- Sünnetin Delil Oluşu Dini Bir Zarurettir

Adsense kodları


Sünnetin Delil Oluşu Dini Bir Zarurettir

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Mon 13 June 2011, 01:38 pm GMT +0200
SÜNNETİN DELİL OLUŞU DİNÎ BİR ZARURETTİR BU KONUDA MÜSLÜMANLAR ARASINDA BİR İHTİLÂF VÂKİ OLMAMIŞTIR

Hiç şüphesiz, dinî akide ve şer'î bir hüküm konusunda, Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen bir hadisle istidlal etmenin ve hüküm çıkarmanın sahih olması, iki şeye bağlıdır :

1- Hadisin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olduğu şekilde tes-bit edilmesi. Bu durumda hadis, hüküm kaynaklarından bir asıl ve delil olmaktadır.

2- Hadisin Hz. Peygamber (s.a.v)'den, güvenilir râviler yoluyla rivayet edildiğinin tesbit edilmesi.

Bu ikinci durum, Tabiîn ve onlardan sonra kıyamete kadar ge­leceklerle, Sahâbe'den bazıları için sözkonusudur. Sahâbe-i Kiram, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olan fiil ve sözleri, bizatihi gözüyle görüyor, kulağıyla işitiyordu. Bu durumda, ikinci şıkkın gereği kal­mamıştır. Çünkü onun, buna ihtiyacı kalmamakta, hadisi tesbit ve tebliğinde müşâhedesiyle hareket etmektedir. Ancak bazıları uyku, başka yerlerde bulunmak ve benzeri sebeplerden dolayı Hz. Peygam­ber'in her fiil ve sözüne şâhid olamıyordu. Bu durumda, hadiseyi biz­zat gören başka bir sahabeden rivayet ve dinleme yoluyla öğrenme durumunda kalıyordu. O zaman da "tâbi" durumunda oluyordu.

Sonra âlimler, ikinci şıkta hadisin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelişini tesbit için tutulan yol konusunda, pek çok değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:

Bazıları, bize bir hadisin, Hz. Peygamber'e ait olduğunu ne il­men, ne zannen, ne tevatür yoluyla ne de âhad yolla gösterecek her­hangi bir yol yoktur, demişlerdir. Bu durumda onlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen bütün hadislerle ameli inkâr, haberleri red­detmiş oluyorlar.

Bu kimselerin inkâr ve itirazı, hadislerin Hz. Peygamber'den geliş şekline ve bu rivayetlerin delil olmasına değil, güvenilir ve ka­bul edilir herhangi bir yolla, böyle bir tesbitin bulunmadığı sebebine dayanmaktadır.

İmam Suyûtî (911/1505), Miftâhü'l-Cenne fil-Ahbâri bi's-Sün-ne kitabında bu grubun şüphelerini açıklayarak şöyle demiştir: "Sünnetle hüküm çıkarmayı inkâr eden bazı kimseler, Rasûlullah'ın peygamberliğini kabul etmekte, fakat ilk halifeliği Hz. Ali'nin hakkı görmektedir. Sahâbe-i Kiram (r.a), Hz. Ebû Bekir'e halifeliği teklif ve ona bey'at ettiklerinde, bu sapık kimseler -Allah onlara lanet etsin-Sahâbe-i Kirâm'a: 'Zulüm yaptılar, hakkı sahibine vermediler,' diye kâfir dediler ve yine bu grub, -Allah kendilerine lanet etsin- hakkını aramadı diye, Hz. Ali'yi de kâfirlikle itham ettiler ve bu anlayış üze­rine, bütün hadisleri redde gittiler. Çünkü onların düşüncesine göre hadisler, kâfir kimselerin rivayeti ile gelmiş oluyordu. Allah/ Allah! bu ne sapık düşünce! Innâ lillah ve Innâ ileyhi râciûn!"

Âlimlerin bir kısmı da, "Hadisler ancak tevatür yoluyla tesbit edilebilir," deyip bütün âhad haberleri[4]  reddetmişlerdir.

Âlimlerin bir kısmı ise hadislerin mütevâtir ve âhad yollarla gelişini kabul ettikleri halde, haber-i vahidin şartlarında birçok fark­lı görüşe sahip olmuşlardır:

Hanefîler, haber-i vahidin kabulü için şu şartları ileri sürmüş­lerdir:

1- Hâvisi, hadise muhalif amel etmeyecek.

2- Hadis, umûmî belvâ durumunda olan bir konuda olmayacak.

3- Kıyasa ters düşmeyecek.[5]

Mâlikîler, haber-i vahidin, Medine Ehli'nin ameline ters düşme­mesini şart koşmuşlardır.

Şâfiîler ise haber-i vahidin mürsel olmama şartını ileri sürmüş­lerdir.

Haricîler, Sahâbe'den sadece kendisini idare ve yönetime lâyık gördükleri kimsenin rivayet ettiği hadisleri kabul etmektedirler. On­lara göre hadis, Sahabe arasında çıkan fitneden önceki hadistir. Fit­neden sonra ise, kendi zanlarınca, çoğunluk zâlim imamlara tâbi ol­dukları için onları tamamen terk ettiler ve onlara düşman oldular. Böylece cumhur, onların güvenini alacak kimseler olmaktan çıkmış oldu.[6]

Şia'nın bir kısmı da imamlarının veya imamların sülâlesinden gelen kimselerin rivayet ettikleri hadislere güveniyor, bunların dışın­daki kimselerin rivayet ettikleri hadisleri terk ediyorlardı. Çünkü Hz. Ali'yi imam ve halife kabul etmeyen kimse, bu iş için ehil ve em­niyetli değildir, diyorlardı.[7]

Bu konuda, bunlardan başka, daha pek çok ihtilâf mevcuttur.

Burada biz, bu ihtilâfları açıklama, haklı olanları beyan etme durumunda değiliz. Çünkü kitabımızın konusu bunlar değildir. An­cak bunlara kısaca değindik ki, okuyucu yanılarak bu ihtilâfları ve onlardan bazılarını, sünnetin delil olma hususundaki ihtilâf olduğu­nu zannetmesin.

Şimdi, ilk meseleyi ele alalım. İnceleyeceğimiz konu şudur: Rasûlullah (a.s)'dan geldiği sabit olduktan sonra, sünnetin delil olu­şu ve bu konuda herhangi bir ihtilâfın olup olmadığı.

Tesbitlerimize göre bazı âlimler, sünnetin birtakım özel durum ve alanlarda delil oluşunu kabul etmemektedirler. Meselâ, sünnetin hüküm koymada müstakil oluşunu inkâr eden ve Kur'ân'dan bir âyet bulunmayan konularda sünnetle hüküm koymayı kabul etmeyenler­le, sünnetin Kur'ân'ı nesh etmeyeceğim savunan ve benzeri görüşler ileri süren kimseler gibi. Bunların açıklaması ileride gelecektir. Biz, şimdilik bu konulardan söz etmeyeceğiz. Bizim üzerinde durduğu­muz konu, genel olarak sünnetin delil oluşunu tesbit etmek ve "hiç­bir halde ve hiçbir şekilde sünnetle hüküm çıkarılmaz," diyerek bu konuda çekişmeye giren, herhangi bir âlimin olup olmadığım ortaya çıkarmaktır.

Biz, Gazâlî (505/1111), Âmidî (617/1220), Pezdevî (483/1090) ve eserlerinde bunların yolunu izleyen bütün usûl âlimlerinin kitap­larında, açıkça veya işaret yoluyla, sünnetin delil olması konusunda bir ihtilâfın bulunduğu konusunda bir kayda rastlayamadık. Bu zevat, daha önceki âlimlerin kitaplarını ve görüşlerini iyice araştır­mış, en zayıfına kadar bütün ihtilâfları incelemiş ve onlara en güzel cevaplarla karşılık vermeye özen göstermiş kimselerdi.

Tesbitlerimizde, onların, sünnetin hüküm kaynağı oluşuna delil getirmek için pek uğraşmadıklarını gördük. Bu konuda bazılarının yaptığı bütün şey, sünnetin delil oluşunun dayandığı noktaları ifade etmek olmuştur ve bununla, sünnetin delil oluşunu kabul etmeyene cevap vermeyi de düşünmemişlerdir. Onlar, bu konuda, herhangi bir delil açıklamakla sünnetin, bütün muhaliflerin çekişmesinden, tered­düt edenlerin endişesinden uzak, mevkiinin yüksek olduğunu anlat­mak istemişlerdir.

Tesbitlerimize göre Kemal Ibnu Hümam (861/1457), sünnetle hüküm çıkarmanın ve sünneti bir delil kabul etmenin dinî bir zaruret olduğunu kaydetmektedir.[8] Sa'du Taftazânî (793/1390) ise bu konuda, ondan Önce et-Telvih isimli eserinde şunları söylemiştir:

Eğer, "Ulemânın işini anlayamadım; onlar, icmâ ve kıyas gibi usûl meselelerini isbat ederken yaptıklarını, Kitab ve sünneti isbat ederken yapmıyorlar; öncekileri genişçe ele aldıkları ve bir sürü delil­le destekledikleri halde, Kitab ve sünneti kısaca zikredip geçiyorlar. Bunun sebebi ne olabilir?" dersen, derim ki: "Usûl ilminde, araştır­manın gayesi, delile muhtaç olan şeylerdir. Kitab ve sünnetin delil oluşu, halk arasında malum ve meşhur olduğu için apaçık ortada­dır. Icmâ ve kıyas böyle değildir. Bunun için âlimler, hüküm için is-batı kolay olmayan konulara daha çok değindiler. Şaz kıraatlar ve haber-i vâhid gibi."[9] Müsellemü's-Sübût müellifi ve şârihi, bu konuda der ki: "Kitab, sünnet, icmâ ve kıyasın delil oluşu, kelâm ilmine ait konulardır. Fakat usûl âlimleri, icmâ ve kıyasın delil oluşunu ge­nişçe incelemişlerdir. Çünkü -Allah kendilerini kahretsin- Haricî ve Râfizîlerden bir grup ahmak, icmâ ve kıyas hakkında çok itiraz ve gürültü yapmışlardır. Kitab ve sünnetin delil oluşuna gelince; dini bütün olan ümmet, bu konuda ittifak halindedir. Bunun için fazla izaha gerek yoktur."[10]

Yukarıdaki izah, müellifin kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Evet, İsnevî (772/1370), Şerhu'l-Minhâc adlı eserinde, İbn Burhan'dan şunu nakletmiştir: "Dehrîler[11],  Kitab ve sünnet konu­sunda muhalefet ederler.”[12]

Fakat bu kimselerin muhalefetinin hiç kıymeti yoktur. Çünkü biz, İslâm dairesine girmiş kimselerden, bu konuda farklı görüş ileri sürenini arıyoruz. Müslüman olmayanın inkâr ve itirazı bizi etkile­mez.

Dehrî gibi kimselere gelince, bu konuda onlara delil getirmek ve bu meselede onları muhalif kabul etmek bile abestir. Biz, onlara mezheplerinin temeli konusunda delil getirip bozuk fikirlerini iptal ve Allah Teâlâ'nın varlığı, Hz. Peygamber (s.a.v)'in bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini kendilerine istat ederiz. Bundan sonra onlara, sünnetin delil olduğunu isbat etmemiz gerekmez. Çün­kü O'nun peygamberliğini kabul eden, sünneti de kabul eder.

Hayret ediyorum! Bu konuda müslümanlar arasında bir müna­kaşanın olması, başında azıcık aklı olan birisinin: "Ben müslümanım," deyip de sonra, bütünüyle sünnetin delil olması konusunda çe­kişmeye girmesi nasıl düşünülebilir? Böyle bir durumda o kimsenin, başından sonuna kadar İslâm'ı, bütün olarak kabul etmediği ortaya çıkmaktadır.

Hiç şüphesiz, bu dinin temeli ilâhî Kitab'dır. Sünneti bütünüyle inkâr ederek Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı olduğunu söylemek yeterli de­ğildir. Çünkü bu ilâhî kitabın Allah'ın kelâmı olduğu ancak doğrulu­ğu mucizeler ile sabit olan Hz. Rasûlullah'm (a.s): "Muhakkak bu, Allah'ın kelâmı ve O'nun kitabıdır," demesiyle sabit olmuştur. İşte Peygamber (s.a.v)'in bu sözü de münkirlerin hüccet ve delil değildir diye reddettikleri sünnetin içine girmektedir. Böyle bir anlayış ancak dinden çıkma, zındıklık ve dini kökünden yıkmayı hedefleyen bir inkâr değil midir?

Eğer sen, "Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın kelâmı olduğunu ancak Hz. Peygamber'in sözüyle anlarız; iddianı kabul etmiyoruz, onun Al­lah'ın kelâmı olduğu bizatihi kendi i'cazı ile sabit olmuştur/' dersen, cevaben derim ki:

Evet, Kur'ân'ın tamamı, ondan bir tek sûre ve hatta üç âyet hakkında, "Bunların Allah'ın kelâmı olduğu, kendi i'cazları ile sabit olmuştur. Bu konuda Hz. Peygamberimiz (s.a.u)'in ayrıca sözüne ha­cet yoktur," denebilir. Bu, i'cazı isbat etmek içindir. Ancak iki veya bir âyeti ve âyetin bir kısmım ele aldığımızda, bunlarda i'caz özelliği ortaya çıkmamakta ve dolayısıyla onların Allah'ın kelâmı olduğunu bilmemiz, sadece i'caz anlayışı ile hâsıl olmamaktadır.

Bu durumda onun Allah'ın kelâmı olduğunu, ancak doğruluğu Kur'ân'm tamamı veya bir sûresinin i'cazı ve başka mu'cizelerle orta­ya çıkan Hz. Peygamberimiz (s.a.v)'in: ''O, Allah'ın kelâmıdır," sö­züyle bilebiliriz.[13]

Bizler, dinî bir akide veya şer'î bir hüküm konusunda, Allah'ın Kitabı'ndan bir delil getirirken, bir âyeti veya âyetin bir kısmını delil olarak kullanmaktayız. Şayet Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu sözü hüc­cet olmasaydı, bir âyet veya onun bir kısmıyla delil getirmemiz müm­kün olmazdı.

Malumdur ki, bir âyetin veya bir kısmının Kur'ân'ın bir parçası olması, dinî bir zarurettir. Bunu inkâr, bir müsiüman için hiçbir hal­de caiz değildir. Ayetlerin bir kısmı ile şer'î bir hüküm konusunda delil getirmek de aynı şekilde dinî bir zaruret ve inkârı caiz olmayan bir durumdur. Bu iki zarurî iş, sünnetin delil olmasına bağlı olunca aynı şekilde sünnet de zarûret-i diniyyeden olmaktadır. Artık İslâm Dini'ne baş eğip teslim olmuş bir kimsenin, sünnetin delil oluşunu inkâra yeltenmesi veya bu konuda şüpheye düşmesi, nasıl mümkün olur ?

Hayret ediyorum! Ulemânın, üzerinde icmâ ettiği, zarurî olarak dine ait olduğu bilinen ve inkârı da dinden çıkmayı gerektiren pek çok mesele -meselâ namazın rek'atlannm sayısı gibi- sünnete dayalı iken ona: "Dinî bir zaruret değildir," demek, nasıl mümkün olur? Hem zarurî olan şeyler, -onlar gibi düşünürsek- zarurî olmayan bir şeye nasıl bağımlı olabilir?

Bu meselelerin, sadece Kur'ân'dan anlaşılacağını zannetmek, elbette bâtıldır. Bu tür bir çaba, muhali gerçekleştirmeye uğraşmak­tır ki sonuç alınamaz. Hem bizden önceki âlimler, bütün meseleleri Kur'ân'dan çıkarmaya bizden daha kudretli ve dirayetli iken bundan âciz kaldıklarını itiraf etmişlerdir.

Bunca zarurî mesele, sünnetin delil oluşuna bağlı iken bir mü'minin bu konuda çekişmeye girmesi, nasıl sözkonusu olabilir? Hem bu konuda çekişmeye girmek, ona dayalı bütün meselelerde de çekişmeyi gerektirir. Bu da sonuçta dinden çıkmaya götürür. Çünkü iman, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, din olarak getirdiği-şeyleri kesin ola­rak tasdik etmektir.

Eğer, "Bu hükümlerin delili, icmâdır; icmâ da delil olarak sün­nete bağlı değildir," denilirse, derim ki: Bu, boş bir sözdür. Çünkü icmânın bir dayanağı olması lâzımdır. Bu gibi konularda dayanak, Kitab değildir. Çünkü bunların Kitab'dan anlaşılması mümkün de­ğildir. Kıyas da değildir. Şayet kıyası, akılla izah edilebilecek temeli olan konularda, icmâ için dayanak kabul etsek bile yukarıdaki iddia­yı doğru bulamayız. Çünkü bu meselelerin pek çoğunda akıl için bir hareket alanı olmadığı gibi kendisine bakılıp kıyas yapılacak başka bir temel de yoktur. Bundan anlaşılır ki, icmânın dayanağı sünnet­tir. Hatta âlimler, bu meselelerde, sünnetten başka delil ve dayanak bulunmadığına ittifak etmişlerdir. Bu da onların sünnetin delil olu­şunda ve gerekliliğinde ittifak hâlinde olduklarını gösterir. Sonra, kelâm ve usûl ilminde kesin olarak kabul edilmiştir ki hiçbir istisna­sı olmadan, bütün müslümanlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğle il­gili haberlerinde kasden yalan söylemekten masum olduğunu, yanı-larak böyle bir şey vuku bulunca da onda ısrar etmeyip hemen düzel­teceğini kabul ve itiraf etmektedirler. Hz. Peygamber (s.a.v)'in seh­ven, tebliğde hata edebileceği görüşü, Kâdî Ebû Bekir Bâkıllânî (403/1013) ve onunla aynı görüşte olanlara aittir.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in doğruluğu, elbette sünnetin delil olma­sını gerektirir. Hem bir müslümamn, Hz. Peygamber (s.a.v)'in hata ve yalandan masum olduğunu kabul ve itiraftan sonra, O'nun aşağı­dakine benzer sözlerinin delil oluşunu inkâr etmesi nasıl düşünülebi­lir? İşte onun sözleri:

"Dâva sahibine, delil getirmesi gerekir."[14] "Ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir."[15]

"İnsanlar, Allah'tan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar kendi­leriyle savaşmakla emrolundum."[16]

"Cebrail bana namaz kıldırdı."[17]

"Ey insanlar! Ben ancak size, Allah'ın emrettiklerini emrediyor, O'nun nehyettiklerini size yasaklıyorum."[18]

"Size, iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız müddet­çe, asla sapıtmayacaksınız; onlar da: Allah'ın Kitabı ve benim sünne-timdir."[19]

Bir müslüman, bu ve benzeri tebliğle ilgili haberlerin delil olu­şunu kabul edince artık O'nun emir, nehiy, fiil ve takrirlerinin delil oluşunu nasıl inkâra gider. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, yukarıda ge­çen: "Ben size ancak Allah'ın emrettiklerini emrediyorum," sözüyle, "Size iki şey bıraktım," sözünü kabul ve bunların hüccet oluşunu iti­raf ve yine sünnetin delil olduğunu ifade eden pek çok âyetin, bu ko­nuda hüccet olduğunu kabul ettikten sonra bir mü'min, sünnetin de­lil oluşunu nasıl inkâr eder?

Bütün bunlardan sonra Hz. Rasûlullah (a.s)'m söz, fiil ve tak­rirlerinden herhangi birisinin, dinde hüccet oluşunu inkâr etmek, gü­neşin doğduğu söylendiği halde 'Vakit şimdi gecedir," demek gibi boş ve tuhaftır.

Sünnetin dinde delil oluşunu inkâr etmenin, dinden çıkmayı ge­rektireceğini, İbn Abdilberr'in (380/990) Câmiu Beyani'l-İlm ve Fadlihi adlı kitabında zikrettiği şu ifadeler göstermektedir: "Sert ilimlerin aslına gelince bunlar, ikidir: Kitab ve sünnet.

Sünnet iki kısma ayrılır:

1-  Mütevâtir sünnet: Bu, kalabalık bir topluluğun, kalabalık bir topluluktan alarak naklettikleri sünnettir. Bu çeşit sünnet, kesin delillerden oluşmaktadır. Bu konuda hilaf yoktur. Kim, ümmetin icmâını reddederse, Allah'ın naslarından bir nassı reddetmiş olur. Bu kimseye tevbe telkin edilir; tevbe etmezse, müslümanların icmâ et­tiği yoldan çıkıp cemaatın gidişatını terk ettiği için kanının dökülme­si yani öldürülmesi helâl olur.

2- Ahad haberler: Bunlar, güvenilir yol ve sağlam senetlerle, Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilen sünnetlerdir. Dinde hüccet ve önder olan ümmetin âlimlerinin çoğunluğuna göre bu çeşit sünnetle amel etmek gerekir. Bazı alimler: 'Haber-i âhad, hem ilim, hem amel ifade eder,' demişlerdir."

Müellifin birinci kısımda söylediklerine bakıldığında onun, mütevâtir sünneti inkâr eden kimsenin dinden çıktığına hükmettiği görülüyor. Bu hüküm, o kimsenin, tevatür yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v)'den geldiği sabit ve kesin olduktan sonra, sünnetin bizatihi dinde delil oluşunu inkâr ettiği için verilmiştir. Yoksa bu yolla gele­nin, sünnet veya başka bir şey oluşunu nazar-ı itibara almadan, mütevâtirin haddizatında ilim ifade etmesini inkâr ettiği için kendi­sine kâfir denmemiştir. Aksi takdirde, meselâ, varlığı tevâtüren sabit olan Bağdad'ı inkâr edenin de dinden çıkması gerekirdi (her mütevâtir haberi inkâr, kişiyi dinden çıkarmaz ancak mütevâtir sün­neti inkâr, bu kötü neticeyi doğurur).

İbn Hazm (456/1062), el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm adlı eserinde, sünnetin dinde hüccet oluşunun delillerini sayarken şöyle demiştir:

Allah Teâlâ buyurmuştur ki: "Anlaşamadığınız herhangi bir şeyde, hüküm Allah'a aittir." (Şura, 10).

Yukarıda açıkladığımız gibi Allah Teâlâ, bizi Peygamberinin sö­züne ve hükmüne sevkediyor. Şu halde, tevhide inanmış bir müslü-raana, herhangi bir konuda ihtilâf vuku bulduğunda meseleyi hâl için Kur'ân ve sünnetten başka bir şeye başvurması ve bu ikisinde bulduğu hükme uymaması caiz değildir. Bir konuda delil varken baş­ka yollara başvuran kimse fâsıktır. Kur'ân ve sünnetin emri dışına çıkmayı helâl, onların dışında herhangi bir kimseye itaati vâcib gö­ren kimse ise kâfir olur. Bu konuda hiçbir şüphe yoktur. Muham-med b. Nasr el-Mervezî (334/945), İshak b. Rahuveyh'in şöyle de­diğini nakletmiştir: "Her kime, Hz. Peygamber (s.a.v)'den senedi ve sıhhati sağlam bir haber ulaşır da -takiyye durumu hariç[20]- onu reddederse, o kimse kâfirdir."

Bu konuda İshak in sözünü delil olarak getirmedik. Onun gö­rüşünü zikretmemiz, câhil bir kimsenin, bu hükmün sadece bize ait olduğunu zannetmemesi içindir. Biz, sahih bir yolla, Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen bir hükmün hilâfına hareket etmeyi helâl gören kimsenin kâfir olduğuna, Allah Teâlâ'nın Peygamberine yaptığı şu hitabı delil olarak getirdik: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki> onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle bo­yun eğmedikçe, iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65).

Bu âyet, düşünen ve sakınan, Allah'a ve âhiret gününe iman eden ve onu, Allah Teâlâ'mn, Rasûlü'ne indirmiş olduğunu yakînen bilen kimseye, konunun ciddiyeti için yeterlidir. Öyleyse insan, ken­disini kontrol etsin. Eğer Rasûlullah (a.s)'m, kendisine kadar ulaşan sahih sünnetinde, vermiş olduğu hükümlere karşı, içinde bir şüphe ve itiraz, falan ve filancanın sözlerine meyil yahut bir başkasının kı­yas ve istihsanma rağbet buluyor veya ihtilâfa düştüğü konularda, Hz. Peygamber (s.a.v)'i bırakıp başkalarını destekliyorsa bilsin ki; sö­zü gerçek olan Cenâb-ı Hakk, onun mü'min olmadığına yemin etmiş­tir. Allah Teâlâ, elbette doğru söylemiştir. O kimse mü'min olmayın­ca, belli ki kâfirdir. Üçüncü bir yol yoktur. Ve bu kimse bilsin ki, ken­disine tâbi olduğu Sahabe, Tabiîn, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şafiî, Süfyan es-Sevrî, Evzâî, Ahmed ve Dâvud gibi imamlar -Allah kendilerinden razı olsun- dünyada, âhirette ve şâhidlerin huzura gel­diği gün, ondan uzak ve beridirler.

İbn Hazm, devamla şunları zikretmiştir:[21] Allah Teâlâ buyur­muştur ki: "Onlara; Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve Peygamberin hük­müne gelin denildiği zaman; münafıkların, düşmanca senden yüz çe­virdiklerini görürsün." (Nisa, 61).

Bu âyet karşısında insan, nefsi adına Allah'tan korksun; bu âyeti okurken ürpersin ve bu âyette zikredilen, sonu âfet olan sıfat­lardan şiddetle kaçınsın. Bir kimse, bilgi ve derin anlayış sahibi ol­makla emrolunduğumuz dinî bir hüküm ve meselede, birisiyle münazaraya girer de hasmı kendisini, Allah Teâlâ'mn indirdiğine ve­ya Hz. Peygamber (s.a.v)'in bildirdiğine davet edince, onlardan yüz çevirerek muhatabım bir kıyasa veya falanın ve filanın sözüne çağı­rırsa bilsin ki, Allah Teâlâ ona, münafık ismini vermiştir.

İbn Hazm (456/1062), kitabının başka bir yerinde de şöyle de­mektedir :[22] "Şayet bir kimse, 'Biz, ancak Kur'ân'da bulduklarımızla amel ederiz' derse, hiç şüphesiz, ümmetin icmâsıyla kâfir olur. Böyle düşünen bir kimseye, namaz olarak, zeval ile akşam arasında bir rek'at, fecrin doğusuyla da diğer bir rek'at gerekmektedir. Çünkü sa­dece Kur'ân'dan anlaşılan namaz bu kadardır.[23] Ve namaz diyebil mek için de en az bir rek'at kılınması kâfidir. En fazlası için ise bir sınırlama yoktur. Böyle düşünen ve bunu söyleyen kimse, şirke düş­müş bir kâfirdir. Kanı ve malı helâldir. Böyle bir görüşe ancak üm­metin küfründe birleştiği bazı müfrit Râfizîler sahiptir. Tevfik Al­lah'tandır."

Şayet bir kimse, sadece ümmetin icmâ ettiği hükümleri kabul edip de hakkında nas bulunan, ihtilâf ettikleri bütün şeyleri terketse ümmetin icmâsıyla bu kimse fâsık olur. Bu iki mukaddimedeki açık­ladıklarımız, zarurî olarak, nakli kabul etmeyi gerektirmektedir.
 

[5] Hanefilerin bu konudaki görüşlerinin izahı için bkz. JŞerhu Cem 'i'l-Cevâmî, 11, 93.

[6] Geniş bilgi için bkz. Târihu't'Teşrtil-lslâmî, 21.

[7] Bkz. Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, 21.

[8] Bkz. Ibn Hümam, et-Tahrir, 305.

[9] Taftazânî, et-Teluih, 1, 138.

[10] Şerhu Müsellemü's-Sübût, 1. 17.

[11] Zamana inanan ve "Hesap kitap yoktur, bizi ancak zaman değiştirir, yok eder" diyenler.

[12] Şerhu'l-İsnevî, 1, 38.

[13] Bkz. Hâşiyetü's-Seyyid Şerîf'ale'l-Muhtasar, 1, 32-33.

[14] Buharı,'Şehâdat, 1; Müslim, Ekdiyye, 1; Ebû Dâvud, Ekdiyye. 23.

[15] Buhârî, Talak, 11; Müslim,İmaret, 155; Ebû Dâvud, Talak, 11.

[16] Buhârî, İman, 17; Müslim, İman, 32; Ebû Dâvud, Cihad, 95.

[17] Buhârî, Mevâkıt, 1; Nesâî, Meuâkıt, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 11.

[18] Buhârî, Abdilberr, Camiu Beyâni'l-İlm, 11, 190.

[19] Ebû Dâvud, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16.

[20] Takiyye: Herhangi bir tehlikeden korunmak ve bazı hedefleri korumak için olduğundan farklı görünmek ve asıl hâlini gizlemektir. (Mütercim)

[21] İbn Hazm, el-İhkam, 101.

[22] el-İhkam, 11,80.

[23] Bkz. İsrâ Sûresi, 78.