saniyenur
Sat 4 June 2011, 10:03 pm GMT +0200
İMAM ŞAFİNİN HASMI, ŞAYET SÜNNETİN DELİL OLUŞUNU İNKAR EDİCİYSE O RAFIZİDİR
Şayet biz de el-Hüdarî'nin düşündüğü gibi İmam Şafiî ile münazaraya giren şahsın, sünnetin delil oluşunu inkâr ettiğini düşünsek ve bunu kabul etsek dahi bu, muhalifin Mu'tezile'den değil, Râfizîlerden olmasını icab ettirir. Hem bu fırkanın Basra'da oturmasına ve İmanı Şafiî'nin onlardan birisiyle buluşup, şüphesini gidermek ve onu İslâm dinine döndürmek için kendisiyle mücadeleye girmesine herhangi bir mâni yoktur. Yine Kur'ân'ı kabul ettiği için kendisine Kur'ân'dan delil getirmesi de mümkündür.
Bütün bunlardan, önümüze çıkan şudur: İmam Şafiî (r.h) ile münazaraya giren şahıs, hangi yolla gelirse gelsin, sünnetin sübûtunu inkâr ediyor olabilir. O zaman bu adam, Nazzâmiye yahut Esveriyye fırkasından olabileceği gibi Suyûtî'nin zikrettiği ikinci gruptan da olabilir.
Yine bu adam, sünnetin delil oluşunu inkâr edenlerden de olabilir. O zaman da Suyûtî'nin sözünde geçen birinci fırkadan olmaktadır.
Bütün bunlara rağmen diyoruz ki; bu tür muhalefetlerin, meselemizin önem ve zarûriyetine olumsuz bir tesiri yoktur. Çünkü sünnetin delil oluşunda muhalif olan kimse, peygamberliği inkâr etmiş olmaktadır ki o, mü'min değildir. Mü'min olmayanın muhalefeti bir zarar vermez. Hem sünnetin delil oluşunu inkâr eden kimse, başka bir meselede de çekişmeye girer.
Bütün bunlardan sonra açıkça ortaya çıkmıştır ki; müslüman-lardan hiçbir kimsenin, Mu'tezilî olması bir yana, imamlardan herhangi birisinin, sünnetin dinde ve hükümde delil oluşunu inkâr ettiğini düşünmesi doğru değildir.
Gerçekten bu düşünce, gördüğün gibi bâtıl olmasına rağmen büyük tehlike arzetmektedir. Çünkü bu anlayış, dine hücum etmek isteyen ve onun sağlam temelini yıkmak isteyen kimseye, sünnetin delil olma Özelliğim önemsiz göstermekte ve bu kimselere, sünnete itiraz kapısını açmaktadır. Halbuki o, öyle sağlam surlarla çevrilmiştir ki, kim olursa olsun, hiçbir kimsenin kötü niyetle ona yanaşması ve onda bir tahribat meydana getirmesi mümkün değildir.
Hiç şüphesiz Üstad Hüdarî (r.h), bu konuyu, güzel bir niyet ve temiz bir kalble ortaya koymuştur. Tehlikeli neticeler doğuracak bir hâli kasdetmemiştir. Bunu, şu ifadelerinden anlıyoruz: Bu görüş, ha-disçilerin kuvvetli savunması ve hadisin, Kur'ân'dan sonra İslâm hukukunun temellerinden biri olması sıfatıyla, sünnete dayanan görüşün galibiyeti karşısında, yayılma imkânı bulamamıştır. Yine Hûdarî, sünnetin delil olduğuna dair ümmetin icmâsını nakletmiş ve Usûlü'l Fıkıh kitabında bunun zaruretini kaydetmiştir.
Gerçekte o, bu işi, araştırmaya ve gerçek yönünü ortaya koymaya çalışmış fakat yanılmıştır. Araştırma yapan âlimler, çoğu zaman bu tür sürçmelere mâruz kalırlar.
Eğer dersen ki: Sünnetin delil oluşunun dinî bir zaruret olduğunu nasıl söylersin? Ve bu konuda âlimlerden naklettiklerin, nasıl sahih olur? Halbuki İbnu'l-Hacib" (646/1249) ve onun şârihi ile Kemal İbn Hümam (861/1457) ve Müsellemetü's-Sübût sahibi el-Bâhirî ve başkaları, "haberin kısımları bölümünde" şunu söylemektedirler: "Doğruluğu, nazar (düşünce, inceleme) yoluyla bilinen ilimlerden biri de Hz. Peygamber'in haberidir."[37]
Aynı şekilde Akâidü'n-Nesefl kitabının sahibi ve onun şârihi de 'İlmin elde ediliş yolları" bölümünde, bu konuya değinmişler ve müellif (Nesefî), şöyle demiştir:
İkinci nevi, mucize ile desteklenmiş Hz. Peygamber (s.a.v.)'in haberidir. Bu, istidlali ilmi ifade eder. Şârih ise (Taftazânî) şöyle açıklama yapmıştır: "Kesin ilim ifâade etmesinin sebebi şudur: Allah Teâlâ'nın, peygamberlik dâvasında kendisini tasdik için elinde mucizeler ortaya çıkardığı kimse, getirmiş olduğu hükümlerde sâdıktır. Sâdık olunca da verdiği haberler kat% kesin ilim ifade etmektedir.
İstidlali olması ise netice itibariyle delile ve birtakım şeyleri gö-zönünde bulundurmaya dayandığı içindir. Şöyle ki, peygamberliği sabit olan kimsenin, bütün haberleri doğru, muhtevası gerçektir."[38]
Daha önce sen de bana, bazı usûlcülerin, sünnetle ilgili bahislere geçmeden önce sünnetin delil oluşuna temel teşkil ettiği için "İsmet" bahsini ele aldıklarını söylemiştin.
Aynı şekilde, İmam Şafiî (204/819) Risale 'sin de, İbn Hazm (456/1062) el-İhkâm, İbn Abdilberr (463/1071) Câmiu Beyâni'l-İlim adlı eserinde, sünnetin delil olduğunu isbat için Kur'ân, sünnet ve bunların dışında pek çok delil getirmişlerdir. Bu konuda bunca delil getirmeye çalışmaları, sünnetin zarûriyet-i diniyyeden olmasına ters düşer dersen, derim ki: Alimlerin: "Peygamberin haberi, istidlali ilmi gerekli kılar," sözünün mânâsı, böyle bir haberin, bu çeşit bir ilmi gerekli kılması, onun Allah'tan alınarak tebliğ edilen bir peygamber haberi olmayıp bizatihi kendisinden kaynaklanan bir haber olması sebebiyledir. Hiç şüphesiz, bu durumda şöyle bir istidlale gidilmektedir: Bu, peygamberliği ve tebliğinde yalandan masum olduğu mucize ile sabit olan zâtın haberidir. Bu şekilde olan bir şey doğrudur.
Fakat böyle bir haberin, peygamberliği ve masumluğu sabit olan bir zâtın, Allah'tan yaptığı bir tebliğ olduğunu düşündüğümüzde hiç şüphesiz o, kesin ve zarurî ilmi ifade eder. Nasıl böyle olmasın ki, bu durumdaki bir haber, kesin ilmi ifade eder. Yukarıda geçen Önermenin neticesinde de: "Bu şekilde gelen her haber doğrudur," ifadesiyle açıkça bunu belirtmiştir.
Şerhu'l-Akâid üzerine yapılmış Hayalî (862/1457) haşiyesine bakarsan, söylediklerimizin doğruluğunu görürsün.
Biz, "Sünnet hüccettir" derken, onun bir peygamberden sâdır olduğunu nazar-ı dikkate almadan "Hz. Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleri bizatihi hüccettir," demek istemiyoruz. Bilakis, bunları söylerken onların, peygamberliği ve masumiyeti sabit olan bir zâttan meydana gelmiş şeyler olduğunu kasdediyoruz. Sünneti tarifimiz, bunu göstermektedir. Biz, sünneti tarif ederken şöyle demiştik: "Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olan şeylerdir." Tarifte özellikle peygamberlik vasfını kullandık.
Molla Ahmed (Hayalî), Sa'duddîn Taftazânfnin (793/1390) yukarıda geçen: "Peygamberin haberlerinin istidlali ilim ifade etmeleri, bazı delillere ve gözönünde bulundurulması gereken sebeplere dayanır," sözüne itiraz etmiş ve bazıları da: "Bu, gizli kıyas ve kıyasla birlikte zikredilen hükümlere benzemektedir," demektedirler. "Bunlar tutarlı değildir," demiştir.[39]
Nesefî (537/1142), yukarıda naklettiğimiz sözlerden sonra: "Bu şekilde sabit olan bir ilim, kesinlik ve doğrulukta zarurî ilimle aynı derecede olmaktadır," demektedir.
Dikkat edersen, müellif önce "Bu haberler, istidlali ilim ifade eder," dedikten sonra, aralarındaki benzerlik sebebiyle onu zarurî ilme yaklaştırmış ve onun yerine koymuştur.
Ahmed Hayalî (862/1457), haşiyesinde, müellifin bu ifadeleri için şöyle demiştir: "Müellifin sözünden ve muradından ilk anlaşılan, onun bu haberleri, kesinlik ve doğruluk yönüyle zarurî ilimlere yakın bulmasıdır." Bu ifadeler sanki şu mânâya geliyor: "Kesinlik ifade eden, vahye ue ilâhî desteğe dayanan nakli deliller, hata tehlikesinden uzak, en doğru, en mükemmel bilgiyi verirler. Sırf akla dayanan ilimlerse böyle değildir. Çünkü akla, hata, unutkanlık v.s. arız olur ve akıl, her zaman karışık ve bulanık hâllerden uzak kalamaz.
[37] Bkz. Bâbertî, Şerhu'l-Muhtasar, II, 51; İbn Hümam, et-Tahrir, II, 230; Şerku'l-Müsellem, II, 109.
[38] Akâidü'n-Nesefi (hâşiyeli), I, 53-58 veya Ramazan Efendi Haşiyesi, 51-53.
[39] Akâidü'n'Nesefl'nin hâşiyeli baskısı, c.I. s. 57'ye bakılabilir.