- Sünnetin Delil Oluşu Zarûret-i Diniyyedendir

Adsense kodları


Sünnetin Delil Oluşu Zarûret-i Diniyyedendir

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sat 4 June 2011, 09:58 pm GMT +0200
SÜNNETİN DELİL OLUŞU ZARURET-İ DİNİYYEDENDİR, İNKAR EDİLEMEZ

Biz, sünnetin hüccet oluşu, dinî bir zarurettir veya (misal ola­rak söyleyelim) Öğle namazının farziyeti ve dört rek'attan oluşması zarûret-i diniyyedendir dediğimizde, bütün bunların bir delili, bir kaynağı vardır.

Bu gibi meselelerde "zarüriyet-i diniyye" derken, anlatılmak is­tenen şudur: Bunlar, ümmetin havassı, avamı, âlimi, câhili, yani her ferdi tarafından bilinen şeylerdir; hiç kimse bunlarda şüpheye düş­mez ve inkâra gitmez ki, gelip bizden delil ve kaynağını istesin. Bu gibi meselelerde herhangi bir münkire delil, şüpheye düşene açıkla­ma yapma ihtiyacımız olmadığı için bunlar, zarurî, kesin hükümler durumunda olmaktadır. Bunun için bu tür meseleleri inkâr edenin veya onlarda şüpheye düşenin dinden çıktığına hükmettik.

Çünkü imanın herkesçe kabul edilen tarifi şudur: "İman, Uz. Peygamber'in (s.a.v) ALLAH Teâladan alıp tebliğ ettiği kesin olarak bilinen bütün şeylerde kalb ile topluca tasdik etmektir."

Nitekim Taftazânî, Şerhu'l-Akâid'de, bu tanımı vermiş.[40] Molla Ahmed Hayalî de bu söze, şu açıklamayı getirmiştir: "Kesin olarak bilinen bütün şeylerde anlatılmak istenen, dinden olduğu ma'lûm ve meşhur olan şeylerdir. Öyle ki, bu şeyleri herkes, hatta de­lil ve incelemeden anlamayan kimseler bile bilir. Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, namazın farz ve şarabın haram oluşunu bilmek gibi. İçti­hada dayanan meseleler böyle değildir, içtihadı inkâr edene kâfir ol­du denmez.'[41]

Zarûret-i diniyyenin mânâsı anlaşılınca, ulemânın: "Sünnetin delil oluşu dinî bir zarurettir," sözüyle, "Hz. Peygamber (a.s)'in ha­berleri, istidlali ilmi ifade eder," sözü arasında bir çelişki olmadığı anlaşılır.

Yine ulemânın, bazı meseleler için önce, "Bu zarûret-i diniyye­dendir," deyip de bizim bu meselede yaptığımız gibi sonra, onun de­lillerini açıklamaya çalışması arasında da bir çelişki yoktur.

Meselâ, Hz. Peygamber'in (s.a.v) sünnetini kabul etmenin ve namaz kılıp, zekât vermenin zarûret-i diniyyeden olduğunu söyledik­ten sonra, öncekine delil olarak: "ALLAH'a itaat edin, Peygambere de itaat edin."[42]  âyetini, diğerlerine delil olarak da: "Namazı güzelce kılınız ve zekât veriniz,"[43] âyetini delil getirmek gibi.

Eğer sen: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberini, onun zarurî veya istidlali olduğuna bakmaksızın ele aldığımızda, ilim ifade etmesi ka­bul edilmemiştir. Çünkü Kâdî Ebû Bekir Bâkıllânî (403/1013) ve ona tâbi olanlar, tebliğde sehven yalan vuku bulabileceğini caiz gör­müşlerdir.

Halbuki bir haberde, doğruluğunu ifade eden ilimle birlikte, sehven de olsa, yalan bulunabileceğini düşünmek doğru değildir. Bu durumda Kâdî'nin, tebliğle ilgili peygamber haberinin hüccet olma­dığı sonucuna varması gerekiyor. O zaman, bu haberlerin zarûret-i diniyyeden olması şöyle dursun, hüccet olmaları konusunda, icmâ dâhi oluşmamıştır," dersen, cevap olarak ve bu yanlış değerlendir­melerini düzeltmek için deriz ki:

Kâdî'nin bu fikre sahip olduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü o, sehven yalanın caiz olması durumunda, hata vâki olduğun­da hemen uyarılmayı ve ALLAH tarafından tasvip görülmemesini şart koşmuştur, Yalana karşı bir uyarı bulunmadığı zaman, haberin doğ­ruluğuna karar veririz. Buradan anlaşılıyor ki Kâdî, Hz. Peygam­ber'in haberinin hüccet olması konusunda cumhurun görüşüne katıl­maktadır.

Bir de şu var, gerçekten Kâdî, kendi kanaatince mucizenin Peygamber'in sehven yalana düşmesine mâni olmayacağı görüşün­den hareketle, aklen bunu caiz görmüşse de naklen cevaz vermemiş­tir. Çünkü Hz. Peygamber'in buna düşmediği konusunda icmâ var­dır. Bu durumda, o da sehven de olsa, Hz. Peygamber (s.a.v)'den ya­lan çıkmadığı konusunda kesin kanaat sahibidir.

Zikrettiğimiz şeylerden anlaşıdı ki, Hz. Peygamber'in (a.s) fiil­lerinin delil oluşuyla ilgili benzeri müşkillerin giderilmesi, ihtilâf noktalarına göre farklı olmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in fiillerinde hatayı aklen caiz görenler, hemen uyarılmayı ve öyle bir durumda sükût edilmeyeceğini şart koşmuşlardır. Herhangi bir uyarı bulunmayınca, kesin olarak anla­rız ki, fiilde bir isyan ve hata yoktur ve o, kendisinden vazgeçilme­mesi gereken kesin bir delildir. Hem bunu caiz gören kimse, hatanın fiilen vuku bulmadığını söylediği halde aklen, olabilir, demektedir. Hatanın vâki olduğu söylense bile, bu çok az olmuştur, denir. Çoğun­lukta ise bu tür şeyler vuku bulmamıştır. Akla göre çoğunluğa tâbi olmak, pek nadir olan şeylere uymaktan daha önde ve Önce gelir.

Bu son cevabımıza karşı şöyle denebilir: O zaman fiil, az da ol­sa, hata ihtimali taşıdığı için amelde bir sakınca olmadığına, kat'î olarak değil, zannî olarak delâlet eder.

Buna da şöyle cevap verebiliriz: Fiilî delilin kat'î olması, aynı şekilde, hükme ait delâletinin de kat'î olmasını gerektirmez. Görmez misin, Kur'ân'm delil oluşu kesin iken bazen herhangi bir âyetin bir hükme delâleti, çeşitli ihtimallerden dolayı zannîdir.

Demek ki, bir şeyin kesin hüccet ve delil olması, onun, istenen şeye delâletinin zannî olmasını ortadan kaldırmaz. ALLAH, en iyisini bilir.

[40] Şerhu'l-Akâid, I, 178.

[41] Şerku'l-Akâid (haşiyeli baskı), I. 178.

[42] Nisa, 59.

[43] Bakara, 43.