sidretül münteha
Sat 11 September 2010, 08:22 pm GMT +0200
Sünnet
153- Şafii´ye Göre Sünnet Kîtabın Ahkamına Asla Muhalif Olamaz. Birbirine Muhalif Sünnetlerin Arasını Bulmak:
Buraya kadar geçenlerden görülüyor ki, Şafiî Hadîslerin senedinin muttasıl ve mürsel olmaları bakımından onlardan ve rivayet eden adamlardan söz etmektedir. Râvîler de birtakım şartlar aranmasını ileri sürüyor M, kendisinden sonra gelen ricâl-i Hadîs ulemâsı bunlarda ona uymuşlardır. Şafiî yalnız bununla iktifa etmiyor, Kitaba uygun olması bakımından Hadîsin metnine mütaallik illetlerden, Hadîslerin birbirinden muhtelif olmasından söz açmış, böylece amel olunması veya olunmaması bakımından Hadîsin metnine temas etmiş oldu.
Şafiî´ye göre Hadîslerin, ALLAH´ın Kitâbindakilere muhalif olması asla mümkün değildir; muhkem nasslarla hükmü bildirilip neshedilmeyen-leri nakzedici de olamaz. Bu hususta diyor ki: "Hz. Peygamber´in, Sün-netiyle tegri´ ettiği her hüküm, ALLAH´ın Kitabının nassma uygundur. AI-lâhu Teâlâ tarafından Kitabı beyan edicidir. Beyan yoluyla Kitabı daha açıklamaktadır, tefsir etmektedir. Kitab ALLAH´ın nassında bulunmayan bir şey teşri´ ederse, Allâhu Teâlâ Resulüne İtaati emrettiğinden onun emrine de tabi´ oluruz." Bu sözün mânâsından ve kasdından anlaşılıyor ki, Sünnet, Kur´ân´m muhkem nasslarma asla muhalif olamaz. Sünnet ya Kitabı beyan eder, yahut Kitabın mücmelini tafsil eder, veyahut da Kur´ân´m nassmda bulunmayan bir hüküm getirir. Allâhu Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de Resulüne itaati emrettiğinden Kur´ân´dan nass bulunmayan hususlarda Resulüne tabi´ oluruz. Öyle olunca Sünnet Kitaba asla muhalif olamaz. Çünkü Sünnet kuvvetini Kur´ân´dan almaktadır. Buna binâen Kur´ân´m muhkem hükümlerine aykırı olarak gelen her haber (Sünnet) reddolunur, kabul edilmez. Sünnet arasındaki ihtilâfa gelince, Şafiî bunu iki kısma ayırmaktadır:
1- İhtilâf nesihten doğmaktadır, hangisinin nâsih, hangisinin men-sûh olduğu bilinmemektedir. O zaman nâsihle amel edilir, mensûlı olan bırakılır. Çünkü Sünnet, Sünnetle nesholunur, bu ihtilâf sayılmaz. Men-sûh olan Sünnetle amel edilmek yine başka bir Sünnetle kaldırılmıştır. Buna kıble mes´elesini misâl getirmektedir: Hz. Peygamber ilk zamanda namazı Beyt-i Mukaddes´e doğru kılıyordu. Hz. Peygamber Beyt-i Mukaddesle doğru namaz kıldığından herkes Peygamber´in bu Sünnetine uyuyordu; namazda başka yere dönmek caiz değildi. Allâhu Teâlâ Beyt-i MukaddesMn kıble olması hükmünü kaldırınca Hz. Peygamber ve Müslümanlar Kâ´be´ye doğru namaz kılmağa başladılar. Artık kıble Kâ´be oldu. Bir Müslümanın namazda ondan başkasına doğru dönmesi caiz değildi. Artık Beyt-i Mukaddes´e dönmek kat´iyyen yasaktı. Bunların hepsi kendi vaktinde doğrudur. Hz. Peygamber Beyt-i Mukaddes´e dönerken orası Hak Kıble idi. Sonra Beytü´l-Harâm yâni Kâ´be-i Şerîf kıyamete kadar Hak Kıble oldu... Bu misâl Kİtabda ve Sünnetteki nâsihi ve men-sûhu açıklamaktadır. Hs. Peygamber, bir şeyi Sünnet kılar da Allâhu Teâlâ onu başka bir şeye çevirirse, o Sünnet olur. insanlar artık ona sarılırlar, böylece insanlar mensûh olan hükümden ayrılsınlar ve nâsih olana sarılsınlar diye Hz. Peygamber bunu Sünnetiyle insanlara bildirir.
Şafiî bununla şunu isbat ediyor ki, kıble´nin Beyt-i Mukaddes´ten Beytii´l-Harâm´a çevrilmesi yalnız Kitabla olmuş değil, belki bu Sünnetle de olmuştur. Çünkü Allâhu Teâlâ kıblenin Kâ´be´ye çevrildiğini bildirince Hz, Peygamber, Kitâb´ı beyan için Sünnetiyle de bunu gösterdi. Yeni Sünnet, eski Sünneti neshetmiş oldu. Şafiî bunu ta´lil için şöyle diyor: ´´Hz, Peygamber bir Sünneti vaz´eder, Kitabda da bir hüküm vardır, lisanı veya Sünnetin Kitâb´a nazaran mertebesini bilmeyen, Kitab Sünneti neshediyor sanır. İşte kimse böyle bir şüpheye düşmesin diye Hz. Peygamber, Sünneti Sünnetle nesheder." Şafiî bununla anlatıyor ki, Kitâb´a nazaran Sünnetin mertebesi Kitâb´m icmâlen bildirdiklerini beyan etmektir. Kitab yalnız olarak, tek başına Sünneti neshetmez, Kitabda Sünneti nesneden bir §ey varsa, aym şeyi nesneden bir Sünnet de bulunur, böylece Sünnet Sünneti neshetmiş olur. Çünkü Sünnet, Kitâb´m beyanı mesabesindedir. Bu noktayı, Şafiî´ye göre nesihten bahsederken açıklayacağız.[30]
154- Nâsîh Ve Mensûh Olan Bilinmediği Zaman Birbirine Muhalîf Sünnetlerin Arasını Bulmak:
Sünnet arasında ihtilâf varsa ve nâsih ile mensûh bilinirse, Şafiî´nin görüşünü ve getirdiği misâlleri naklettik. Birbirine muhalif olan Hadîslerin birinci kısmı budur. İkinci kısım ise şudur: Hadîsler arasında ihtilâf olup da hangisi nâsih, hangisi mensûh bilinmezse, Şafiî bu kısmı da ikiye ayırır: Birincisi, aralarını bulmak mümkün olan nev´idir ki, ihtilâf zahirîdir, mânâ ve maksadda ihtilâf yoktur. Herhangi bir suretle iki Hadîsin arasım bulmak ve birleştirmek mümkünse bu yapılır. Analarını birleştirmek mümkün olmadığı takdirde ihtilâf üzere bırakılır.
1- Hadîsi bâzı râvîlerin bütün olarak teferrüâtiyle, bâzı râvîlerin
de kısa olarak rivayet etmeleri zahiren bu iki Hadîs arasında ihtilâf var gibi gösterebilir. Eğer Hadîs, icmâ´en ve tafsîlen bilinmiş olsa, muhtasar olanla mufassal olan arasında ihtilâf olmadığı anlaşılır. Şafiî bu hususta diyor ki: "Hz, Peygamber´e bir şey sorulur, o da o mes´ele hakkında sorulan kadarına cevap verir. Bir râvî bunu kısaca rivayet eder, bir kısmını alır, başka bir râvî mes´eleyi etrafiyle rivayet eder. Biri mes´elenin başında bulunmaz, yalnız cevaba yetişir, onu rivayet eder. Cevaba sebep olan mes´eleyi cevaptan çıkarır."
2- Hz. Peygamber bir Sünneti bildirir ve onun hükmünü açıklar. Başka bir halde ona muhalif bir hüküm bildirir, Ayrı ayrı hükümleri îcâbettiren o iki hâl beyan olunmaksızın o iki hüküm rivayet olunur, böylece ikisi arasında muhalefet göze çarpar. Eğer ayrı hükümlerin ayrı hâlleri beyan olunsaydı arada ihtilâf olmadığı, her hükmün kendine has bir hâli bulunduğu anlaşılırdı.
3- Bâzan Hz. Peygamber bir mânâdan dolayı bir hükmü Sünnetle bildirir. Aynı mânâyı taşıyan diğer bir şey hakkında başka bir sebeple başka türlü hüküm verir. İkinci şeydeki fazlalık dolayısiyle onun hükmü de değişik olur. Râvîlerden her biri ?sebepleri belirtmek sizin? hükümleri bellerler. Ulemâ, her râvinin ayrı ayrı rivayet ettikleri hükümleri duyunca, arada ihtilâf var sanırlar, halbuki hakîkatta arada ihtilâf yoktur. Şafiî bu hususta diyor ki: "Bir mânâdan dolayı bir hükmü Sünnetle bildirir, bir i´tibarla ona benzeyen başka bir i´tibarla ondan ayrılan bir şey hakkında başka türlü hüküm verir; çünkü durumları başka olduğundan hükümleri de başkadır. Biri bu Sünnetlerden birini, diğeri başkasını beller. Her râvî bellediğini rivayet edince, bunları dinleyen bâzı kimseler, arada muhalefet olduğunu sanırlar. Halbuki ortada böyle bir şey yoktur."
Bu suretlerin hepsinde Hadîsleri birleştirmek mümkündür. Hadîsleri incelemek, rivayetleri araştırmak, insanı kat´î olarak bu neticeye götürür. Eldeki Hadîslerdeki ihtilâfın arasını bulmak mümkün olmazsa, işte ikinci kısım budur. Bu kısımda ihtilâf yalmz zahiren değildir, zahiren ve manen ihtilâf mevcuttur. Şafiî (ALLAH ondan razı olsun) bu kısımda da üç yol tutuyor. Bunlardan her biri kendinden önceki mümkün olmamağa göre sıralanır:
1- Hadîslerden birinin önce, diğerinin sonra olmasını farz ve takdir eder. Sonraki Hadîs, öncekini neshetmiş olur. Mensûh Hadîsi rivayet eden râvî, nâsıh olan Hadîsi bilmediğinden onu rivayet etmiştir. Eğer böyle bir nesih varsa, bunu araştıran kimse, tahkik neticesi olarak bunu bulur. Çünkü bir neshi, bâzı ulemâ görmediyse de bütün ulemânın gözünden kaçması olamaz, araştıran bunu behemehal bulur.
2- İki Hadîs arasındaki ihtilâfı te´lif yoluyla birleştirmek mümkün olmadığı gibi, araştırma neticesi nesholduğu da bulunmazsa, o zaman Şâfü bu iki Hadîsi sened yönünden mukayese yapar. İki Hadîs sübût bakımından aynı derecede değilse yâni biri rivayet i´tibâriyle diğerinden daha kuvvetli ise, o zaman sübutça daha kuvvetli olan alınır, diğeri bırakılır.
3- îki Hadîsten birinin delâlet ettiği şeyi, ALLAH´ın Kitabından veya Peygamber´in sabit Sünnetlerinden takviye eden bir delâlet varsa veya o mânâyı gösterir başka delil bulunursa o Hadîs alınır.
imam Şafiî (ALLAH ondan razı olsun), iki Hadîs arasmda ihtilâf bulunsun da bunların arasım bulmak mümkün olmasın, böyle bir şey farzet-miyor. Ona göre Hadîslerin ya arası birleştirilir, ya nâsih ve mensûh olan bilinir, ya sübût bakımından kuvvetli olan tercih olunur. îki Hadîs sübût bakımından aym kuvvette olsunlar da aralarında ihtilâf bulunsun da bunu birleştirmek mümkün olmasın, bu olamaz. Nâsih ve mensûh Hadîslerde cereyan eden neshin, bütün ulemânın gözünden kaçmış olmasına ihtimal vermez. Şafiî´nin bu görüşü araştırmaya dayanmaktadır. O bu hususta amel: düşünür, tatbikata bakar. Bir esasa dayanmayan, senedi bulunmayan faraziyyeler peşinde koşmaz. Onun için şöyle diyor: "Hz. Peygamber´in birbirine muhalif iki Hadîsi olsun da o ihtilâftan kurtulmanın yolu bulunmasın, böyle bir şey yoktur. O iki Hadîsten birini ya Kitabdan veya başka bâzı delillerden birine uygun olmasiyle tercih etmek vardır." Şafiî, ileri sürdüğü her kaideye birbiriyle taaruz hâlinde olan Hadîslerden misâller getirmekte, onların arasını telif ederek birleştirmekte veya birinin neshedildiğmi göstermekte veyahut aralarında tercih yapmaktadır. [31]
KİTABA NAZARAN SÜNNETİN YERİ
155- Kur´ân-ı Kerîm´e Nîsbetle Sünnetin Beş Durumu:
İmam Şafiî (ALLAH ondan razı olsun), Allâhu Teâlâ´nın Kitabına nazaran Sünnetin yeri nedir, bunu beyan etmiştir. Ona göre Kur´ân-ı Ke-rîm´e nisbetle Sünnet beş kısma ayrılır:
1- Sünnet, Kitabın mücmelini beyan eder. Kur´ân´da icmâlen bildirilen farzları açıklar. Onları tafsîlâtiyle bildirir, vakitlerini beyan eder.
2- Kur´ân beyan eder, umum murad edilen âmmları, Allâhu Teâlâ´nın husus murad ettiği âmmları açıklar.
3- Kur´ân´ın nassiyle sabit olan bâzı farzlar ki, Hz. Peygamber, Allâhu Teâlâ´dan kendisine vâki´ olan vahy ile, o farzlarla ilgisi veya onlar üzerine, müterettip bâzı hükümler ziyâde etmiştir.
4- Hadîs, Kur´ân´m nassında zikrolunmayan bir sünnet bildirir, bu doğrudan Sünnetle teşri´dir, Kur´ân´ın nassma ziyâde suretiyle değildir.
5- Sünnetle nâsih ve mensûha istidlal etmek.
Şafiî´nin Er-Risâle´sinde dediklerinden alarak bu beş kısımdan her oıri hakkında birkaç kelime söyleyelim: Bu beş kısımdan ilk üçünü derli toplu bir surette bir asla götürmek mümkündür. O da Sünnet-i şerîfenin Kur´ân-ı Kerîm´i beyan ettiğidir. Sonuncu kısım da Kur´ân´ı beyanla ilgili sayılabilirse de onun sahası çok geniş olduğundan ondan söz açmağı nesih bahsine bırakıyoruz. [32]
156- Sünnetin Kur´ân´ı Beyanı:
Ulemâ ittifak etmiştir ki, Kur´ân-ı Kerîm, mânâlarının beyanında, maksat ve gayelerinin tanınmasında, ahkâmının bilinmesinde Peygam-faer´in Sünnetinden faydalanır. Hiç kimse, Sünnet-i seniyyeden faydalan-maksızm Kur´ân´ı anlamağa ve hükümlerini bilmeğe muktedir olduğunu ileri süremez. Bilindiği gibi, Sünnetin bir kısmını inkâr eden bir taife vardır. Hattâ onlardan biri, Mutarrif b. Abdullah´a şöyle demişti: "Bize ancak Kur´ân´dan bahsedin." Mutarrif de ona şu cevabı vermişti: "Biz Kur´ân´ı hiçbir şeyle değişmeyiz. Biz ancak Kur´ân´ı bizden daha iyi bilen Peygamber´in sözlerini istiyoruz." tmam, Evzâî, Hassan b. Atiyye´den şunu naklediyor: "Vahy, Hz. Peygamber´e nazil olurken Cebrail Kur´ân´ı tefsîr eden Sünneti getirirdi." Bir kimse, Kur´ân´da her şeyin beyanı ve tafsilâtı var iddiasında idi. Sünnete ihtiyaç yok, diyordu. îmrân b. Hu-sayn ona şöyle dedi: "Sen ahmak bir kişisin. Öfle namazının farzının dört rek´at olduğunu, öğle namazında Kur´ân´m aşikâre olmadığım Kur´-ân´da buluyor musun?" Aynı tarzda diğer namazları, zekâtı, mikdarlan-nı saydı ve, "Bunları ALLAH´ın Kitabında açıklanmış buluyor musun?" diye sordu.
Kur´ân-ı Kerîm, bu tarzda Sünnetin beyamna muhtaç olduğu bilinince, söyle bir sual akla gelebilir: Öyleyse nasıl olur da Kur´ân-ı Kerîm´de ahkâma mütaallik her şeyin beyanı vardır denebilir? Halbuki Kur´ân Sünnetin beyanına muhtaç diyorsunuz? Buna şöyle cevap verilir: Kur´-ân´ın beyanları küllidir, cüz´î değildir, icmalidir, tafsîlî değildir. Sünnet Kur´ân´âa icmâlen bildirileni beyan edip açıklar. Küllî olanları, herkesin anlayabileceği şekilde insanlara beyan eder. Eğer Peygamber´in beyanları olmasa, insanların bilgisi ona erişemez, "Kur´ân´ı biz indirdik, onun koruyacasn da bizaz." [33]
157- Sünnetin Kur´ân´ı Beyan Ettiğine Dâîr Misâlleri:
Şafiî (Alİah ondan razı olsun), işte böylece Kur´ân´a nazaran Sünnetin yerini belirtmiş, Sünnetin Kur´ân´ı beyan ettiğini, mücmel olanları tafsîl eylediğini. bildirmiştir. Sünnetin Kur´ân´ı beyanım üç kısma ayırdık. Bunları Kur´ân´dan bahsederken zikretmiştik. Bu üç kısma: Kur´ân´-ın mücmelini beyan eden, âmm´Ia hususîlik murad olunan kısımlarla ve ihtimal bulunduğu zaman murad olunan mânâyı tâyin eden kısımdan ibarettir.
Şafiî, bu sonuncu kısma misâl olarak şunu gösterir ve bunu mücmeli beyan nev´inden sayar: Bir kızla halasını, keza bir kızla teyzesini bir nikâh altında bulundurmanın haram olduğudur. Nikâhla alınması haram olanlar, âyet-i kerîmede şunlardır: "Analarınız, kızlarınız, kız kardeşlerinize, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin lozîan, kız kardeşlerin kızları sîze haram kılındı... îki kız kardeşi birlikte almak da haramdır."[34] Âyette haram olanlar sayılarak, "Bunlardan başkaları size helâl kılındı." buyurulmuştur. Şafiî bu konuda diyor ki: "Bu iki mânâya muhtemeldir. Birisi şudur: Aîlâhu Teâlâ´nın haram oidukİP^mı bildirdiği kadınları almak haramdır, haklarında bir şey söyle ney ip sükût edilenler helâldir. Bunların dışında kalan kadınlar size helâl kılındı.´ âyeti de bu hükmü açıklar. Âyetten açık olarak anlaşılan mânâ budur. Âyette açık olan bir cihettir ki, iki kız kardeşi birlikte almanın haram oluşu, anaları nikahlamanın haram oluşundan başka bir maksatladır. ALLAH´ın helâl kıldıkları helâl, haram kıldıkları haramdır, iki kız kardeşin birlikte alınmasının yasak edilmesi ise, nehyedildiği gibidir. Bu yasak iki kız kardeşin birlikte alınmasını nehyettiğinden, bundan yasak edilenin iki kız kardeşin bir nikâh altında toplanması olduğunun anlaşıldığıdır. Başka zamanlarda ayrı ayrı nikâhlanmaları ise asıl i´tibâriyle helâldir. Bunlardan başka: Analar, kızlar, halalar, teyzeler asıl i´tibâriyle haramdır. Allâhu Teâlft´mn, ´Bunlardan başka kadınlar size helâl kılındı.´ âyetinin mânâsı: Asıl i´tibâriyle haranı olanlara şâmildir. Süt emzirme suretiyle olan akrabalık da, bu "suretle nikâhı helâl kılınanları alma hususunda onlar gibidir..."[35] Bunlardan görülüyor ki, Şafiî ikinci ihtimale göre şunu açıklıyor: Ni-kâhlanılması haram olan kadınları bildiren âyetten sonra, "Bunlardan başkaları size helâl kılındı." âyetinin mânâsı, haddizatında helâl olanlardır. Başka bir şeye izafetle haram olanlar değildir. Aslında nikâh şartlarına göre helâldirler. Başka bir sebeple haramdır. Dörtten fazla almanın haram olması böyledir, bu, haddizatında helâl olmağa aykırı değildir. ´Çünkü Kur´ân´da beyan olunan helâl olma keyfiyeti, nikâh şartlarına göredir, yâni dörtten fazla almamakla mukayyeddir. Sünnet açıklıyor ki, bir kadın halasiyle, teyzesiyle birlikte alınamaz[36]. Böylece Sünnet âyetin umûmundaki helâl olmanın şartını tâyin etmektedir. Bu asıl helâl olma ile taaruz etmez. Çünkü helâl olmak, nikâh şartlarına ve kaidelerine göre olmakla mukayyeddir.
Şafiî, bu hususta şu âyet-i kerîmeyi de misâl getirmektedir: "De ki: Bana vahy olunanda: Leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve yoldan saparak ALLAH´dan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemek haram olduğuna dâir bir emir bulamıyorum."[37]
Bu âyet-i kerîmenin şunlara ihtimali vardır: İnsanlara yemesi haram olan şeyler âyet-i kerîmede yenmesi yasak edilenlerdir ki, onlar da: Leş, akmış kan, domuz eti, ALLAH´dan başkası nâmına kesilen kurbanlardır. Âyetin zahirinden anlaşılan budur. Buna muhalif bir şey bulunmayınca bu mânâya gidilir, Âyet-i kerîmede şu ihtimal de vardır: Bu söz, Hz. Pey-gamber´e sorulan bir suâle cevap olabilir. Ancak sorulan kadarına cevap verilmiştir. Suâl ile alâkalı olanlar bu haram oldukları bildirilenlerdir. Bunlardan başka haram, olan şeyler bulunmasını bu nefî etmez. Yâni âyette helâl ve haram olma ciheti mutlak değildir, ancak sorulan kadarında helâl ve haram olanları beyan eder. Âyetin, Arapların yedikleri, yemeğe alışık oldukları şeylerden haram ve helâl olanlarla mukayyed olması ihtimali de vardır. Onlardan haram ve helâl olanları beyan etmiş «olabilir, bu sayılanlardan başka haram şeyler bulunmasını âyet asla . nef´etmez. Sünnet, âyetin mukayyed bulunması ihtimâlini te´yid etmek´ tedir. Ebû Sa´lebe´nin rivayet ettiği Hadîste, âyette haram oldukları sayılanlardan ma´dâ haram olan şeyler zikrolunmaktadır: Hz. Peygamber yırtıcı hayvanları yemeği yasak etmiştir. Ebû Hüreyre de şu Hadîs-i Şe-rîfi rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun) şöyle buyurmuşlardır: "Parçalayıcı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır." [38]
158- Sünnetin Bîr Kısmı, Farzları Kesîn Olarak Açıklar:
Kur´ân-ı Kerîm´de hükmü bildirilmiş bâzı farzlar vardır ki, Hz. Peygamber de o hususta Sünnetiyle beyanda bulunmuştur, Sünnet Kur´ân´-i´ dakine ziyâde olarak bir şey ilâve etmez, belki Kur´ân´m zahirine uygun bir şey getirir, onun mânâsım te´kîd eder. Taharet âyetiyle beraber Hz. Peygamber´in Sünneti de bu konuda açıklama yapar. Allâhu Teâlâ söyle buyurur: "Ey inananlar, namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın, başınıza da mesnedin. Eğer cünübseniz yıkanıp temizlenir.[39]
Diğer bir âyet-i kerîmede ise §öyle buyurmuştur:
"Ey imananlar, serhoşken ne dediğinizi bilene kadar, namaza yaklaşmayın. Cünübken de gusül edene kadar yaklaşmayın; ancak yolcu olan müstesnadır."[40]
Hz. Peygamber (Ona salât ve selâm olsun), abdesti Kur´ân-ı Kerîm´de zikredildiği üzere öğretmiştir: Yüzünü yıkamış, kollarını dirseklerine kadar yıkamış, başına meshetmiş, ayaklarım da topuk kemiklerine kadar yıkamıştır. Bir adam, Abdullah Ibn-i Zübeyr´e sordu: "Hz. Peygamber Efendimiz´in nasıl abdest aldığım bana gösterir misin?" dedi.
Abdullah îbn-i Zübeyr de:
"Evet, gösteririm, dedi ve abdest almak için su istedi. Evvelâ ellerine su döküp onları güzelce yudu, sonra ağzına üç kere su alıp çalkaladı, sonra burnuna üç defa su çekti. Sonra yüzünü üç defa yıkadı, sonra kollarını dirseklerine kadar üç defa yıkadı. Sonra basma elini koyup ileri geri götürerek meshetti, başının ön tarafından başlayıp arkaya doğru ensesine kadar elini götürdü. Sonra ileri doğru çekerek başladığı yere getirdi. Sonra iki ayağını yıkadı." Hz. Peygamber bu Sünnetiyle Kur´ân-ı Kerîm´deki abdest âyetini böylece îzah etmiş oldu. Bu Kur´ân´m zahirinden anlaşılanı te´kid etmektedir. Bir delilden neş´et etmese dahi ortaya bir ihtimal hâlinde çıkan her şeyi ortadan kaldırdı. Allâhu Teâlâ âyette yüzün, ellerin, ayakların yıkanmasını istiyor. Bu yıkanmanın bir defa olması muhtemel bulunduğu gibi birkaç defa olması da muhtemeldir. Zahir olan bir defa ile iktifa etmektir. Sünnet bu zahir mânâyı te´yid etti. Kur´ân´m zahirine göre eller yıkanırken dirseklerin, ayaklarla birlikte topukların da yıkanmasının farz olmasıdır. Uzak bir ihtimâl olarak onların yıkanması gerekmeyebilir de. Sünnet zahir olan mânâyı te´yid etti, uzak ihtimâli ortadan kaldırdı. Sünnet, gusül işinde de Kur´ân´m zahirini te´yid ederek açıklama yapmıştır.
Bunlardan görülüyor ki, Sünnet, Kur´ân´m zahir olan mânâsım îzah etmektedir. Ortada bir ihtimâl belirse o ihtimâli kaldırarak, âyetin zahirinden anlaşılanı te´yid eder. Halbuki geçen kısımda Sünnet böyle değildi. O kısımda, âyetin zahiriyle pek uyuşmayan ihtimâli tâyin ederdi. Böylece Kur´ân´ı mücerred lâfzın zahirinden almandan başka türlü beyan ederdi, nasıl ki nikâhları haram olan kadınları bildiren âyette böyle olmuştur.
Bütün bunlar bize Sünnetin Kur´ân-ı Kerîm´i nasıl beyan ettiğini göstermektedir. Sünnet, Kur´ân´ın mücmelini beyan eder, zahirini îzah ve te´yid eder. Âmmını tahsis eyler. Şafiî bunların hepsine misâller getirmekte, cüz´î mes´elelerle açıklamaktadır. Böylece mezhebinin usûlünün yollarım aydınlatmakta, nassları, nasıl anladığını göstermektedir. [41]
159- Kur´ân´da Bîr Nass Bulunmayan Hususlarda Vârîd Olan Sünnet:
Kur´ân´a nazaran Sünnetin mevki´ini gösterirken îmam Şafiî´nin zikrettiği dördüncü kısım budur. Şafiî, böyle bir kısmın bulunup bulunmadığı hakkında ulemânın ihtilâfa düştüklerini söyler. Ulemâdan bir kısmı: Sünnet, Kur´ân-ı Kerîm´e ziyâde olarak müstakil bir hüküm getirmez, demektedir. Çünkü Kur´ân-ı Kerîm´de islâm şeriatına mütaallik her şey beyan olunmuştur. Nasıl ki, Kur´ân-ı Kerîm bunu tasrih eder, "Kitabı her şeyi beyan için indirdik.". (Veda´ Haccında) son inen âyet-i kerîmede Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bugün sizin dîninizi kemâle erdirip tamamladı size olan ni´metimi tam verdim, sizin için din olarak İslâm´ı seçtim.[42] Kur´ân-ı Kerîm´in nüzulünün tamam, olmasıyla din kemâlini bulmuş, tamamlanmıştır. Bu, Kur´ân´a ziyâde olarak Peygamberin müs-takiüen getirdiği bir hüküm olmadığına bir delildir, diyorlar. Bu görüşü beyan ederken Şafiî´nin dedikleri böyledir. Şafiî´nin sözünün gelişinden, seçtiği bir görüş olduğu anlaşılan onca makbul görüş de Sünnet, Kitab üzerine zâid hükümler getirir. Şafiî diyor ki: "Hakkında Kitabda nass bulunmayan bir şeyi Hz. Peygamber Sünnet kılmarmştır, derler. Bâzıları ise diyor ki: Allâhu Teâlâ Peygamber´îne itaati farz kılmakla, dâima kendi rızâsına uygun hareket edeceğini bilmekle hakkında Kitabda nass bulunmayan bir şeyi Sünnet kılmasını tanımıştır. Bâzıları ise Kitabda esası olmayan bir şeyi asla Sünnet kıhnamıştır, demişlerdir. Meselâ o, Sünnetiyle namazların sayısını, kaç rek´at olduğunu beyan etmiştir. Onun bu fili, Kur´ân´la sabit namazın farz olması esasına dayanır. Ahm, satım vesaire hakkında Sünnetle beyan buyurdukları da böyledir, yâni esası Kur´ân´dadir. Allâhu Teâlâ diyor ki: ´Mallarınızı aranızda haksız bir yolla yemeyiniz.´, ´ALLAH alış verişi helâl kıldı, ribayı haram kıldı.. Hz. Peygamberin haram ve helâl dedikleri, Aliâhu Teâlâ tarafından onları beyan etmesiyledir, nasıl ki, namazı tafsîlâtiyle bildirdi. Bâzıları ise şöyle diyorlar: Kendisine ALLAH tarafından Peygamberlik verildiğinden Sünnet ALLAH´ın farz ettiği veçhile tesbît etmektedir. Bâzıları da şöyle diyor:
Sünnetle bildirdiği her şeyi ALLAH onun kalbine koymuştur, onun Sünneti hükmündedir."[43]
Bu sözlere göz atarsak dört kısma ayrıldığını görürüz ki, bunlar iki asla dayanır. Bir kavle göre Hz. Peygamber´in Sünneti Kitab´da esası bulunan bir şeyi vaz´ etmektedir. Diğerlerine göre ise Sünnet, Kitâb´a ziyâ-asla dayanır. Bir kavle göre Hz. Peygamber´in Sünneti Kitab´da esası bunu gösterir.) Şu kadar var ki, bunların bir kısmı: Sünnet masum olan Peygamber´in lisânından sâdır olduğa ve ALLAH´ın tevfîkıyle onun rızâsına uygun bulunduğu için kabul olunur, diyor. Diğerleri: Risaleti ALLAH tarafından getirmiştir, diyorlar; sonuncular da, Sünnet de onun gönlüne ilkâ´ olunmuş, kalbine konulmuştur, diyorlar. Doğrusu, Hz. Peygamber´in Sünnet-i Seniyyesi bunların hepsini içine almaktadır. Netice olarak bunlar iki görüşte toplanabilir. Şafiî´nin mezhebindeki sözlere toplu olarak bakarsak, görürüz ki. O; Sünnetle sabit kelimeleri Kitabdan bir asla irca´ edip götürmeğe çalışmanın gerektiğine kail değil Ona göre Sünnet, Kitab üzerine ziyâde olarak bâzı hükümler getirir. Bunu aşağıda îzah edeceğiz[44].
Sünnetin getirdiği hükümlerden bâzıları şunlardır: Ehli eşeklerin yenmesinin haram olması, diyet, esir âzâd etme vesaire.. Bunları Şâfü Er-Risâle´de zikretmiştir. Burada şunu da belirtelim ki, Şafiî; Sünnetin, Kitabda nass ile bildirilmemiş hükümler getirdiğine kail olmakla beraber, açık olarak: Sünnet, Kitaba tabi´dir, ona râci´dir, diye de tasrih etmektedir. [45]
160- Beşinci Kısım Hakkında:
Şafiî´nin, Kur´ân´a nazaran Sünnetin beşinci kısmı olarak saydığı kısım nesholunanı beyan edendir. Onun için, nesh bahsini, Şafiî´nin Er-Risâle´de beyan ettiği gibi, etraflıca anlatmak gerekiyor. Onu bağlı bağına bir bahis olarak görelim. [46]
161- Neshin Ta´rifl, Nesih Her Dinde Vardır:
Nesih: Arada terâhî olmak şartiyle sonra gelen nassla, Önceki nassla sabit olan bir şer´î hükmü kaldırmaktır. (Hükmü kaldırılan önceki nassa mensûh, yeni nassa da nâsih denir.) Nâsih ile mensûh arasında, mensûh hükmün işlenip yerleşebileceği kadar bir zaman geçmiş olacaktır. Eğer nâsih olan, hükmü kaldıran sonraki nass gelmeseydi, önceki hükümle amel etmeğe devam olunacak, onun hükmü duracaktı.
Semavî dinler arasında nesih vâki´ olmuştur, bir dînin şerîatı, diğerini neshetmiştir. Hattâ bir şerîatta bile nesih cereyan etmiştir. Hz. Mûsâ Aleyhi´s-selâm´m şeriatı, ondan öncekilerdeki bâzı hükümleri neshet-tiği gibi Hz. îsâ Aleyhi´ s- selâm´ın şeriatı da, Hz. Musa´nın dinindeki bâzı hükümleri neshetmiştir. Cumartesi gününün haram olmasını kaldırmıştır, îslânı Dîni de Hz. Musa´nın ve Hz. îsâ´nın getirdiklerinin birçoğunu neshetmiştir. Ancak bunlar amele dâir hükümlerdir. Semavî dinler arasında bâzı hükümlerde değişiklik olsa da, onlar ALLAH´ın tevhidinde ve ahlâkî gayelerde birleşiktirler. Onun için Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, bütün Peygamberlerin dinlerinin cümlesinin bir olduğunu, aralarında asla ayrılık ve aykırılık bulunmadığını bildirmektedir. Bu birlik, külli esaslar, umûmî asıllar i´tibâriyledir. Bütün dinler, tevhîd esasında birleşir. Bundan başka hepsi güzel ahlâk ve insanların fazileti hususunda birleşiktirler. Bütün dinler, fazilet sahibi bir cemiyet, üstün bir toplum meydana getirme gayesini hedef tutmuşlardır. Cemiyetler muhtelif olduğundan, onları ıslah yolları da muhtelif olmuştur.
Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
"O, dinden Nuh´a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğhmzi, İbrahim´e, Musa´ya ve îsâ´ya tavsiye ettiğimizi, sizlere tutacak yol kıldı; dîne dosdoğru sanlın, onda ayrılığa düşmeyin. Senin Müşrikleri davet ettiğin şey kendilerine güç geldi. ALLAH kimi dilerse onu seçer; kim kendisine yönelirse onu doğru yola iletir."[47]
Bu semavî dinlerin getirdiği şeriatlar, tafsîlî hükümlerde ve muhitlerin ihtilâfı yüzünden cemaatların ıslâhı yollarında birbirinden farklı olmakla beraber Özde birleşiktirler, esaslarda birbirine muvafıktırlar. Birbirlerini neshetmeleri cemaatları ıslâh hususunda tutulan yolla ilgilidir. Çünkü her cemâatin ıslâhı için bir yol vardır. İnsan nev´inden her birinin bir hidâyet yolu, onu doğru yola götürmenin bir usûlü vardır. Bunun için en kâmil olan İslâm Dîni, beşer aklı olgunlaştıktan ve tekâmül ettikten, asırların tecrübeleriyle insanların özleri cilalanıp ruhları yükseldikten sonra geldi; içtimâi olaylara ve insanları hidâyete götüren yollara müteallik hükümlerin çoğunu küllî kaideler ve umûmî esaslar halinde getirdi. Onun muhatabı bütün bir insanlık idi, gelecek nesiller idi. Bu i´tibarla her zaman ve mekân için uygun bir din oldu. Çünkü küllî kaideler değişmez; onları anlamakta akıllar niza´a düşmez. Fakat bunların insanlara tatbiki yolu başka başkadır. Onun için bu iş, fikir sahiplerinin içtihadına bırakıldı. [48]
162- Neshîn Hikmet Ve Sebebi:
îslâm şeriatında nâsih ve mensûh vardır. Hz. Peygamber´in neshini bildirdiği hükümler vardır. İhtilaflı olmakla beraber bunların bâzısı da Kur´ân/dadır, deniyor. Bu hükümler kendi zamanlarına uygundu; vaktine mülayim idi. Onların vücûdunu îcâbettiren şartlar değişince, bu muvakkat hükümler nesholunarak onların yerine muhkem olan hükümler geldi. Bunlar Hz. Peygamber hayatta iken oluyordu. Hz. Peygamber´in "Ahaliyle nesh de durdu, Hz. Peygamber´den sonra nesh yoktur. O, bi-zeışerîatını muhkem hükümler halinde birleşmiş daimî bir yol olarak bı-tı. Zamanın îcâbı olarak muvakkaten vaz´ olunan hükümleri Hz, Peygamber beyan ederdi. Kıyamete kadar nesiller boyunca devanı, edecek mukarrer ve sabit olanları da bildirirdi.
îslâm Dîni´nde acaba niçin nesh vardır? Cemaatların ahvâlini bilen, onların ıslâh çarelerine vâkıf olanlar için bunun cevabı çok kolaydır. O samana bir göz atalım. Hz. Peygamber, bir din sahibi olmayan, bir şeriatla mukayyed bulunmayan bir iiıiîîete Peygamber olarak geldi. Arapların sabit, kararlanmış bir tutumları, üzerinde belli bir gayeye doğru yürüdükleri bir yolları yoktu, bir nizama bağlı değildiler. Eğer İslâm Dîni´-nin bütün hükümleri onlara birden inseydi buna takat getiremezlerdi, dînî tekliflerin hepsi toptan gelseydi onlardan nefret ederler, ürküp kaçarlardı. Onun için Kur´ân kısım kısım, nazil oldu, hükümler azar azar vaz´ olundu. İslâm´ın güzelliğini kavrayıp onun neşvesini duyunca kalb-ieri İslâm´a ısındı, gönülleri nurlanıp aydınlandı, Fazîlet duyguları kendilerine hâkim olup islâm´ın üstün ahlâkı aralarında birleşince dînin bütün hükümlerini yerlerine getirmekle muhatap tutuldular. Eskiden mubah olan birtakım şeyler haram edildi. Önce mükellef olmadıkları şeyleri yapmaları istenildi. Dinde tedrice nasıl riâyet- olunduğunu iki misâlle gösterelim:
1- Araplarda câhiliyet devrinde kadınla erkek arasındaki alâka, sağlam bir şekilde tanzim edilmiş değildi. Evlenme işi eşler arasındaki bağları hukukî yönden tam olarak yoluna koymamıştı. İçlerinde İslâm´ın da kabul ettiği şekilde sahîh bir nikâhla birbirine bağlananlar bulunduğu gibi, başka türlü bağlananlar da vardı. Kimisi metres ve odalık tutuyor, kimisi de müt´a nikâhı denen muvakkat nikâh yoluyla birleşiyorlardı. İslâmiyet gelince, açık ve kapalı her türlü fuhşu, kabalığı haram etti. Halbuki câhiliyet devrinde, ALLAH tarafından haklarında hiçbir şey indirilnıe-diği halde "sırf âdet kabilinden bâzı şeyleri haram sayıyorlar, bâzı şeyleri de helâl addediyorlardı. Câhiliyet devrinde müt´a nikâhına alışmışlardı, islâmiyet gelince, câhiliyet alışkanlıklarından ve eşlerinden ayrı bulunmalarından dolayı harb zamanlarında bu mutlak yasak onlara ağır geliyordu. Onun için Hz. Peygamber harb sırasında müt´a nikâhı yapılmasına ruhsat verdi. Sonradan bunu kıyamete kadar sürmek üzere kat´î surette haram kıldı.
2- İslâmiyet geldiği saman, Araplar şarap içmeği bir iftihar vesilesi sayarlardı, bunun için önce onları bu hâl üzere bıraktı. Yavaş yavaş islâm´ın ruhuna ısınıp hikmetini anlamağa başlayınca şarabın zararlarını tanıdılar, kötü bir şey olduğunu anladılar. Kur´ân onları yavaş yavaş buna alıştırıyor, yasağa hazırlıyordu. Şarabın günah ve zararının faydasından daha çok olduğu haber verildi, sarhoşken namaz kılmak yasak edildi. Aklı başında olanlar, şarabın kötülüğünü anlamışlardı. Kalb gözü açık olan, dâima ilerisini gören Hz. Ömer; "Yâ Rab, şarap hakkında bize kesin beyanda bulun." niyazında bulunmuştu. Nihayet şu âyet-i kerîmeler inerek şarabı kat´î surette yasak etti: "Ey îman edenler, gerçekten şarap, kumar, tapınmak için dikilmiş taşlar, fal okları bunlar şeytan işi pis şeylerdir. Onlardan sakının ki, kurtul asınız. Gerçekten şeytan, şarap ve kumarla sizin aranıza düşmanlık koymak, kin sokmak ister. Siei Allah´ı anmaktan ve namazdan alıkoymağa çalışır. Siz de artık bundan vazgeçtiniz, değil mi ?"[49] Ruhları bu yasağa hazırlanmış olduğundan dillerinden önce kalbleriyle: Vazgeçtik, dediler. Doğruya hidâyet, sağlam nizâma, doğru yola irşad böyle olur. [50]
163- Nesih Hangî Hükümlerde Cereyan Eder?
Bu mânâya oları nesih, îslâm târihinin başlangıcıyla pekâlâ uyuşmaktadır. Şunu da açıklamamız gerektir ki, sübûtundan devama delâlet eden bir şey bulunan hükümde nesih cereyan etmez. Çünkü nesih muvakkat hükümlerin sona erdiğini bildirmektedir. Müebbedlerde bu olmaz. Onun için fukahâ, ebedî olarak devam edeceği gösterilen hükümlerde nesih vukubulmadığını söylemişlerdir. Meselâ Hz. Peygamber´in şu Ha-dîs-i Şeriflerinde nesih cereyan etmez: "CEhad, kıyamete kadar devam eder.", "Müt´a nikâhı kıyamet gününe kadar haramdır..." Çünkü nesih muvakkaten teşri´ edilmiş olan hükümde vukubulur. Allâhu Teâlâ Kitabında ve kendi arzusuna göre konuşmayan Peygamber de lisânından sâdır olan Hadîslerinde, ebedî olduğu belli olan bir hükmün neshedileceği asla yoktur.[51]
Nesih İslâm´ın ilk zamanlarında tafsîlî hükümler nazil olduğu sırada İslâm cemâatinin ihtiyaçlarına cevap vermek için olduğundan külli esaslarda asla nesih vukubulmamıştır. Nesih ancak cemâatin bâzı ahvâline müteallik cüz´î hükümlerde cereyan etmiştir. Onun için nesih, Medine´ye hicretten sonra, Hz. Peygamber bir İslâm Devleti ve bir üstün medeniyet, faziletli insan camiası kurmağa başladığı zaman vukubulmuştur, Çünkü o zaman ilk İslâm cemâatinin ihtiyaçlarına cevap vermeğe, ıslâh çareleri bulmağa bağladı. Bir devlet kurmak için lüzumlu olan nizamları ve içtimaî düsturları kurmağa girişti[52]. Ulemâ ittifak etmiştir ki, ukalânın, hüsün ve kubhunda ihtilâfa düşmedikleri şeylerde nesih yoktur. Çünkü onlardaki hüsün ve kubh onlardan ayrılmaz, sukutu kabul etmez. öyle olunca da onlarda nesih cereyan etmez. ALLAH´a îman etmek, anaya, babaya itaat etmek, doğru söylemek, yalandan kaçınmak vesaire böyledir. İnsanlar bunların her zaman ve mekânda iyi ve hayırlı olduğunda birleşiktirler. Yalan ve kaatil gibi şeylerin kötü olduğu da böyledir. Bu gibi umurda nesih vuku´ bulmadığında ulemâ ittifak halindedirler. Bununla beraber onlar, aklen hüsnü sabit olan şeyin neshinin caiz olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Akıl, eşyanın hüsnünü ve kubhunu idrâk eder, eşyanın zatî hüsün ve kubhu vardır, diyen ulemâ, aklın, kub-hunu ve hüsnünü isbat ettiği şeylerde neshin cereyan etmesini menetmiş-lerdir. Eşyanın zâti hüsnü ve kubhu yoktur, diyenler neshi caiz görürler. Onlara göre eşyada hüsün, şâri´m onu emir ve talep etmesiyledir. Kubuh da nehiy etmesinden ileri gelir[53].
Nazarî olarak bu ihtilâf ne olursa olsun, şeriat onların ihtilâflarından uzaktır. Akılların kubhunu ve hüsnünü isbat ettiği şeylerde nesih olmadığım, araştırmalar bize göstermektedir. ALLAH o bedevi Araba rahmet etsin ki, kendisine; "Hz. Muhammed´e niçin inandın?" denildiği zaman göyle cevap vermiştir:
"Baktım, Muhammed bir işi: Yap, desin de, akıl ona karşı çıkarak: Yapma, desin, böyle bir şey görmedim. Keza Muhammed bir işi yapma desin de, akıl onu yap, desin, böyle bir şey de asla görmedim." [54]
164- Şafiî Er-Risâle´sinde Neshi Nasıl Anlatıyor:
Özet olarak: İslâm Dîni´nde nesih, çizmiş olduğumuz bu daire, zikrettiğimiz sınırlar içinde cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Şafiî Er-Risâle´-de bunu böylece takrir etmiş ve bunun hikmetini şöyle anlatmıştır:
"Allâhu Teâlâ insanları yaratmağı murad etti ve ilra-i ezelîsi üzere onları yarattı. Allâhu Teâlâ´nın hükmünü durduracak yoktur. Onun hesabı gayet titizdir. İnsanlara her şeyi beyan için hidâyet rehberi ve rahmet olarak Kitab indirdi. İnsanlara bâzı farzları dâima duracak şekildei farz kıldı, insanlara merhametinden dolayı yüklerini hafifletmek ve genişlik göstermek için bunlardan bâzılarım da kaldırdı, neshetti. Bunu insanlara verdiği ni´metini artırmak için yaptı. Sabit kıldıklarına devam ettiklerinden dolayı onlara Cennetini verdi, azabından kurtardı. Sabit kıldıklarıyla da, neshettikleriyle de rahmeti insanları kapladı. Ni´metle-rinden dolayı ALLAH´a hamd ü senalar olsun."[55]
165- Kîtâbın Kitabla, Sünnetin Sünnetle Neshi (Ebu Müslim İsfahanı Neshi Kabul Etmez):
Şafiî isbat ediyor ki, nesih Kitabda da olur.[56] Sünnette de olur. Kitabın neshi Kitabla olur, Sünnetin neshi de Sünnetle olur. Yâni Kitabı Kitab, Sünneti de Sünnet nesheder. Kitabla Sünnet, Sünnetle Kitab arasında nesih cereyan etmez.
Şafiî Kitabın neshini beyana başlayarak diyor ki: "Allâhu Teâlâ onlara bildirdi ki, Kitabdan neşrettiklerini ancak Kitabla neshetmiştir. Sünnet Kitabı neshedemez. Sünnet Kitaba tabi´dir, Allâhu Teâlâ´mn mücs melen inzal ettiklerinin mânâsını açıklar."
Bu sözleriyle Şafiî, Sünnetin Kitabı neshetnıesinin mümkün olmadığını isbat ediyor. Sünnet haber-i hâssa değil, haber-i âmme de olsa, hattâ haber-i vâhid değil de mütevâtir dahi olsa Kitabı neshedemez.
Şafiî bu dâvasını isbat için şöyle delil getiriyor: Kur´ân´ı ancak Kur´ân nesheder.
1- Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
"Onlara bizim açık âyetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmağı ummayanlar derler ki: Bize bundan başka bir Kur´ân getir veya onu değiştir. Onlara dersin ki: Ben bunu kendiliğimden asla değiştiremenı, bunu yapmak benini elimde değil. Ben ancak bana vahyolunana uyarım, fîabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."[57]
Görülüyor ki, Allâhu Teâlâ Peygamberine, kendisine vahyolunana uymasını farz kılmıştır. Vahyolunam kendiliğinden değiştirmeğe peygamber´in asla salâhiyeti yoktur. Şüphe yok ki, nesih bir nevî değiştirmektir. Halbuki Peygamber´in değiştirmeğe hakkı yoktur. Öyle olunca Kur´ân´ı ancak Kur´ân değiştirir, yâni nesheder.
Şâfif bu âyet-i kerîme üzerine şunları söylüyor: " ´Ben bunu kendiliğimden asla değiştîremem.´ âyeti benim dediklerimi açıklamaktadır. Yâni ALLAH´ın Kitabım yine onun Kitabı neshedebilir. Onun hükümlerini bidayette o tesbit ettiği gibi sonra da onlardan dilediğini kaldırıp değiştirecek olan ancak O´dur. Mahlûklarından hiçbir kimsenin böyle bir şey yapmağa hakkı yoktur."
2- Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Aliah dilediğini siler, dilediğini tesbit eder. Ana Kitab onun katındadır." Bu âyet-i kerîme de, bundan öncekiler gibi, gösteriyor ki, Kur´ân-ı Kerîm´de bir hükmü sabit kılmak ve nesih yoluyla ondan bir hükmü kaldırmak ancak ALLAH tarafından yapılır, insanlardan hiçbir kimsenin, Peygamber uahi olsa, böyle bir şey yapmağa yetkisi yoktur,
3- Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bir âyetin yerini başka bir âyetle değiştirirsek, ALLAH indirdiğini en iyi bilir." (Nahl: 101). Nesih bir nevi´ değiştirmektir. Nesholunan âyetin yerine gelecek olan ancak onun benzeri olur ki, o da ancak âyettir. Sünnet olamaz.
Şafiî´nin bu konudaki sözlerini inceleyen kimse görür ki, o Kur´ân´ı ancak Kur´ân´m neshetmesini ve Sünnetin hiçbir suretle Kur´ân´ı neshe-deimyeceğini iki mukaddime üzerine kurmaktadır:
Birincisi: Kur´ân-ı Kerîm lâfzı ve mânâsiyle ALLAH tarafından gelmiştir. O ALLAH´ın bir hüccetidir, Peygamber, onun bir benzerini getirmeleri için muhaliflerine onunla meydan okumuştur. însan sözünden onun bir benzeri asla olamaz.
ikinci mukaddeme: Kur´ân´m neshi ancak onun benzeriyle olabilir. Yâni lâfziyle ve mânâsiyle Allâhu Teâîâ tarafından inzal edilmiş olması gibi Kur´ân için sabit olan vasıflarda onun da benzeri olanlar neshedebi-hr, onunla muarızlara meydan okunabilmelidir. Bu iki mukaddeme, gek-sız olarak muayyen bir neticeye götürür ki, o da şudur: Kur´ân´ın hükümleri ancak Kur´ân âyetieriyle nesholunur.
Bu mukaddemelerden birincisi İslâm´ın bedîhî hükümlerinden ve dînî zaruretlerdendir. Biteviye Kur´ân delilleriyle sabittir, yeni bir delile ihtiyaç yoktur. İkinci mukaddemeye gelince, bu, yukarıda geçen âyetlerle sabittir: "Biz, herhangi bir âyeti nesheder veya unutturorsak onan yerine ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz."
Fahreddin Râzî, bu hususta diyor ki: "Şafiî bu âyetle birkaç vecih-ten istidlal etmektedir:
1- Allâhu Teâlâ, neshettiği âyetin yerine ondan daha hayırlısını getireceğini haber veriyor. Bu da gösteriyor ki, neshedilenin yerine onun cinsinden birini getirir. Nasıl ki, bir insan, birine: Senden bir elbise alırsam, onun yerine ondan daha iyisini getiririm, dese, bundan, onun cinsinden bir elbise getireceği anlaşılır. Bu âyetle neshedenin o cinsten olduğu sabit olmaktadır ki, Kur´ân´m benzeri ancak Kur´ân´dır.
2- Allâhu Teâlâ bu âyette: ´Ondan daha hayırlısını getiririz.´ diyor. Bundan da anlaşılıyor ki, o hayırlı olanı getirecek olan yegâne O´dur. ALLAH kelâmı olan Kur´ân´dır, Sünnet değil.
3- ´Ondan daha hayırlısını getiririz.´ âyeti gösteriyor, nesholu-nan Kur´ân´ın yerine getirilecek olan ondan daha hayırlıdır. Halbuki Sünnet Kur´ân´dan daha hayırlı olamaz, Öyleyse Sünnet neshedemez.
4- Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: Bilnez misin ki, ALLAH her şeye kaâdirdir.´ Bu da, gösteriyor ki, O daha hayırlı olanı getirmek ancak bütün hayırlar elinde bulunan kudret sahibine mahsustur ki, o da Allâhu Teâlâ´dır."[58]
166- Şafii´ye Göre Kltab Ancak Kltabla Nesholunue, Sünnet Kitabı Neshedemez. Vârise Vasıyyet, Mîras Âyetleriyle Mi Nesholundu?
Şafiî´nin vardığı netice şudur: Kitab ancak Kitabla nesholumır. Çünkü nâsihin mensûha benzer olması gerektir. Bu konuda der ki: "Deliller bize gösterdi ki, Kur´ân, Kur´ân´ı nesheder, başkası edemez, çünkü Kur´ân´ın benzeri yoktur." Bununla beraber Şafiî şunu da söylüyor ki, Sünnet, Kur´ân´ın nâsih ve mensûh olanlarını ayırıp beyan eder. O Kur´-ân´a nazaran Sünnetin yerini belirtirken bu konuda şöyle der: "Kitâbul-lâh´a nazaran Sünnetin zikrine evvelâ sununla başlayalım: ALLAH´ın Kitabından neshedenle, nesholunanı (nâsihi ve nıensûhu) Hz. Peygamber´in Sünnetiyle bilmenin bahsi..."
Kur´ân´ı nesneden ancak Kur´ân´dır. Fakat Sünnet Kur´ân´dan hangi âyetin, hangi âyeti neshettiğini beyan eder. Çünkü bu Kur´ân´ın bir nevî beyanı sayılır. Sünnet ise Kur´ân´ın beyanıdır. Nitekim Allâhu Teâlâ buyurur: "Kendilerine indirileni insanlara beyan edesin diye sana zikri
( Kur´ân´ı) inzal ettik." Kur´ân´m nâsih ve mensûhunu beyan etmek, Kur´ân´ın beyanı olduğu şüphe taşımaz bir gerçektir. Çünkü Kur´ân´daki bir âyetin hükmünün kıyamete kadar bakî olduğunu veya neshedüerek hükmün sona erdiğini bildirmek, Kur´ân´m beyanıdır. Bundan başka nesinde, hükümleri arasında tearuz bulunan iki âyetten hangisinin daha sonra olduğunu beyan etmeğe ihtiyaç vardır. Bunu ise, Kur´ân kendisine nazil olan Peygamber biür. Şafiî, kendi görüşüne göre neshedilmiş saydığı âyetlerden bir kısmım zikretmekte ve bunlarda nesih cereyan ettiği Hz. Peygamber´in Sünnetinin yardımiyle bilinir, demektedir. Ona göre bu âyet-î kerîmelerde nâsihi ve mensûhu Sünnet tâyin etmiştir. Şafiî nâsih ve mensûh âyetlere misâl olarak vârislere vasiyeti[59] bildiren âyetle mîras âyetlerini getirmektedir. Ve mîras âyetleri, mirasçıya vasiyyeti bildiren âyeti neshettiğini açıklamaktadır. Bunları bitmek, büyük islâm merkezlerindeki ulemânın kabul edip aldıkları Sünnet-i Seniyye ile, Hadîslerle kabil olmuştur.
Bu hususta sözü îmanı Şafiî´ye bırakalım. Bunu en mükemmel surette şöyle îzah etmektedir:
"Allâhu Teâlâ buyurur ki: ´Sizden birine ölüm geldiği zaman, eğer geriye ma! bırakırsa, anaya, babaya ve akrabaya mâruf surette vasiyyet etmek sîze farz kılındı.?[60]
Yine Allâhu Teâlâ buyurur: ´Sizden vefat edip zevceleri geriye kalanlar, o zevcelerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak kendilerine bîr yıl bakmalarını vasiyyet etsinler. Eğer onlar kendiliklerinden çıkıp giderlerse, artık onların kendileri içisı yapacakları meşru işlerden dolayı size vebal yoktur. ALLAH Azizdir, Hakimdir.?[61]
Bu iki âyette vasiyyet etmek emrolunuyor. Halbuki sonra Allâhu teâlâ mîras âyetlerini indirerek anaya, babaya, akrabaya düsen miras hisselerini, zevcenin kocasından alacağı mîras hakkım bildirdi. Yukarıdaki iki vasiyyet âyetinden birincisi anaya, babaya, akrabaya vasiyyeti, ikincisi ise zevceye vasiyyeti isbat edip mirasla beraber vasiyyetin de devam etmesi ihtimal dahilindedir. Öyleyse bunlar mirasla beraber vasiyyeti de alırlar. Mîras âyetlerinin vasiyyeti ortadan kaldırmış olmak ihtimali de vardır. Bu iki âyet vasfettiğimiz bu ihtimalleri taşıdığından, ilim erbabının Kur´ân´da bu hususa delâlet edecek bir şey aramaları gerekir, ALLAH´ın Kitabında böyle bir nassı bulamayınca onu Peygamber´in Sünnetinde aramaları iâzımgelir. Eğer Sünnet-i Seniyyede bulurlarsa, Allâhu Teâlâ Peygamber´ine itaati farz kıldığından onu alırlar. Bakıyoruz: Fıkıh ve fetva sahipleri, kendilerinden ilim aldığımız sîyer ve magâzî bilginleri, gerek Kureyş´ten ve gerek başkalarından olsun, ihtilafsız olarak naklediyorlar ki, Hz. Peygamber, Mekke´nin fethedildiği sene şöyle buyurmuştur:
´Mîrasçıyıı vasiyyet etmek yok. Bîr kâlirdeıı ötürü bir mü´min öldürülmez.´ Bunu Hz. Peygamber´den duyup belleyenlerden, ilim erbabı böylece nakletmişler, bu umûmun umumdan rivayeti hâlinde gelmiştir. Bu ftibarla bir kişinin bir kişiden rivayeti demek olan haber-i vâhidden bâzı hususlarda daha kuvvetli olmuştur. Yine böylece ilim sahiplerinin bunu kabulde birleştiklerini görüyoruz. Hz, Peygamber´den bütün magâzî sahiplerinin naklettikleri şu «Mirasçıya vasişyyet etmek yoktur.´ Hadîsinden anlıyoruz ki, mîras âyetleri, anaya, babaya ve zevceye vasiyyeti bildiren âyetlerin hükmünü kaldırmıştır..."
Burada gözönünde tutulması gereken bir cihet var ki, o da şudur: Vasiyyet âyetinde mirasçılara vasiyyetin doğru ve caiz olduğu bildirilmekten başka bundan akrabaya vasiyyet etmenin vâcib olduğu da anlaşılır. Acaba bu vücûb da neshedildi mi? Şafiî, akrabaya vasiyyet etmenin farz olması, mîras âyetleriyle nesholunmuştur, diyor. Fakat Tâvûs´un ve onunla beraber tabiînden bir kısmının: ´Mîras âyetleri, mirasçılara vasiyyeti ibtâl etmiştir, mirasçı olmayan akrabaya vasiyyet etmek bakîdir. Akrabaya vasiyyet, akrabadan başkamı vasiyyetten ileri tutulur." dediklerini de zikrediyor.
Şâfü buna şöyle cevap veriyor: "Âyet, Tâvûs´un aldığı mânâya yâni akrabaya vasiyyet durmakta olduğuna muhtemel ise de magâzî ilmini bilenlerden böyle bir haber yoktur. Ancak Hz. Peygamber Efendimiz: ´Mirasçıya vasiyyet etmek yoktur. buyurmuştur. Öyle olunca bizce ilim sahiplerine bu işi araştırmak, Tâvûs´un dediğine muvafık veya. muhalif bir delâlet aramak düşer. Şöyle bir haber buluyoruz: Bir adamın alt: kölesinden başka hiçbir malı yoktur. Ölürken onları âzâd etmiş. Hz, Peygamber bu vasiyyeti malının üçte birinden i´tibâr ederek altı köleden ikisini âzâd saymış. Dördü köle olarak kalmış. Hz. Peygamber´in bu hükmünden anlıyoruz ki, ölüm hastalığı hâlinde âzâd etmek vasiyyet hükmündedir. Köleleri âzâd eden Araplardan bir adamdır. Arap akrabasından olmayan yabancıyı köle olarak alır. Hz, Peygamber onun bu âzâd etmesini vasiyyet olarak tuttu. Bu da gösterir ki, eğer akrabadan olmayanlar, yabancıya vasiyyet bâtıl olsaydı, bu kölelerin âzâd edilmesi bâtıl olur, Peygamber bu vasiyyeti muteber tutmazdı. Halbuki bunu muteber tutarak iki köleyi âzâd saydı. Bu da gösterir ki, ölüm hâlinde kimsenin vasiyyeti malının üçte biri hakkında muteber olur. Üçte biri geçen vasiyyetin fazlası reddolunur. Muteber olan hususta kur´a usulüyle taksim yapılır. Çünkü rivayet olunan hâdisede Hz, Peygamber kölelerin âzâd olanlarını belli etmek için kur´a usulüyle işi halletmiştir."
Şafiî Ihtilâfü´l-Hadîs´de diyor ki: "îrnrân b. Husayn´dan rivayet olunur, Ensârdan bir adam ölürken vasiyyet ederek altı kölesini âzâd etti. Onlardan başka da malı yoktu. Bunu Hz. Peygamber duydu. Onun hakkında çok sert konuştu. Sonra altı köleyi çağırdı. Onları üç bölüğe ayırdı ve aralarında kur´a attı. isabet eden ikisini âzâd etti, dördünü köle olarak bıraktı."
Şafiî´nin getirdiği bu ibarelerden okuyucunun özet olarak çıkardığı netice şudur: Kur´ân´m nâsih ve mensûhunu bilmek Sünnetle, sahih olan haberleri araştırmakla kaabil olur. Çünkü bu Kur´ân´m beyanı mesabesindedir. Kur´ân´ın beyanı ise, beyan ettiğimiz veçhile, her şeyden evvel Hz. Peygamber´in Sünnetiyle olur. [62]
SÜNNETİN NESHÎ
167- Şafii´ye Göre Sünnet, Sünnetle Nesholunur, Kîtabla Sünnet Nesholunmaz:
Sünnetin getirdiği hükümlerde de nesih vuku´buhır. Muhalefetleri önemsiz olanlar bir yana bırakılırsa, ulemâ arasında bu hususta ihtilâf yoktur. Şafiî (ALLAH ondan razı olsun) Sünnette nesih vâki´ olduğunu söylemektedir. Ancak, ona göre Sünneti, yalnız Sünnet nesheder, Kitab, Sünneti neshetmez. Nasıl ki, Sünnet de Kitabı neshetmez. Onun için Rebî´ b. Süleyman´ın rivayet ettiği risalede, yâni Mısır´da iken yazdığı risalesinde şöyle demektedir: "Resûlu´llâh´ın Sünneti de böyledir, Sünneti ancak Sünnet nesheder..." Şafiî´nin sözü böyledir. Bu, Sünnetin ancak Sünnetle neshedildiğini açıkça gösterir. Şafiî bunun ardından dâvasını beyan iğin delüler getiriyor ki, üışâALLAH onları sonra zikredeceğiz.
Usûlcülerden Âmidî, El-îhkâm fî Usûli´l-Ahkâm adlı eserinde, bu konuda şöyle diyor: "Şafiî´den naklolunan iki kavilden birine göre Sünnetin Kur´ân´la neshi caiz değildir. Eş´arîlere, Mû´tezileye ve fukahâmn çoğuna göre bu, aklen caizdir, şer´an da vâki´ olmuştur."[63]
Bu ibareden çıkan mânâya göre, bizim yukarıda naklettiğimiz, Şafiî´nin iki kavlinden birisi olmuş oluyor. Fakat Rebî´ b. Süleyman tarafından rivayet olunup da elimizde bulunan Kitablarda, Sünnetin beyanı olmaksızın Kur´ân ile Sünneti neshetmek caizdir, diyen görüşü bulamıyoruz, eğer Şafiî´nin böyle bir görüşü varsa, bu mutlaka onun eski görüşüdür, Mısır´daki yeni görüsü değildir. Bu Irak´da iken yazdıklarında olabilir, Mısır´da iken yazdıklarında böyle bir şey yok. Yukarıda naklettiğimiz sözü, Mısır´da yazdıklarında böylecedir. Mısır´da yazıp rivayet olunanlarda bundan başka bir görüşü yoktur. [64]
168- Bâzı Usulcüler, Şafiî´ye Muhalefet Ederek Sünnetin Kıtabla Nesholunduğunu Söylerler:
Şafiî´nin üzerinde karar kıldığı görüşü şüphesiz ki, Kur´ân´m Sünneti neshetmiyeceğidir. Bu neshi beyan eden Sünnettir, Şafiî´den sonra gelen usûlcüler, bu hususta Şafiî´ye muhalefet etmişlerdir. Onlar Kur´ân´ın Sünneti neshetmesi aklen caizdir, şer´an vâki´dir, dediler. Bunun aklen caiz olması, bizim için o kadar önemli değildir. Çünkü bunun aklen muhal olduğuna dâir bir şey yok, aklen vâcib olduğuna da delil gösterilemez. öyle (dunca ortada mümkün olduğu, aklen caiz olması kalır. Şafiî de bu, aklen caiz olmağı inkâr etmiyor. Buna bir mâni´ yok. Onun sözü, şer´an
bunun vuku´bulup bulmadığıdır. Evvelâ onun deliline bakalım. Sonra muhaliflerinin dediklerine işaret edelim.
Şafiî´nin bu hususta, yâni Sünnetin Kur´ân´la neshedilmeyeceğine dâir yazdıklarına bakarsak, onun bu görüşünü şu iki esas üzerine kurmakta olduğunu görürüz:
Birinci esas: Nesih beyana muhtaçtır. Sünnet Kur´ân´m beyanıdır. Sünnete bu beyan kuvvetini veren Kur´ân´dır. Neshin beyana muhtaç olmasına gelince: Çünkü nesih, nasslardan öncekini ve sonrakini beyana muhtaçtır. Hz. Peygamber´in ameli ne üzere karar kılmıştı, ashabına nasıl beyan etmişti, bunları bilmek lâzımgelir. Şüphesiz ki, bunlar hep Sünnetle sabit olacak şeylerdir. Şafiî´nin re´yine göre, Kur´ân´dan mensûh olanların çoğunu bilmek ancak Sünnetle kaabil oluyor, öyle ise Sünnetin mensûh olanlarını bilmek de Sünnetle kaabil olması daha evlâdır. Çünkü Sünnette beyan vardır. "Kendilerine indirileni insanlara beyan edesin diye sana Kur´ân´i indirdik."
îkinci esas: Eğer Sünnet bulunmaksızın Kur´ân´la Sünneti neshetmek caiz olsaydı, Kur´ân´a muhalif olan her Hadîsin reddedilmesi, onunla amelin makbul olmaması îcâbederdi. Yâni Kur´ân onu neshetmiş sayılırdı. O takdirde ise Sünnet Kur´ân´m umûmunu tahsis edemez, onu beyan edici olamaz. Bir bakımdan Kitâb´a muhalif olan her Sünnetin reddedilmesi caiz olur. Sünnetin böyle reddedilmesi ise, Mekke´de, Medine´de, Bağdad´da, Mısır´da Sünnetin yardımcısı olan Şafiî´nin razı olmayacağı bir neticedir. Bunu kendisi etraflı olarak şöyle açıklar:
"Eğer bir kimse, Sünnet Kur´ân´la neshedilir mi? derse ona şöyle denir: Eğer Sünnet Kur´ân´la neshedilirse, burada Hz. Peygamber´in de bir Sünneti bulunması lâzımgelir ki, bu ikinci Sünnet birincinin neshedil-mia olduğunu beyan eder. Böylece insanlara bir şeyin ancak misliyle neşredileceği de gösterilmiş olur. Eğer, bu dediklerine delilin nedir? denirse cevabı şudur: AUâhu Teâlâ farz kıldıklarıyla hâss veya âmin olarak murad ettiklerinin mânâsını Hz. Peygamber beyan eder. Bu kitabımda belirttiğim veçhile Sünnet Kur´ân´m beyanıdır. Hz. Peygamber bir şey hakkında ne derse onu mutlaka ALLAH´ın hükmüyle söyler. Onun dediği hükmü ALLAH neshederse, o nesholunamn yerine Hz. Peygamber Sünne-üyle başka bir hüküm bildirir. Eğer, Hz. Peygamber bir şeyi Sünnet kil sonra onun Sünneti Peygamber´den nesheden bir Sünnet naklolunmadan Kur´ân´la neshedildi demek caiz olsaydı, o takdirde Hz. Peygamberin alımını satımım haram kıldığı şeyleri kendisine, ´AUah alış verişi helâl, ribayı yasak etti.´ âyetinin nüzulünden evvel haram frıhma olması ihtimali vardır, demek caiz olur. Zina yapanları recmetmesi de böyle bir ihtimal dahilindedir, çünkü recmin: ´Zina yapan Iradmin, zinâ yapan erkekten her birime yüzer değnek vurun.´ âyetiyle neshedilmış olmak bir ihtimal olarak ileri sürülebilir. Yine aynı sebeplen ´Çalan erkek ve kadının ellerini kesin.´ âyetine göre muhafaza edilmeyen malı çalanın, da, çeyrek dinardan az bir şey çalanın da elini kesmek lâzimgeîir. Çünkü az çalan da, çok çalan da, muhafaza edileni de, edilmeyeni de çalan hırsızlık yapmış olur. Bunların beyanı Sünnet iledir. Yine böylece; Hadîsi Kur´ân´ın benzeri bulmayınca bunu Peygamber dememiştir, diyerek her Hadîsi red yom bulmak caiz olur..."
Bu takririne göre Şafiî, Sünnet Kur´ân´la taaruz ederse, o Sünnetin mensûh olduğuna delâlet edecek bir eser bulunması gerektiğini ileri sürüyor. Şüphe yok ki, doğru, şer´î mantık da bunu îcâbeder. Çünkü Sünnet neshedilince ondan sonra Hs. Peygamber yeni vaz´ olunan hükümlerin muktezasınca amel etmeği gösterir, beyan eder... [65]
169- Sünnetin Kîtabla Nesholunduğuna Deliller:
Sünnetin ancak Sünnetle neshedilmesi hakkında îmam Şafiî´nin görüşü böyledir. Fakat kendisinden sonra gelen usûlciUer yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu hususta onun görüşüne katılmamaktadırlar. Onlar Kur´ân´ın Sünneti neshettiğini söylüyorlar. Onlarca bu, aklen caiz ve fi´ilen vâki´dir. Onlar bu hususu açıklayıcı misâller getirmektedirler.[66] Bunlarla Kur´ân´m Sünneti neshettiğini göstermektedirler. Bu Örneklerden biri şudur: Kur´ân-ı Kerîm, Beyt-i Mukaddes´in kıble olmasını neshetmiş ve Beyt-i Harâm´m, Ka´be´nin kıble olduğunu bildirmiştir. Onlardan önce Şafiî burada neshoiduğunu belirtmiştir. Ancak burada neshin yalnız Kur´ân´la değil, Kur´ân´ın yamsıra Sünnetle de bilindiğini ilâve etmiştir. Kur´ân-ı Kerîm şöyle buyurur: "Kıble hakkında vahiy bekleyerek yüaâi-nÖ göğe çevirdiğini görüyoruz. Kâzı olacağın bir kıbleye seıri behemehal yönelteceğiz. Öyleyse yüzünü Mescid-i Haram´a dön. Kerede olursanız oton, yüzlerinizi o semte ûönün." Şafiî, bu âyetin yamsıra. Abdullah îbn-i Ömer´den şu sahîh Hadîsi de rivayet etmektedir; demiştir ki: Halk Küba Mescidinde sabah namazını kılarken bir haberci gelerek: Hz. Peygamber´e bu gece Kur´ân-i Kerîm nazil oldu, namazda Kâ´be´ye doğru dönmek emir olundu. Siz de oraya dönün, dedi. Cemâatin yüzü Kudüs´e doğru idi; hemen Kâ´be´ye döndürdüler. Sünnetle sabit olan bir şeyi Kur´ân´m neshettiğini bu amelî Sünnet açıklamıştır.
Şafiî ile ondan sonra gelen usûîcüler arasındaki ihtilâf, Kur´ân´ın Sünnetin getirdiklerinden bagka bir gey getirmesinde ve Kur´ân´ın Sünnetin vaz´ettiği hükümleri kaldırması hususunda değildir. İhtilâf, Sünnetle beyan edilmeksizin Kur´ân´m doğrudan Sünneti neshedip etmemesi hususundadır. Şafiî´ye göre Kur´ân´ın Sünneti neshetmesi için bu neshi beyan eden başka bir Sünnetin bulunması lâzimgelîr. İstikra´ Şafiî´den yanadır. [67]
170- Şâfîî, Mutlakı Takyidi, Tahsisi Nesîhden Saymaz, Ona Göre Neshin Mânâsı:
Nesih hakkında Şafiî´nin görüşlerini beyan etmeğe son vermezden önce ictihadda Önemli yer tutan iki mühim geye işaret etmek isteriz:
1- Şafiî risalesinde neshin mânâsını yazarak deliller ve misâller getirdi. Mutlakı takyidi, âmmi tahsisi nesinden ayırdı. Bunları, beyan nev´in-den saydı. Halbuki sahabeden, tabiînden ve onlardan sonra gelenlerden çoğu mutlakı takyide, âmini tahsis etmeğe nesih derlerdi. Hattâ içlerinden bâzıları istisnayı.bile nesihden sayardı.[68]
Şafiî´ye gelince; neshin mânâsını belli etti, onu böyle karışık bir şekilde geniş bir surette kullanmaktan ayırdı. Tahsisi, takyidi, nassla mu-rad olunan mânâyı tâyin için beyan nev´inden saydı. Nesih, ise: önceki bir nassla sabit olan bir hükmü kaldırmaktır, diye tarif etti. Şüphesiz ki bu işi ilk yapan Şafiî olmuştur, bu onun nâmına kayda değer bir şeydir. Şafiî´nin ilmî düşüncesine ve mes´eleleri ilmî bir bakışla inceleyip küllî ve umûmî kaideler altında toplama gayretine yakışan ve uygun düşen de budur.
2- Şafiî neshi İslâm şeriatında vukuu bakımından incelemiştir. Neshedildiğini gördüğü mes´eleleri araştırdı; onlardan istikra´ yoluyla nesih hükümlerini ve kaidelerini çıkardı; bu araştırmanın ışığı altında onun esaslarını tesbit etti.
Şafiî´nin yazdıklarının çoğunda bu cihet açıkça göze çarpar. O, kendisinden sonra gelen usûl-ü fıkıh ulemâsından Eş´arî´nin ve Mu´tezile´nİn daldıkları gibi, nazarî mes´elelere dalmadı. Onlar, aklın hüsnüne ve kub-huna hükmettiği şeylerde neshin mümkün olup olmadığı münakaşasına daldılar. Neshedilen hükümle amel edilmeden evvel o hükmün neshedilip edilmemesinin imkânını incelediler. Neshedilen hükmün yerine yeni bir hükmün konulmasının vâcib olup olmadığını bahis konusu yaptılar. Bu uğurda açıkça ihtilâfa düştüler. Halbuki bunun amelî bir neticesi yoktur, buna bir amel terettüp etmez. Onun için Şafiî, bu konuya hiç dalmadı. Çünkü O, araştırdığı ve tatbikatta gördüğü şeylerden aldığı neticelere göre kaideler kurardı, hayâlinde kurup tasavvur ettiği şeylere istinad etmezdi. Onun için bu hususta sözleri açık, aydın, doğru ve ölçülü düşmüştür. [69]
[30] Şafiî şunu misâl getiriyor: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla iddihâr edilmesini yasak etmişti, sonra bu yasağı kaldırarak iddihâre ruhsat verdi. Abdullah İbn-i Ömer; Hz. Peygamber kurban etlerini biriktirip üç günden sonra yemekten nehyetti, dedi. Abdullah tbn-i Ebû Bekr diyor ki: Bunu Umre´ye söyledim, o da; doğru söylüyor, dedi. Ben Hz. Âişe´yi şöyle derken işittim: "Hz. Peygamber zamanında kurban bayramında çöl halkından birtakım İnsanlar Medine´ye gelmişti. Peygamber Efendimiz; ´Üç günlük et biriktirerek, kalanını tasaddufc edin.´ buyurdu."
[31] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 217-219.
[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 219.
[33] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 220.
[34] Nisa Sûresi: 83,
[35] Şafiî, burada Er-Risâle´de bir kadını halası ve teyzesiyle" birlikte almanın haram olduğunu gösteren delili açıklamıyor.
[36] Hanefiyye fukahâsınca iki kız kardeşin, keza bir kız kardeşin halası veya teyzesiyle birlikte bir nikâh altında bulunmalarının caiz olmayışının sebebi şudur: Ortaklar, kumalar arasında düşmanlık âdettir. Halbuki akrabanın birbiriyle iyi geçinmesi lâzımdır. Böyle nikâh aıla-i rahmi ihlâl ettiğinden caiz değildir
[37] En´am Sûresi, Ayet: 145.
[38] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 220-222.
[39] Mâlde Sûresi, Âyet: 6.
[40] Nisa Sûresi, Âyet: 43.
[41] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 222-224.
[42] Maide SÛreai, Ayet: 4. 224
[43] Şafiî, Er-Risâle.
[44] Şâtıbi, Muvafıkat´ta, Sünnet ancak Kitabda aslı bulunan bir hüküm getirir, diyen görüşü te´yid etmektedir
[45] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 224-226.
[46] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 226.
[47] Şura Sûresi, Ayet: 13.
[48] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 226-227.
[49] Mâide Sûresi, Âyet: 93.
[50] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 227-229.
[51] Mensûh olunan ile muhkem olan yâni neshi kabul etmeyenleri araştırmak bize gösterir ki, ebedî olma kaydı bulunan bir hükmün nesh ediMiği yoktur. Fakat usûl-ü fıkıh ulemâsı, bu konuda nazarî olarak ihtilâfa düşmüşlerdir.
[52] Şâtıbl, Muvafıkât´ta, neshin çoğunun Medine´de olduğumu söyler. Çünkü Mekke´de nazil olanlar küllî kaidelerdir. Küllî kaideler ise neshi kabul etmez.
[53] işlerin zatî hüsün ve kubhu olup bunları akıl idrâk edip edemeyeceğinde ulemâ ihtilâf üzeredirler. Eş´arîlere göre, fiillerin zatî hüsün ve kubhu yoktur. Hüsün ve kubh Şâri´m emir ve nehyinden İleri gelir, Sâri´ emrederse İyi olur, nehyeder-se çirkin olur. Çünkü hüsn ve kubhun muayyen bir ölçüsü yoktur ki, ona göre iyi veya çirkin denilsin.
[54] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 229-231.
[55] Şafiî, Er-Riaâle.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 231.
[56] Şafiî diyor ki: Kur´ân-ı Kerîm´in getirdiği hükümlerde nesh edilmişler de vardır, dâima duran muhkem olanlar da vardır. Ekseriyetin görüşü de budur.
[57] Yûnus Sûresi, Âyet: 10.
[58] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 231-234.
[59] Ebû Müslim
[60] Bakara Sûreal, Âyet: 180.
[61] Bakara Sûresi, Âyet: 240.
[62] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 234-237.
[63] Amidi El-İhkam
[64] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 238.
[65] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 238-240.
[66] Âmidî, El-îhkâm fî Usûli´I-Ahkâm
[67] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 240-241.
[68] Şâtıbî, Muvafıkât