armi
Mon 1 February 2010, 10:05 am GMT +0200
Su-i Zan
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad´ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayıp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Musul?da Yûnus isminde birisi vardı. Şehrin en büyük âlimi oydu. İnsanların Adiyy bin Müsâfir?e yöneldiklerini ve ona olan rağbetlerini görüp, hased etti. ?Gidip onu imtihan edeceğim bakalım ilimdeki derecesi nedir?? dedi. Kâdı bin Şehrzûrî ile birlikte yola çıktılar. Kâdı; ?Ben sırf ziyâret için gidiyorum, imtihân etmek için değil.? dedi. Yûnus ise; ?Benim maksadım insanlar arasında onu imtihân edip hâlini herkese göstermek. Ziyâret için gittiğim yok.? dedi. Adiyy bin Müsafir?in yanına varınca, Adiyy bin Müsafir, Kâdı?ya iltifât etti fakat Yûnus adlı zâta iltifât etmedi. O ikisi oturunca Adiyy bin Müsafir Yûnus?a îtikâd ile ilgili bâzı sualler sordu. İlk suâle cevap verdiyse de diğerlerine cevap veremedi sükût etti. Sonra; yalnız Kâdı, Adiyy bin Müsâfir?in elini öpüp huzurdan ayrıldılar. Memleketlerine döndüler. Yolda Kâdı, Yûnus denen zâta; ?Hani sen Adiyy bin Müsâfir?i imtihân edecektin? Sana sordu cevap veremedin. Niçin böyle yaptın?? deyince, o zat; ?Adiyy bin Müsâfir?in sağında ve solunda ağızlarını açmış birer arslanın, konuşacağım sırada beni yemek istediklerini gördüm. Bu sebeple orada konuşamadım.? dedi. Bunun üzerine Kadî; ?Elbette, o Allahü teâlânın velîsidir. Onlara îtirâz etmek uygun değildir.? dedi.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hazretleri hüsn-i zan hakkında; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında kötü zanda bulunmam." buyurdular.
Ahmed Sârbân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının vefâtından sonra Hayrabolu?ya geldi. Orada dîn-i İslâmı yayma yolunda pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiştirdi. Bir gün talebeleri arasından birinin hallerini anlıyamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca:
Evliyâya eğri bakma
Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmün süren oldur
İki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânın sırrı vardır
Gizli âyân elindedir.
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe çok mahcûb ve perişân olarak özürler diledi, tövbe etti.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. ?Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim.? diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend?e; ?Bakar mısın, bize kimler geliyor?? buyurdu. Mervezî?nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî?nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ?ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi?ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, ?Allah?ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?? dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz.? buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ?ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî?nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan?a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa?deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (rahmetullahi teâlâ aleyhim).
Evliyânın büyüklerinden Ali bin Mustafa Ömerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, El-Hac İbrâhim Haddâd şöyle anlatır: Ticâret için Beyrut´a gitmiştim. Dönüşte Trablusşam tarafına gidecek gemiye bindim. Vapurda Ali Ömerî hazretleri de vardı. Uğurlayanları çok olduğu için vedâ etmek üzere vapurdan indi. Uğurlayanlar içinde Beyrut´un eşrâfından kimseler de vardı. O anda içime bir takım düşünceler geldi ve ona îtirâz olarak;
"Onun bu hâli şöhretten başka bir şey değil. Hâlbuki bu hâl evliyâ hâli olamaz ve evliyâ tanınmak, bilinmek istemez, kendini gizlemeye çalışır." diye içimden geçirdim. Bu düşüncelerim bir müddet devâm etti. Bu esnâda Ali Ömerî hazretlerinin insanlarla görüşmeyi, vedâyı bırakıp, bana doğru yöneldiğini gördüm. Yanıma geldiler ve;
"Evlâdım! Allahü teâlâya tövbe et. Af dile yoksa seni edeplendirme- miz îcâb edecek!" buyurdu. Ben titremeye başladım, sonra; "Efendim tövbe ettim!" dedim ve ellerine sarılıp öptüm.
Anadolu?daki evliyânın büyüklerinden Bâlî Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri anlatır: ?Bir gün hocamın hizmetinde idim. Bir kimse gelip zamânın ileri gelenlerinden birinden selâm getirdi. Evliyânın büyük- lerinden olan Muhyiddîn ibni Arabî hakkındaki görüşünü sordu. ?Füsûs kitabı hakkında ne dersiniz?? dedi. Celâllenen Ramazan Efendi; ?Efen- dine söyle, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinden alıp veremediği ne? Her gün haram yemekle karnını dolduran bir kimsenin bâtınî sırlara ulaşması mümkün müdür? Sel gibi göz yaşı dökmeyenler, hakîkat denizinden inci-mercan toplamaya muktedir olamazlar. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri o ki- tabı yazarken, on beş günde bir defâ yemek yerdi. Îtirâzı bıraksın. Muh- yiddîn-i Arabî?nin adını söylerken, ağzını misk ve anber ile yusun. O mü- bârek kimsenin Füsûs adlı inceliklerle dolu kitâbından da elini ve dilini çeksin. Gücünün yetmediğini bırakıp, anlayabildiği şeylerle uğraşsın.? di- ye cevap verdi. Biz de yine sohbetlerine katılmış olmakla; ?Efendim, o kimse bu hususta mutaassıptır, olur ki size zararı dokunabilir.? dedim. Ramazan Efendi; ?Korkacak bir şey yoktur. Gâyesi meclis kurup, bizi tahkîr etmektir. Öyle birşey olursa, işte şöylece ederiz.? deyip, başını pal- tosunun içine çekti ve o anda ortadan kayboldu. Beni bir dehşet kapladı. Bir hayli zaman o hâlde kaldım. Bir saat kadar geçince, tekrar mübârek yüzlerini görebildim.?
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine ?Bâyezîd-i Bistâmî?nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım.? di- ye düşündü. Bu düşünce ile, Bâyezîd-i Bistâmî?nin bulunduğu yere geldi. Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki; ?Biz kerâmetlerimizi, talebe- lerimizden Ebû Saîd Râî?ye havâle ettik. Sen ona git.? Bu kimse gidip, Ebû Saîd Râî?yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Saîd Râî, asâsını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kıs- mını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat, Ebû Saîd tarafında bulunan üzüm- ler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Saîd Râî; ?Ben, Allahü teâlâdan, yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile is- tedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi.? buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip, kaybetmemesini tenbih etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat?da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde, Bistâm?a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Bâyezîd-i Bistâmî?nin önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istigfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî?nin talebeleri arasına katıldı.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ?nın bir köyüne gitmişti. Şeyh Hüsrev adında bir zâtın evinde misâfir oldu. O akşam Şeyh Hüsrev, o köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine dâvet etti. Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri, ev sâhibi Şeyh Hüsrev?e; ?Git kapıya bak kim var?? buyurdu. Gidip baktı ki, köy halkından Yûsuf adında biri, bir kap içinde armut getirmiş kapıda bekliyordu. İçeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip, elindeki armut dolu kabı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî; ?Bu armutları nereden aldın?? dedi, o da aldığı yeri söyledi. Be- hâeddîn Buhârî hazretleri bir müddet susup, sonra ev sâhibine; ?Bu ar- mutları büyük bir kaba boşalt gel.? dedi. Ev sâhibi armutları büyük bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Behâeddîn Buhârî, armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra; ?Hiç kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin.? buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı köylüye dönüp; ?Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?? dedi. Getiren kimse; ?Efendim, bana köyümüze keşf ve kerâmet sâhibi bir zât geldi dediler. Ben de sizi görmekle şereflenmek için, bu armutları satın alıp, size hediye getirdim. Fakat küstahlık edip, armutların içinden birine bir işâret koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zât evliyâ ise, bu armudu bulup bana verir diye düşündüm.? dedi. ?Öyleyse elindeki armuda bak, o işâret koyduğun armut mu?? buyurdu. ?Evet efendim. O armuttur.? dedi. Bundan sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: ?Allahü teâlânın evliyâ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun değildir. Fakat işâretlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalır ve çok zarar görürdün. Resûlullah efendimizin bildirdiği yolda bulunan kimseyi imtihâna hâcet yoktur.? Armutları getiren kimse, yaptığı işten çok pişmân olup, Behâeddîn Buhârî hazretlerinden af ve özür diledi
Talebelerinden biri anlatır: Şeyh Ârif-i Dikgerânî Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatır: ?Bir gün, Behâeddîn Buhârî hazretlerini, Kasr-ı Ârifân?da ziyârete gittik. Buhârâ?ya döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir grup da bizimle berâberdi. Onlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin aleyhinde konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allah?ın evliyâsına karşı sû-i zan ve sû-i edepte, kötü zan ve edepsizlikte bulunman uygun değildir dedik. Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı. Bu, o büyük zâta edepsizliğinin cezâsıdır dedik. Çok ağladı, pişmân oldu, tövbe etti. Ona karşı îtikâdını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.
Irak´ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini zamânında bulunan fıkıh âlimlerinden üçü, bir akşam ziyârete geldiler. Yatsı namazını onun arkasında kıldılar. Namazdaki kırâatini, okumasını, arzu ettikleri gibi bulmadılar. Sû-i zânda bulunup, hakkında kötü şeyler düşündüler. O gece, Bekâ bin Batû hazretlerinin talebelerinin yanında misâfir olarak kaldılar. Üçü de o gece ihtilâm oldu. Yakında bulunan nehirde gusletmek için, tekkenin kapısından çıktılar. Nehre indiler. Guslediyorlardı. Bir de baktılar ki, büyük bir arslan gelip bunların elbiselerinin üzerine yattı. Soğuğun da çok şiddetli olduğu bir geceydi. Donacaklarını iyice anlamışlardı ki, tam o sırada Bekâ hazretleri tekkeden çıktı. Arslan onu görünce hemen yanına koştu. Yüzünü ayaklarına sürmeye başladı. O kimseler bu hâli görünce kabahatlerini anlayıp, tövbe ve istigfâr ettiler. Bekâ hazretleri hakkında yanlış düşündüklerini anladılar. Onun bu kerâmetini görünce, ona olan sû-i zanları muhabbete dönüştü. Bundan sonra kendisini çok sevdiler. Allahü teâ lânın velî kullarından birisi hakkında sâdece kalpten yanlış düşünen kimseye, büyük bir arslan musallat olursa, evliyâya açıktan muhâlefet ve düşmanlık edenlerin hâllerinin ne kadar tehlikeli olduğunu düşünmelidir dediler.
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Konya eşrâfından Muînüddîn Per- vâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mev- lânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ hazrelerine husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzeri- ne pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görün- ce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lok- madır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince, Muînüddîn´e; "Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâ- hibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ´nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ´ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya?ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; ?Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım.? dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ?nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ?nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ?nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; ?Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.? dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: ?Ey Tâcir! Sen, Magrib?de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın.? diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; ?Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır.? buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; ?Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.? dedi. Tâcir; ?Peki efendim!? deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ?nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; ?Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak.? deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlâ- nâ?yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya?ya geldi ve Mevlânâ?nın talebesi oldu.
Basra velîlerinin büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak; Menâvî hazretleri kendisini sevenlerden birinin şöyle naklettiğini haber vermektedir: Ebû Muham- med-i Basrî hazretlerini ziyâret için Basra´ya gelmiştim. Geçtiğim yer- lerde hayvan sürüleri, arâziler, hurmalıklar gördüm. Bunların kime âit olduğunu sordum. Ebû Muhammed hazretlerine âit olduğunu söylediler. Hatırıma, bunlar hükümdarların işidir diye geldi. Acabâ Allah adamların- dan birisi, kalbini böyle şeylerle niye meşgûl ediyor? Bu düşüncelerle yo- luma devâm ettim. Kur´ân-ı kerîmden En´âm sûresini okuyordum. Kal- bimden öyle niyet ettim ki, o zâtın kapısına vardığım zaman hangi âyet-i kerîmeyi okuyor olursam, o âyet benim hâlimi bildirsin. Bu niyetlerle ve En´âm sûresini okuyarak, o zâtın dergâhının eşiğine ayağımı koyduğum- da, En´- âm sûresinin; "Onlar ki, Allahü teâlânın kendilerini hidâyetine e- riştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü..." meâlindeki 90. âyetini okuyordum. Ben henüz içeri girmek için izin istemeden, hizmetçi acele ile çıkıp beni karşıladı ve Ebû Muhammed hazretlerinin yanına gö- türdü. Bu hâle çok hayret ettim. Ebû Muhammed hazretleri, ismim ile hitâb ederek: "Yâ Ömer! Benim malım diye yeryüzünde gördüğün şeyle- rin hepsi emânettir. Onlara âid en ufak bir muhabbet, bu kulun kalbinde yoktur. Allah adamları bunları, Allahü teâlânın dînine hizmet ve O´nun kullarına yardım için ellerinde bulundurur. Ama zerre kadar bunlara mu- habbet etmez ve bunlarla kalbini meşgûl etmez. Zâten, kalbinde zerre kadar dünyâ düşüncesi bulunan kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz. Nerede kaldı ki, bunlara gönül vermiş olsunlar." Bu hâli görünce, hayretim ve Ebû Muhammed hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığım daha da arttı.
Endülüs?te ve Mısır?da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü?l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken bir defâsında zamânın sultanı, hizmetçilerine, bir tavuğu kesmelerini, başka bir tavuğu kesmeden boğazlamalarını, sonra ikisini de aynı kazanda pişirmelerini emretti. Hizmetçiler, sultânın dediği şekilde tavukları pişirip hazırladılar. Bu sırada Ebü?l-Abbâs hazretleri de orada idi. Sultan, Ebü?l-Abbâs?ın rahmetullahi aleyh velî bir zât olup olmadığını anlamak için, o tavukları, yemek olarak Ebü?l-Abbâs?a ikrâm etti. Ebü?l-Abbâs hazretleri hizmetçiye, boğulmuş tavuğu göstererek kaldırmasını emredip; ?Bu, leştir yenmez.? buyurdu. Kalan tavuk için ise; ?Bu, leş değildir. Fakat leş olan tavuğun suyunda, o tavuk ile berâber aynı kapta piştiği için, bu da necis oldu. Onun için bu da yenmez.? buyurdu.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken ?Bir gün Tillo?ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur?ân-ı kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim bir şahıs geldi. Bu zât, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin bâzı hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi. Huzurdayken ona:
?Ey Şeyh! Sen niçin câmiye gitmiyorsun?? diye sordu. O hilim deryâsı, yumuşaklık denizi olan Fakîrullah hazretleri lütfederek; ?Ey hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur.? diye cevap verdi.
O zât; ?Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak istemezsin.? diye tekrar sordu. Fakîrullah; ?Beş vakit namazda evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla berâber edâ ediliyor.? diyerek cevap verdi.
?Ezâna niçin riâyet etmiyorsun?? sorusuna da; ?Bu mescidin minâresi şu kerpiç kadar taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ı şerîfe icâbet ediyorum. Cumâ namazını ise gidip câmide kılıyoruz.? buyurdu.
O zât; ?Niçin çok cemâatin fazîletine kavuşmak istemezsin.? diye sorunca; hocam, tebessüm ederek; ?Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilir ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hâdisesiyle kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzursuz oluyorum. Bundan dolayı mâzurum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyece- ğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz; ?Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır.? buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitliyiz.? O zât edebe riâyet etmeyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine huzurdan ayrılıp gitti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat sabahleyin uyandığında Kur?ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini tamâmen unuttuğunu fark etti. İkinci günü abdest almayı ve namaz kılmayı da unuttu. Üçüncü gün ise göz nîmeti elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip, yanına birkaç kişi ala- rak doğru Fakîrullah?ın huzûruyla şereflendi. Merhamet menbâı olan Fa- kîrullah Efendi, onu, kör olarak görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlâ- nın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle geldi. İs- mâil Fakîrullah?dan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.
Ona; ?Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i mârûf eyledin. Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin.? diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddini bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl biri olduğunu anladı. O gece talebelerin odasında yattı. Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden geldiğini gördü. Sevinçten uçuyor- du. Allahü teâlâya hamdü senâ edip şükür secdesine kapandı. Hocamı- za duâlar ederek oradan ayrıldı.
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Gulâm Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Peşâver âlimlerinden biri, talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma´sûm hazretleri ile ilmî münâzara yapmak üzere huzûruna gelmişti. Huzûruna girince, bütün ilmini birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma´sûm ona, talebelerin oturduğu yere geçmesini işâret etti.Tek kelime konuşamadı. Sonra meclisinden kalkıp gitti. Gulâm Muhammed Ma´sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden öğrendi. Bir gün yine aynı niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince, öğrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazırlanıp, kitaplarını da yanına alıp huzûruna gitti. Bu sefer de bildiklerini unuttu. Götürdüğü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadı, okumayı dahî unuttu. Bu durum karşısında talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma´sûm´un huzûrunda özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliğe kabûl etmesini arz etti. Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma´sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken, falan falan bahisleri ezberlemiştin. Bâzı sorular da hazırlamıştın. Bu soruların cevâbı şöyle şöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap ver- di. Sonra onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta yetiştirerek kemâle ulaş- tırdı ve icâzet, diploma verdi."
Mısır´da yetişen büyük velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihân etmek niyetiyle, yedi kişi bir gün yola çıktı. Desûk nahiyesi yakınlarına geldiklerinde İbrâhim Desûkî, tale- belerinden birini bunlara gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid İbrâhim De- sûkî´nin gönderdiğini, geri dönmelerini istediğini bildirdi. İmtihan için ge- lenler biraz tereddüd ettiler. O anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada perişan bir halde kaldılar. Yiyecek bir şey bulama- yıp ot yediler. Üzerlerindeki elbiseleri eskidi. Lime lime olup dökülmeye başladı. Büyük bir zâtı imtihân etmek isteği ile bu hâle geldiklerini anla- yıp, tövbe ettiler. Onların bu hallerine vâkıf olan Seyyid İbrâhim, talebe- sini tekrar onların yanına gönderdi. Talebe onlara; "Artık buradan gidi- niz!" dedi. O kişiler etraflarına bakınırken, bir anda kendilerini İbrâhim Desûkî hazretlerinin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri onlara; "Haydi hazırladığınız suâlleri söyleyin!" buyurdu. Onlar da; "Efendim, biz bir kabahat işledik. Bundan çok üzgünüz, affınızı ve bizi talebeliğe kabûl etmenizi istiyoruz." dediler. Seyyid İbrâhim Desûkî de bunları affedip, talebeliğe kabûl etti.
Büyük velîlerden İzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün Tîmûr Han çadırına dâvet etti ve çadırda otururken hizmetçisine tenbih edip; ?Bu zâtı bir tecrübe edelim. Şimdi siz gasb edilmiş bir kuzu veya tavuk yakalayıp pişirin ve bu zâtın önüne getirin. İkrâm edelim. Bakalım helal veya haram olduğunu anlayabilecek mi?? diye emretti. Hizmetçi bir kuzu bulup getirdi ve İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin önüne koydu. Türkmânî hazretleri önüne konan kızarmış kuzudan besmele okuyup yemeye başladı. Tîmûr Han; ?Efendi hazretleri. Helâl ise yiyorum demeyi unuttunuz.? dedi. O zaman Türkmânî hazretleri; ?Bu bize helâldir.? buyurdu. O zaman Tîmûr Han yanındakilere; ?Görün evliyâ dediğiniz zât, gasbedilmiş ve haram şeye besmele bile okudu. Helâl gibi haramı yer. Dînini hebâ ve kendini cezâya uğratır.? dedi. Bunun üzerine Türkmânî hazretleri; ?Aslı vardır. Birazdan anlaşılır.? buyurdu. O esnâda dışarıda bir kadın feryâd ederek; ?Sultânım kuzucuklarımdan birini evim- de beslerdim. Onu İzzeddîn hazretlerine vermeyi adamıştım. Onu alıp giderken adamlarınız elimden aldı ve bana eziyet ve zulüm ettiler.? diye seslendi. Tîmûr Han bu sözleri duyunca, hayretler içinde kaldı. O zaman Türkmânî hazretleri başını kaldırıp; ?Ey hâtun! Adağın kabûl olsun. Allahü teâlâ sana çok mükâfât versin. Adağın bana geldi. Sâhibini buldu. İşte yediğimiz kuzu odur.? buyurdu. Kadıncağız sevinçle geri döndü. O zaman Tîmûr Han, İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin büyük bir zât olduğu- nu hakkıyla anlayıp hürmet ve ikrâmlarda bulundu ve yaptığı imtihan sebebiyle özür dileyip duâ istedi.
Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında Basra?da Yahyâ bin Hasan a- dında, bir mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduğu bel- deye geldi. Sabah namazı vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine gir- di. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuş namaz kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduğu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi kendi- ne; ?Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra?- dan buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduğu sû- reyi yanlış okuyor. Kur?ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne fazile- ti olabilir? Buraya geldiğime pişman oldum.? diye düşündü. Şeyh Kâze- rûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki: ?Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip duruyoruz. Âdemoğlu- yuz. Âdemoğlu unutkanlıktan kurtulamaz.? buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiğini anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad´ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayıp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Musul?da Yûnus isminde birisi vardı. Şehrin en büyük âlimi oydu. İnsanların Adiyy bin Müsâfir?e yöneldiklerini ve ona olan rağbetlerini görüp, hased etti. ?Gidip onu imtihan edeceğim bakalım ilimdeki derecesi nedir?? dedi. Kâdı bin Şehrzûrî ile birlikte yola çıktılar. Kâdı; ?Ben sırf ziyâret için gidiyorum, imtihân etmek için değil.? dedi. Yûnus ise; ?Benim maksadım insanlar arasında onu imtihân edip hâlini herkese göstermek. Ziyâret için gittiğim yok.? dedi. Adiyy bin Müsafir?in yanına varınca, Adiyy bin Müsafir, Kâdı?ya iltifât etti fakat Yûnus adlı zâta iltifât etmedi. O ikisi oturunca Adiyy bin Müsafir Yûnus?a îtikâd ile ilgili bâzı sualler sordu. İlk suâle cevap verdiyse de diğerlerine cevap veremedi sükût etti. Sonra; yalnız Kâdı, Adiyy bin Müsâfir?in elini öpüp huzurdan ayrıldılar. Memleketlerine döndüler. Yolda Kâdı, Yûnus denen zâta; ?Hani sen Adiyy bin Müsâfir?i imtihân edecektin? Sana sordu cevap veremedin. Niçin böyle yaptın?? deyince, o zat; ?Adiyy bin Müsâfir?in sağında ve solunda ağızlarını açmış birer arslanın, konuşacağım sırada beni yemek istediklerini gördüm. Bu sebeple orada konuşamadım.? dedi. Bunun üzerine Kadî; ?Elbette, o Allahü teâlânın velîsidir. Onlara îtirâz etmek uygun değildir.? dedi.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hazretleri hüsn-i zan hakkında; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında kötü zanda bulunmam." buyurdular.
Ahmed Sârbân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının vefâtından sonra Hayrabolu?ya geldi. Orada dîn-i İslâmı yayma yolunda pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiştirdi. Bir gün talebeleri arasından birinin hallerini anlıyamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca:
Evliyâya eğri bakma
Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmün süren oldur
İki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânın sırrı vardır
Gizli âyân elindedir.
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe çok mahcûb ve perişân olarak özürler diledi, tövbe etti.
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Merv şehrinde Mervezî nâmında bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkında söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmişti. Bu yalanlara aldanıp, kendisini imtihân etmek, şüphesini gidermek niyetiyle, yanına dört yüz müşâvir ve kırk tâne de müftü alarak yola çıktı. Her tarafta talebeleri olduğunu, her zaman sohbetinde binlerce kişinin hazır bulunduğunu öğrenmişti. ?Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrı ayrı suâl sorar, onları imtihan ederim.? diye düşündü. Bu sırada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhında bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dânişmend?e; ?Bakar mısın, bize kimler geliyor?? buyurdu. Mervezî?nin mâiyyetiyle, yanındakilerle birlikte hâfızasında üç bin mesele ile geldiğini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dânişmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî?nin hâfızasından sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ?ya aynı şekilde emretti. O da öyle yaptı. Mervezî, hâfızasında kalan bin mesele ile Yesi?ye geldi. Hâce hazretlerinin yanına gelip, ?Allah?ın kullarını doğru yoldan ayıran sen misin?? dedi. Hâce, hiç kızmadı. Karşılık da vermedi. Şimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüşürüz.? buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çıktı. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ?ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî?nin hâfızasından silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklındaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir şeyler konuşmak istedi. Fakat hâfızasında hiçbir meselenin bulunmadığını anladı. Nihâyet, defterini açıp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazıların da silindiğini gördü. Sahifeler bomboş idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayıp oracıkta tövbe etti. Talebeliğe kabûlü için yalvardı. Bütün mâiyyetiyle beş sene kaldı. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuştu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanında beş kişi ile berâber, insanlara Allahü teâlânın dînini doğru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan?a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa?deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halkı irşâd edip aydınlattılar (rahmetullahi teâlâ aleyhim).
Evliyânın büyüklerinden Ali bin Mustafa Ömerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, El-Hac İbrâhim Haddâd şöyle anlatır: Ticâret için Beyrut´a gitmiştim. Dönüşte Trablusşam tarafına gidecek gemiye bindim. Vapurda Ali Ömerî hazretleri de vardı. Uğurlayanları çok olduğu için vedâ etmek üzere vapurdan indi. Uğurlayanlar içinde Beyrut´un eşrâfından kimseler de vardı. O anda içime bir takım düşünceler geldi ve ona îtirâz olarak;
"Onun bu hâli şöhretten başka bir şey değil. Hâlbuki bu hâl evliyâ hâli olamaz ve evliyâ tanınmak, bilinmek istemez, kendini gizlemeye çalışır." diye içimden geçirdim. Bu düşüncelerim bir müddet devâm etti. Bu esnâda Ali Ömerî hazretlerinin insanlarla görüşmeyi, vedâyı bırakıp, bana doğru yöneldiğini gördüm. Yanıma geldiler ve;
"Evlâdım! Allahü teâlâya tövbe et. Af dile yoksa seni edeplendirme- miz îcâb edecek!" buyurdu. Ben titremeye başladım, sonra; "Efendim tövbe ettim!" dedim ve ellerine sarılıp öptüm.
Anadolu?daki evliyânın büyüklerinden Bâlî Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri anlatır: ?Bir gün hocamın hizmetinde idim. Bir kimse gelip zamânın ileri gelenlerinden birinden selâm getirdi. Evliyânın büyük- lerinden olan Muhyiddîn ibni Arabî hakkındaki görüşünü sordu. ?Füsûs kitabı hakkında ne dersiniz?? dedi. Celâllenen Ramazan Efendi; ?Efen- dine söyle, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinden alıp veremediği ne? Her gün haram yemekle karnını dolduran bir kimsenin bâtınî sırlara ulaşması mümkün müdür? Sel gibi göz yaşı dökmeyenler, hakîkat denizinden inci-mercan toplamaya muktedir olamazlar. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri o ki- tabı yazarken, on beş günde bir defâ yemek yerdi. Îtirâzı bıraksın. Muh- yiddîn-i Arabî?nin adını söylerken, ağzını misk ve anber ile yusun. O mü- bârek kimsenin Füsûs adlı inceliklerle dolu kitâbından da elini ve dilini çeksin. Gücünün yetmediğini bırakıp, anlayabildiği şeylerle uğraşsın.? di- ye cevap verdi. Biz de yine sohbetlerine katılmış olmakla; ?Efendim, o kimse bu hususta mutaassıptır, olur ki size zararı dokunabilir.? dedim. Ramazan Efendi; ?Korkacak bir şey yoktur. Gâyesi meclis kurup, bizi tahkîr etmektir. Öyle birşey olursa, işte şöylece ederiz.? deyip, başını pal- tosunun içine çekti ve o anda ortadan kayboldu. Beni bir dehşet kapladı. Bir hayli zaman o hâlde kaldım. Bir saat kadar geçince, tekrar mübârek yüzlerini görebildim.?
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine ?Bâyezîd-i Bistâmî?nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiş olayım.? di- ye düşündü. Bu düşünce ile, Bâyezîd-i Bistâmî?nin bulunduğu yere geldi. Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki; ?Biz kerâmetlerimizi, talebe- lerimizden Ebû Saîd Râî?ye havâle ettik. Sen ona git.? Bu kimse gidip, Ebû Saîd Râî?yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamânı da değildi. Ebû Saîd Râî, asâsını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kıs- mını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat, Ebû Saîd tarafında bulunan üzüm- ler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Saîd Râî; ?Ben, Allahü teâlâdan, yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile is- tedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi.? buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip, kaybetmemesini tenbih etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat?da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hac dönüşünde, Bistâm?a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Bâyezîd-i Bistâmî?nin önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişmân oldu. Tövbe ve istigfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî?nin talebeleri arasına katıldı.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ?nın bir köyüne gitmişti. Şeyh Hüsrev adında bir zâtın evinde misâfir oldu. O akşam Şeyh Hüsrev, o köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine dâvet etti. Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri, ev sâhibi Şeyh Hüsrev?e; ?Git kapıya bak kim var?? buyurdu. Gidip baktı ki, köy halkından Yûsuf adında biri, bir kap içinde armut getirmiş kapıda bekliyordu. İçeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip, elindeki armut dolu kabı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî; ?Bu armutları nereden aldın?? dedi, o da aldığı yeri söyledi. Be- hâeddîn Buhârî hazretleri bir müddet susup, sonra ev sâhibine; ?Bu ar- mutları büyük bir kaba boşalt gel.? dedi. Ev sâhibi armutları büyük bir kaba boşaltıp ortaya koydu. Behâeddîn Buhârî, armutlardan birini alıp getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra; ?Hiç kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin.? buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı köylüye dönüp; ?Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?? dedi. Getiren kimse; ?Efendim, bana köyümüze keşf ve kerâmet sâhibi bir zât geldi dediler. Ben de sizi görmekle şereflenmek için, bu armutları satın alıp, size hediye getirdim. Fakat küstahlık edip, armutların içinden birine bir işâret koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zât evliyâ ise, bu armudu bulup bana verir diye düşündüm.? dedi. ?Öyleyse elindeki armuda bak, o işâret koyduğun armut mu?? buyurdu. ?Evet efendim. O armuttur.? dedi. Bundan sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: ?Allahü teâlânın evliyâ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun değildir. Fakat işâretlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalır ve çok zarar görürdün. Resûlullah efendimizin bildirdiği yolda bulunan kimseyi imtihâna hâcet yoktur.? Armutları getiren kimse, yaptığı işten çok pişmân olup, Behâeddîn Buhârî hazretlerinden af ve özür diledi
Talebelerinden biri anlatır: Şeyh Ârif-i Dikgerânî Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatır: ?Bir gün, Behâeddîn Buhârî hazretlerini, Kasr-ı Ârifân?da ziyârete gittik. Buhârâ?ya döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir grup da bizimle berâberdi. Onlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin aleyhinde konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allah?ın evliyâsına karşı sû-i zan ve sû-i edepte, kötü zan ve edepsizlikte bulunman uygun değildir dedik. Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı. Bu, o büyük zâta edepsizliğinin cezâsıdır dedik. Çok ağladı, pişmân oldu, tövbe etti. Ona karşı îtikâdını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.
Irak´ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini zamânında bulunan fıkıh âlimlerinden üçü, bir akşam ziyârete geldiler. Yatsı namazını onun arkasında kıldılar. Namazdaki kırâatini, okumasını, arzu ettikleri gibi bulmadılar. Sû-i zânda bulunup, hakkında kötü şeyler düşündüler. O gece, Bekâ bin Batû hazretlerinin talebelerinin yanında misâfir olarak kaldılar. Üçü de o gece ihtilâm oldu. Yakında bulunan nehirde gusletmek için, tekkenin kapısından çıktılar. Nehre indiler. Guslediyorlardı. Bir de baktılar ki, büyük bir arslan gelip bunların elbiselerinin üzerine yattı. Soğuğun da çok şiddetli olduğu bir geceydi. Donacaklarını iyice anlamışlardı ki, tam o sırada Bekâ hazretleri tekkeden çıktı. Arslan onu görünce hemen yanına koştu. Yüzünü ayaklarına sürmeye başladı. O kimseler bu hâli görünce kabahatlerini anlayıp, tövbe ve istigfâr ettiler. Bekâ hazretleri hakkında yanlış düşündüklerini anladılar. Onun bu kerâmetini görünce, ona olan sû-i zanları muhabbete dönüştü. Bundan sonra kendisini çok sevdiler. Allahü teâ lânın velî kullarından birisi hakkında sâdece kalpten yanlış düşünen kimseye, büyük bir arslan musallat olursa, evliyâya açıktan muhâlefet ve düşmanlık edenlerin hâllerinin ne kadar tehlikeli olduğunu düşünmelidir dediler.
Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Konya eşrâfından Muînüddîn Per- vâne, şehrin ileri gelenlerini yemeğe dâvet etti. Dâvetliler arasında Mev- lânâ hazretleri de vardı. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ hazrelerine husûsî olarak altın bir tabak içerisinde, bir kese altın konulmuş ve üzeri- ne pirinç pilavı doldurulmuş bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabağı görün- ce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadı. Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lok- madır, buyurunuz efendim." diye ısrâr edince, Muînüddîn´e; "Altın tabak içinde altın kesesi saklıyarak bizi imtihan mı ediyorsun? Bir de yememiz için ısrâr ediyorsun, bu size yakışır mı?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâ- hibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ´nın ellerine sarılıp öptü ve kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ´ya öyle bağlandı ki, onun mânevî yardımları ile en önde gelen sâdık talebelerinden oldu.
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya?ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; ?Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var, onu soracağım.? dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ?nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ?nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ?nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; ?Efendim, namazımı kılıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor, kimseye zararım olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.? dedi. Mevlânâ, şöyle bir murâkabeden sonra: ?Ey Tâcir! Sen, Magrib?de bir yol üzerinde, Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın.? diyerek, karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında, bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; ?Bu huzursuzluğunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affına kavuşmaktır.? buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; ?Muhakkak onu bul, hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.? dedi. Tâcir; ?Peki efendim!? deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ?nın selâmını söyledi. Affetmesini, hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; ?Öyle bir kapıya sığınmışsın, öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki, reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak.? deyince, tâcir işâret edilen yerde Mevlâ- nâ?yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaşıp, Konya?ya geldi ve Mevlânâ?nın talebesi oldu.
Basra velîlerinin büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak; Menâvî hazretleri kendisini sevenlerden birinin şöyle naklettiğini haber vermektedir: Ebû Muham- med-i Basrî hazretlerini ziyâret için Basra´ya gelmiştim. Geçtiğim yer- lerde hayvan sürüleri, arâziler, hurmalıklar gördüm. Bunların kime âit olduğunu sordum. Ebû Muhammed hazretlerine âit olduğunu söylediler. Hatırıma, bunlar hükümdarların işidir diye geldi. Acabâ Allah adamların- dan birisi, kalbini böyle şeylerle niye meşgûl ediyor? Bu düşüncelerle yo- luma devâm ettim. Kur´ân-ı kerîmden En´âm sûresini okuyordum. Kal- bimden öyle niyet ettim ki, o zâtın kapısına vardığım zaman hangi âyet-i kerîmeyi okuyor olursam, o âyet benim hâlimi bildirsin. Bu niyetlerle ve En´âm sûresini okuyarak, o zâtın dergâhının eşiğine ayağımı koyduğum- da, En´- âm sûresinin; "Onlar ki, Allahü teâlânın kendilerini hidâyetine e- riştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü..." meâlindeki 90. âyetini okuyordum. Ben henüz içeri girmek için izin istemeden, hizmetçi acele ile çıkıp beni karşıladı ve Ebû Muhammed hazretlerinin yanına gö- türdü. Bu hâle çok hayret ettim. Ebû Muhammed hazretleri, ismim ile hitâb ederek: "Yâ Ömer! Benim malım diye yeryüzünde gördüğün şeyle- rin hepsi emânettir. Onlara âid en ufak bir muhabbet, bu kulun kalbinde yoktur. Allah adamları bunları, Allahü teâlânın dînine hizmet ve O´nun kullarına yardım için ellerinde bulundurur. Ama zerre kadar bunlara mu- habbet etmez ve bunlarla kalbini meşgûl etmez. Zâten, kalbinde zerre kadar dünyâ düşüncesi bulunan kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz. Nerede kaldı ki, bunlara gönül vermiş olsunlar." Bu hâli görünce, hayretim ve Ebû Muhammed hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığım daha da arttı.
Endülüs?te ve Mısır?da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü?l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken bir defâsında zamânın sultanı, hizmetçilerine, bir tavuğu kesmelerini, başka bir tavuğu kesmeden boğazlamalarını, sonra ikisini de aynı kazanda pişirmelerini emretti. Hizmetçiler, sultânın dediği şekilde tavukları pişirip hazırladılar. Bu sırada Ebü?l-Abbâs hazretleri de orada idi. Sultan, Ebü?l-Abbâs?ın rahmetullahi aleyh velî bir zât olup olmadığını anlamak için, o tavukları, yemek olarak Ebü?l-Abbâs?a ikrâm etti. Ebü?l-Abbâs hazretleri hizmetçiye, boğulmuş tavuğu göstererek kaldırmasını emredip; ?Bu, leştir yenmez.? buyurdu. Kalan tavuk için ise; ?Bu, leş değildir. Fakat leş olan tavuğun suyunda, o tavuk ile berâber aynı kapta piştiği için, bu da necis oldu. Onun için bu da yenmez.? buyurdu.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken ?Bir gün Tillo?ya bir saat yakınlıkta bulunan köylerin birinden, Kur?ân-ı kerîmi ezberlemiş, fıkıh ilminde âlim bir şahıs geldi. Bu zât, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin bâzı hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beğenmezdi. Huzurdayken ona:
?Ey Şeyh! Sen niçin câmiye gitmiyorsun?? diye sordu. O hilim deryâsı, yumuşaklık denizi olan Fakîrullah hazretleri lütfederek; ?Ey hâfız! Bizim bu dergâhımız mescid niyetiyle yapılmıştır ve burada dünyâ kelâmı konuşmak mekrûhtur.? diye cevap verdi.
O zât; ?Peki, niçin cemâat sevâbına kavuşmak istemezsin.? diye tekrar sordu. Fakîrullah; ?Beş vakit namazda evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla berâber edâ ediliyor.? diyerek cevap verdi.
?Ezâna niçin riâyet etmiyorsun?? sorusuna da; ?Bu mescidin minâresi şu kerpiç kadar taştır. Onun üzerinde beş vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ı şerîfe icâbet ediyorum. Cumâ namazını ise gidip câmide kılıyoruz.? buyurdu.
O zât; ?Niçin çok cemâatin fazîletine kavuşmak istemezsin.? diye sorunca; hocam, tebessüm ederek; ?Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluğunu canıma minnet bilir ve o sevâba kavuşurdum. Ancak kuyu hâdisesiyle kalabalıkta huzûrum kaçıyor, huzursuz oluyorum. Bundan dolayı mâzurum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyece- ğini umarım. Çünkü, sevgili Peygamberimiz; ?Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır.? buyurdu. Bu hadîs-i şerîften ümitliyiz.? O zât edebe riâyet etmeyerek sorduğu bu sorulardan aldığı cevap üzerine huzurdan ayrılıp gitti. O gece evinde yatıp uyudu. Fakat sabahleyin uyandığında Kur?ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini tamâmen unuttuğunu fark etti. İkinci günü abdest almayı ve namaz kılmayı da unuttu. Üçüncü gün ise göz nîmeti elinden alınıp kör oldu. Dördüncü günde aklı başına gelip, yanına birkaç kişi ala- rak doğru Fakîrullah?ın huzûruyla şereflendi. Merhamet menbâı olan Fa- kîrullah Efendi, onu, kör olarak görünce çok ağladı ve gözünün açılması için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlâ- nın izni ile gözündeki perde kaldırıldı ve eskisi gibi görür hâle geldi. İs- mâil Fakîrullah?dan çok özür diledi, hatâsının affı için yalvardı.
Ona; ?Sen o gün doğruyu söyledin. Emr-i mârûf eyledin. Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin.? diyerek o zâtın gönlünü aldı. Hâfız efendi de haddini bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katında makbûl biri olduğunu anladı. O gece talebelerin odasında yattı. Sabahleyin kalktığında unutturulan bütün ilimlerin hatırına yeniden geldiğini gördü. Sevinçten uçuyor- du. Allahü teâlâya hamdü senâ edip şükür secdesine kapandı. Hocamı- za duâlar ederek oradan ayrıldı.
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Gulâm Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Peşâver âlimlerinden biri, talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma´sûm hazretleri ile ilmî münâzara yapmak üzere huzûruna gelmişti. Huzûruna girince, bütün ilmini birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma´sûm ona, talebelerin oturduğu yere geçmesini işâret etti.Tek kelime konuşamadı. Sonra meclisinden kalkıp gitti. Gulâm Muhammed Ma´sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden öğrendi. Bir gün yine aynı niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince, öğrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazırlanıp, kitaplarını da yanına alıp huzûruna gitti. Bu sefer de bildiklerini unuttu. Götürdüğü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadı, okumayı dahî unuttu. Bu durum karşısında talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma´sûm´un huzûrunda özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliğe kabûl etmesini arz etti. Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma´sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken, falan falan bahisleri ezberlemiştin. Bâzı sorular da hazırlamıştın. Bu soruların cevâbı şöyle şöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap ver- di. Sonra onu talebeliğe kabûl edip, tasavvufta yetiştirerek kemâle ulaş- tırdı ve icâzet, diploma verdi."
Mısır´da yetişen büyük velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihân etmek niyetiyle, yedi kişi bir gün yola çıktı. Desûk nahiyesi yakınlarına geldiklerinde İbrâhim Desûkî, tale- belerinden birini bunlara gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid İbrâhim De- sûkî´nin gönderdiğini, geri dönmelerini istediğini bildirdi. İmtihan için ge- lenler biraz tereddüd ettiler. O anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada perişan bir halde kaldılar. Yiyecek bir şey bulama- yıp ot yediler. Üzerlerindeki elbiseleri eskidi. Lime lime olup dökülmeye başladı. Büyük bir zâtı imtihân etmek isteği ile bu hâle geldiklerini anla- yıp, tövbe ettiler. Onların bu hallerine vâkıf olan Seyyid İbrâhim, talebe- sini tekrar onların yanına gönderdi. Talebe onlara; "Artık buradan gidi- niz!" dedi. O kişiler etraflarına bakınırken, bir anda kendilerini İbrâhim Desûkî hazretlerinin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri onlara; "Haydi hazırladığınız suâlleri söyleyin!" buyurdu. Onlar da; "Efendim, biz bir kabahat işledik. Bundan çok üzgünüz, affınızı ve bizi talebeliğe kabûl etmenizi istiyoruz." dediler. Seyyid İbrâhim Desûkî de bunları affedip, talebeliğe kabûl etti.
Büyük velîlerden İzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün Tîmûr Han çadırına dâvet etti ve çadırda otururken hizmetçisine tenbih edip; ?Bu zâtı bir tecrübe edelim. Şimdi siz gasb edilmiş bir kuzu veya tavuk yakalayıp pişirin ve bu zâtın önüne getirin. İkrâm edelim. Bakalım helal veya haram olduğunu anlayabilecek mi?? diye emretti. Hizmetçi bir kuzu bulup getirdi ve İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin önüne koydu. Türkmânî hazretleri önüne konan kızarmış kuzudan besmele okuyup yemeye başladı. Tîmûr Han; ?Efendi hazretleri. Helâl ise yiyorum demeyi unuttunuz.? dedi. O zaman Türkmânî hazretleri; ?Bu bize helâldir.? buyurdu. O zaman Tîmûr Han yanındakilere; ?Görün evliyâ dediğiniz zât, gasbedilmiş ve haram şeye besmele bile okudu. Helâl gibi haramı yer. Dînini hebâ ve kendini cezâya uğratır.? dedi. Bunun üzerine Türkmânî hazretleri; ?Aslı vardır. Birazdan anlaşılır.? buyurdu. O esnâda dışarıda bir kadın feryâd ederek; ?Sultânım kuzucuklarımdan birini evim- de beslerdim. Onu İzzeddîn hazretlerine vermeyi adamıştım. Onu alıp giderken adamlarınız elimden aldı ve bana eziyet ve zulüm ettiler.? diye seslendi. Tîmûr Han bu sözleri duyunca, hayretler içinde kaldı. O zaman Türkmânî hazretleri başını kaldırıp; ?Ey hâtun! Adağın kabûl olsun. Allahü teâlâ sana çok mükâfât versin. Adağın bana geldi. Sâhibini buldu. İşte yediğimiz kuzu odur.? buyurdu. Kadıncağız sevinçle geri döndü. O zaman Tîmûr Han, İzzeddîn Türkmânî hazretlerinin büyük bir zât olduğu- nu hakkıyla anlayıp hürmet ve ikrâmlarda bulundu ve yaptığı imtihan sebebiyle özür dileyip duâ istedi.
Çin, Hindistan, İran ve Anadolu´da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında Basra?da Yahyâ bin Hasan a- dında, bir mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduğu bel- deye geldi. Sabah namazı vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine gir- di. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuş namaz kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduğu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi kendi- ne; ?Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra?- dan buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduğu sû- reyi yanlış okuyor. Kur?ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne fazile- ti olabilir? Buraya geldiğime pişman oldum.? diye düşündü. Şeyh Kâze- rûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki: ?Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip duruyoruz. Âdemoğlu- yuz. Âdemoğlu unutkanlıktan kurtulamaz.? buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiğini anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.