- Süleyman Faruk Göncüoğlu

Adsense kodları


Süleyman Faruk Göncüoğlu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 27 June 2012, 06:47 pm GMT +0200
Süleyman Faruk Göncüoğlu: İstanbul’u kurtarmak istiyorsak samimi olmak zorundayız
İbrahim BARAN • 64. Sayı / SÖYLEŞİ


Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış olan İstanbul, adeta yaşayan bir tarih olarak karşımızda duruyor. İmparatorluk başkentinin hemen her yerinde tarihî bir esere rastlayabiliyoruz. Özellikle 1980’lerde Türkiye’de yaşanan göç hareketinin neticesi olarak imparatorluk başkenti olmasının yanında bir kültür başkenti de olan İstanbul’da ciddi oranda nüfus yoğunluğu yaşanmaya başladı. Bugünse içerisinde barındırdığı 20 milyona yakın insanın nereye yerleştirileceği tartışılıyor. Sorunun çözümüne yönelik atılan adımlar İstanbul’un tarihî dokusunu zedeliyor ve bu adımlar birçok tarihî eserin tahrip edilmesine neden oluyor. Yanlış politikalar da kültür ve tabiat varlıklarımızın yok olmasına sebep olan başka bir faktör olarak gösteriliyor. Konuyla ilgili önemli çalışmaları olan kültür tarihçisi Dr. Süleyman Faruk Göncüoğlu ile tarihî mirasımızın nasıl tahrip edildiğini konuştuk…

Tarihî eserler bir toplum için neden önemli?
Aslına bakarsanız biz tarihî eser diye geçiştiriyoruz. Tarihî eser kelime olarak da maalesef çok sıradan bir kelime haline geldi. Kurumsal alanda “kültür ve tabiat varlıkları” şeklinde tanımlanıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir isimli serinde de geçen bir kıssa var, benim çok hoşuma gider. Erzurum’a Ermeni meselesi ile ilgili Amerikalı bir heyet gelir. “Siz Ermenilere zulmettiniz” derler. Devrin Erzurum kaymakamı onları alır ve bir sofaya çıkarır. Bir mezarlık gösterir ve der ki; “Şurada büyük bir taşlık görüyorsunuz, diğer tarafta da küçük bir taşlık görüyorsunuz. Büyük taşlık Müslüman mezarlığı, küçük taşlık da Ermeni mezarlığı. Bunlar ölülerini yemedi ya”. Eski eser diye tabir ettiğimiz nesneler aslında bizim varoluşumuzun temelleri. Eski eseriniz varsa eskiden de burada var olduğunuzu gösterirsiniz. Bir mimari kurduğunuzda, daha da ötesi bir şehir kurduğunuzda bir medeniyet inşa ediyorsunuz demektir. Eğer sizin bir mimariniz yoksa -ki maalesef Türkiye Cumhuriyeti insanının böyle bir özgül mimari biçimi geliştirdiğini söyleyemiyoruz, zaten bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti insanı kimliksizdir, eziktir ve geçmişe şuursuzca sarılır- geçmişinizin var olduğu konusunda şüphelenmeniz gerekir. İşte kültür ve tabiat varlıları dediğimiz tüm bu eserler sizin varlığınızın ifadesi. Yalnızca mimari eserler değil, ekolojik varlıklar da sizin varlığınızın göstergesi. Osmanlı İmparatorluğu da Selçuklulardan ve Bizans’tan kendisine tevarüs olunan kültürle bir medeniyet oluşturma yoluna gitti.

Zaten medeniyet denilen şey farklı kültürlerin oluşturduğu bir terkip değil mi?
Evet, medeniyet denilen şey bir bütün. Ama durmadan kendini yenileyen, güncelleyen bir bütün. Bu yenileme ve güncelleme de medeniyetin özüne aykırı olmayacak şekilde yapılmalı. Medeniyetimizi güncellemekten bahsediyorsak bunu medeniyetimizin ilkelerine sadık kalarak, mesela Müslümansak bu gelişimi ehl-i sünnet akaidine bağlı olarak, Osmanlı medeniyetinin mirasçısıysak bunu daha fazla geliştirerek yapmak durumundayız.

Tarihî ve kültürel mirasımızı ya da daha doğru bir deyişle kültür ve tabiat varlıklarımızı çeşitli sebepler nedeniyle yitiriyoruz. Mesela İstanbul’a yapılan yoğun göç, artan nüfus ve barınma ihtiyacının karşılanması en temel sebep olarak gösteriliyor. Sizce en büyük sebep ne?

Tarihî eser olarak sınırlamamak gerekir kendimizi belki de. Çünkü kaybolan sadece tarihî eserler değil, bir bütün olarak şehirler. İstanbul’un da kaderi bu, Erzurum’un da kaderi bu, Kayseri’nin de… Kayseri’ye gittiğiniz zaman bir Selçuklu eseri görebiliyor musunuz? Nokta vuruşu ile yakalayabilirsiniz ancak. Siluet olarak hiçbir şey yok. Osmanlı eseri de yok, Selçuklu eseri de yok. Aynı şekilde Van’da da Bitlis’te de bu durum hissedilebiliyor. Yalnızca mimari olarak görmemek lazım, ekolojik olarak da aynı şey söz konusu. Cumhuriyetin kurulmasının ardından bir dönem nasıl manevi değerlerimizi haiz mekânlar amaçları dışında kullanıldıysa bugün de kamu arazisi olan yeşil alanların hukuki yollarla imara açılarak tasfiye edilmesi de bir tahribat. Bu tahribatın altında da aidiyet duygusunun olmaması yatıyor. Üç büyük medeniyetin unsurlarını barındıran İstanbul gibi bir şehrin yöneticileri buraya sadece marka olarak, rant olarak bakıyorlar. Üç büyük medeniyete ev sahipliği yapmış, Hıristiyan dünyasının varlığının kaynağı olmuş, İslam Medeniyeti’nin zirve noktasına ulaştığı bir yer gibi algılanmıyor maalesef. “İnşaat sektöründen ne kadar para kazanabiliriz?”in hesabı yapılıyor.

YAPILAN ESERE DEĞİL BÜTÜN BİR MEDENİYETE

İstanbul’a yapılan göçler bu süreci nasıl etkiledi?

Göçün önemli bir payı var bu hesapta kuşkusuz. Şehir imar edilirken de bilinçli bir kıyım gerçekleştirildi. 1918 yılında Prusyalılar geliyorlar, “Bu şehri nasıl biçimlendiririz?” diye hesap ediyorlar. Prost gelip plan yapıyor, bir kısmını gerçekleştiriyorlar. Sonra merhum Menderes gelip bu planı uyguluyor. Bir düşünelim Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı neden açıldı? Eyüp’e yukarıdan aşağıya doğru gelen cadde ne amaçla açıldı? İstanbul’da Millet Caddesi, Vatan Caddesi ne amaçla açıldı? Eski şehri modernize edeceğiz derken, istimlâk edilen yerde ikamet eden İstanbullular dağıldılar. Sonrasında da oto kontrol kayboldu. Yeni imar planları ile aidiyet duyguları darmadağın ediliyor. Daha düne kadar Fatih semti muhafazakâr elitin oturduğu bir yerdi. Fakat bugün darmadağın oldu. Biz maalesef mescid yaptırmayı bırakarak cami yaptırmaya başladık. Fakat camilerde de altında oturacağınız bir çınar yok, doğru düzgün bir şadırvan yok. Bu açıdan baktığımda İstanbul’un uzak semtlerinde oturanlar üzülerek söylüyorum ki medeniyetten uzakta yaşıyorlar. İstanbul Sahabe-i Kiram’ın ve ulemanın büyüklerinin kabirlerini barındıran bir şehir. Bu şehre yapılan her yıpratmanın hesabı ahirette çok çetin olacak. Burada tenkit edilmesi gereken de bu aslında. Sorun 300-400 yıllık eserlerin kaybolması değil direkt olarak. Sorun bu eserlerin üzerinde nesneleşmiş olan medeniyet değerlerinin ortadan kaldırılması. Bilinçli ya da bilinçsiz. Medreseleri, camileri yeniden inşa edebiliriz. Ama o eserin barındırdığı anlamı yükleyemedikten sonra ne önemi var yeniden inşa etmenin?

O zaman hasar yalnızca eserin kendisine değil, aslında başlı başına bir medeniyete veriliyor.
İşte bunun için kültürel ve tarihî mirasımızın niçin tahrip edildiğinin sorgulanması gerekiyor. Eskiden tekkeler vardı. Şimdi sohbet etmek üzere apartman dairesine değil, mahallenin mescidine gidecektik. O tekkenin şadırvanında abdest alırken diyecektik ki “Bu tekkenin kurucusu Feyzullah Efendi de bu şadırvandan abdest aldı. Benim dedem de burada abdest aldı”. Şimdi gidip bir apartman dairesinde muhabbet ediyoruz. Orası bugün var yarın yok. İşte asıl darbe bizzat İslam medeniyetinin kendisine vuruluyor. 3. köprünün yapılması gündemde. Deniyor ki “500 ağaç kesilecek ama 2500 ağaç dikeceğiz”. Tamam da aynı ekolojik etkiyi verebilecek misin? Tekke yeniden inşa edilebilir. Ama o ruhu vermek çok zor.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra bilinçli ya da bilinçsiz bir yok ediş süreci yaşandı. Bu bir redd-i miras çabasının neticesiydi belki de. Peki, günümüzde yaşanan yok edişleri nasıl değerlendireceğiz?
Bazı yapılar var, bunların mülkiyetleri değişmiş. Şimdi kalkıp o mülk sahiplerinden birine “sizin binanızın altı mezarlık, burayı eski haline çevirelim” desek kimse yanaşmaz. Bizim eski eserleri ihya konusunda ciddi sıkıntılarımız var. Çünkü eski eserlerin olduğu yerler artık rant alanı olmuş. Biz de bunu vicdanlara bırakıyoruz.

O zaman inanç ya da dindarlık da bir kenarda kalıyor öyle mi?
Evet, tamamen vicdanla ilgili bir şey. Eğer samimiysek, mülk sahibine parasını verip, eski eseri inşa etmek, mesela ibadethane yapmak gerekiyor. Asıl mesele de buradan sonra başlıyor. İbadethanenin kapısını açıyorsun caddeye çıkıyorsun. Çünkü bahçesi yok. İbadethanenin şadırvanı yok. Şadırvan alt tarafa yapılıyor. Şadırvanda dışarıda o atmosferi soluyarak abdest almak varken gidip aşağıda yeraltında abdest almak zorunda kalıyorsunuz. İnsanlar niçin itikâfa çekilir? Cami atmosferini solumak için. İtikâfta bile bunu yapıyorken, cami inşasında bunun hakkını vermek lazım. Yine mesela caminin her yerine mermer döşüyorlar. Ama cami avlusunda bir tane ağaç yok. O binayı da almak yetmiyor, bahçesi, kütüphanesi, mektebi olmalı. İnsanların oturacağı geniş mekânlar olmalı. Toplum maalesef şu an depresyon geçiriyor. Niçin? Hep aynı mekânlarla sınırlı kaldıkları için. Yaşlılar niçin cami avlusunda oturuyorlar? Gidecek oturacak bir yer yok çünkü. Fatih’te Türkiyat Enstitüsü’nün karşısında sübyan mektebi var. Onun arkasında bir vakfın arazisi var. O arazi sübyan mektebinin müştemilatıydı. Hocanın dinlendiği, mahalle esnafını kabul ettiği yerdi. Ecdad sübyan mektebindeki hocayı düşünmüş. Şimdi biz böyle bir unsuru görmezlikten geliyoruz. Bizim eski eser ihyamızdaki en büyük sıkıntı bu. Eski esere biz yalnızca eser gözüyle bakıyoruz. Hâlbuki şadırvanı var, haziresi var. Orada ölümü hatırlamak gerekiyor, dua etmek gerekiyor. Eski eserlerin kaybolması ve yeni eserlerde eski yapıların sosyal yönünün göz ardı edilmesi bize bunları hep unutturuyor. Mescidlerde yalnızca namaz kılınır zannediyoruz. Hâlbuki Süleymaniye’de bazı mescidlerde sadece nikâh yapılırmış. Mesela yine sünnet merasimleri mescidlerde yapılırmış. Eski devirde yaşayan bazı insanlarla tanışmıştım, sünnet merasiminin mescide yapıldığını anlatırlardı. O mescid için oturur ağlarlardı. Vefat edip gittiler. Bütün bunlar yok olunca bir bakıma toplumsal hafıza da silinmiş oluyor. Şu an eski İstanbul’u, oradaki yerleşim alanlarını terk etmemiz gerekiyor.

YAŞAYAN TARİH RANT ALANI OLMAKTAN ÇIKARILMALI

Fakat şöyle de bir gerçek var. Bu şehirde 20 milyona yakın insan yaşıyor. Bu insanları nereye sığdıracaksınız, nasıl yerleştireceksiniz?

Sultanahmet’i külliyen terkedelim demiyorum. Kastettiğim şey, bu alanların rant alanı olmaktan çıkarılması. Sulukule’yi yıktık, buraya Osmanlı mahallesi kuracağız dedik. Elimizi vicdanımıza koyalım, ne kadar Osmanlı mahallesi burası? Sonra Sultanahmet’in etrafındaki mescidleri ihya edelim. Kimileri “buna ne gerek var” diyor. Bu mescidin vakfını elde etmemiz gerekiyor. Bunların korunması ve yaygınlaştırılmasından bahsediyorum. Mesela Şehzade Camii’nden geçerken nereden geçiyoruz? Yol kenarından. Hiç Şehzade Camii’ne şöyle baka baka geçmek mümkün mü? En basitinden başka bir örnek vereyim: Fatih’in içinden cadde geçmesi gerekiyor mu? Çevre yollar kullanılsa ne olur? İnsanları yürütelim, modern faytonlar kullanalım. Bunların tamamı öngörü ile alâkalı şeyler. Ama “otobüs durağını kaldırırsam ticari hayat zedelenir” diye düşünürsek bu işlerin hiçbirini gerçekleştiremeyiz.

Sorunun temelinde insanların ihtiyaçları ve beklentileri yatıyor galiba. İstanbul’a giriş çıkışlarda vize uygulaması yapılsın düşüncesi vardı bir zamanlar. Çok kalabalık bir nüfusu var İstanbul’un, göç almaya da devam ediyor. Böyle bir ortamda söylediklerinizin tamamını gerçekleştirmek ne kadar mümkün?
Bunlar politika ile alakalı. Bakın, Süleymaniye’yi şu an onarmaya çalışıyorlar. Ama tıkanıyorlar. Bir kısmı Süleymaniye yaşam alanıdır diyor, bir kısmı diyor ki buraya şirketleri getirelim, Süleymaniye’yi verelim şirketlere ve burada bir hareketlilik oluşsun. Yani iş yine ticarete dökülüyor. Süleymaniye ihya edilirken insan düşünülmüyor. Süleymaniye evleri yapalım deniyor, sonra otopark neresi olacak diye düşünülüyor. İnsanlar ev alırken otoparkı var mı yok mu diye düşünmüyor. Ama iş Süleymaniye’ye geldiğinde durum değişiyor. Bu da olaya sağlıklı yaklaşılmadığını gösteriyor. 1994’ten beri İstanbul’da büyük külliyatlı bir İstanbul kitaplığı kurulacağı konuşuluyor. Ama maalesef yok. İstendiği takdirde İstanbul’da tarihî eserler kurtarılabilir. Tophane’deki eski binalar cepheyi açmak için yıkıldı. Şimdi gidip bir bakıyorsunuz otopark alanı olmuş. İstanbul’u yok etmek kurumsallaştı maalesef. Gülhane Parkı’nın girişinde otopark var. Avrupa’nın en iyi arkeoloji müzesi seçilen İstanbul Arkeoloji Müzesi burada bulunuyor ve maalesef araç trafiğinin içinde kalmış durumda. Bu müzenin kaldırımları da bozuk maalesef. Bunu yapmak da bir günlük iş. Burası arkeoloji müzesi olarak bina edilmiş ilk yapı. Sultan II. Abdülhamid’in o dönemin kültür politikaları için yaptırdığı ve kendi bütçesinden karşıladığı bir bina. Kütüphanesi dünyanın sayılı kütüphanelerinden biri. O kütüphaneyi de Osman Hamdi Bey kendi servetiyle karşılamıştı. Yine Şark Eserleri Müzesi de 1920’lere gelindiğinde Osmanlı kurumsal geleneği ile yapılmış bir bina. Orası Batı’nın Mezopotamya bölgesinde yaptığı sömürgeciliğin hızını nasıl kesebiliriz diye oluşturulmuş bir müze. “Biz sizin kadim kültürünüzü koruyoruz” diyebilmek için bina edilmişti. II. Abdülhamid’in başlattığı o politika 1920’lere kadar devam etti. Osmanlı kurumsallığının sembolüydü bu binalar. İşte böyle yerlerin girişleri otopark oldu. Yazık. Ve hâlâ buraya “Sur-u Sultani” diyoruz. Her şey “ben yaptım, oldu” mantığı ile işliyor. İstanbul’un temel sorunu bu. Eski eserlerin de temel sorunu bu. Öncelikle eski esere bakış açımızın değişmesi gerekiyor. “Yap, bırak” ya da “yaptım kafe oldu” olmuyor. Bu binaları araştırma merkezleri, düşünce kuruluşları olarak değerlendirebiliriz. Ama ancak yıprandıktan sonra aklımıza geliyor. Dolayısıyla zihniyetin, bakış açısının değişmesi gerekiyor.

Kimdir:
Dr. Süleyman Faruk Göncüoğlu, bir kültür tarihçisi. 1996-2000 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türk Sanatı Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak, 2000-2005 yılları arasında da Kadir Has Üniversitesi’nde Sanat Tarihi öğretim görevlisi olarak çalıştı. 2004-2008 yılları arasında da İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde İstanbul; Sanat, Kültür ve Toplum başlıklı dersler verdi. 2003-2008 yıllarında Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Kültür ve Tabiat Varlıklarını Bölge Koruma Kurulu üyesi ve başkan yardımcısı görevlerini yürüttü. Uzun bir dönem de Kültür A.Ş. yönetim kurulu üyeliğini ifa etti. 2003 yılında bir dokümantasyon, arşivleme ve araştırma merkezi olan Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi ile Eylül 2004 tarihinde İstanbul Şehri Kültür Tarihi Araştırmaları Merkezi’ni kurdu. Halen Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde yer alan İstanbul İslam Bilim ve Teknolojileri Tarihi Müzesi’nde görev yapıyor.