saniyenur
Sat 28 May 2011, 10:32 am GMT +0200
SÜNNETİN YAZIMINA GETİRİLEN YASAĞIN HİKMETİ
Eğer muhaliflerimiz: "Şimdiye kadar, Kur'ân'ın yazılması ve onunla birlikte sünnetin yazıya geçirilmemesine ilişkin emrin hikmetlerini beyân ettiniz. Ne var ki söyledikleriniz, sünnetin yazımını yasaklamanın da bir gerekçesi olamaz. Çünkü onun mucize olmayışı, okunmak suretiyle ibâdet edilmeyişi, Kur'ân'ın izahı ve açıklayıcı konumunda bulunması, yazımın yasaklanmasına bir neden teşkil etmez. Bu, olsa olsa Sahâbe'nin yazıp yazmamada serbest bırakılmasını icab ettirebilir. Hem siz, sünnetin hüccet oluşuna dair delillere dayanarak, sözkonusu yasağın, onun hücciyyetini iptal etmeyeceğini ileri sürdünüz. Fakat yasaklamasının da bir nedeni olması gerekmez mi? Bunun ne olduğunu bize izah edebilir misiniz?" diyecek olurlarsa, cevâbımız şu olur:
Alimlerimiz, bu yasağın hikmetine dair, birkaç görüş ileri sürmüşlerdir.
1- Hz. Peygamber (s.a.v), sünnetin Kur'ân'la karıştırılması endişesiyle, ashabı bundan menetmiştir.[556] Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: "Bu karışıklığın herhangi bir zararı yoktur. Çünkü Kur'ân da sünnet de sert hükümlerin kaynağıdır. Dolayısıyla bizim için önemli olan, hükümler tesbit edilirken dayandığımız delilin Rasûlullah (s.a.v)'dan sâdır olmasıdır. Bunun sünnet veya Kur'ân olması farketmez. Yeter ki bu ikisinden başka bir şey olmasın."
Bu itiraz tutarlı değildir. Çünkü Kur'ân, pek çok bakımdan, sünnetten farklı ve ayrıdır. Herşeyden önce Kur'ân'ın tilâveti, ibâdettir. İ'câzı ile kıyamete kadar, Hz. Peygamber'in risâletine delildir. Bu itibarla o, her ne kadar hüccet olma bakımından, sünnetle aynı gibi gözüküyorsa da kendine has farklı özelliklerinden dolayı mutlaka sünnetten ayrı değerlendirilmelidir.
Yine: "Kur'ân'ın i'câzı, onun sünnetten farkedilmesi için yeterlidir. Ayrıca yazıyla temyizine gerek yoktur," şeklinde bir itiraz gelebilir. Ancak bu da tutarlı değildir. Çünkü Kur'ân'ın i'câzını, ancak Arap belagatının zirvesinde olduğu ilk devirlerdeki söz sahibi olmuş kimseler anlayabilir. Fakat hangi asırda olursa olsun belagatla ilişkisi olmayanlar -ki bunlar hep çoğunlukta olmuştur- onu sünnetten ayırdedemezler. Özellikle de kavlî (sözlü) sünnetin, Arabın en fasihi ve beliği bir zâttan sâdır olduğunu ve neredeyse belagat bakımından Kur'ân'a yakın bulunduğunu nazar-ı dikkate aldığımız vakit, bunu daha iyi anlayabiliriz. Bu nedenle sünnetle Kur'ân'ı birbirinden ayır-dedebilmek, öyle herkesin anlayacağı bir iş değildir. Onu, parmakla sayılacak kadar çok az insan farkedebilir. Belagatta ilgisi ve bilgisi olmayanlar, Kur'ân'ın i'câzını kendiliklerinden anlayamazlar. Onlar, bunu ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in belagat ve fesahat ustalarına, Kur'ân'ın en kısa sûresinin bir benzerini getirme yolundaki meydan okumasını ve onların bundan âciz kaldıklarını görerek anlayabilirler.
Bu şekilde Kur'ân'ın i'câzı ortaya çıktığı vakit, onlar, için Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliği de sabit olmuş olur. Peygamberliği sabit olan bu zâtın: "Şu sûre veya şu âyet ya da şu kelime Kur'ân'dandır," diye haber verdiğinde, doğru söylediği apaçık ortaya çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu şekilde haber vermesi de Arabi -Acemi, beliği ve beliğ olmayanı ile bütün ümmet için Kur'ân'ın, Peygamber'in dışında bir kaynaktan geldiğini ortaya koymaya yeter.
Elbette Rasûlullah (s.a.v)'ın bizzat haber vermesi, yalnızca kendi asrındakiler için mümkündür. Bütün ümmet için böyle bir şey sözkonusu değildir. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.v), Kur'ân'ı işitenlerin iyice belleyememesi ve insanlar arasında tamamen yayılmaması sebebiyle, uzun zaman sonra, onda birtakım karışıklıkların meydana gelmesinden endişeleniyordu. Özellikle de âyet, kelime veya harflerinin karıştırılması, O'nu tedirgin ediyordu. İşte bu yüzden, Kur'ân'ın yazılarak, kendisinden sâdır olan diğer sözlerden ayrılmasına şiddetle özen gösteriyordu. Bu itibarla Kur'ân, herkes tarafından güzelce öğrenilip halk arasında yayılmcaya ve diğer sözlerden tanınıp ayrılabilir hâle gelinceye ve herhangi bir ihtilâf meydana geldiğinde ya da birisinin hata etmesi hâlinde, kalabalık halk kitlelerinin, sözkonusu hata ve ihtilâfları düzeltebilecekleri bir seviyeye ulaşıncaya kadar, sadece Kur'ân'ın yazılmasını emretmiştir. Ümmetin bu konuma geldiğine kanaat getirdiği zaman, sünnetin yazılmasına müsaade buyurmuştur. Nitekim bu konuya ileride değinilecektir.
2- Rasûlullah (s.a.v), Sahâbe'nin yazdıklarına güvenerek gevşemeleri, bu nedenle de en belirgin vasıfları ve fıtrî Özellikleri olan ezberleme hassalarını ihmal etmeleri sonucunda bu melekelerin giderek zayıflaması endişesiyle sünnetin yazımını yasaklamıştır.[557]
Yazmaya ve yazdığına güvenek ezberlemeyi ihmal etmenin, ilmin kaybolmasında ne derece etken olduğu herkesçe malumdur. Bunu, daha evvel izah etmiştik. Bundan dolayı yazım yasağı, yalnızca hafızası kuvvetli, unutkanlıktan emin olan kimselere getirilmiştir. Bunun yanında Ebû Şah kıssasında değinileceği gibi hafızası zayıf olanlara izin verilmiştir. Aynı şekilde, kuvvetli bir hafızaya sahip olup da çok sayıda hadis topladığı için hepsini ezberlemekte güçlük çeken Abdullah b. Amr (r.h) gibilerine de onları yazma müsaadesi verilmiştir.
Eğer, "Hafızanın zayıflamasına, ilmin yok olup gitmesine neden olacak kadar yazıya güvenip gevşeme, Kur'ân için de sözkonusudur. Bu takdirde niçin onun yazımı yasaklanmamıştır?" denilecek olursa, şu cevabı veririz:
Mesele Kur'ân olunca, bu hikmetten ayrı bir durum arzeden ve Kur'ân'm yazılmasını gerektiren birtakım başka sebepler vardır. Öyle ki bu sebepler, bahsedilen hikmete ağır basmış, ona üstün gelmiştir. Böylece Kur'ân yazıldığı zaman meydana gelebilecek (hıfzı ikinci plana itme, gevşeme gibi) zararları ortadan kaldırmıştır. Hatırlanacağı gibi bu sebepler, Kur'ân'm i'câzı, kıraatıyla ibâdet olunması ve bunlardan başka daha önce değindiğimiz hususlardır. Böylece Kur'ân'm yazılmasının niçin emredildiği anlaşılmış olur.
Kur'ân'm yazımından doğabilecek olan zararların giderilmesi şu nedenlerle mümkündür. Öncelikle kıraati ile ibâdet edilmesi şartı, mükellefin onu ezberlemesini gerektirir. Ayrıca onun i'câzı, nazmının akıcılığı, üslûbunun cazibesi gibi hususlar da yazanı ezberlemeye teşvik eder.
3- İslâm'ın ilk devirlerinde yazma bilenlerin oranı oldukça azdı. Bu da ehemmi mühimme tercih ederek, yazı bilenlerin gayretlerini Kur'ân'm yazımına teksif etmelerini ve ondan maadasını yamakla yazmamalarını icab ettirmiştir.[558]
Bu yüzden yazma bilenler artınca Rasûlullah (s.a.v), hadislerin yazılmasına izin vermiştir. Nitekim Efendimizin, Abdullah b. Amr'a söylediği ile ölüm hastalığında iken bazı şeyleri yazmaya niyetlendiğine dair rivayetler ileride zikredilecektir.
4- Ashâb, yazma işinde zayıf ve maharet sahibi olmadıkları için sünnetin kaydında hata etmeleri endişesiyle yazmaktan menedilmiş-lerdir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v)'in yazmamalarını istediği kimseler, güzel yazı yazamayan kimselerdi. Bu işi iyi becerenlere ise müsaade edilmiştir. Nitekim Abdullah b. Amr (r.a)'a bu izin verilmiştir.
Bu konuda şöyle bir itiraz karşımıza çıkabilir: "Sünnetin yazı-mındaki yasağı ortaya koyan temel delil, Ebû Said el-Hudrî'nin
rivayetidir. Bu rivayetten ilk anlaşılan, sünneti yazmaları yasaklanan kimselere, Kur'ân'ı yazabilecekleri yolunda izin verilmiş olduğudur. Eğer yasağın illeti, yazıda meydana gelebilecek hata endişesi ise onların Kur'ân'ı yazmalarına nasıl müsaade edilebilir? Bunun mâkul olduğunu ispatlayabilmek için Ebû Said (r.a) rivayetinde akla gelen bu durumun tersini ispat etmek mecburiyeti vardır."
[556] Bkz. Tâhir el-Cezâirî, Tevcihü'n-Nazar, 5.
[557] Suyütî, Tebrîbü'r-Râui, 150.
[558] el-Hûlî, Miftâkü's-Sünne, 17.