü  bilmiyor.  Bu  durum­da seninle  tartışanların,  Şah'a  gerçeğin  aksini   nakletmeleri   müm­kün değildir.

Molla Başı'nın çadırına yaklaştığımda beni karşılamak üzere dı­şarı çıktı. Kısa boylu, esmer bir adamdı. Sakal başlarından itibaren başının yarısında yanık izi vardı, Atımdan indim; beni selâmladı ve kendisininkinden daha yüksekte bir koltuğa oturttu. Kendisi de bir öğrenci tavrıyle oturdu. Karşılıklı konuştuk. [9]


[1] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:317-318.

[2] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:318-321.

[3] Geniş bilgi için bk. İ.H. Uzunçarşilı, Osmanlı Tarihi, IV, I, 174 vd.

[4] Nadir, Şah Tahmasb'ın gözüne girerek Önce onun itîmadu'd-devle'sî (Sad­razamı) oldu (1142/1730), sonra da Şah Tahmasb'ı hal' ve hapsederek Şah'ın 8-10 aylık oğlu Abbas'ı güya hükümdar, kendini de onun vekili ilân eyledi, (bk. U'zun-çarşıh, Osmanlı Tarihi, IV/I, 197, 223).

[5] Bu rakamlarda, bir baskı hatası olmalı. Zira yukarıdaki ibarenin harfleri 1148:e tekabül eder ki doğru olan tarih de budur. (bk. Uzunçarşilı, Osmanlı Ta­rihi, İV/U, 233, dipnot; 299.

[6] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:321-325.

[7] Önceleri sadece kelâmi bir problem iken daha sonra Abbasiler zama­nında siyasi bir mahiyet de alan <KurWın mahluk olup olmadığı» meselesi, Ehl-i Sünnet ile Mu'tezile arasındaki önemli tartışma konularından biridir. Ke­lâm kitaplarında geniş bilgi bulabilirsiniz.

[8] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:326-328.

[9] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:328-335.

Bilal2009
Tue 20 August 2019, 12:52 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm Rabbim paylaşım için razı olsun

ceren
Tue 20 August 2019, 04:06 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim. ...

gulsahkilicaslan
Wed 21 August 2019, 11:02 am GMT +0200
Allah razı olsun hocam insallah selam ve dua ile

Sevgi.
Thu 22 August 2019, 05:40 am GMT +0200
Paylaşım için Allah razı olsun. Rabbim ilmimizi artırsın inşaAllah