- Sünnetin Hüccet (Delil) Oluşunda Kitabet (Yazım) Lâzım Değildir

Adsense kodları


Sünnetin Hüccet (Delil) Oluşunda Kitabet (Yazım) Lâzım Değildir

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sat 28 May 2011, 11:13 am GMT +0200
SÜNNETİN HÜCCET (DELİL) OLUŞUNDA KİTABET (YAZIM) LAZIM DEĞİLDİR

Hangi yolla nakledilirse edilsin, delilin korunmasında önemli olan, onu nakledenin adaleti olduğu için hadislerin yazımı, hüccet olabilmelerinin bir şartı değildir. Ayrıca yazım, delillerin muhafaza­sında tek yol değildir. Bu, son derece açık bir mesele olmakla birlikte biz, aşağıda zikredeceğimiz deliller muvacehesinde konuyu biraz da­ha aydınlatmaya çalışacağız.

1- Hepimiz, Rasûluilah (a.s)'m, bazı sahabelerini muhtelif kabi­leleri İslâm'a davet etmek, onlara dinlerini öğretmek ve aralarında dinin kurallarını tatbik etmek için elçi olarak gönderdiğini biliyoruz. Rasûluilah (s.a.v), her bir elçi ile birlikte, gittikleri yerlerdeki insan­lara ulaştıracakları ahkâmın bütününe delil olabilecek, onları bağla­yacak yazılmış bir Kur'ân parçası da göndermiyordu. Hiç kimse, bu­nun aksini isbat edemez ve: "Rasûluilah (s.a.v), her elçi ile birlikte, yeteri kadar Kur'ân âyetleri de gönderiyordu," diyemez.

Rasûluilah (s.a.v)'m çoğu zaman yaptığı, elçinin elçiliğini ispat­layan, onun Peygamber tarafından oraya gönderildiğini doğrulayan bir mektup yazmasıydı. Bazen de Kur'ân nassı bulunmayan veya tebliğ edilecek ahkâmın tamamını içerecek miktarda âyet olmayan konularda, sünnetle tesbit edilen hükümleri içeren, genişçe bir mek­tup yazardı.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Rasûluilah (s.a.v), elçilerinin âdil olması ile Kur'ân ve sünnetten bildiği kadarını ezberinden tebliğ etmesini, davet edilen topluluk için hüccet olarak yeterli bulup, itaat­leri için kâfi görmüştür.

2-  Yine biz, hiçbir müçtehidin, İslâm'ın ikinci temel prensibi olan namazın nasıl kılınacağını yalnızca Kur'ân'dan hareketle ortaya koyamayacağını da biliyoruz. Bilakis bu konuda, mutlaka Rasûluilah (a.s)'ın beyânına ihtiyaç duyacaktır. Halbuki Rasûluilah (s.a.v), söz ve fiilleriyle izah ettiği namazın keyfiyetinin yazılmasını, hiçbir zaman emretmemiştir. Eğer yazını, hüccet olmanın gereklerinden ol­saydı, Hz. Peygamber (s.a.v), Tabiîn ve sonra gelen müçtehidlerin mücerred akıllanyla veya yalnızca Kur'ân'dan yaptıkları içtihadlarla mahiyetini ortaya koyamayacakları bu son derece önemli hususun yazılmasını muhakkak emreder, bundan geri durmazdı.

3- Biz, daha evvel, sünnetin dinî bir zaruret ve hüccet olduğunu beyân etmiş, bunun için şüphe ve inkâra yer vermeyecek deliller ser-detmiştik. Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v), kendisinden sâdır olan herşeyin mutlaka yazılmasını da emretmemiştir. Eğer sünnetin hüccet oluşu, yazılı bulunmasına bağlı olsaydı, Rasûlullah'ın bu işi ihmal edip Sahâbe'yi bununla görevlendirmemesi, asla caiz olmazdı.

Sonra, eğer Yahudi ve Hıristiyanlar, böyle bir şüphe sahibine gelseler de: "Kur'ân hüccet değildir; çünkü o, gökten yazılı olarak in­memiştir. Şayet hüccet olsaydı, Sâri (Allah) ona önem verir, İncil ve Tevrat'ı indirdiği gibi onu da yazılı olarak indirirdi," deseler, yazı­mı, sünnetin hüccet olması için gerekli şartlardan birisi olduğunu sa­vunup duran bu kişiler, acaba onlara ne cevap verirlerdi?

Eğer onlara, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân'ı tahrif ve onda ha­ta etmekten masum olduğunu, bunun da Kur'ân'm yazılı olarak nüzulüne gerek bırakmadığını söyleyecek olsalar, onlar da: "Hz. Mûsâ ve Hz. Isâ (a.s) da senin bahsettiğin gibi masum idiler. Fakat Sâri (Allah), o ikisinin kitabına önem vermiş ve yazılı olarak indir­miştir. Bu da yalnızca böyle bir konuda ismetin kifayet etmeyeceğin-dendir," şeklinde cevap vereceklerdir.

Halbuki, biz müslümanlarm kanaati şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)'in masum oluşu, Kur'ân'm yazılı olarak inzaline gerek bırak­mamıştır. Aynı şekilde râvilerin âdil olması da Kur'ân ve sünnetin hüccet oluşlarında yazıma gerek bırakmamıştır.

Bu konuda söylenebilecek şey şudur: İsmet, bize yakın ifade eder, adalet ise zan ifade eder. Şâri-i Hakîm, fürûa ait meselelerde, bizim zanla kullukta bulunmamızı yeterli görmüş, sıkıntı ve meşak­kate sokacağından dolayı bizi, her hükümde yakînî bilgi ve delil ara­makla yükümlü tutmamıştır.

"Allah, herkesi ancak gücü yettiği ile mükellef tutar."[521]

Ancak delili bize nakledenler, tevatür derecesine ulaştıkları va­kit, her ne kadar yazım yoluyla olmasa da onların nakli bizim için, aynen ismette olduğu gibi yakın ifade eder. Zaten sünnetlerin pek çoğu da bu yolla nakledilmiştir.[522]

Bu şüpheyi ileri sürenler, eğer müslüman iseler, bu konuda bi­zimle birlikte düşünüp hüccet olma konusunda yazımın şart olmadı­ğım itiraf etmek zorundadırlar. Bununla birlikte râvilerin her biri, adalet ve zapt sahibi kimseler olması hasebiyle, tevatür derecesine ulaştıkları vakit bu, delilin korunmasında ve hücciyyetin isbatında, Peygamber (s.a.v)'in ismeti yerine geçmektedir. Bunu da Yahudi ve Hıristiyanların yönelttikleri sorulara cevap verebilmek için kabul et­mek zorundadırlar.
 

[521] Bakara, 286

[522] Buradaki tevatür yönü ve şekli pek açık değildir. Müellifin bu görüşü tartışmaya açıktır. (Müt.)