sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 03:46 pm GMT +0200
SÜNNET VE RE´Y
41- Hadîs Fıkhı, Ehl-i Re´y Fıkhı:
Hz. Peygamber Efendimiz´in (Ona saJât ve selâm olsun) irtihâlle-, rinden itibaren Şafiî´nin yaşadığı devre gelinceye kadar geçen müddet zarfında iki türlü fukahâ vardı: Bir kısmı re´yle şöhret bulmuştu, bir kısmı da rivayet ile meşhurdu. Ashâb fukahâsı arasında re´yiyle tanınanlar bulunduğu gibi hadîs rivâyetiyle meşhur olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn fukahâsı da böyle ehl-i re´y ve ehl-i Hadîs fukahâsı diye ikiye bölünmüştü. Sonra büyük müctehid imamlar devri geldi. Ebû Hanîfe, Mâlik ve diğer büyük şehirlerin müctehidleri, hep böyledir. İçlerinden re´y ile tanınanlar olduğu gibi Hadîs ile tanınanlar da oldu. Kısa bir surette de olsa bunu, biraz açıklamağa çalışalım:
Şehristânî, El-Milel Ve´n-Nihal´de der ki: "îbâdât ve muamelâtta vukua gelen olaylar, hâdiseler sayılmayacak kadar çoktur. Kesin olarak biliyoruz ki, her hâdise hakkında nass gelmemiştir. Bu, tasavvur dahi olunmaz. Mademki naslar mahduttur, olaylar ise sonsuzdur, ardı arası kesilmez. Sonu bulunan ve mahdut olan bir şey, sonsuz olan bir şeyi ihata edemez. Öyle ise ictihad ve kıyasın muteber tutulması gerektiği kesin olarak anlaşılıyor. Her hâdise hakkında ictihad lâzımdır."[1]. îşte bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber Efendimiz´in irtihâllerinden sonra Ashâb-ı Kiram, sonu gelmeyen ve sayılamayacak kadar çok olan olaylar önünde kalınca, ellerindeki Allah´ın Kitabına, Hz. Peygamberin mâruf olan sünnetlerine başvururlar, yeni olayı Kitaba arzederlerdi. Eğer hâdise hakkında sarih bir hüküm bulurlarsa onunla hüküm verirlerdi. Eğer Kitâbul-lah´ta açık bir hüküm bulmazlarsa, o zaman Hz. Peyganıber´den rivayet olunan Hadîslere bakarlardı. Ashâb-ı Kirâm´m hafızalarına başvururlardı. Bu gibi hâdiseler hakkında Hz. Peygamber´in nasıl hüküm ve kaza ettiğini öğrenmek isterlerdi. Eğer bu konuda hükme medar olacak bir Hadis bellemiş olan bir kimse çıkmazsa, o zaman reyleriyle ictihad ederlerdi.
Bu durum içinde onlar, önündeki dâva hakkında kanunla mukayyet olup fakat kanunun metninde hüküm edebilecek bir madde bulamıyan hâkime benzerler. Hâkim kanunun ruhune göre adalet ve hakkaniyete uygun gördüğü hükmünü verir.
Onlar böylece yollarında yürüyerek mes´eleleri Kitaba, sonra Sünnete arz ederek onlara göre hallederlerdi, yoksa re´y ve ictihad yolunu tutarlardı. Hz. Ömer´in, Ebû Musa El-Eş´arî´ye yazdığı mektupta şöyle denilmektedir:
"Sana Kitap ve Sünnette bulunmayau bir mes´ele getirilirse her şeyden evvel İdrâkine müracaat et. Birbirinin benzeri olan şeylere; emsal bulunanlara dikkat et. Ondan sonra kıyas yap; re´y ve fikrinle hükmet,"[2]
42- Ashab Zamanında Rey
Ashâb-ı Kîrâm re´y ile hükmü kabul ettiler. Ancak bunu ne kadar* alacaklarında ihtilâf ettiler. Bir kısmı re´yi çok kullandı, bir kısmı daha az aldı. Kitapta veya tabi´ olunan Sünnette bir nass bulamayınca tevakkuf edenler de vardı. Onların gerçek durumu şöyledir: Onlar Allah´ın Kitabına ve mâruf olan Sünnete itimadda birleşmektedirler. Kitapta ve mâruf olan Sünnette bulamadıkları takdirde, meşhur olan fukahâ re´ye başvururlardı. Bâzıları Hz. Peygamber´in hadîsini veya bu iş hakkındaki fetvasını güzelce hıfz ettiğinde şüphelenir, o zaman o hadîsi alıp rivayet etmemeği tercih ederdi ve Hz. Peygamber´e yalandan isnâdda bulunmuş olmaktan korkarak kendi re´yiyle fetva verirdi. Rivayet olunur ki, Umrân b. Husayn şöyle derdi: ´´Allah´a kasem olsun ki, eğer istemiş olsam, Hz. Peygamber´den iki gün hiç ara vermeden hadîs rivayet edebilirdim. Fakat beni bundan alıkoyan şey şudur: Ashâb-ı Kirâm´dan bir kısmı Resûlullâh´tan Hadîs dinledikleri gibi ben de dinledim. Onların müşahede ettikleri gibi ben de müşahede ettim. Şimdi bâzı Hadîsler rivayet ediyorlar ki, hiç de onların dedikleri gibi değil. Onların karıştırdıkları gibi ben de zanna kapılmaktan korkuyorum."
Ebû Amr Şeybânî de şöyle diyor: tbn-i Mes´ûd´un meclisinde bir yıl kadar bulunduğum esnada öyle sık sık: Resûlullah dedi, demezdi. Re-sûlullah dedi, dediği zaman ise onu bir titreme alırdı ve bunun gibi, buna benzer, buna yakın buyururdu, derdi. İşte böyle olan Abdullah b. Mes´ûd, yamlarak Hz. Peygamber adına yalan söylemek hatâsına düşerek mes´uliyet yüklenmekten ise, kendi re´yiyle fetva vermeği tercih ederdi. Kendi görüşüyle bir mes´ele hakkında fetva verdikten sonra şöyle derdi: "Ben bunu kendi re´yimle.söylüyorum, eğer doğru ise Allah´tandır, eğer yanlış ise benim kusurumdur, şeytandandır." Eğer re´yiyle verdiği hüküm bâzı Ashabın naklettikleri bir Hadise uygun düşerse o zaman sevincinden uçardı. Nasıl ki, mufavvaza mes´elesinde böyle olduğu meşhurdur. O mufavvaza hakkında mehr-i misil ile hükmetmişti. Ashâb-dan bâzıları bu mes´elede Resûlullâh´m da onun verdiği hüküm gibi hükmettiğine şahitlik edince ne kadar sevinmişti.
ikinci bölük, re´yleriyle fetva verenleri muâhaze ediyorlar, Kitap ve Sünnetten hüccetleri olmadığı halde Allah´ın Dîninde fetva veriyorlar, derlerdi. Gerçekte Ashâb iki müşkil, darlık arasında idiler. Bu, vicdanlarının kuvvetli din duygusundan ileri geliyordu:
1- Yeni yeni ortaya gıkan olayların hükümlerini bulabilmek için Hz. Peygamber´den çok hadîs rivayet etmek durumunda idiler. Bunda Hz. Resûl´e yalan isnâd etmek korkusu vardı. Hoca Dihlevî, Huccetü´llâh El-Bâliga´da diyor ki: "Hz. Ömer, Ensârdan bir cemâati Kûfe´ye gönderirken onlara şöyle dedi: Siz Kûfe´ye gidiyorsunuz, onlar Kur´ân okurken sesleri arı kovanı uğultusu gibi etrafı tutar. Onlar size gelip Hadîs sorarlar, siz az rivayet edin."
2- Hz.. Peygamber´den Hadîs duyulup bilinmeyen hususlarda kendi re´yleriyle hükmederlerdi. Bunda, görüşle bir şeyi helâl veya haram etmek cihetine kaymak vardı. İçlerinden bâzıları Hz. Peygamber´in Hadîsini tercih eder, eser rivayet olunan hususlarda duruyordu. Bâzıları da Hadîs şöhret bulmayan hususlarda re´yi seçer, kendi re´yi ile fetva verirdi. Eğer sonradan bu hususta bir Hadîs olduğunu Öğrenirse, re´yinden Hadîse dönerdi. Hz. Ömer´den ve Ashâbm çoğundan böyle haller rivayet olunmuştur. [3]
43- Tabiîn Devrinde Re´y Ve Hadîs:
Ashâbdan sonra onların şâkirdleri olan Tabiîn geldi. Onların devrinde de iki iş ortaya çıktı:
1- Müslümanlar birçok bölüklere ve fırkalara ayrıldılar. İhtilâf fırtınası çok sert ve sarsıcı bir şiddetle esiyordu. Aralarında gösterdiği tesir çok sertti. Birbirlerine küfr, fısk. isyan kelimeleri yapıştırmak çok kolay bir şey olmuştu. Âdeta ölüme susamışcasma birbirlerine kılıç çekmekten bile çekinmiyorlardı. Ümmet fırkalara bölünmüştü: Haricîler, Şîa ve Emevîler. Bir de millet üzerine çöken bu felâketlere karışmaktan kaçınıp fitnelere dalmaktan uzak kalan zümre vardı. Haricîler de aralarında birçok fırkalara ayrılmıştı: Azârika, tbâzıye, Necdât ve diğer birçok adları vardı. Şîs. da birbirine zıd fırkalara ayrılmıştı. Bâzıları o kadar ayrı bir görüşe saplandılar ki, îslâm dairesinden bile çıktılar, şayet girmiş sayıhrlarsa! Hattâ islâm´da bozgunculuk yapmak maksadiyle kendilerini Müslüman olmuş göstererek zahiren Müslüman olanlar bile bulundu, islâm Dîni onların umurunda bile değildi. Onların vazifesi bu dîni temelinden yıkmaktı. Böylelikle eski milletlerinin hâkimiyetini tekrar sağlamağa çalışıyorlardı. Hiç olmazsa, en azından o hâkimiyete son verenlerden (Müslümanlardan) intikam almış olacaklardı. Veyâhud da Müslümanlar coşkun fitne karanlıklarında yaşasınlar, Allah´ın nuru da sönmeğe yüz tutsun; onlar bunu istiyorlardı.
Bunun bir neticesi olarak bâzı kimselerde dînî sorumluluk azaldı. Hz. Peygamber´den yalan Hadîs rivayet edenler çoğaldı. O derece ki, bu iş mü´minleri endişeye düşürdü. Bu mevzu Hadîsleri meydana çıkarıp onların önünü almak için harekete geçtiler. Ömer b. Abdulâziz sahîh Hadîsleri, Sünnetleri toplayıp yazdırmağı, Hadîsleri inceleyip rivayet olunanlar içinde doğru olanları araştırmağı düşündü.
2- Medine´nin ilmî hâkimiyeti ye üstünlüğü azaldı. Ashâb-ı Kiram zamanında, bilhassa fıkhî içtihadın altın devri sayılan Hz. Ömer devrinde Medine Ashabın ulemâsı ve fukahâsı yuvası idi. Bunlar Medine´den çıkmazlardı. Ayrılan oİursa bile ilmî bağlantısı devam ederdi. Ortaya çi-kan yeni meseleler hakkında yazışmalar olurdu. Hz. Ömer´in tutumu, Kureyş´ten olan Ashabın büyüklerini Hicaz dâhilinde tutmaktı, Muhacirlerin ve Ensânn büyükleri onun müsâadesi olmaksızın Medine´den ayrılıp taşraya gidemezlerdi. Onları adetâ murakabe altında bulundururdu. Hz. Ömer´in vefatından sonra, Ashabın uluları muhtelif memleketlere dağıldılar. Bunların her birinin bir fıkıh ekolü oldu. Onu rivayet edenler, ona uyanlar oldu. Medine´de kalan veya Medine´den başka yere giden Ashabın fukahâsmm şâkirdleri olan Tabiîn devri gelince, her büyük îs-lâm şehrinde birçok fukalıâ yetişti. Şehirlerin uzaklığı nisbetinde görüşler de birbirinden ayrılmağa başladı. Çünkü her biri bulunduğu yerin Örf ve âdetini alıyordu. O beldede çıkan meseleleri gözönünde tutuyordu. Bundan başka her biri, o beldeye gelmiş olan Sahâbînin yoluna tabi´ idi, o Sahâbînin rivayet ettiği ve aralarında yayılmış bulunan Hadîslerin nâkili idi. Bu gibi sebeplerle muhtelif eğilimli fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Bunların her biri Kur´ân-ı Kerîm´den ve Hadîs-i Şeriften faydalanarak, vermiş olduğu hüküm ve fetvanın, dîne uygun olması için gerçeği araştırıyordu. [4]
44- Re´y Ve Hadis Ekollerinin Tutumu:
Sahabe devrinde gördük ki, onlar iki yol üzere yürümekte idiler.
Birinci grup: Re´ye çok önem verir, rivayet azdır. Re´yle hüküm verdikten sonra Hadîs bulunursa ona döner, yâni Hadîsi alır.
îkinci grup: Rivayeti çok alır, ondan şaşmaz. Rivayet olmıyan hususta re´yiyle Allah´ın Dînine karışmamak için fetva vermemeği tercih eder. Tabiîn devrinde bu iki yol arasındaki açıklık gok genişledi. Her iki yolu tutanlar, kendilerinden öncekilerden çok daha geniş surette birbirlerinden uzaklaştılar. Rivayeti tercih edenlerin kendi usûllerine daha çok sarıldıklarını görüyoruz. Ortalığı karıp katan ve şiddetlenen fitnelerden kurtuluşu da bunda buluyorlar. Çünkü onlarca bu fitnelerden uzak kala-ra,k kurtuluş, ancak Sünnete uymakladır. Diğerleri Hz. Peygamber´den yalan Hadîs rivayetinin çoğaldığım ve bunun sebeplerini görüyorlar. Sonra yeni ortaya çıkan olaylar hakkında hüküm verme zaruretini de görüyorlar. Müslümanların fethettikleri yerlerdeki milletlerle temas, yeni yeni fikir cereyanları doğuruyor. Bundan başkaca Tabiînin çoğu Mevâlî-dendir[5]. Mevâlî ise eski medeniyetlerin sahiplerinin vârislerindendir. Bu gibi sebeplerle iki yol arasındaki mesafe çok genişledi ve birbirlerine yaklaşmadılar. Halbuki önce birbirine çok yakındılar, hattâ ikisinin arasındaki çizgiyi ayırmak güçtü.
ihtilâfın esası, Sünneti delil olarak alıp almama meselesi değildir. Belki re´yi alıp almama meselesiyle birlikte her ikisidir. Re´ye göre meselelerin çözümü meselesidir. Ehl-i Hadîs, re´yi kabul etmez. Ancak muz-tar kalınca alır; bu darda kalan Müslümana domuz eti yemenin mubah olması gibi bir şey. Bunlar muztar kalmayınca re´yle mesele halletmezler. Vukubulmamış meseleler için hüküm çıkarmazlar, ancak vukubulmuş bir hâdisenin hükmünü verirler. Vukubulmuş olayların ötesine geçmezler, birtakım meseleler farzederek onlarla meşgul olmazlar, takdirî fıkha bakmazlar. Ehl-i re´y ise, ictihad ettikleri mevzu hakkında kendilerince sıhhati sabit olmuş bir Hadîs bulamayınca re´y ile hüküm ve fetva verirler. Pıkhî incelemelerde yalnız vukubulmuş meselelerin hükmünü çıkarmakla kalmazlar, vukubulmamış meseleleri de farz ve takdir ederelt kendi görüşleriyle onlar için´ hükümler koyarlar. Ehl-i Hadîsin çoğu Hicaz´dan idi. Vakıa orada ehl-i re´y fıkhı da pek az değildi. Hicaz ilk Sahabelerin yurdu, vahy mahalli idi. Orada yaşayan bâzı Tabiîn re´yi çok kullanmayan Ashâbdan ders alıp yetiştiler. Çok re´y kullanan bir Sahâbînin şakirdi olan Tabiî, üstadının re´ylerini rivayet etmekle iktifa ederdi.
Ehl-i re´yin çoğu ise Irak´ta idi. Çünkü onlar Abdullah îbn-i Mes´ûd´-dan ders alarak yetişmişlerdi. O, yanılırım endişesiyle Hz. Peygamber´den Hadîs rivayetinden çekinen bir zâttı, fakat kendi re´yiyle ictihâd ederdi. Eğer ictihâd ettiği konuda sahîh bir Hadîs bulursa re´yinden Hadîse dönerdi; Hadîs râvîlerinin çoğu zâten Hicaz´da bulunurdu. Irak´ta ise ilim ve felsefe vardı, orada eski mektepler (okullar) bulunurdu. Bu yolun te´siri altında kalanlara re´y ile ictihâd uygun gelir. Bilhassa rivayet sebepleri onlarca tam değildi. [6]
45 - Hadîs Ve Re´y Fukahası Arasındaki Mesafenin Genişlemesi:
Tabiîn devrinde re´y fukahâsı ile Hadîs fukahâsı arasında ihtilâf çukuru, görüldüğü veçhile, genişledi. Tebei Tabiîn devri ve mezheb sahibi büyük müctehidler devri geldiği zaman, bu açıklık daha da genişledi. Sonraları mezheb sahibi müctehidler çağının basında bu ihtilâf daha şiddetli İdi. Daha sonra bu iki taraf birbiriyle buluşmağa başlayınca biri diğerinden almağa başladı. Hadîs ehli tevakkuf çenberinden çıktılar, bu çıkışlar onları bâzı ahvalde re´yi kabul etmek zorunda bıraktı. E2ıl-i re´y de Sünnetin bir kısmının tedvîn olunduğunu, toplanıp yazıldığım, asarın tetkik edilmeğe başlandığını görünce re´ylerini Hadîsle te´yîd etmeğe başladılar. Kendi re´yteriyle fetva verirken bilmedikleri bir Hadîsin sıhhati sabit olunca re´ylerinden dönüp Hadîsle amel ettiler.
Bunu kısaca da olsa biraz îzâh edelim. Zîrâ Şafiî´nin yaşadığı devir budur. O bu devirde üstadlarından ders aldı, onların kitaplarını okuyarak yetişti. Bu devirde Resûl-i Ekrem adına Hadîs uydurma, yalan dalgası kesilmiş değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini müdafaa etmek için lisanla veya kalemle söylenen sözleri, yalan Hadîslerin yayılmasına sebep oldu. Çünkü bunlar kendi çıkarlarına Hadîs uyduruyorlardı, bunları Müslümanlar arasında yapıyorlardı. Kadı îyâz, bu yalancıların Peygamber adına Hadîs uydurmalarının sebeplerini şöyle anlatıyor: "Onlar birkaç türlüdür. Bir kısmı Peygamberin hiç söylemediği bir şey uydurup söyler, bunu dîni küçük düşürmek için yapar. Zındıklar ve benzerleri böyledir. Bir kısmı bunu dîne hizmet sayar ve sevab umar, fezâil ve rağbet arttırmak için Hadîs uyduran câhil sofiler gibi.. Bir kısmj bunu nam kazanmak için yapar, fâsık Hadîsciler gibi. Bir kısmı bunu taassubundan yapar ve kendine delil bulmak için uydurur. Bid´atçılar ve mezheb muttassıbları gibi. Bir kısmı dünyaya tapanların emellerine âlet olarak onların heveslerine uyarak işlediklerine bir mazeret bulmak için yaparlar. Bu sıfatların her biri Hadîs ve ilim ricali erbabınca bellidir, onları tanırlar. Bir kısmı da vardır ki, Hadîs uydurmaz, fakat zayıf olan bîr metin için sahîh ve meşhur bir sened uydurur, bâzıları senedleri çevirip değiştirir, ona ilâve yapar. Bunu ya başkasını garîb göstermek veya kendisinden cehaleti kaldırmak amaciyle yapar. Bâzıları yalan söyler, dinlemediği bir Hadîsi dinledim, der, görmediği bir kimseyi gördüm der ve onlardan sahîh Hadîs diye Hadîsler rivayet eder. Bir kısmı Ashabın veya başkasının sözlerini, Arapların hikmetli sözlerim, hükemânın dediklerini Peygamber´e nisbet eder, Hadîs diye ortaya sürer[7].
Mezheblerin teessüs ettiği zamanda ve ictihâd devrinde bu yalan dalgasının böyle esmesi iki şeye sebep oldu:
1- Muhaddisler rivayetlerin doğruluğunu incelemeğe koyuldular. Temizini bozuğundan ayırdetmek için sahîh olanı, olmıyam araştırmağa başladılar. Hadîslerin râvilerini incelediler; durumlarını tanıdılar; doğru olanı, olmıyanı öğrendiler. Râvüeri, doğruluk derecelerine göre sınıflandırdılar. Sonra Hadîslerin metinlerini incelediler. Onları doğruluğuna hiç şüphe edilmeyen meşhur Hadîslerle, Rur´ân-ı Kerîm´le ve dinde zarurî olarak maruf olanlarla ölçtüler. Uymayanları kabul etmediler. Sonra büyük imamlar, sahîh olan Hadîsleri tedvîne başladılar. îmanı Mâlik Mu-vatta´ını yazdı[8]. Süfyân îbn-i Uyeyne El-Cevami´ Fi´s-Sunen Vel-Âdâb kitabını yazdı. Süfyân Sevrî fıkıh ve Hadîste El-Câmi´El-Kebîr´ini yazdı.
2- Fukahâ ve ehl-i re´y, bilmeyerek Peygamber adına yalan söylemek günahına düşmekten korkarak re´y ile fetva vermeği çoğalttılar. [9]
[1] Şehristânî, El-Milel Ve´n-Nihal.
[2] Fıkıh kitaplarının Sİyaset-i Kaza, Tedbir-i Hükm-ü Kitap nâmını verdikleri bu mektubu ehemmiyetine binaen buraya alıyoruz:
"Emîrü´l-Mü´minin Ömer bin Hattab´dan Abdullah bin Kays´a:
Umur-u kaza, bir muhkem fariza ve uyulması gereken bir sünnettir. Sana bir dâva arzedilince çok dikkat et. Davacıların maksatlarını iyi anla. Zîrâ tenfiz edilmeyen hakkı mücerret söylemek bir faide vermez. Birinden diğerinin hakkını ikrara delâlet edecek bir söz sâdır olursa onu ikrariyle ilzam et. Kıymeti olmayan beyanlara iltifat etme; herkesi karşında, mahkemede müsavi tut, tâ ki kaviler senden tarafgirlik beklemesin, zailler de adaletinden me´yus olarak haksızlar ümide düşmesin.
Davacı beyyine göstermekle mükelleftir, înkâr edene yemin verilir, Müslümanlar arasında haram olan bir şeyi helâl veya helâl olan bir şeyi haram kılmamak şartiyle sulh caizdir.
Davacı müddeasım, dâvah da defi´ dâvasını isbat için mühlet isterse, beyyine ikamesi mümkün olacak kadar bir zaman için müsaade et. Bu müddet zarfında beyyine ikame ederse hakkını ver. Aksi halde aleyhine hükmet. Bu suretle hareket şüpheyi izalede daha kesin, mazereti ifadede daha beliğdir.
Sakın halkın İğlerini uzatma, dâvalarım sürüncemede bırakma. Doğru görülmesi sevabı mucip ve âhirette mükâfata sebep olan bir dâvada tarafların haklarını iddia olunan şekillerden başka bir suretle müdafaa ederek zayi etme.
Bir mes´ele hakkında hüküm verildikten sonra hükmünün yanlış olduğu taayyün ederse hakka rücu et. Çünkü hakka rücu etmek, bâtılda ısrardan çok hayırlıdır.
Müslümanlar âdildirler. Onların yekdiğeri aleyhinde vâki şahadetleri makbuldür, Meğer ki yalan şahadetle mâruf olmuş veya kendisine haddi kazif cezası verilmiş olmak veyahut velâ´ ve karabet sebebiyle mazarrat: def, menfaati celp daiyesi bulunmak gibi şahitliğe mani bir hali oîsun. Kullarının serairine Cenâb-ı Hak vâkıftır. Bu hususlar mücerret sözle değil, beyyine ve yeminle bilinir.
Sana Kitap ve Sünnette bulunmayan bir mes´ele getirilirse her şeyden evvel idrâkine müracaat et. Birbirinin benzeri olan şeylere, emsal bulunanlara dikkat et. Ondan sonra kıyas yap, re´y ve fikrinle hükmet.
Muhakeme esnasında gadap ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan, sıkıntı getirmekten, ekşi yüzü olmaktan sakın. Çünkü mahkemede hüküm vererek icrayı kaza etmek ahlâkî fazilettir. Allah nezdinde sevabı, halk yanında iyilikle yâd olunmağı muciptir. Bir kadı ki, hükmü hulûsi niyyete makrun ola, Allah onu halk ile kendi arasında vukuu melhuz tehlikelerden korur. Nefsinde olmayan şeyleri izharla sureti hakdan görünerek hüsnüniyeti ihlâl edenleri Allah halk arasında rüsvây ederek utandırır. Allah kullarından ancak hâlis olan ameli kabul eder."
Hazret-i Ömer, Kadı Şureyh´a da bunlara benzer sözler yazmıştır ? Mütercim
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 62-63.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 64-65.
[4] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 65-66.
[5] Mevâlî kelimesi, Mevlâ´nın cem´idir. Mevlâ Arapçada zıd anlamlı kelime-ierden olup: Kul, köle, azat edilmiş köle mânasına geldiği gibi, mâlik, kulun efendisi, köle âzad eden adam mânasına da kullanılır. Bunlardan bagka bir adamın dost ve yârine, yakın hısımına, komgusuna, mütteflkına, oğluna, amucasma, müsafirine, şerik ve ortağına, kız kardeşi oğluna, yeğene, velisine, mürebbisine, yardımcısına, iyilik ve ihsan edene, sevdiğine tabi´ olup uyana, damada, ulu ve şanlı adama da mevlâ denir. Araplar kendilerinden maada Müslüman olan milletler hakkında bu tâbiri kullanmışlardır. Bu şu mânaya olsa gerek: Fütuhat devrinde Araplar fethettikleri ülkeler halkını harta esirleri gibi kul köle saymışlar, bunların çoğu âzad edilerek yüksek mevki sahibi olmuşlar. İçlerinden pek çok âlim yetişmiştir. İlim hareketinin başına geçmişlerdir. Umumiyetle mevâlî denince bu mâna kasdolunur. Fakat kelimenin lügat mânasına bakarsak, dost ve müttefika, tabi´ olana da mevlâ denildiğine göre mevâlî denince neden mutlaka köle, âzad edilmiş kul mânası hatıra gelsin ? Arap olmayan milletler Müslüman olunca Arapların dostu ve müttefiki oldular, idare Arapların elinde bulunduğuna göre onlar tabi´ idiler. Bu itibarla onlara mevâlî denildi. Yoksa mevâlî denince behemahal köle mânasına gidilmemelidir. Araptan gayri Müslüman milletler kasdedilmiş olması daha uygundur. Bak: Mütercim Asım Efendi, Kamus tercümesi Okyanus, MevSâ Maddesi (Mütercim).
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 66-67.
[7] Bak: Muhammed Hudarî, Tarih´el-Te§rî Kl-Islâmî, s. 83. 68
[8] İmam Mâlik´in Muvattaı bize kadar gelen eski Hadîs kitaplarının en meghurlaradandır. Ondan önce Hemmâm´m El-Sahîfesi ile Ma´mer´in El-Câmi´i vardır. Hemmâm´ın Sahîfesi basılmıştır. Ma´mer´in el yazması Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde İsmail Saib Sanear kitapları arasında 2164 No.´da, İstanbul´da Feyzullah Efendi Kitaplığında 541 No.´da bulunmaktadır (Mütercim).
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 68-69.