- S.Ü. FIKIH USULÜ 4. HAFTA ÖZET

Adsense kodları


S.Ü. FIKIH USULÜ 4. HAFTA ÖZET

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Rüveyha
Tue 7 February 2017, 09:29 pm GMT +0200
S.Ü. FIKIH USULÜ 4. HAFTA ÖZET

KLASİK İCMA TEORİSİ

İcmânın Sözlük Anlamı

   Sözlükte icmâ ( الإجماع ) kelimesi, tek kişiye ait bir eylem olarak kullanıldığında “bir şeye niyet etmek, azmetmek”; birden fazla kişi hakkında kullanıldığında ise “bir hususta fikir birliği etmek” anlamına gelir.

İcmânın Terim Anlamı

   Fıkıh Usulü eserlerinde terim olarak icmânın pek çok tanımının yapıldığı görülmektedir.
   Bunlar içinden yaygın kabul gören tanım şöyledir: “İcmâ, Hz. Muhammed ümmetinden müçtehitlerin onun vefatından sonraki herhangi bir zamanda, dini bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleridir.”
   Herhangi bir hususta müçtehitler arasında oluşan fikir birliği demek olan icmânın karşıt anlamı ise ihtilaftır. Oluşan ittifaka tek kişinin görüşü muhalif kalmışsa buna da hilâf denir.

İcmânın Dayanakları

   İslam alimlerinin baskın çoğunluğu (Cumhur) icmâı şer’î delil kabul eder ve ona şer’î deliller hiyerarşisi içinde Kitap ve Sünnet’ten sonra yer verir. İcmâı kabul etmeyenler ise genellikle Mu’tezile’den İbrahim en-Nazzam ve Kâşânî ile Haricîler ve İmamiyye şeklinde gösterilmektedir.
1. İcmâyı kabul etmeyenler hataya düşme noktasında ümmetin tamamı ile tek tek bireyler arasında bir fark bulunmadığını ileri sürerler. Diğer taraftan onlar “İhtilafa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resûlü’ne götürün” (Nisa Suresi 4/59) ayetini ve Hz. Peygamber’in Muaz b. Cebel’e (18/640) saydırdığı kaynaklar arasında icmâın yer almayışını gerekçe göstererek icmânın hiçbir türünün kaynak olmadığını söylerler. Bunlar, ayrıca tanımda ileri sürülen şartları taşıyan bir icmânın gerçekleşme şansına sahip olmadığını kanıtlamaya çalışırlar.
   İcmâı ilke olarak kabul etmeyenler bu görüşlerini şu gerekçelerle de desteklemeye çalışırlar: Kimlerin müçtehit olduğu kesin olarak bilinemez, bilinse bile tamamının görüşlerine muttali olma imkanı yoktur. Ayrıca icmânın bir senede dayanması gerekir.
2. İcmâyı bir kaynak olarak kabul eden Cumhur ise meseleyi bir taraftan çeşitli ayet ve hadislerle temellendirmeye, diğer taraftan da icmânın fiilen vuku bulduğunu örneklerle göstermeye çalışırlar.

İcmânın Kaynak Olduğuna Dair Nakli Deliller

1. Kur’an’dan Getirilen Deliller
   İcmâın Kur’an’daki delili olarak başta Nisa Suresinin 115. ayeti olmak üzere birçok ayet gösterilmektedir. Bu ayetlerden bir kısmı şunlardır:
1- “Kendisine doğru yol belli olduktan sonra Resûl’e muhalefet edip müminlerin yolundan başka bir yola uyanı yöneldiği yolda yalnız bırakır ve onu cehenneme atarız. Cehennem ne kötü varılacak yerdir” (Nisa 4/115).
   Bu ayet müminlerin yoluna ittiba etmeyi gerekli kılmaktadır. Onlara muhalefet etmeyi de yasaklamaktadır. Dolayısıyla ayet, onların icmâının geçerli olduğuna delalet etmektedir.
1- “Siz diğer insanlara, peygamber de size tanık olsun diye sizi bu şekilde tarafsız bir ümmet kıldık” (Bakara 2/143). Bu ayette geçen “tarafsız” diye çevrilen “vasat” kelimesi çerçevesinde birtakım yorumlar yapılmaktadır.
3- Yukarıdaki ayeti desteklemek üzere benzeri anlam içeren şu ayete de atıfta bulunulur:
“Daha önce de bu sefer de size Müslümanlar adını O verdi ki Resûl size, siz de diğer insanlara tanık olasınız” (Hac 22/78).
4- Siz insanlar için çıkarılmış en iyi topluluksunuz; zira siz iyiyi emreder, kötüyü yasaklar ve Allah’a da iman edersiniz.” (Âl-i İmran 3/110). Bu ayet de bu ümmetin insanlar arasında özel ve ayrıcalıklı bir konumunun olduğunu ifade etmektedir.
5- “Bana yönelenlerin yoluna uy.” (Lokman 31/15). Bu ayet ise inananların genelinin izlediği yolun hak ve doğru olduğuna işaret etmektedir.

2. Sünnetten Getirilen Deliller

   İcmâın hüccet olduğunu savunan usulcülerin çoğu, bu konuda en kuvvetli delilin sünnette yer aldığını söyleyerek birçok hadis zikretmektedir.
   . Meselâ Hz. Peygamber’in “Benim ümmetim hata üzerinde birleşmez” (İbn Mâce, “Fiten”, 8), “Benim ümmetim bir sapıklık üzerinde birleşmez” (İbn Mâce, “Fiten”, 8), “Allah’tan ümmetimin sapıklık üzerinde birleşmemesi dileğinde bulundum; bana dilediğimi verdi” (Ebû Davûd, “Fiten”, 1), “Müslümanların iyi gördüğü şey, Allah katında da iyidir” (Ahmed b. Hanbel, I, 379) buyurduğu rivayet edilmiştir.
   İcmâı savunanlar şöyle derler: Bu hadisler güvenilir râviler tarafından rivayet edilmiştir. Bunlar, her ne kadar lâfız olarak mütevâtir değilse de, ifade edilen ortak anlam bakımından mütevâtirdir. Buradaki ortak anlam “ümmetin topyekün hataya düşmeyeceği”dir.
   Manevî mütevâtir ise, delâlet ettiği hususta kesin bilgi sağlama açısından lâfzı mütevâtir gibidir. Bu sebeple, Hz. Peygamber’in ashabı ve onlardan sonra gelen müslümanlar, en-Nâzzâm ve benzerlerine kadar bu hadislere dayanarak icmâyı kaynak kabul etmişler, deliller arasında bir çatışma halinde icmâyı diğerlerinden üstün tutmuşlardır.
   İcmâın kaynak olduğu hakkında Kitap ve Sünnet’ten gösterilen deliller icmâa doğrudan değil diğer şer’î delillerde olduğu gibi dolaylı bir göndermede bulunmaktadır.

İcmânın Gerçekleşme Şartları

1. Belli bir dönemde fikir birliği edenlerin müçtehit olması.
   Çoğunluğu teşkil eden usûlcülere göre herhangi bir devirde müctehid bulunamasa, icmâ gerçekleşmeyeceği gibi, sayıları kaç olursa olsun bir gurup müctehidin varlığı halinde, onların fikir birliği ile icmâ meydana gelir.
   Bir devirde sadece bir müctehid bulunursa, onun görüşü icmâ olarak nitelenemez. Zira bu görüşte ne ittifak ne ihtilâf söz konusudur.
2. Fakihlerin çoğunluğuna göre icmâa katılacak alimde özel anlamıyla adalet, yani itikadi bakımdan açık bir kusur taşımama ve bidatlardan kaçınma şartı aranır.
   Gayri müslimin icmâ ehliyetinin bulunmadığında ise görüş birliği vardır.
3. İlgili dönemdeki müctehitlerin tamamının fikir birliği etmiş olması. Alimlerin cumhuruna göre çoğunluk bir hüküm üzerinde ittifak etse, karşı görüş sahiplerinin sayısı ne kadar az olursa olsun, bu icmâ sayılmaz. Dolayısıyla sadece Ehl-i beytin veya dört halifenin veya Şeyhayhn’ın (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) veya Medine ehlinin veya Kufe ehlinin ittifakları icmâ sayılmaz.
4. Bu müctehitlerin Hz. Muhammed ümmetine mensup olması.
5. Fikir birliğinin Hz. Peygamber’in vefatından sonra gerçekleşmiş olması.
6. Fikir birliğinin vücub, hürmet sıhhat ve fesâd gibi bir meselenin şer’î/amelî hükmü üzerinde gerçekleşmiş olması.
   İtikadi meselelerde, sadece aklın alanına giren, tecrübelere dayanan fiziki hadiselerde de icmâ olmaz.
7. İcmânın kesinleşmesi için, çoğunluk, söz konusu asrın sona ermesi gerektiğini bir şart olarak görmez.

İcmânın Türleri

1. Sarih İcmâ
Herhangi bir zamanda bütün müctehidlerin bir meselenin hükmüne dair görüşlerini tek tek açıklaması suretiyle ortaya çıkan fikir birliğidir.

2. Sükûtî İcmâ
   Sükûtî icmâ, herhangi bir meselede bir veya birkaç müctehid görüş belirttikten sonra bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya itiraz beyanında bulunmaksızın sükût etmeleriyle oluşan icmâdır.
   Bir sükûtî icmânın varlığından söz edilebilmesi için aşağıdaki şartların birarada bulunması gerekir:
1. Sükût, gerek katılmaya gerekse muhalefete işaret teşkil edecek belirtilerden uzak olmalıdır. Şayet katılmayı gösteren bir belirti varsa, bu, sükûtî değil sarih icmâ olur. Buna karşılık muhalefeti gösteren bir belirti varsa, icmâ asla gerçekleşmez.


2. Söz konusu görüş hakkında bilgi sahibi olduktan itibaren normal olarak o meseleyi incelemeye ve bir görüş oluşmasına yetecek kadar zaman geçmiş olmalı ve bu süreden sonra sükût edilmelidir.

İcmânın Kaynak Değeri

   Alimlerin çoğunluğu sarih icmânın kesin hüküm ifade ettiği, ona uymanın vacip, muhalif davranmanın ise haram olduğunu savunmaktadır.
   Usulcülerin çoğunluğu sükûtî icmâyı da geçerli sayar. Hanefîler ve Ahmed b. Hanbel(240/855) onu sarih icmâdan farksız görür
   Hanefilerden Kerhî ve Şafiîlerden Âmidî (631/1233) de bu tür icmâyı kaynak sayar; çünkü onlara göre, çeşitli ihtimallere açık da olsa sükut, ağırlıklı olarak muvafakate delalet eder. Ancak bu iki alime göre sükutun yapısı bu tür icmâyı sarih icmâdan farklı değerlendirip onu zannî bir delil saymayı gerektirir.
   Malikîler ve İmam Şafiî sükûtî icmâyı, bir icmâ türü olarak kabul etmezler. Gerekçeleri şudur: Görüşlerini açıkça belirtmeyen müctehidlerin bu sükutu onların açıklanan görüşe katıldığını gösterebileceği gibi, başka bir sebebe de dayanabilir.

İcmâın Senedi


   İcmânın senedi, müctehidlerin üzerinde icmâ ettikleri hükme varırlarken dayandıkları delil demektir. İcmânın kaynak olduğunu kabul edenlerin büyük çoğunluğu, icmânın bir senedi olması gerektiği görüşündedir.
   Literatürde belirtildiğine göre icmânın senedi;
1. Bir Kur’an nassı olabilir. Mesela nineyle evlenme yasağının ümm sözcüğünden çıkarılması böyledir (bk. En-Nisâ 4/23)
2. Bir Sünnet nassı olabilir. Gıda maddesinin kabzdan (teslimden) önce satım yasağı örneğinde olduğu gibi (bk. Buharî, “Büyû’)
   Bir kıyas işlemi olabilir. Bunun örnekleri arasında namaz imametine kıyasla Hz. Ebu Bekir’in hilafete getirilmesi, kazfe kıyasla şarap içme suçuna ceza belirlenmesi gösterilebilir.
    Bir kısım alimler, zannî olduğu gerekçesiyle kıyasın kat’î bir delil olan icmâya sened olamayacağı ileri sürmüşse de çoğunluğu teşkil eden alimler buna haber-i vâhidin de zannî bir delil olduğu halde sened olabildiği belirtilerek itiraz etmiş, kıyasın sened olduğuna dair sahabenin uygulamalarında birçok örneğin bulunduğunu belirtmiştir.
3. Bir maslahat düşüncesi olabilir. Kur’an’ın cem’i, fethedilen Irak topraklarının gazilere dağıtılmaması, Cuma namazı için ikinci ezan uygulaması gibi.

Maslahat Düşüncesine Dayanan İcmânın Hükmü

   Kıyas icmâ için sened olabildiği gibi maslahat-ı mürsele de -bunu delil olarak kabul edenlere göre- icmânın senedi olabilir.
Mesela yukarıda belirtildiği üzere Kur’an’ın bir mushaf halinde toplanması, Irak topraklarının gazilere dağıtılmaması maslahata dayalı icmâ örnekleri olarak gösterilir.
   Maslahat düşüncesi icmâ için sened olabilirse de, bu düşünceye dayanan icmâ, Kitab, Sünnet ve Kıyasa dayanan icmâlar gibi değişmez bir delil teşkil etmez. Böyle bir icmâ maslahatı gerçekleştirdiği sürece kaynak olma özelliğini korur. Fakat bu sonucu sağlamaz hale gelince ona muhalefet edilebilir ve maslahatı gerçekleştiren yeni bir hüküm konabilir.
   Bu yüzden, müctehidlerin, birçok meselede, daha önce üzerinde icmâ edilmiş hükme aykırı, fakat maslahatı gerçekleştiren hükümler verdiklerini görüyoruz. Bunlara bazı örnekler verebiliriz:
1. Sahabe “tes’îr”den, yani fiyatlara narh koymaktan sakınmışlar, herkesi dilediği fiyatla alıp satmakta serbest bırakmışlardı. Çünkü onlar Hz. Peygamber’in tes’îre razı olmadığını ve bunu -insanları hoşnut olmadıkları fiyatlarla mallarını satmaya zorlama düşüncesini ihtiva ettiğinden ötürü- bir haksızlık olarak nitelediğini görmüşlerdi.

   Fakat, Medine’nin yedi meşhur fakihinden Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr ve Yahya b. Saîd gibi fakihler tes’îrin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Çünkü onlar maslahat düşüncesinin bunu gerektirdiği, insanların zararının bu yolla önleneceği kanaatine varmışlar
   Evet, Hz. Peygamber ve ashabı tes’îr uygulamasına girmemişlerdi. Çünkü bunu gerektiren bir durum yoktu. Öyle görünüyor ki, Rasûlûllah dönemindeki pahalılık birinci türden, yani fiyatların tabiî seyri içinde yükselmesi türünden idi.
   İşte Tâbiûn devrinde ikinci türden yani karaborsacılık pahalılık ortaya çıkınca, bu devrin fakîhleri tes’îrin cevazına hükmettiler. Çünkü maslahat fikri bunu gerektiriyordu.
2. Bir kimsenin yakını lehine şahitliği meselesi de bu duruma bir örnektir. Şöyle ki: Sahabe ve Tâbiûn devirlerinde, kişinin yakını lehine meselâ çocuğun babası, babanın çocuğu ve kocanın karısı lehine şahitlik etmesi kabul ediliyordu.
   Ne var ki, insanların ahlâkı değişip kalplerde iman hakimiyeti zayıflayınca ve toplumda başkalarını haksız yere itham eğilimi kendini gösterince, fakîhler ve hakimler önceki uygulamayı aynen sürdürmenin hak kaybına yol açacağını, insanların zarara ve sıkıntıya düşeceklerini fark ettiler.

Ahmed b. Hanbel ve Bazı Alimlerin İcmâ İddialarına Yönelik Tepkileri

   İcmânın gerçekleşmesi ve tespitinin zorluğu nedeniyle Ahmed b. Hanbel uluorta icmâ iddilarına tepki gösterir. Ona göre, emin olunmadıkça, “ilgili meselede farklı düşünen olduğunu bilmiyorum” şeklinde bir ifade kullanmak ihtiyat gereğidir.
   Mezhep imamının konuyla ilgili görüşlerini açıklayan İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) nass bulduğunda ona göre hüküm verdiğini nassa muhalif hiçbir fikre veya kişiye –kim olursa olsun- iltifat etmediğini belirtir.
   İbnü’l-Kayyim’in belirttiğine göre, Ahmed b. Hanbel hadis karşısında ne sahabe kavline, ne de bir uygulamaya, ne bir re’ye, ne bir kıyasa ve ne de muhalifini bilmediği sahabe kavline bir değer vermez.
   Ahmed b. Hanbel’in bu sözleri “hakkında ihtilaf bilinmeyen her hüküm” için “icmâ” adının kullanılmasına karşı çıktığını göstermektedir.
   Özellikle Hanefî fıkıh kitaplarında geçen icmâların büyük kısmı mezhep içi ittifaklar veya sükûtî icmâ niteliğindedir.
   Nitekim sadece sahabe icmâını kabule eden İbn Hazm’ın icmâyı yönettiği eleştiriler bu çerçevede değerlendirilmek durumundadır. O, gerçek anlamda icmâ niteliği taşımadığı halde çeşitli anlayışların bu kapsama katıldığını belirtir. Ona göre bazıları çoğunluğun görüşünü, bazıları ise farklı düşünen bulunup bulunmadığından emin olmadıkları konuları icmâ sayar.
    Kimileri de bir sahabînin yaygınlık kazınmış meşhur görüşüne, tâbiûn veya sonraki kuşakların farklı görüşünü araştırmaksızın icmâ demişlerdir.
   Yeter ki sahabeden kimsenin farklı görüşünü tespit edememiş olsun.
   İbn Hazm, din çerçevesinde mütalaa edilen bilgilerin ana hatlarıyla icmâ ve ihtilaf şeklinde iki kategoriye ayrılabileceğini ve ihtilafın Allah’tan değil insanlardan kaynaklandığını belirtir. Ona göre Peygambere verilen dine sahabe tanık olmuştur. Bir şeyin dine ait olduğunu belirleme işlevini görecek icmâ da ancak onların icmâıdır. Sonraki dönemler için savunulan icmâ dine bir şey katma iddiası taşır, oysa din tamamlanmıştır.
   Dolayısıyla uymakla yükümlü olduğumuz tek icmâ sahabe icmâıdır.

İCMANIN PRATİK VE TEORİK YÖNÜ

   Konuya pratik açıdan bakıldığında bütün İslam alimlerinin üzerinde icmâ bulunduğunu kabul ettikleri hükümlerin, son tahlilde Hz. Peygamber döneminden itibaren hiçbir müctehidin üzerinde farklı kanaat belirtmediği ve İslam ümmetinin aynı biçimde uygulayageldiği, bir başka anlatımla İslam dinini sembolize eden hükümler olduğu görülür.
   Bunların merkezinde Şâfiî’nin “cümele’l-ferâiz” diye anladığı hükümler, yani kısaca İslam’daki kesin emir ve yasaklar bulunmaktadır.
   Nitekim İmam Şafiî eserlerinin birçok yerinde fıkhî bilgiyi (el-İlm) ikiye ayırır: İlm-i âmme ve ilm-i hâsse. Birincisi ile mükellef bir müslümanın hiçbir durumda cahil kalamayacağı bilgiyi kasteder; hatta bu konular hakkında genel bir bilgiye sahip olması ona vaciptir. Bunun sebebi bu tür bilginin İslam’ın esaslarını teşkil etmesidir. Bu gruba beş vakit namaz, oruç, hac ve zekat gibi emirlerle, zina, adam öldürme, hırsızlık ve içkinin haram kılınması gibi yasaklar girer. Kur’an açıkça bu esasları zikretmiştir ve Müslümanlar genellikle bu konularda bilgi sahibidirler. Bu bilgi Müslümanlara, sonuçta Hz. Peyamber’e dayanan bir biçimde tevatür yoluyla ulaşmıştır. Müslümanlar arasında, bu bilginin tevatür yoluyla aktarıldığı ve öğrenilmesinin vacip olduğu konusunda tartışma yoktur.
    İşte rivayeti veya yorumlanması hususunda hata imkanı bulunmayan tek bilgi türü budur ve bu sebeple hakkında ihtilaf caiz değildir. Şafiî bu tür bilgilere “cümelü’l-ferâiz” adını vermektedir.
   Şafiî’ye göre icma yalnızca bu gruptaki bilgilerde mümkündür.
   Şafiî’ye göre ilm-i hâsse grubundaki dini bilgiler ise birinci gruptaki esasların ayrıntıları(fürûu’l-ferâiz) ile Kur’an ve sünnette açıkça zikredilmeyen bilgilerden oluşur. Bu tür bilgi sünnette bulunsa bile bütün insanlar tarafından (ahbâru’l-âmme) değil, belirli kişiler (ahbâru’l-hâsse) nakledilmişlerdir.
    Bu tür bilgide kıyas yoluyla yorum yapma imkanı vardır. Bu tür bilginin öğrenilmesi, herkese veya bütün alimler için değil, yeterli sayıda alim için zorunludur. Bu tür bilgilerde icma oluşması da mümkün değildir.
   Teorik planda ise icmâ Hz. Peygamber’den sonra herhangi bir dönemde karşılaşılabilecek şer’î bir meselenin hükmü üzerinde İslam alimlerinin görüş birliğine varmalarının kaynak değerine atıf niteliğindedir. Yani bu kavram İslam alimlerinin ittifakının teorik olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra üçüncü bir şer’î delil olarak kabul edildiğini anlatır.
   Şafiî’den itibaren fıkıh usulü müellifleri (Şafiî müellifler de dahil) onun pratik ve teorik yönlerini karma bir biçimde ele almak durumunda kalmışlar ve fıkıh usulü eserlerinde icmayı şer’i delillerden biri olarak bir bütün olarak incelemişlerdir. Bu itibarla belirli dönemlerden sonra gerçekleşme şansı bulunsun veya bulunmasın, İslam alimleri icmayı deliller hiyerarşisinin önemli bir unsuru olarak ele almışlar ve kapsamlı bir icma teorisi inşa etmişlerdir.

İcma Kavramına Yönelik Yeni Yaklaşımlar

   Ahmed Hassan’a göre icmâ başlangıç aşamalarında ileriye dönük ve tekamülî olduğu halde onun teoriye dökülmesi geriye dönük bir şekilde gerçekleşmiştir.
   Çağdaş dönemde icmâa işlerlik kazandırma çabasının bir uzantısı olarak şu fikirlerin de gündeme geldiği görülür: İctihad ve icmâ prensipleri her zaman bir işlemde birbirine geçmesi gerekirken ictihad kapısının kapandığı düşüncesinin yaygınlık kazanmasıyla bu işlem durmuştur. Buna rağmen şûra anlayışını geliştirilerek bunu yeniden ihya etmek mümkündür.
   Çağımızda icmâa aktüel bir misyon yüklemek isteyen yazarların büyük çoğunluğu, ictihad kapısının kapanmış sayılmasından, buna bağlı olarak şûra ve icmâ kavramlarını özdeşleştirerek İslami şûranın canlandırılmasına ve ilk anlamıyla icmâın gerçekleştirilmesi için uygun metotların bulunmasına çağrı yapmaktadır.
   Muhammed İkbal, İslam ülkelerinde cumhuriyet ruhunun gelişmesinden umutlandığını belirtmektedir.
   Mesela, Muhammed Abduh ve onu takiben Reşîd Rızâ, birçok ilim adamı gibi icmâın“müctehitlerin ittifakı” şeklinde tanımlanıp müctehidlere tahsisini yanlış bulur ve onun verimliliği için “ulü’l-emr” kavramına ağırlık verir.
    Onlara göre icmâda asıl olan ümmetin icmâıdır; fakat ümmetin bütün fertlerinin toplanması mümkün olmadığından onları temsil edenlerin, yani “ulü’l-emr”in bir araya gelmesiyle maksat hasıl olur.
   Bu konuda farklı bir diğer eğilim ise icmâ ile örf arasında sıkı bir ilişki kurulması, hatta icmâın örf kapsamında düşünülmesi şeklindedir.
   Bu eğilimin en belirgin simalarından olan Ziya Gökalp, dinin hükümlerini dogmatik ve sosyal olmak üzere iki gruba ayırdıktan sonra içtimaî vicdan kavramına vurgu yaparak örfün dinin değişmeye açık olan sosyal yönünü temsil ettiğini ve özü itibariyle icmâın da bu kategoriye girdiğini, bunun için de içtimaî usul-i fıkıh adıyla bir yeni anlayışa ihtiyaç bulunduğunu ileri sürer.
    İlk olarak Ziya Gökalp’in gündeme getirdiği ve ana hatlarına işaret ettiği “içtimaî usul-i fıkıh” düşüncesi de başta Halim Sabit olmak üzere aynı fikri paylaşan pek çok müellif tarafından daha ayrıntılı hale getirilmiş ve teorik olarak şekillendirilmeye çalışılmıştır..
   Halim Sabit de Gökalp gibi ictihad ve onunla ilgili kavramlardan hareket etmekte ve icmâ kavramı aracılığıyla modern yasama anlayışlarına bir geçiş imkanı aramaktadır.
   Nitekim o icmâyı şöyle tanımlamaktadır: “İcma manevi veya maddi bir seçim yoluyla resmen yasama yetkisine sahip, aynı asırda veya aynı muhite mensup bulunan kimselerin itikat, ibadet, hukuk hususlarında ittifak etmeleridir.”
   Görüldüğü gibi tarifte yer alan unsurlar, fıkıh usulü literatüründeki icmâ tarifinde yer alan unsurlardan ciddi farklılıklar göstermektedir.
   Müctehid yerine resmi yasama yetkisi sahipleri, zaman ortaklığı yanında muhit (çevre) ortaklığı ve yine icmânın konusuyla ilgili olarak da şer’î bir mesele yerine birbirinden ayrılmış itikad, ibadet ve hukuk alanları konulmaktadır.
   Halim Sabit bu yaklaşımın uzantısı olarak icmâ yetkisine sahip olanları da şu iki gruba ayırmaktadır:
1- Dini velayet sahibi olanlar: Bunlar başta Halife olmak üzere Şeyhülislamın nezaretinde bulunan Fetva Eminliği ve müftilerden oluşmaktadır.
2- Hukiki velayet sahibi olanlar: Bunlar da başta Padişah olmak üzere a’yan ve mebusan heyetleridir. Her iki grubun yetkisi, ilgili olduğu dini ya da hukuki alanla sınırlıdır.
   Bu dönemde içtimaî usul-i fıkıh düşüncesine yönelik ciddi tepkilerin olduğu da bir gerçektir. Bu konuda en muhalif tavrı İzmirli İsmail Hakkı göstermiştir. O özellikle Sebîlü’r-Reşâd dergisinde kaleme aldığı bir dizi yazıda Gökalp ve Halim Sabit’in içtimaî usul-i fıkıh yaklaşımlarına ciddi eleştiriler yöneltmiştir.

Şûra, İctihad ve Örf Kavramlarının İcma ile İlişkisi

1. Şûra
   İcmâı bir tür şûra olarak görenleri haklı kılabilecek hususlardan biri ikisinde de ortak bir amacın bulunmasıdır. Zira gerek icmâ gerekse şûra toplumda birlik ve istikrarı sağlama amacında kesişmektedir.
   Bununla birlikte icmâ ve şûra kavramları arasında önemli ölçüde mahiyet farklılığının bulunduğu da bir gerçektir.
   Şura icmâdaki gibi bütün görüş sahiplerinin aynı noktada birleşmesini sağlama hedefini taşımaz.
   Öte yandan şûra sonunda ortaya çıkan baskın görüşün şurayı toplayan mercii bağlayıp bağlamayacağı hususunda farklı görüşler vardır.
    Buna karşılık icmâı bağlayıcı kılan asıl özellik “bütün görüş sahiplerinin bir noktada birleşmiş olması”dır.

2. İctihad
   Modern dönemde birçok yazar icmâı bir tür “toplu ictihad” olarak nitelendirme eğilimindedir. Bu yazarlar arasında klasik fıkıh usulü eserlerinde icmâın oldukça teorik düzeyde tasvir edildiği ve icmâın oluşmuş sayılması için oldukça ağır şartların ileri sürüldüğü eleştirisini getirenler ağırlıktadır.
   Şu halde icmâı “toplu ictihad” olarak nitelemek, ancak dönemin müctehidlerinin bir ictihadî görüşte kendiliklerinden birleşmesi şeklinde teorik planda mümkün olabilir.

3. Örf
   Örfün tanımı ve teorisi göz önünde bulundurulduğunda icmâ ile örf arasında bazı benzerlikler tespit edilebildiği gibi aralarında önemli farklar bulunduğu da görülür.
   İcma bir makamın yazılı bir şekilde açıklanmış iradesine dayanmaması ve “kesin bir olması gereken”i göstermesi bakımından örf ve adet hukuku kurallarına benzerlik gösterir.
   Bununla birlikte icmâ bağlayıcılığını hatasızlık (ümmetin ismeti) inancından alan bir fikir birliğidir; örf ise sosyal hayatın kolaylaştırılmasını, toplum düzeninin korunmasını hedefleyen, toplumun geniş kesiminde kabul gören ve uyulması yönünde genel bir inanç bulunan sosyal davranış kurallarıdır.
   Bütün bunların ötesinde icmâda temel unsur icmâa katılanların aynı noktada birleşmiş olmaları iken örfte genel bir kabulün bulunması yeterli olmaktadır.
   Hanefî alimlerinin eserlerinde “örf-i âm” ile “sükûtî icmâ” kavramlarının iç içelik taşır bir biçimde kullanıldığı görülmektedir.
   Hanefîlerin sükûtî icmâ ile örf-i âm kavramlarını iç içe kullandıkları durumlar incelendiğinde ise bunlarda “Hz. Peygamber zamanından beri hiçbir itirazla karşılaşmamış olma” kaydından güç görülür. Burada esas unsur toplumun genel kabul ve inancı değil alimlerin zımnî fikir alındığı  birliğidir.