armi
Mon 1 February 2010, 02:59 am GMT +0200
Sohbet
Gelibolu´da yetişen velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine bir sohbet esnasında buyurdular ki: Allahü teâlâ, Kur´ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "Ey îmân edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Sınır boylarında cihad için nöbet bekleşin ve Allah´tan korkun ki, felah bulasınız." (Âl-i İmrân sûresi: 200). "Sabrediniz." buyurması, belâlara sabretmeye işârettir. Bu, halk yâni avam içindir. "Nöbet bekleşin" buyurması, günah işlemeyi terk etmeye işârettir. Bu, havâs içindir. "Sabır yarışı yapınız" buyurması, İbâdet yapmaya katlanmaya işâ rettir. Bu da seçilmişlerin seçilmişlerine mahsustur. Bunun için, kişinin rahatlığı yakînde, şerefi tevâzuda, saâdeti, kurtuluşu İslâmdadır. İsmeti, günahsız olması Allahü teâlâya güvenmekte, akıllılığı dinde, gayreti dünyâyı terk etmektedir. Helakı günah işlemeye cüret etmekte, pişmanlığı uyumakta, şekâveti cehâlettedir. Saâdeti ilimdedir. Olgunluğu aşktadır. Güzel yaşaması sabırdadır. Sabır; halkın içinde nefsânî arzuları terk etmek, yapmamaktır. Eğer dünyânın bütün belâları onun üzerine gelse "Âh" bile demeyen; vefâdan, cefâdan, acıdan, zenginlikten ve her çeşit nîmetten dolayı değişmeyen, mağrûr olmayan ve bunlar karşısında hep aynı kalan kimse sabırlıdır. Bilakis o, kendini bela mancınığına kor ve kazâ denizine atar. Sonundan hiç endişe etmez. Vesselâm.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Bu dereceye nasıl ulaştınız?? diye suâl olununca; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla." buyurdular. Yine buyurdular ki: "Bizim yolumuz sohbettir. Halvette, yalnızlıkta şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket cemiy- yette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, bâzılarının kalble- rindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan bâzılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz."
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) cemâatle sohbet ediyor ve rızâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi olduğun için halktan hiçbir şey kabûl et- miyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol." dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, aslâ kim- seden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ şunu verecek diye yemin ede- cek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makâmında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise, güçleri yettiğinde sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçları mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı olduğu hâlde çıkıp halktan isterler." Bu cevâbı alan kimse; "Bu söze râzı oldum. Allah da senden râzı olsun." dedi.
Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; "Ben seni Allah için seviyorum." dedi. O da; "Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun?" buyurdular.
Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En faydalı tevâzu, kibri ve gadabı (kızmayı) giderenidir. En kıymetli söz, hakka uygun olanıdır. En zararlı söz, konuşulmaması daha hayırlı olanıdır. En lüzumlu olan şey, Allahü teâlânın emrettiği farzları, ana-babayı, çoluk çocuğunu gözetip, onların geçimlerini temin edip, Allahü teâlânın emirlerini öğretip kulluk vazîfelerini yerine getirmelerini sağlamaktır. En faydalı ilim, cehâleti, kötülükleri giderip, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve yüce kudretini anlamaya, böylece O´na kulluğun bir vazîfesi olduğunu öğretip, âhirete hazırlanmaya vesile olanıdır. En üstün cihad (mücâdele, savaş) hakkı kabûl etmeye alıştırabilmek için, nefsle yapılan mücâdeledir.
Büyük velî ve âlimlerden Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zâta yazdığı mektupta şöyle demiştir: "Alla- hü teâlâ bizi ve sizi her türlü tehlikeden, her çeşit şüpheden muhâfaza buyursun. Yine bize ve size, geçen büyüklerimizin ve âlimlerimizin yolun- da gitmek nasîb eylesin. Dâimâ Allahü teâlânın nîmetleri içerisindeyiz. Allahü teâlâdan, bu nîmetlerini daha da artırmasını, rızâsına kavuşma- mız için bize yardımını dileriz. Fazla sözde fitne vardır. Sükûtta genişlik ve rahatlık vardır. Kişi ihtiyâcına göre konuşmalıdır.
Âlimin ölümü, büyük bir musîbettir. Şeytan ve onun yardımcıları, Al- lahü teâlânın ve müslümanların düşmanlarıdır. Şeytan ve yardımcıları, müslümanlar için birçok fitneler hazırlarlar. Maksatlarına erişebilmek için âlimlerin yok olmasını beklerler. Çünkü, âlim, onların bâtıl işlerine ve yar- dımcılarına mâni olmaktadır.
Bir kısım insanlar, şöhrete yapıştılar. Kendilerinden bahsedilmeyi ar- zu ettiler. Halbuki onlardan önce de işledikleri bid´atlerle şöhrete kavuşanlar oldu. Fakat, hayır yolunda, doğru yolda tâbi olmak; şer, kötü işler- de başkan olmaktan daha hayırlıdır."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Cavpâre hazretleri Üstâdı Ebû Bekr-i Zekkâk-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Kiminle sohbet edeyim?" diye sordu. "Senden olan her şeyi Allahü teâlâ görür, dediğin zaman, senden nefret ederek ayrılmayan kimse ile sohbet et." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi gelerek, büyüklerin sohbetinde bulunmanın faydasını sordu. Cevâbında; "Bunda iki fayda vardır. Birincisi; eğer o kimse ilme tâlib olmuşsa, Allahü teâlâya ve O´nun dînine olan muhabbeti, bağlılığı ve sohbetin bereketiyle ilmi artar. İkinci faydası; eğer sohbette bulunan kimsenin kalbinde benlik ve gurur varsa, o duygular yok olup, ilmi ve edebi ar- tar. Mânevî bakımdan yüksek derecelere kavuşur." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlerin sohbetinde bulunmanın önemini anlatır, edebin gözetilmesinin lüzumuna işâret ederdi. Bu hususta; "Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalır ve â- limlerdeki nûrlar, kendinde görünmez." buyurdular.
Hindistan´da yetişen meşhûr velîlerden Şâh Ebû Saîd-i Fârûkî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın sonsuz ihsânı, kul- larından birine eriştiği zaman, o kulunu kendi dostlarından birinin hizme- tine ulaştırır. O da nefsinin isteklerine uymamağı ve ona ağır gelen şeyleri yapmayı, yâni İslâmiyete uymağı emir buyurur. Böylece onun bâtınını yâni kalbini ve nefsini temizler. Bu zamanda talebenin hizmetleri kusurlu ve dağınık olduğu için, bu yolun büyükleri önce talebeye zikretmeyi, yâni Allahü teâlâyı kalbi ile anmayı emrederler. Amel ve ibâdetlerde ve her işte orta yolda olmayı emredip nice kırk günlük çilelere bedel olan teveccühlerini dâimâ talebeleri üzerinde bulundururlar. Talebelerine, Ehl-i sünnet îtikâdına göre inanmayı, sünnet-i seniyyeye uymayı, bütün bid´atlerden sakınmayı emrederler. Mümkün oldukça azîmetle amel edip ruhsatlara kapılmamalarını tenbih ederler."
Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Eş´arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında buyurdular ki: Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren bid´atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat´î ve kuvvetli îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O´nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid´atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle berâber olmayı ihsân etti.
Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O´nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.
Tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerin anıldığı yerde bulunanlar, onların himâyesinde olurlar."
Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Büyük velîlerden otuzu ile sohbet ettim. Hepsi de bu yolun büyüklerindendi. Hepsi halkla sohbetten kaçın dediler ve hepsi az yemeği emir buyurdular."
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bildiklerini, öğrendiklerini yerine getiren Allah´ın sevgili bir kuluydu. Bir vâzında; "İçinizde Allahü teâlâyı hatırlatan fakat kendileri unutan pekçok kimseler vardır. Yine öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın yasak, haram kıldığı şeylere karşı cüretkâr olup, haram işledikleri halde, başkalarını Allahü teâlâya yaklaştırmaya çalışırlar. Yine sizden öyleleri vardır ki, kendileri Allahü teâlâdan kaçtıkları halde, insanları Hakk´a çağırırlar." diyerek, ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve gaflet içinde kalanların hâlini dile getirdi.
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.
Yine buyurdular ki: Gençlik zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.
Annenin yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
Âyet-i kerîmede meâlen; "Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir" buyruldu. Allahü teâlâ her şeyi gördüğü hâlde, (insan- lar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bil- seler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inan- mıyorlar, yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her ikisi de yakışmaz.
Evliyânın önde gelenlerinden Kutbüddîn İznîkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb etti, gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O, Resûllerin imâmı ve hem de sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ´dır ki, dünyâda ümîdimiz O´- nadır, âhırette O´ndan şefâat umarız. O´nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbına selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtını üzere dururlar. Gerçek tâlibler ki, dâimâ halvette ve hem ibâdette durur- lar. Mü´minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak yardımıyla Hak yolunda ve tâatta dururlar.
Ey kardeşim! Bir kişinin senin katında hâceti (ihtiyâcı) olsa, sen onu bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiş türlü dünyâ ve âhıret hâcetini giderir.
Eğer bir kişi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, îmânı Ehl-i sünnete uygun değilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması, takvânın şartıdır. Takvâ, Allah- tan korkmaktır. Allahı bilmeyince, O´nun azametini ve celâlini anlamayın- ca, Allahtan korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın aslı ve ilmin temeli, Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk etmektir. şöyle ola ki, eğer başını kesseler ve bütün varlığını alsalar râzı olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın."
Horasan?da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var. Bunlar: Âlimlere (mücte- hidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri peşinde koş- mak. Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineği zayıflatmaktır.?
?İnsanların felâketine sebep; asıl işi bırakıp boş şeyler ile uğraşmaları, nefislerinin isteklerine uymaları ve harama dalıp, şüphelilerden sakınmamalarıdır.?
?İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.?
?Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder. Vaktini de boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir
Hindistan´ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Mu- habbette gevşeklik olmaz."
"Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar."
"Senelerce ilim ve mârifet taleb edip, dergâhta kaldım. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb, Allahü teâlâya yakınlık menzili- ne ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgûl bul- dum. Âhıreti düşünen âhiret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve tak- vâ sâhibi olduğunu iddiâ eden sahtekârlardan uzak durup, yüz çevirdim."
"Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zaman- da olgunlaşıp yükselir."
Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri; Hakîkaten Allah adamıydı. Güneş gibi herkesi faydalandıran bir davranış içinde ve toprağın herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "İyi olan Allah adamları ile birlikte bulunmak, hayırlı bir iş yapmaktan daha iyidir, bunun gibi kötülerle ve İslâm düşmanlarıyla bulunmak, kötü bir iş yapmaktan daha kötüdür. İnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanları aşağı görmektir." buyururdu.
Allahü teâlânın bütün kullarına nehirler gibi sınırsız yardım ederdi. "Allahü teâlâyı ibâdetler içinde en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır. İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî derviştir. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet içinde bulunanla dostluk kurmaktır." buyururdu.
Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihad derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Geceyi hep namazla geçi- rirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine "Sâlih kul" adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme âit mârifetleri, isteyen müslümanların kalblerine akıtan bir kaynaktır. Resûlullah efendimizin üç vazifesinden biri de, tasavvuf mârifetlerini, bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra dört halîfesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halîfeden sonra İslâmiyet her yere yayılmış ve müslümanların sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullah´ın, sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife taksimi yaptılar. Kelâm, akâid, îmân bilgilerini "Mütekellimîn" adı verilen âlimler yaydılar, öğrettiler. Fıkıh yâni amel, ibâdetleri ve işleri öğreten âlimlere "Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanların gözbebeği olmuştur. Onları ve bu âileye mensub olanların hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.
Bir gün Mûsa Kâzım hazretlerinden, zamanın halîfesi Hârûn Reşîd sordu: "Sizler, kendinizin Ehl-i beytten olduğunuzu söylüyor ve Resûlul- lah´ın zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedem Abbâs´dan dolayı Resûlullah´ın soyundanız, siz de hazret-i Ali´nin evlâtlarısınız. İn- sanların nesebi ve soyu baba ile devam eder."
Cevâbında buyurdular ki: "Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde En´âm sûresi seksen dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: "İbrâhim peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun! Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zekeriyyâ ve Îsâ!" Bu âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın soyundan sayılıyor. Halbuki Îsâ´nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte annesi tarafından İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden sayılmaktadır. Öyleyse, bizler de annemiz Fâtıma´tüz-Zehrâ (radı- yallahü anhâ) tarafından Resûlullah efendimizin soyundan sayılırız."
Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Cehennem´e düşmek korkusu insanlardan hiç eksik olmaz. Hattâ, gökten seslenen birisi, yeryüzündekilere Cehennem´e girmekten korkmamalarını bile söyleseydi, yine onlar Cehennem´e düşmek ve onu görmek korkusundan kurtulamazlardı."
Seleme bin Dînâr bir defâsında nefsine şöyle demişti: "Ey Ebû Hâzım! Kıyâmet günü ey şu, şu hatânın sâhibi diye çağırılır, onlarla berâber kalkarsın. Sonra başka günahların sâhipleri çağırılır. Yine onlarla berâber kalkarsın. Ey Ebû Hâzım, seni öyle bir durumda görüyorum ki, her halde her hatâ ve günah sâhibiyle kalkacaksın."
"Her gün kişinin ilmi ve hevâsı (arzu ve istekleri) insana gelirler. Onun göğsünde birbiriyle mücâdele ederler. Eğer o kişinin ilmi hevâsına (kötü arzu ve isteklerine) gâlip gelirse, o gün onun için kazanç günüdür. Şâyet hevâsı ilmine üstün gelirse, o gün de zarar günüdür."
"Hevâsını (kötü arzu ve isteklerini) öldüren, harpte düşmanı öldürenden daha güçlüdür."
Birisi, Seleme bin Dînâr´a; "Sen kendine çok sâhipsin" dedi. O da şöyle cevap verdi. "Nasıl kendime sâhip olmıyayım. On dört düşman beni gözetliyor ve fırsat kolluyor. Dört tanesine gelince, onlardan biri olan şeytân, bana fitne veriyor, aklımı ve kalbimi karıştırıyor. Müslüman hased ediyor. Kâfir ise fırsat bulsa öldürür. Münâfık bana buğz eder. Diğer on taneye gelince, onlar da: Açlık, susuzluk, sıcak, soğuk, çıplaklık, ihtiyarlık, hastalık, ihtiyaç, ölüm ve ateştir. İşte bütün bunlarla başa çıkabilmem için, tam silâhlı olmalıyım. En üstün silâh da takvâdır (haramlardan sakınmadır)."
Kendisine; "Ey Ebû Hâzım, senin sermâyen nedir?" diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya güvenip, insanlardan bir şey beklemememdir."
Yine buyurdular ki: Süleyman bin Abdülmelik, Ebû Hâzım´a ihtiyaçlarını bildir diye mektup yazdı. O da cevâben, "Ben hâcetimi her türlü ihtiyaçları veren Rabbime arzettim. Bana verdiklerine de kanâat ettim. Vermediklerine de rızâ gösterdim."
"Ebû Hâzım hazretlerine dediler ki: "Fiyatlar çok yükseldi. Pahalılık var." O da şöyle cevap verdi: "Niçin üzülüyorsunuz? Bolluk zamanında sizi rızıklandıran Allahü teâlâ, pahalılıkta da size rızık verecektir."
Hindistan?ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden naklen buyurdular ki: ?İnsan dâimâ Allahü teâlâya yönelmelidir. Her an ve zaman- da, her ibâdet ve işte kendisine gelen feyz ve nûrları düşünmeli, nasıl bir berekete kavuştuğunu anlamalıdır. Meselâ; namaza durduğunda gelen nûrlar ve bereketlerin nasıl olduğunu, kırâat ile berâber bu feyz ve bere- ketlerin ne hâle döndüğünü, Allahü teâlâya hamdü senâdaki feyzi, dil ve Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i şerîfleri okurken ihsân bu- yurulan sırları incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsıl olan mânevî zararları gözleyip, anlamalıdır. Meselâ; haram ve şüpheli lokmadan kal- be nasıl bir zulmet geliyor ve gıybet etmek insanın bâtınına nasıl zarar veriyor, yalan söylemek kalbde nasıl bir leke bırakıyor anlaşılır. Böylece, bütün haram, mekrûh ve günahların zehir, zarar ve ziyân olduğu vicdâ- nen bizzat farkedilir. Yâni her hâlinde, her iş ve sözünü inceleyip, İslâmi- yete uygun olup olmadığını dikkat ile tâkib etmelidir. Eğer işi ve sözü İs- lâmiyete uygun ise, bunun şükrünü yerine getirmelidir. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza buyursun, O?na aykırı ve uymuyor ise hemen tövbe etmeli, is- tigfârda bulunmalıdır. Âşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre yapılmalı, gizli günahınki de gizli yapılmalıdır. Tövbeyi geciktirmemelidir. Çünkü Ki- râmen kâtibîn melekleri, işlenen günahı hemen yazmazlar, müminin töv- be etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahı hiç yazmazlar.?
İstanbul´daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylık- la anlayabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhûr kimseleri kapı- sına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi.
Bir defâsında, Fâtih Sultan Mehmed Han kapısına kadar geldiği hâl- de onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki dam- la gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; "Efendim neden pâ- dişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü." dediler. Ebü´l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; "Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar faz- ladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalması- na sebeb olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteye- cek. Şimdi anladınız mı? Sultânı niçin kabûl etmediğimi?" buyurdu.
Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İbrâhim ve İsmâil adında iki kardeşi olup, onlar da yüksek hâl sâhibi idiler. Kardeşlerinden birisi Mekke?ye gidip oraya yerleşti. Yah- yâ hazretlerine bir mektup yazıp; ?Üç arzum vardı. Ömrümün sonunu en kıymetli yerde geçirmek, bir hizmetçimin olması ve ölmeden önce sizi bir defa daha görmek. Bunlardan ikisine kavuştum. Şu anda Harem-i şerîfte bulunuyorum ve bir hizmetçim var. Duâ edin de Allahü teâlâ üçüncü arzuma da kavuşmayı nasîb etsin.? dedi. Yahyâ bin Muâz, cevap yazıp; ?Sen insanların en iyisi ol da, istediğin yerde yaşa. Yerler, insanlarla değer kazanır, insanlar yerlerle değil. İki cihânın efendisi Resûlullah efendimiz o taraflarda bulunduğu için, oralar çok kıymetli olmuştur. Hizmetçiye sâhib olmak gibi bir arzun keşke bulunmasaydı. Efendilik Allahü teâlânın, hizmetçilik ise kulun sıfatıdır. Birini kendine hizmetçi edip de, o kimsenin Hakk?a kulluk etmesine mâni olmak mürüvvete yakışmaz. Uygun değildir. Beni görmek arzu ettiğini söylüyorsun. Eğer hep Allahü teâlâyı hatırlar, her an O?nunla meşgûl olursan, beni hatırına getirmezsin. Şu anda bulunduğun yer, evlâdı kurbân etmek yeridir. O?nu bulmuş isen, ben senin işine yaramam. Eğer O?nu bulamadınsa, benden sana ne fayda gelir? buyurdu. Sevdiklerinden birine yazdığı mektubda da; ?Dünyâ, uyku; âhiret ise uyanıklık yeridir. Rüyâda ağlayan uyanıklıkta güler, sevinir. Sen dünyâ hayatında ağla ki, âhiret uyanıklığında gülesin ve neşeli olasın? buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tama´, aç gözlülük etmekten, insanları sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama´ zincirine bağlanmış ölüye benzer. Kalbteki tama´ kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü´min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyururdu.
Hindistan evliyâsından ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektûbunda şöyle buyurdular: Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bu- nun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur´ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur´ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin huzûrun- da kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlik- le, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâ- lânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâme- lesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.
Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet´e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk´ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâ- hede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak te- âlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ edi- yoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." Buyrulmuş- tur."
"Ebü´l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî´yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum."
Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah´ın habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah´ın habline sımsıkı sarılın." dan murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i´tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.
Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp, devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah´ın ipine (Kur´ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması olup, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah´tan başka her şeyden kesilmek, O´na, O´nun emirlerine teslim olmaktır. Bu da urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O´nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i´tisâm-ı billah denir."
Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî´nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer´in bildirdiği hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdular ki: "İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O´nu görmüyorsan da, O seni görüyor." Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu: "Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.
Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvet- te şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde, kişide benlik duygusu ga- lebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini o- lanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa?rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlar arasındaki anlaş- mazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır´ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa´rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelip; "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden kötülük etme, Onları sevindirmeden üzme!" buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zer- rûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hakka kavuşmak için yer- yüzünün doğusunu ve batısını gezip dolaştım. Allahü teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapıştım. Mümkün o- lan her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet her hususta Alla- hü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki; sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır."
Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velîlerden Şeyhülislâm Berdeî Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eğridir´de câmiye giderken pekçok kimseyle karşılaştığı halde, iki-üç kişiye selâm verirdi. Başkalarına selâm vermezdi. Talebelerinden biri acaba neden birkaç kişiden başka kimseye selâm vermiyor diye merak edip kendisine sordu. Talebe bunun sebebini sorunca, Şeyhülislâm Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin gözlerini sıvazladı. Sonra da dergâhdan dışarıya gönderdi. Talebe çarşıya çıkınca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hınzır, kimini tilki, kimini çakal, kimini kurt, bir kısmını da köpek sûretinde gördü. Hocasının selâm verdiği kimselerden başkasının her birini çeşitli hayvan sûretinde gördü. Sonra hocasının yanına dönüp; "Efendim bu işin hikmetini anladım." dedi. Hocası yine gözlerini sıvazlayarak eski hâline çevirdi.
Bağdât´ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerle sohbette berâber olup, onlarla sohbet ediniz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî saâdetin anahtarıdır."
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine sordular ki: "Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?"
Buyurdu ki: "İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu."
Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "İslâm askerleri, hazret-i Ömer´e hitâben: Yâ Emir-el-Müminîn, Allahü teâlâya yemin ederiz ki, biz senden daha doğru sözlü, münâfıklara daha şiddetli ve daha doğru hükmeden bir kimse görmedik. Sen, Resûlullah´dan sonra insanların en hayırlısı- sın." dediler. Hemen bunun üzerine Avf bin Mâlik; "Yanılıyorsunuz. Biz Resûlullah´dan sonra hazret-i Ömer´den daha hayırlı kimseyi gördük. Hazret-i Ömer; "O kimdir yâ Avf!" diye sorunca; "Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh)" diye cevap verdi. Hazret-i Ömer; "Avf doğru söylüyor. Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Bekir misk kokusundan çok daha güzel kokardı. Ben onun derecesinde değilim." buyurdular."
Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün, Halîfe Hârûn Reşîd, Ebû Yûsuf´a; "Beni, Dâvûd´un yanına götür. Onu ziyâret edeceğim. Nasîhat isteyip, duâsını alacağım." dedi. Bunun için kalkıp, Dâvûd´un evine gittiler. İçeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadılar. Annesine ricâ ettiler. Annesi oğluna; "Evlâdım, müsâde et de içeri girsinler." deyince, o; "Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları görünce, dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mâzur gör." dedi. Annesi tekrar ricâ edince, kırmadı; "Ey benim Allah´ım!" Annenin hakkını gözet, zîrâ onun rızâsı benim rızâmdır." buyurduğun için kapıyı açıyorum." dedi. Halîfe Hârûn Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha yaptılar. Hârûn Reşîd´in elini tutunca, onun ellerinin nâzik bir el olduğunu belirtti ve; "Ey Halîfe! Bunca zaman ömür ve saltanat sürdün. İnsanlara hükmettin. Sakın zulme meyletme. Zîrâ hesaptan kurtuluş yoktur." buyurdu.
Dâvûd-i Tâî´nin bu tesirli sohbetini dinleyen halîfe kendinden geçip, göz yaşları döktü. Duâsını istedi. Duâdan sonra bir kese altın verdi ve; "Kendi öz malımdandır ve helâldir, alınız." dedi. Halîfenin hediyesini ve ricâsını kabûl etmeyen Dâvûd-i Tâî; "Size mübârek olsun. Bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Babamdan kalan mal ve mülk satıldığında elime geçen altınlar bize yeter. Rabbim o paralar bittiğinde işimizi bitirip bizi başkalarına muhtaç kılmasın. O kendisine yapılan duâları reddetmez. İzzeti hakkı için kabûl eder." buyurdu.
Hârûn Reşîd ve İmâm-ı Ebû Yûsuf keseyi alıp gittiler. Dâvûd-i Tâî´- nin vekilharcına giderek parasının mikdârını sordular. Vekilharcın bildir- diği mikdârı hesab ettiler. Bu ölçüye göre parası hesap edildiğinde şeyhin vefât edeceği günü buldular. Nakledilir ki hesab edilen gün geldiğinde İmâm-ı Ebû Yûsuf; "Gidin bakın bugün Dâvûd-i Tâî vefât etmiştir." buyurdu. Gidip baktıkları zaman vefât ettiğini öğrendiler. İmâm-ı Ebû Yûsuf onun hakkında; "Duâsı makbûldür. Allahü teâlânın indinde yeri seçilmişlerin yanıdır." buyurdu. Biraz sonra haberci, Dâvûd-i Tâî´nin ölüm haberini getirdi.
Nişâbur´da yetişen velîlerin büyüklerinden Ebû Bekr el-Ferrâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Ebrâr kimdir?" diye sorulunca; "Alla- hü teâlâdan çok korkanlardır." buyurdu. İnsanların, günahlarını az da ol- sa çok görmeleri, iyiliklerini çok da olsa az görmeleri gerektiğini bildire- rek; "İyiliklerini gizlemen, kötülüklerini açıklamandan daha makbuldür. Sen böylece kurtuluşa erebilirsin." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; "Dînin sermayesi nedir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Ârifler, dînin sermâyesinin bâtınî ve zâhirî olmak üzere bir takım esaslar üzerine sözbirliği etmişlerdir. Bunlardan bâtınî olanları; Allahü teâlânın sevgisi, O´ndan uzak kalma korkusu, O´nu görememe endişesi ve O´na ulaşma ümididir. Zâhirî olanlar ise; doğru sözlülük, cömertlik, alçak gönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabırdır." buyurdu.
Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse, Allah´ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin esâsına erer. Rabbini bilirse, O´nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Allahü teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde bulunma hasletini verir."
"Senin bize ihtiyâcın yok mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muh- tâc iken, size ve sizin gibilere nasıl ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandır." buyurdular.
Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, O´nun eserlerini, kâinatdaki eşsiz nizâm ve intizâmı, ondaki ince ve yüksek sanatı görüp, Allahü teâlânın büyüklüğü ve yüceliği karşısında hayran olup, hayrette kalan kimsedir."
"Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir."
"Doyması yemekle olan kimse, dâimâ açtır. Zenginliği mal ile olan fakirdir. Çünkü o mal, her zaman elde kalmaz. Allahü teâlâdan yardım istemeyen, başarısızlığa mahkûmdur. İhtiyâcını insanlara arz eden mahrum kalır. Gerçekte bütün ihtiyaçları gideren Allahü teâlâdır. Kullar birbirinin ihtiyaçlarını gidermekte vâsıtadır. Allahü teâlâ, insanlara, birbirinin ihtiyâcını gidermek için güç ve kuvvet vermezse, kimsenin kimseye yardımcı olmaya gücü yetmezdi. Bu bakımdan ihtiyaçları, her şeyin sâhibi ve mâliki Allahü teâlâya arz etmeli. Allahü teâlâ bir işin olmasını dilerse, onun meydana gelmesini temin edecek sebebleri de yaratır."
Endülüs?te ve Mısır?da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü?l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret- leri´nin vücûdunda on iki çeşit hastalık; bâsûr hastalığı, başka hastalıklar ve böbreklerinde taş vardı. Bununla berâber, meclisinde oturur, gelen- lerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman ah, of diye inlemezdi. Onda çeşitli hastalıkların bulunduğunu da kimse bilmezdi. Sohbet esnâsında, bedenindeki rahatsızlıkların elem ve şiddetinden dolayı, istemiyerek de olsa yüzü kızarırdı. Ve buyururdu ki: "İnsanlara sohbet etmek için, kendi arzum ile meclis kurup oturmadım. Bilakis teşvik ve tehdid olunup, âdetâ bu iş için zorlandım. Bana: "Eğer İslâmiyet bilgilerini anlatmak için meclis kurup oturmazsan, hîbe ettiğimiz ilimleri geri alırız." denildi. Ben, onun i- çin meclis kurup insanlara sohbet ediyorum. Benim sohbetlerime devâm ediniz! Benden başka bir zâtın sohbetinde bulunmaktan da sizi men et- miyorum. Bu kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız, ona koşunuz!" buyururdular.
Kuzey Afrika´da yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolun- daki dereceleri geçerken kendini hocası gibi görmeye başladı. Neye baksa Şeyhini görüyordu. Bu sebeple Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî´nin sohbetlerine gelmemeye başladı. Bir gün İmâm-ı Şâzilî hazretleri yolda giderken talebesiyle karşılaştı ve; "Canım sen nerede kaldın. Sohbetlere gelmiyorsun!" buyurdu. Talebe; "Efendim, sizinle sözden müstağnî oldum. Yâni her an sizi karşımda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde görüyorum. Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum." dedi. Bu cevap üzerine Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Çok garib. Eğer iş senin söylediğin gibi olsaydı, hazret-i Ebû Bekr´in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi. Eğer sohbetten müstağnî olsaydı, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstağnî olurdu."
Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri insanlara bir sohbeti sırasında; "Alla- hü teâlâ sözlerinde doğru ve işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir. Onu kötülüklerden korur. Âhirette de günahlarını affedip, bağışlar. Ona yakın olur. Cennet´ine koyar ve yüksek derecelere kavuşturur. Kendi kusurlarını ıslâh etmek istersen, insanların kusûrlarını araştırma. Çünkü hüsn-i zân, îmân şûbelerinden olduğu gibi, insanların ayıp- larını araştırmak da münâfıklıktandır. Kıyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haşrolunup karanlıktan korunmak istersen Allahü teâlânın hiç bir mahlûkuna zulmetme." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zulmet; nefsin askeri ordusu olduğu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir kuluna yardım etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak eder."
Yine buyurdular ki: "Bu vücûd binâsının direğini yıkmamak ve iyiliklerini atmamak lâzımdır. Devamlı olan âhireti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akıllıdır. Nûru parlar, müjdeleri görünür. Böylece o, bu dünyâya kızarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât etmez, gönül vermez. Dünyâyı vatan ve mesken edinmez."
Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şiirlerinden biri:
Bakın iy cân ü dil gözün açanlar
Beka mülki fenâ ilden seçenler
Kanı şol dünyâya mağrûr olanlar
Kanı şol menzile konup göçenler
Kanı şol illeri bizüm diyenler
Kanı şol yerleri eküp biçenler
Kanı şol kal´alar burçlar yapanlar
Kanı anda durup yiyüp içenler
Kanı şol cem´ olup tez dagılanlar
Kanı şol şem´ olup yanup tütenler
Kanı şol işret idüp raks uranlar
Kanı şol başlara saçu saçanlar
Kanı şol baş oluban kim sananlar
Kamu halkın hakkın yiyüp içenler
Kemâl Ümmî sen ol Hak´dan yana kaç
Kaçan kurtulur ölümden kaçanlar
Bu tuzakda tutulmaz dane içün
Safâ şevkiyle uçmağa kaçanlar
Gelibolu´da yetişen velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine bir sohbet esnasında buyurdular ki: Allahü teâlâ, Kur´ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: "Ey îmân edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın. Sınır boylarında cihad için nöbet bekleşin ve Allah´tan korkun ki, felah bulasınız." (Âl-i İmrân sûresi: 200). "Sabrediniz." buyurması, belâlara sabretmeye işârettir. Bu, halk yâni avam içindir. "Nöbet bekleşin" buyurması, günah işlemeyi terk etmeye işârettir. Bu, havâs içindir. "Sabır yarışı yapınız" buyurması, İbâdet yapmaya katlanmaya işâ rettir. Bu da seçilmişlerin seçilmişlerine mahsustur. Bunun için, kişinin rahatlığı yakînde, şerefi tevâzuda, saâdeti, kurtuluşu İslâmdadır. İsmeti, günahsız olması Allahü teâlâya güvenmekte, akıllılığı dinde, gayreti dünyâyı terk etmektedir. Helakı günah işlemeye cüret etmekte, pişmanlığı uyumakta, şekâveti cehâlettedir. Saâdeti ilimdedir. Olgunluğu aşktadır. Güzel yaşaması sabırdadır. Sabır; halkın içinde nefsânî arzuları terk etmek, yapmamaktır. Eğer dünyânın bütün belâları onun üzerine gelse "Âh" bile demeyen; vefâdan, cefâdan, acıdan, zenginlikten ve her çeşit nîmetten dolayı değişmeyen, mağrûr olmayan ve bunlar karşısında hep aynı kalan kimse sabırlıdır. Bilakis o, kendini bela mancınığına kor ve kazâ denizine atar. Sonundan hiç endişe etmez. Vesselâm.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ?Bu dereceye nasıl ulaştınız?? diye suâl olununca; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla." buyurdular. Yine buyurdular ki: "Bizim yolumuz sohbettir. Halvette, yalnızlıkta şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket cemiy- yette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, bâzılarının kalble- rindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan bâzılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz."
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) cemâatle sohbet ediyor ve rızâdan bahsediyordu. Sohbette bulunanlardan birisi; "Ey Bişr! Makam ve îtibâr sâhibi olduğun için halktan hiçbir şey kabûl et- miyorsun. Eğer zühd sebebiyle hakîkaten dünyâdan yüz çevirmişsen, halktan gizlice bir şeyler alıp fakirlere ver ve kendin de tevekkül üzere oturup rızkına râzı ol." dedi. Bu söz üzerine Bişr-i Hâfî buyurdu ki: "Bunun cevâbını dinle. Fukarâ ve dervişler üç çeşittir. Birinci kısım, aslâ kim- seden bir şey istemez, verirlerse de almaz. Bunlar hâl sâhibi, rûhâniyet ehli kimselerdir. İzzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan her ne isterlerse, Allah onu bu kimselere verir. Allahü teâlâ şunu verecek diye yemin ede- cek olsalar derhâl duâları kabûl edilir. Diğer bir kısmı halktan bir şey istemez ama verildiğinde kabûl eder. Bunlar dervişlerin orta tabakasıdır. Allahü teâlâya tevekkül ederek sükûn, rahat bulurlar. Bu kısım, kudsiyet makâmında ebediyet sofrasına oturmuş bir tâifedir. Üçüncü kısım ise, güçleri yettiğinde sabrederek oturur ve rızkın geleceği vakti gözler. Böyleleri zarûrî ihtiyaçları mecbûr bırakırsa, kalpleri Allahü teâlâya bağlı olduğu hâlde çıkıp halktan isterler." Bu cevâbı alan kimse; "Bu söze râzı oldum. Allah da senden râzı olsun." dedi.
Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; "Ben seni Allah için seviyorum." dedi. O da; "Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun?" buyurdular.
Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En faydalı tevâzu, kibri ve gadabı (kızmayı) giderenidir. En kıymetli söz, hakka uygun olanıdır. En zararlı söz, konuşulmaması daha hayırlı olanıdır. En lüzumlu olan şey, Allahü teâlânın emrettiği farzları, ana-babayı, çoluk çocuğunu gözetip, onların geçimlerini temin edip, Allahü teâlânın emirlerini öğretip kulluk vazîfelerini yerine getirmelerini sağlamaktır. En faydalı ilim, cehâleti, kötülükleri giderip, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve yüce kudretini anlamaya, böylece O´na kulluğun bir vazîfesi olduğunu öğretip, âhirete hazırlanmaya vesile olanıdır. En üstün cihad (mücâdele, savaş) hakkı kabûl etmeye alıştırabilmek için, nefsle yapılan mücâdeledir.
Büyük velî ve âlimlerden Ahmed bin Muhammed Hânî el-Esrem (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zâta yazdığı mektupta şöyle demiştir: "Alla- hü teâlâ bizi ve sizi her türlü tehlikeden, her çeşit şüpheden muhâfaza buyursun. Yine bize ve size, geçen büyüklerimizin ve âlimlerimizin yolun- da gitmek nasîb eylesin. Dâimâ Allahü teâlânın nîmetleri içerisindeyiz. Allahü teâlâdan, bu nîmetlerini daha da artırmasını, rızâsına kavuşma- mız için bize yardımını dileriz. Fazla sözde fitne vardır. Sükûtta genişlik ve rahatlık vardır. Kişi ihtiyâcına göre konuşmalıdır.
Âlimin ölümü, büyük bir musîbettir. Şeytan ve onun yardımcıları, Al- lahü teâlânın ve müslümanların düşmanlarıdır. Şeytan ve yardımcıları, müslümanlar için birçok fitneler hazırlarlar. Maksatlarına erişebilmek için âlimlerin yok olmasını beklerler. Çünkü, âlim, onların bâtıl işlerine ve yar- dımcılarına mâni olmaktadır.
Bir kısım insanlar, şöhrete yapıştılar. Kendilerinden bahsedilmeyi ar- zu ettiler. Halbuki onlardan önce de işledikleri bid´atlerle şöhrete kavuşanlar oldu. Fakat, hayır yolunda, doğru yolda tâbi olmak; şer, kötü işler- de başkan olmaktan daha hayırlıdır."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Cavpâre hazretleri Üstâdı Ebû Bekr-i Zekkâk-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Kiminle sohbet edeyim?" diye sordu. "Senden olan her şeyi Allahü teâlâ görür, dediğin zaman, senden nefret ederek ayrılmayan kimse ile sohbet et." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi gelerek, büyüklerin sohbetinde bulunmanın faydasını sordu. Cevâbında; "Bunda iki fayda vardır. Birincisi; eğer o kimse ilme tâlib olmuşsa, Allahü teâlâya ve O´nun dînine olan muhabbeti, bağlılığı ve sohbetin bereketiyle ilmi artar. İkinci faydası; eğer sohbette bulunan kimsenin kalbinde benlik ve gurur varsa, o duygular yok olup, ilmi ve edebi ar- tar. Mânevî bakımdan yüksek derecelere kavuşur." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlerin sohbetinde bulunmanın önemini anlatır, edebin gözetilmesinin lüzumuna işâret ederdi. Bu hususta; "Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalır ve â- limlerdeki nûrlar, kendinde görünmez." buyurdular.
Hindistan´da yetişen meşhûr velîlerden Şâh Ebû Saîd-i Fârûkî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın sonsuz ihsânı, kul- larından birine eriştiği zaman, o kulunu kendi dostlarından birinin hizme- tine ulaştırır. O da nefsinin isteklerine uymamağı ve ona ağır gelen şeyleri yapmayı, yâni İslâmiyete uymağı emir buyurur. Böylece onun bâtınını yâni kalbini ve nefsini temizler. Bu zamanda talebenin hizmetleri kusurlu ve dağınık olduğu için, bu yolun büyükleri önce talebeye zikretmeyi, yâni Allahü teâlâyı kalbi ile anmayı emrederler. Amel ve ibâdetlerde ve her işte orta yolda olmayı emredip nice kırk günlük çilelere bedel olan teveccühlerini dâimâ talebeleri üzerinde bulundururlar. Talebelerine, Ehl-i sünnet îtikâdına göre inanmayı, sünnet-i seniyyeye uymayı, bütün bid´atlerden sakınmayı emrederler. Mümkün oldukça azîmetle amel edip ruhsatlara kapılmamalarını tenbih ederler."
Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Eş´arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnâsında buyurdular ki: Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi doğru yola ulaştırdı ve sünnet-i seniyyeye uymayı sevdirdi. Helâke götüren bid´atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakîn denen kat´î ve kuvvetli îmânın hâsıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanlardan, O´nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid´atlere dalıp, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle berâber olmayı ihsân etti.
Resûlullah efendimize salât-ü-selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına dâvet etti. Allahü teâlâ bu hususta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mûcizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O´nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden deliller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, gâlip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah efendimiz peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.
Tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerin anıldığı yerde bulunanlar, onların himâyesinde olurlar."
Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Büyük velîlerden otuzu ile sohbet ettim. Hepsi de bu yolun büyüklerindendi. Hepsi halkla sohbetten kaçın dediler ve hepsi az yemeği emir buyurdular."
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) bildiklerini, öğrendiklerini yerine getiren Allah´ın sevgili bir kuluydu. Bir vâzında; "İçinizde Allahü teâlâyı hatırlatan fakat kendileri unutan pekçok kimseler vardır. Yine öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın yasak, haram kıldığı şeylere karşı cüretkâr olup, haram işledikleri halde, başkalarını Allahü teâlâya yaklaştırmaya çalışırlar. Yine sizden öyleleri vardır ki, kendileri Allahü teâlâdan kaçtıkları halde, insanları Hakk´a çağırırlar." diyerek, ilmiyle âmil olmayan, bildikleriyle amel etmeyen ve gaflet içinde kalanların hâlini dile getirdi.
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.
Yine buyurdular ki: Gençlik zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.
Annenin yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
Âyet-i kerîmede meâlen; "Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir" buyruldu. Allahü teâlâ her şeyi gördüğü hâlde, (insan- lar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bil- seler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inan- mıyorlar, yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her ikisi de yakışmaz.
Evliyânın önde gelenlerinden Kutbüddîn İznîkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize, evliyâyı ve âlimleri sevmeyi nasîb etti, gönlümüzü onlara bağladı. Peygamberlerin en üstününe selâmlar olsun ki, O, Resûllerin imâmı ve hem de sonuncusudur. O, Muhammed Mustafâ´dır ki, dünyâda ümîdimiz O´- nadır, âhırette O´ndan şefâat umarız. O´nun yüksek mertebede olan Ehl-i beytine ve Eshâbına selâm olsun! Onlara uyanlar hidâyet üzeredirler. Bütün evliyâya ve âlimlere uyanlar, İslâmiyetin hem zâhiri hem de bâtını üzere dururlar. Gerçek tâlibler ki, dâimâ halvette ve hem ibâdette durur- lar. Mü´minler ve sâlihler ki, gece-gündüz Hak yardımıyla Hak yolunda ve tâatta dururlar.
Ey kardeşim! Bir kişinin senin katında hâceti (ihtiyâcı) olsa, sen onu bitirirsen, Allahü teâlâ senin yetmiş türlü dünyâ ve âhıret hâcetini giderir.
Eğer bir kişi bütün yer ehli kadar ibâdet etse ve bütün gök ehli kadar tâat etse, îmânı Ehl-i sünnete uygun değilse kabûl olmaz. Zîrâ amelin kabûl olunması ve îmânın dürüst olması, takvânın şartıdır. Takvâ, Allah- tan korkmaktır. Allahı bilmeyince, O´nun azametini ve celâlini anlamayın- ca, Allahtan korkmak hâsıl olmaz. Dînin ve îmânın aslı ve ilmin temeli, Allahü teâlâyı bilmek ve birliğini kalb ile tasdîk etmektir. şöyle ola ki, eğer başını kesseler ve bütün varlığını alsalar râzı olasın; Allahü teâlânın birliğini gönülden çıkarmayasın."
Horasan?da yetişen evliyânın meşhûrlarından Muhammed bin Hâ- mid Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var. Bunlar: Âlimlere (mücte- hidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri peşinde koş- mak. Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineği zayıflatmaktır.?
?İnsanların felâketine sebep; asıl işi bırakıp boş şeyler ile uğraşmaları, nefislerinin isteklerine uymaları ve harama dalıp, şüphelilerden sakınmamalarıdır.?
?İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.?
?Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder. Vaktini de boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir
Hindistan´ın büyük velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Mu- habbette gevşeklik olmaz."
"Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar."
"Senelerce ilim ve mârifet taleb edip, dergâhta kaldım. Neticede, hayret ve heybet buldum. Böylece kurb, Allahü teâlâya yakınlık menzili- ne ulaştım. Dünyâ ehlini, dünyâya düşkün olanları, dünyâ ile meşgûl bul- dum. Âhıreti düşünen âhiret ehlini mahcûb buldum. Tasavvuf ehli ve tak- vâ sâhibi olduğunu iddiâ eden sahtekârlardan uzak durup, yüz çevirdim."
"Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zaman- da olgunlaşıp yükselir."
Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretleri; Hakîkaten Allah adamıydı. Güneş gibi herkesi faydalandıran bir davranış içinde ve toprağın herkesi kabûl etmesi gibi misâfirseverdi. "İyi olan Allah adamları ile birlikte bulunmak, hayırlı bir iş yapmaktan daha iyidir, bunun gibi kötülerle ve İslâm düşmanlarıyla bulunmak, kötü bir iş yapmaktan daha kötüdür. İnsana en çok zarar veren günâh, kendi gibi olan insanları aşağı görmektir." buyururdu.
Allahü teâlânın bütün kullarına nehirler gibi sınırsız yardım ederdi. "Allahü teâlâyı ibâdetler içinde en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır. İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî derviştir. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet içinde bulunanla dostluk kurmaktır." buyururdu.
Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde ictihad derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Geceyi hep namazla geçi- rirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine "Sâlih kul" adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme âit mârifetleri, isteyen müslümanların kalblerine akıtan bir kaynaktır. Resûlullah efendimizin üç vazifesinden biri de, tasavvuf mârifetlerini, bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra dört halîfesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halîfeden sonra İslâmiyet her yere yayılmış ve müslümanların sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlullah´ın, sallallahü aleyhi ve sellem vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife taksimi yaptılar. Kelâm, akâid, îmân bilgilerini "Mütekellimîn" adı verilen âlimler yaydılar, öğrettiler. Fıkıh yâni amel, ibâdetleri ve işleri öğreten âlimlere "Fukahâ" denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanların gözbebeği olmuştur. Onları ve bu âileye mensub olanların hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir.
Bir gün Mûsa Kâzım hazretlerinden, zamanın halîfesi Hârûn Reşîd sordu: "Sizler, kendinizin Ehl-i beytten olduğunuzu söylüyor ve Resûlul- lah´ın zürriyetindeniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedem Abbâs´dan dolayı Resûlullah´ın soyundanız, siz de hazret-i Ali´nin evlâtlarısınız. İn- sanların nesebi ve soyu baba ile devam eder."
Cevâbında buyurdular ki: "Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde En´âm sûresi seksen dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: "İbrâhim peygamberin zürriyetinden olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun! Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zekeriyyâ ve Îsâ!" Bu âyet-i kerîmede Îsâ aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmın soyundan sayılıyor. Halbuki Îsâ´nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte annesi tarafından İbrâhim aleyhisselâmın zürriyetinden sayılmaktadır. Öyleyse, bizler de annemiz Fâtıma´tüz-Zehrâ (radı- yallahü anhâ) tarafından Resûlullah efendimizin soyundan sayılırız."
Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Cehennem´e düşmek korkusu insanlardan hiç eksik olmaz. Hattâ, gökten seslenen birisi, yeryüzündekilere Cehennem´e girmekten korkmamalarını bile söyleseydi, yine onlar Cehennem´e düşmek ve onu görmek korkusundan kurtulamazlardı."
Seleme bin Dînâr bir defâsında nefsine şöyle demişti: "Ey Ebû Hâzım! Kıyâmet günü ey şu, şu hatânın sâhibi diye çağırılır, onlarla berâber kalkarsın. Sonra başka günahların sâhipleri çağırılır. Yine onlarla berâber kalkarsın. Ey Ebû Hâzım, seni öyle bir durumda görüyorum ki, her halde her hatâ ve günah sâhibiyle kalkacaksın."
"Her gün kişinin ilmi ve hevâsı (arzu ve istekleri) insana gelirler. Onun göğsünde birbiriyle mücâdele ederler. Eğer o kişinin ilmi hevâsına (kötü arzu ve isteklerine) gâlip gelirse, o gün onun için kazanç günüdür. Şâyet hevâsı ilmine üstün gelirse, o gün de zarar günüdür."
"Hevâsını (kötü arzu ve isteklerini) öldüren, harpte düşmanı öldürenden daha güçlüdür."
Birisi, Seleme bin Dînâr´a; "Sen kendine çok sâhipsin" dedi. O da şöyle cevap verdi. "Nasıl kendime sâhip olmıyayım. On dört düşman beni gözetliyor ve fırsat kolluyor. Dört tanesine gelince, onlardan biri olan şeytân, bana fitne veriyor, aklımı ve kalbimi karıştırıyor. Müslüman hased ediyor. Kâfir ise fırsat bulsa öldürür. Münâfık bana buğz eder. Diğer on taneye gelince, onlar da: Açlık, susuzluk, sıcak, soğuk, çıplaklık, ihtiyarlık, hastalık, ihtiyaç, ölüm ve ateştir. İşte bütün bunlarla başa çıkabilmem için, tam silâhlı olmalıyım. En üstün silâh da takvâdır (haramlardan sakınmadır)."
Kendisine; "Ey Ebû Hâzım, senin sermâyen nedir?" diye soruldu. Şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâya güvenip, insanlardan bir şey beklemememdir."
Yine buyurdular ki: Süleyman bin Abdülmelik, Ebû Hâzım´a ihtiyaçlarını bildir diye mektup yazdı. O da cevâben, "Ben hâcetimi her türlü ihtiyaçları veren Rabbime arzettim. Bana verdiklerine de kanâat ettim. Vermediklerine de rızâ gösterdim."
"Ebû Hâzım hazretlerine dediler ki: "Fiyatlar çok yükseldi. Pahalılık var." O da şöyle cevap verdi: "Niçin üzülüyorsunuz? Bolluk zamanında sizi rızıklandıran Allahü teâlâ, pahalılıkta da size rızık verecektir."
Hindistan?ın büyük velîlerinden Şâh Raûf Ahmed hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden naklen buyurdular ki: ?İnsan dâimâ Allahü teâlâya yönelmelidir. Her an ve zaman- da, her ibâdet ve işte kendisine gelen feyz ve nûrları düşünmeli, nasıl bir berekete kavuştuğunu anlamalıdır. Meselâ; namaza durduğunda gelen nûrlar ve bereketlerin nasıl olduğunu, kırâat ile berâber bu feyz ve bere- ketlerin ne hâle döndüğünü, Allahü teâlâya hamdü senâdaki feyzi, dil ve Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i şerîfleri okurken ihsân bu- yurulan sırları incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsıl olan mânevî zararları gözleyip, anlamalıdır. Meselâ; haram ve şüpheli lokmadan kal- be nasıl bir zulmet geliyor ve gıybet etmek insanın bâtınına nasıl zarar veriyor, yalan söylemek kalbde nasıl bir leke bırakıyor anlaşılır. Böylece, bütün haram, mekrûh ve günahların zehir, zarar ve ziyân olduğu vicdâ- nen bizzat farkedilir. Yâni her hâlinde, her iş ve sözünü inceleyip, İslâmi- yete uygun olup olmadığını dikkat ile tâkib etmelidir. Eğer işi ve sözü İs- lâmiyete uygun ise, bunun şükrünü yerine getirmelidir. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza buyursun, O?na aykırı ve uymuyor ise hemen tövbe etmeli, is- tigfârda bulunmalıdır. Âşikâre işlenen günahın tövbesi âşikâre yapılmalı, gizli günahınki de gizli yapılmalıdır. Tövbeyi geciktirmemelidir. Çünkü Ki- râmen kâtibîn melekleri, işlenen günahı hemen yazmazlar, müminin töv- be etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahı hiç yazmazlar.?
İstanbul´daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylık- la anlayabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhûr kimseleri kapı- sına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi.
Bir defâsında, Fâtih Sultan Mehmed Han kapısına kadar geldiği hâl- de onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki dam- la gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; "Efendim neden pâ- dişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü." dediler. Ebü´l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; "Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar faz- ladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalması- na sebeb olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteye- cek. Şimdi anladınız mı? Sultânı niçin kabûl etmediğimi?" buyurdu.
Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İbrâhim ve İsmâil adında iki kardeşi olup, onlar da yüksek hâl sâhibi idiler. Kardeşlerinden birisi Mekke?ye gidip oraya yerleşti. Yah- yâ hazretlerine bir mektup yazıp; ?Üç arzum vardı. Ömrümün sonunu en kıymetli yerde geçirmek, bir hizmetçimin olması ve ölmeden önce sizi bir defa daha görmek. Bunlardan ikisine kavuştum. Şu anda Harem-i şerîfte bulunuyorum ve bir hizmetçim var. Duâ edin de Allahü teâlâ üçüncü arzuma da kavuşmayı nasîb etsin.? dedi. Yahyâ bin Muâz, cevap yazıp; ?Sen insanların en iyisi ol da, istediğin yerde yaşa. Yerler, insanlarla değer kazanır, insanlar yerlerle değil. İki cihânın efendisi Resûlullah efendimiz o taraflarda bulunduğu için, oralar çok kıymetli olmuştur. Hizmetçiye sâhib olmak gibi bir arzun keşke bulunmasaydı. Efendilik Allahü teâlânın, hizmetçilik ise kulun sıfatıdır. Birini kendine hizmetçi edip de, o kimsenin Hakk?a kulluk etmesine mâni olmak mürüvvete yakışmaz. Uygun değildir. Beni görmek arzu ettiğini söylüyorsun. Eğer hep Allahü teâlâyı hatırlar, her an O?nunla meşgûl olursan, beni hatırına getirmezsin. Şu anda bulunduğun yer, evlâdı kurbân etmek yeridir. O?nu bulmuş isen, ben senin işine yaramam. Eğer O?nu bulamadınsa, benden sana ne fayda gelir? buyurdu. Sevdiklerinden birine yazdığı mektubda da; ?Dünyâ, uyku; âhiret ise uyanıklık yeridir. Rüyâda ağlayan uyanıklıkta güler, sevinir. Sen dünyâ hayatında ağla ki, âhiret uyanıklığında gülesin ve neşeli olasın? buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tama´, aç gözlülük etmekten, insanları sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama´ zincirine bağlanmış ölüye benzer. Kalbteki tama´ kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü´min tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyururdu.
Hindistan evliyâsından ve Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir mektûbunda şöyle buyurdular: Yüksek makamlar ve beğenilen hâller sâhibi Ahmed Han! Allahü teâlâ size selâmet versin. Esselâmü aleyküm ve rahmetullah. Münşî Naîmüddîn Han, iyi hâllerinizden çok bahsettiler. Bu- nun için, bu birkaç satır, kırık dökük ifâdeler yığını mektubu yazdım ki, uzakta kalmış olanları inâyet nazarınızdan unutmayasınız ve teveccüh ediniz. Zîrâ bu ihtiyârın ömrü günah işlemekle geçti. Şikâyet, gıybet, dil uzatma, ayıblama, lânet etme, büyükleri anlayamama netîcesi sitemler şeklinde açık günahlar, yâhut huzur içinde olmayan, tecvîde riâyet edilmeden namaz kılma, boş ve lüzumsuz şeylerden kesilmeden oruç tutma, mânâsını düşünmeden Kur´ân-ı kerîm okuma ve boş vakitleri Allah korkusu ve huzûru ile geçirmeme ve sayılı nefesleri gafletle harcama şeklindeki diğer günahlar o kadar çoktur ki, amel defterimi kararttılar. Binlerce teessüfler, esefler olsun ki, cihân bahçesine gül için geldik, ama diken topladık. Hasretler, ziyânlar olsun ki, bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, hepsinin şükründe kusûr ve eksiklik eyledik. Pişmanlıklar olsun ki, Kur´ân-ı kerîm ve Peygamber efendimiz gibi eşsiz iki nîmet ihsân olundu. Biz ise onların şükründe olacak yerde hâlâ gafletteyiz. Allah korusun. Hayretteyim. Yarın ne yüzle Allahü teâlânın ve Peygamberinin huzûrun- da kabûl görürüz. Bu ne anlayışsızlıktır. Bu uygunsuzluk ve liyâkâtsizlik- le, şefâat ve magfiret derecesine ulaşmak çok zordur. Ancak Allahü teâ- lânın gadabını aşmış rahmeti, ümîdimizdir. Mücerred ihsânı ile muâme- lesine güveniyoruz. Yoksa hiç özrümüz, özür dileyecek yüzümüz yoktur.
Ölüm başımızın ucunda, kıyâmet çok yakın. İşe yarar hangi ameli işledik. İyiler Cennet´e girip, Cennet nîmetlerine ve Hakk´ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller, elli bin senelik hesâb gününde, bizi hesâba çektirecek, bırakmayacak şeylerle meşgûlüz. Düşünmek lâzımdır ki, yarın elde hasret, ziyân kalmasın. Allah katında kıymetli kulların yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmağı, mücâ- hede ve can çıkarırcasına gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak te- âlâ nasîb eylesin. Hazret-i Münşî Naîmüddîn Han ve sevgili zât-i âliniz, husûsî zamanlarınızda, yolda kalmış ihtiyarları hatırlayınız. Gıyâbî duâ kabûle daha yakındır. Buradakiler ve bu fakîr size her zaman duâ edi- yoruz. Allahü teâlâ iki dünyâ seâdeti versin." (91. mektup)
Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; "Veren el, alan elden üstündür." Buyrulmuş- tur."
"Ebü´l-Hüseyin isminde birisi, bir gün hocam Husrî´yi incitmişti. O andan beri kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum."
Abdullah-ı Ensârî hazretleri, Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmesinin meâlen; "Allah´ın habline sımsıkı sarılın." kısmını şöyle tefsîr etmektedir: "Âyet-i kerîmede geçen; "Allah´ın habline sımsıkı sarılın." dan murâd, Allahü teâlânın emirlerine riâyet ederek ibâdete devâm etmektir. Âyet-i kerîmede geçen i´tisâmın, sarılmanın üç derecesi vardır.
Birincisi; normal insanların sarılması ki, Allahü teâlâdan gelen emir ve yasaklara sarılıp, devâm etmektir. Bu kısımda bulunan insanların ibâdet ve tâatı, yakîn elde etmek içindir. Bu, Allah´ın ipine (Kur´ân-ı kerîme) sarılmaktır. İkincisi; seçilmişlerin sarılması olup, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allah´tan başka her şeyden kesilmek, O´na, O´nun emirlerine teslim olmaktır. Bu da urvet-ül-vüskâdır. Üçüncüsü; seçilmişlerin seçilmişlerinin sarılması ki, bunların emir ve yasaklara uymaktaki gayretleri, Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O´nun yakınlığı ile meşgûl olmak nîmetine kavuşmak içindir. Buna da i´tisâm-ı billah denir."
Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî´nin Menâzil-üs-Sâyirîn kitâbında, hazret-i Ömer´in bildirdiği hadîs-i şerîfte; "İhsân nedir?" suâline cevâben Peygamber efendimiz buyurdular ki: "İhsân, Allahü teâlâya, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O´nu görmüyorsan da, O seni görüyor." Bu hadîs-i şerîf, pekçok hakîkati içerisine almaktadır.
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel amelleri teşvik etmek için bir sohbetinde şöyle buyurdu: "Farz namazlarınızı vaktinde ve cemâatle kılınız. Sünnetleri terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra kalbinizi hocanıza bağlayınız. Bu esnâda gaflette olursanız, bağı kuramazsınız. Bilhassa sabah namazlarından sonraki güzel amellerinizi terk etmeyin.
Bu Sıddîkiyye yâni Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvet- te şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Bu yolun gâye ve maksadı tâlebeye nefsi terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde, kişide benlik duygusu ga- lebe çalabilir. Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya amellerinizle meşgul olun. Sıddîkiye yolundaki kişiler dünyâ zengini o- lanlara karşı muhtâc olmadıklarını göstermek için, vakarlı davranarak, muhtâc olmadıklarını göstermelidirler. Buna karşılık, kendilerine muhtâc olan ihtiyaç sâhiplerine karşı mütevâzî davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir."
Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdül- vehhâb-ı Şa?rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlar arasındaki anlaş- mazlıkları her iki tarafı üzmeden çözer, iki tarafın da kabul edeceği bir netîceye bağlardı.
Osmanlı pâdişâhı Sultan Selîm Han Mısır´ı zaptettiği zaman, Cumâ namazını Ezher Câmiinde kıldı. Cumâ namazını kıldıran hatîb için yüz altın bağışladı. Bunu önceden öğrenen hatîb, o gün Cumâ namazını kıldırma sırası kendisinde olan diğer hatîb arkadaşından izin almıştı. Nöbetini devreden hatîb, diğer arkadaşının altınlara kavuştuğunu görünce, söylenmeye başladı. O sırada orada bulunan Abdülvehhâb-ı Şa´rânî aralarına girip, nöbetini veren hatîbe; "Üzülme! Allahü teâlâ bunu sana kısmet etmemiş." dedi. O da; "Rızkımın kesilmesine bu arkadaşım sebeb olduğu için kızıyorum." dedi. Abdülvehhâb hazretleri de; "O sebeb oldu görünüyorsa da, aslında sebeb o değildir. Arkadaşın ilâhî kudretin bir âletidir. Âleti kim hareket ettiriyorsa, hüküm onundur. Yoksa âletin değildir. Senin böyle söylemen, sopa ile dövülüp de, sopayı vurana değil sopaya kızan adamın hâline benziyor. Hani sen her Cumâ hutbelerinde; "Vallahi veren de Allahü teâlâdır, alan da. Yükselten de Allahü teâlâdır, alçaltan da..." demez miydin? Şimdi niçin bunun tersine göre hareket ediyorsun?" deyince, o hatîb; "Üstâdım! Huccet ve isbâtlarınla beni susturdun." diyerek oradan ayrıldı.
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelip; "İnsanlarla sohbetin şartı nedir?" diye sordu. "Onlara iyilik etmeden kötülük etme, Onları sevindirmeden üzme!" buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ahmed-i Zer- rûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hakka kavuşmak için yer- yüzünün doğusunu ve batısını gezip dolaştım. Allahü teâlânın rızâsına ermek için, nefsin terbiyesinde bilinen her sebebe yapıştım. Mümkün o- lan her yola başvurdum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için her neye sarıldıysam, beni Allahü teâlâdan uzaklaştırdı. Nihâyet her hususta Alla- hü teâlâya sığındım. Sonunda gördüm ki; sebeplere güvenmemek, mutlak olarak Allahü teâlâya teslim olmak lâzımdır."
Anadolu´yu aydınlatan meşhûr velîlerden Şeyhülislâm Berdeî Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Eğridir´de câmiye giderken pekçok kimseyle karşılaştığı halde, iki-üç kişiye selâm verirdi. Başkalarına selâm vermezdi. Talebelerinden biri acaba neden birkaç kişiden başka kimseye selâm vermiyor diye merak edip kendisine sordu. Talebe bunun sebebini sorunca, Şeyhülislâm Berdeî hazretleri eliyle bu talebenin gözlerini sıvazladı. Sonra da dergâhdan dışarıya gönderdi. Talebe çarşıya çıkınca, insanlardan kimini maymun sûretinde, kimini hınzır, kimini tilki, kimini çakal, kimini kurt, bir kısmını da köpek sûretinde gördü. Hocasının selâm verdiği kimselerden başkasının her birini çeşitli hayvan sûretinde gördü. Sonra hocasının yanına dönüp; "Efendim bu işin hikmetini anladım." dedi. Hocası yine gözlerini sıvazlayarak eski hâline çevirdi.
Bağdât´ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Sâlihlerle sohbette berâber olup, onlarla sohbet ediniz. Onlar, dünyâ hazîneleridir. Onlarla berâber olmak, ebedî saâdetin anahtarıdır."
Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerine sordular ki: "Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?"
Buyurdu ki: "İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu."
Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "İslâm askerleri, hazret-i Ömer´e hitâben: Yâ Emir-el-Müminîn, Allahü teâlâya yemin ederiz ki, biz senden daha doğru sözlü, münâfıklara daha şiddetli ve daha doğru hükmeden bir kimse görmedik. Sen, Resûlullah´dan sonra insanların en hayırlısı- sın." dediler. Hemen bunun üzerine Avf bin Mâlik; "Yanılıyorsunuz. Biz Resûlullah´dan sonra hazret-i Ömer´den daha hayırlı kimseyi gördük. Hazret-i Ömer; "O kimdir yâ Avf!" diye sorunca; "Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh)" diye cevap verdi. Hazret-i Ömer; "Avf doğru söylüyor. Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Bekir misk kokusundan çok daha güzel kokardı. Ben onun derecesinde değilim." buyurdular."
Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün, Halîfe Hârûn Reşîd, Ebû Yûsuf´a; "Beni, Dâvûd´un yanına götür. Onu ziyâret edeceğim. Nasîhat isteyip, duâsını alacağım." dedi. Bunun için kalkıp, Dâvûd´un evine gittiler. İçeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin alamadılar. Annesine ricâ ettiler. Annesi oğluna; "Evlâdım, müsâde et de içeri girsinler." deyince, o; "Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları görünce, dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mâzur gör." dedi. Annesi tekrar ricâ edince, kırmadı; "Ey benim Allah´ım!" Annenin hakkını gözet, zîrâ onun rızâsı benim rızâmdır." buyurduğun için kapıyı açıyorum." dedi. Halîfe Hârûn Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha yaptılar. Hârûn Reşîd´in elini tutunca, onun ellerinin nâzik bir el olduğunu belirtti ve; "Ey Halîfe! Bunca zaman ömür ve saltanat sürdün. İnsanlara hükmettin. Sakın zulme meyletme. Zîrâ hesaptan kurtuluş yoktur." buyurdu.
Dâvûd-i Tâî´nin bu tesirli sohbetini dinleyen halîfe kendinden geçip, göz yaşları döktü. Duâsını istedi. Duâdan sonra bir kese altın verdi ve; "Kendi öz malımdandır ve helâldir, alınız." dedi. Halîfenin hediyesini ve ricâsını kabûl etmeyen Dâvûd-i Tâî; "Size mübârek olsun. Bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Babamdan kalan mal ve mülk satıldığında elime geçen altınlar bize yeter. Rabbim o paralar bittiğinde işimizi bitirip bizi başkalarına muhtaç kılmasın. O kendisine yapılan duâları reddetmez. İzzeti hakkı için kabûl eder." buyurdu.
Hârûn Reşîd ve İmâm-ı Ebû Yûsuf keseyi alıp gittiler. Dâvûd-i Tâî´- nin vekilharcına giderek parasının mikdârını sordular. Vekilharcın bildir- diği mikdârı hesab ettiler. Bu ölçüye göre parası hesap edildiğinde şeyhin vefât edeceği günü buldular. Nakledilir ki hesab edilen gün geldiğinde İmâm-ı Ebû Yûsuf; "Gidin bakın bugün Dâvûd-i Tâî vefât etmiştir." buyurdu. Gidip baktıkları zaman vefât ettiğini öğrendiler. İmâm-ı Ebû Yûsuf onun hakkında; "Duâsı makbûldür. Allahü teâlânın indinde yeri seçilmişlerin yanıdır." buyurdu. Biraz sonra haberci, Dâvûd-i Tâî´nin ölüm haberini getirdi.
Nişâbur´da yetişen velîlerin büyüklerinden Ebû Bekr el-Ferrâ (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Ebrâr kimdir?" diye sorulunca; "Alla- hü teâlâdan çok korkanlardır." buyurdu. İnsanların, günahlarını az da ol- sa çok görmeleri, iyiliklerini çok da olsa az görmeleri gerektiğini bildire- rek; "İyiliklerini gizlemen, kötülüklerini açıklamandan daha makbuldür. Sen böylece kurtuluşa erebilirsin." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün; "Dînin sermayesi nedir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Ârifler, dînin sermâyesinin bâtınî ve zâhirî olmak üzere bir takım esaslar üzerine sözbirliği etmişlerdir. Bunlardan bâtınî olanları; Allahü teâlânın sevgisi, O´ndan uzak kalma korkusu, O´nu görememe endişesi ve O´na ulaşma ümididir. Zâhirî olanlar ise; doğru sözlülük, cömertlik, alçak gönüllülük, başkasına eziyet vermemek, nefsin isteklerine sabırdır." buyurdu.
Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında; "Allahü teâlânın ahkâmını bilmeyen kimse, Allah´ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle mârifetin esâsına erer. Rabbini bilirse, O´nun hükümlerini ve emirlerini bilir ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Allahü teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde bulunma hasletini verir."
"Senin bize ihtiyâcın yok mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muh- tâc iken, size ve sizin gibilere nasıl ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik, dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç olmandır." buyurdular.
Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, O´nun eserlerini, kâinatdaki eşsiz nizâm ve intizâmı, ondaki ince ve yüksek sanatı görüp, Allahü teâlânın büyüklüğü ve yüceliği karşısında hayran olup, hayrette kalan kimsedir."
"Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir."
"Doyması yemekle olan kimse, dâimâ açtır. Zenginliği mal ile olan fakirdir. Çünkü o mal, her zaman elde kalmaz. Allahü teâlâdan yardım istemeyen, başarısızlığa mahkûmdur. İhtiyâcını insanlara arz eden mahrum kalır. Gerçekte bütün ihtiyaçları gideren Allahü teâlâdır. Kullar birbirinin ihtiyaçlarını gidermekte vâsıtadır. Allahü teâlâ, insanlara, birbirinin ihtiyâcını gidermek için güç ve kuvvet vermezse, kimsenin kimseye yardımcı olmaya gücü yetmezdi. Bu bakımdan ihtiyaçları, her şeyin sâhibi ve mâliki Allahü teâlâya arz etmeli. Allahü teâlâ bir işin olmasını dilerse, onun meydana gelmesini temin edecek sebebleri de yaratır."
Endülüs?te ve Mısır?da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü?l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret- leri´nin vücûdunda on iki çeşit hastalık; bâsûr hastalığı, başka hastalıklar ve böbreklerinde taş vardı. Bununla berâber, meclisinde oturur, gelen- lerle sohbet ederdi. Otururken hiçbir zaman ah, of diye inlemezdi. Onda çeşitli hastalıkların bulunduğunu da kimse bilmezdi. Sohbet esnâsında, bedenindeki rahatsızlıkların elem ve şiddetinden dolayı, istemiyerek de olsa yüzü kızarırdı. Ve buyururdu ki: "İnsanlara sohbet etmek için, kendi arzum ile meclis kurup oturmadım. Bilakis teşvik ve tehdid olunup, âdetâ bu iş için zorlandım. Bana: "Eğer İslâmiyet bilgilerini anlatmak için meclis kurup oturmazsan, hîbe ettiğimiz ilimleri geri alırız." denildi. Ben, onun i- çin meclis kurup insanlara sohbet ediyorum. Benim sohbetlerime devâm ediniz! Benden başka bir zâtın sohbetinde bulunmaktan da sizi men et- miyorum. Bu kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız, ona koşunuz!" buyururdular.
Kuzey Afrika´da yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi, tasavvuf yolun- daki dereceleri geçerken kendini hocası gibi görmeye başladı. Neye baksa Şeyhini görüyordu. Bu sebeple Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî´nin sohbetlerine gelmemeye başladı. Bir gün İmâm-ı Şâzilî hazretleri yolda giderken talebesiyle karşılaştı ve; "Canım sen nerede kaldın. Sohbetlere gelmiyorsun!" buyurdu. Talebe; "Efendim, sizinle sözden müstağnî oldum. Yâni her an sizi karşımda görüyorum ve kendimi sizin sûretinizde görüyorum. Sohbetinize gelmeye ihtiyaç duymuyorum." dedi. Bu cevap üzerine Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Çok garib. Eğer iş senin söylediğin gibi olsaydı, hazret-i Ebû Bekr´in Resûlullah efendimizin sohbetlerine gitmemeleri gerekirdi. Eğer sohbetten müstağnî olsaydı, hazret-i Ebû Bekr efendimiz müstağnî olurdu."
Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri insanlara bir sohbeti sırasında; "Alla- hü teâlâ sözlerinde doğru ve işlerinde ihlâslı olana dünyâda yağmur gibi rızık verir. Onu kötülüklerden korur. Âhirette de günahlarını affedip, bağışlar. Ona yakın olur. Cennet´ine koyar ve yüksek derecelere kavuşturur. Kendi kusurlarını ıslâh etmek istersen, insanların kusûrlarını araştırma. Çünkü hüsn-i zân, îmân şûbelerinden olduğu gibi, insanların ayıp- larını araştırmak da münâfıklıktandır. Kıyâmet günü, yol gösteren nûr içinde haşrolunup karanlıktan korunmak istersen Allahü teâlânın hiç bir mahlûkuna zulmetme." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zulmet; nefsin askeri ordusu olduğu gibi, nûr da kalblerin askeridir. Allahü teâlâ bir kuluna yardım etmek isteyince, nûr askerleri ile imdâd edip, zulmetten onu uzak eder."
Yine buyurdular ki: "Bu vücûd binâsının direğini yıkmamak ve iyiliklerini atmamak lâzımdır. Devamlı olan âhireti, geçici olan dünyâdan daha çok seven, akıllıdır. Nûru parlar, müjdeleri görünür. Böylece o, bu dünyâya kızarak yüzünü bundan çevirir. Bu dünyâya iltifât etmez, gönül vermez. Dünyâyı vatan ve mesken edinmez."
Anadolu velîlerinden Kemal Ümmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin şiirlerinden biri:
Bakın iy cân ü dil gözün açanlar
Beka mülki fenâ ilden seçenler
Kanı şol dünyâya mağrûr olanlar
Kanı şol menzile konup göçenler
Kanı şol illeri bizüm diyenler
Kanı şol yerleri eküp biçenler
Kanı şol kal´alar burçlar yapanlar
Kanı anda durup yiyüp içenler
Kanı şol cem´ olup tez dagılanlar
Kanı şol şem´ olup yanup tütenler
Kanı şol işret idüp raks uranlar
Kanı şol başlara saçu saçanlar
Kanı şol baş oluban kim sananlar
Kamu halkın hakkın yiyüp içenler
Kemâl Ümmî sen ol Hak´dan yana kaç
Kaçan kurtulur ölümden kaçanlar
Bu tuzakda tutulmaz dane içün
Safâ şevkiyle uçmağa kaçanlar