- Sohbet- Tevhid- Ölüm

Adsense kodları


Sohbet- Tevhid- Ölüm

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
derya
Wed 13 January 2010, 03:44 pm GMT +0200
SOHBET-TEVHİD-ÖLÜM

Ebu Bekir Sıddîk´in Hz. Peygamber´in arkadaşı olduğu bu âyetle sabittir. Hakk Sübahnehu ve Taâlâ Hz. Peygamber´in arkadaşı hakkında müşfik olduğunu beyan etmek için arkadaşına: «Mahzun olma, Allah bizimledir, diyordu» buyurmuştur (146).

O halde mert ve asil olan bir kimse, arkadaşlık yaptığı kimselere şefkatle muamele eder.
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurdu: «Dost ve ahbaplarıma acaba ne zaman kavuşacağım?» Ashap sordu: Ya Resûlallah, anamız ve babamız sana feda olsun, biz dostlarınız değil miyiz? Resûlüllah (s.a.) buyurdu: «Sizler ashabımsınız, ahbaplarım ise beni görmeden bana inananlardır, ben onları pek çok özlüyorum».

Sohbet üç kısımdır. Üst (mafevk) olanlarla arkadaşlık. Aslında bu sohbet değil, hizmettir. Ast (mâdün) olanlarla arkadaşlık. Bunda metbû olanın tâbi olana şefkat ve merhametle; tâbi olanın da metbû olana hürmet ve itaatle muamele etmesi icap eder. (Büyükten sevgi, küçükten saygı). Emsal ve akran olanların yekdiğeri ile arkadaşlık etmeleri. Bu nevi arkadaşlık isâr ve fütüvvet (diğergamlık) esası üzerine kurulur. (Yaş bakımından değil) rütbe bakımından kendinden üstün olanla sohbet eden kimsenin edebi şudur: Üst olan zata itiraz etmeyi terketmek, ondan zuhur eden şeyleri güzel bir şekilde değerlendirmek, hallerini inanç ve tasdik ile karşılamaktır.

Sohbet bahsini krş: Lama, s. 176; Keşfu´l-mahcûb, s. 432, 439; Kûtu´l-kulûb, II, 442; İhya, II, 154.

146. Sohbet, arkadaşlık, musahiplik, dostluk, ahbaplık,, yoldaşlık ve müritlik mânasına gelir.
Burada sohbetten maksat sırf Allah için kurulan dostluk ve dava arkadaşlığı (es-Sohbetu fillah, el-Uhuvvetu lillâh) dır. Bazı sohbetler İlaç gibi (şeyh ile olan sohbet gibi), bazıları gıda gibi (din kardeşi ile olan sohbet) bazıları mikrop gibidir (fasık ve facirlerle olan sohbet), bazıları zehir gibidir, (küffar, mülhid, zındıklarla olan sohbet). Bu eserde «sohbet etti» veya «sâhib» seklinde geçen tâbirler ekseriya müritlik mânasına gelir. Bu bahis; mürit, sâlik ve talip olanların şeyh, âlim ve sâlih kişilerle olan münasebeti hakkında olup, büyük-küçük, hoca-talebe, şeyh-mürit münasebeti bahiskonusu edilmektedir.

Arkadaşın bir kusur işlediğinde uyarmazsan, onun arkadaşlığına ihanet etmiş olursun. Bunun için Ebu Hayr Tınânî, Cafer b. Muhammed b. Nusayr´a şöyle yazmıştı: «Fakirlerin (ve dervişlerin) cahil kalmalarının vebali size aittir. Çünkü siz kendinizi tedip ve terbiye ile meşgul oldunuz, onlar da böyle cahil kalmış oldular».

Kendi derecende olanlarla arkadaşlık yapmanın yolu, arkadaşlarının ayıplarını görmemezlikten gelmek (teâmî), onlardan zuhur eden şeyleri mümkün olduğu kadar güzel bir şekilde te´vil etmek, te´vil edemediğin zaman da (arkadaşını değil) kendini itham etmek ve sürekli olarak kınamaktır.

Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Ahmed b. Ebu´l-Havâri, şeyhi Ebu Süleyman Daranî´ye: Falan zatın gönlümde hiç^ mevki ve değeri yok; adamdan hoşlanmıyorum, dedi. Ebu Süleyman dedi ki: Bu zattan benim kalbim de hoşlanmıyor. Fakat, ey Ahmed, bu belki de bizdendir. (Nefislerimizin vesvesesi ve desisesidir). Salih insanlardan değiliz de onun için onları sevmiyoruz», (Lâkin sevmeye çalışmalıyız).

Derler ki: Adamın biri İbrahim b. Edhem´e arkadaş olmuştu. Ondan ayrılacağı zaman: Şayet bir ayıp ve kusur gördüysen beni uyar, dedi. İbrahim b. Edhem: «Sende ne bir ayıp, ne de bir kusur gördüm. Çünkü sana sevgi gözü ile baktım. Onun için sende gördüğüm her şey hoşuma gitti, ayıplarını başkasından öğren dedi...»

Şu şiir bu makamda okunur:
«Sevgi ve rızâ gözü hiç bir kusuru göremez, fakat kin ve nefret gözü bütün kirli çamaşırları ortaya serer».

İbrahim b. Şeybân´ın şöyle dediği hikâye edilir: «Biz ´nalinim´ diyenlerle arkadaşlık etmezdik». (Çünkü ayakkabım, ekmeğim, param v.s. gibi sözler mülkiyet, istihkak ve ihtihsas iddiasıdır. Halbuki sûfî hiç bir şeyi kendisine izafe etmez, her şeyi müşterektir).

Ebu Hâtem Sûfi´nin Ebu Nasr Serrac´dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Cüneyd´in üstadlarından olan Ebu Ahmed Kelanisi diyor ki: Basra´da bir taife ile arkadaşlık etmiş ve ikramlarına mazhar olmuştum. Bunlardan birine bir kere: Kuşağım nerede?, dedim. Bunun üzerine hepsinin gözünden düştüm». (Sûfiler eşyanın kendilerine mahsus olduğunu imâ eden ifadeler kullanmazlardı. Elbise, derler elbisem demezlerdi.

diğerinin ve bu taifeye mahabbeti olanların mallarını yerlerdi, malı olmayanlar, zaruret miktarı, fakat teklifsiz olarak malı olanlardan faydalanırdı). Bu faydalanma konusunda verâ´ ve takva sahibi olmayanlar katıksız haram yemiş olurlar».

Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işittim: «Adamın biri Sehl b. Abdullah´a: Ey Sehl, seninle dost olmak istiyorum, dedi. Sehl: Olur, ama ikimizden birimiz ölürsek geriye kalan kimle arkadaş olacak? diye sordu. Adam: Allah ile, dedi. Sehl: O halde şimdi Allah ile dost olsana! (Biraz uluvvi himmet sahibi ol!) dedi».

Adamın biri, bir adamla arkadaşlık yaptı, sonra iki arkadaştan biri öbüründen ayrılmak kararı aldı ve arkadaşından izin istedi. Arkadaşı, bizden daha üstün olan kimselerle arkadaşlık yapman şartı ile, hatta bizden üstün olanlarla da arkadaş olmaman şartiyle ayrılabilirsin, çünkü önce bizimle arkadaşlık yapmış bulunuyorsun, dedi. (Zira bizden aşağı olan biri ile arkadaş olursan onu beğenmezsin, bizden üstün birisi ile arkadaş olursan bu eski dostluğa vefa esasına uymaz, bizim için iyi düşünmezsin). Adam diyor ki: Bu söz üzerine kalbimden ayrılma isteği gitti.

Kettâni diyor ki: «Adamın biri bana arkadaş oldu, fakat arkadaşlığı bana ağır geliyor ve sıkıntı veriyordu. (Bunun sebebini de bilemiyordum). Kalbimdeki ağır bulma hali yok olsun diye ´Hediyeleşiniz, yakınlaşırsınız´, hadisine uyarak adama hediye verdim, fakat bu his zail olmadı. Adamı aldım, evime götürdüm ve ayağını yanağıma bas ki, kalbimdeki duygular yok olsun, dedim. Adam: Olmaz, yapamam, dediyse de ben ısrar ettim. Nihayet isteğimi yaptı. Allah kalbimdeki duyguyu yok edip kaldırana kadar adamın ayağını yanağımdan kaldırmamasını temin etmeye azmetmiştim. Nihayet kalbimdeki (nefret) hissi zail oldu. Adama: Artık ayağını kaldırabilirsin dedim». (Nefs-i levvâme, kendini bu şekilde yeren e kınayan nefstir).

İbrahim b. Edhem hasat işinde çalışır, bağ bekçiliği yapar ve fan gibi işlerden kazandığı parayı arkadaşlarına harcardı. Derler ki: İbrahim b. Edhem arkadaşlarından bir toplulukla bulunurken kendi eliyle onlar istirahatte iken ekmek yaptı. Arkadaşları uyanınca İbrahim´in yanağını ve yüzünü toprağa koyarak ateşe üflerken gördüler ve: Bu ne böyle? diye sordular. «Galiba, iftar yapacak bir şey bulamadınız da ondan uyudunuz, dedim. Onun için uyanacağınız zamana kadar ekmeği yetiştirmek istemiştim», dedi. Arkadaşları birbirinin yüzüne bakarak: «Bakın biz ona ne yaptık, o bize nasıl muamele etti» dediler.

Derler ki: İbrahim b. Edhem´e biri arkadaş olmak istese, ona üç şart koşardı: «Ben hizmet edeceğim, ezanı ben okuyacağım, arkadaşların ellerine geçen ve Allah tarafından ihsan edilen dünyalık üzerinde onların tasarruf etmeleri gibi tasarrufta bulunacağım». Bir gün dostlarından biri: Benim buna gücüm yetmez, dedi. İbrahim: «Samimi itirafın çok hoşuma gitti», diye mukabele etti. (O bu hareketiyle çevresindekileri denerdi).

Yusuf b. Hüseyn, Zunnûn´a kimlerle arkadaşlık yapayım? diye sorduğunda: «O kimselerle ki, Allah Taâlâ´nın sende mevcut olduğunu bildiği şeyi, kendilerinden gizlemeye ihtiyaç duymayasın», şeklinde cevap aldı.

Sehl b. Abdullah bir adama dedi ki: «Eğer yırtıcı hayvanlardan korkanlardan isen, bana arkadaş olma», (sadece Allah´tan kork, cesur ol).

Bişr b. Haris Hafi, «Şerli insanlarla arkadaşlık yapmak hayırlı insanlara kötü zanda bulunmaya sebep olur», demiştir. (Hayırlı insanlarla arkadaş olmak ise şerli kimseler hakkında hüsnüzan sahibi olma neticesini doğurur. Şunu da bilesin ki, Allah âhirette niye kullarıma sûizanda bulundun? diye sormayacaktır).

Cüneyd´den hikâye edilir ki: Ebu Hafs Bağdat´a geldiği zaman vanında hiç bir şey konuşmayan dazlak bir adam vardı. Cüneyd diyor ki: «Ebu Hafs´ın arkadaşlarına bu adamın halini sordum, şöyle dediler: Bu adam (konuşma müsaadesi almak için) Ebu Hafs ve arkadaşlarına bin dirhem harcadı, sonra bin dirhem daha borç alarak onlara Ebu Hafsın müridlerinden biri ona itaatta tüm gücünü harcadı. Fakat yine de Ebu Hafs, bir harf söylemek için dahi ona ruhsat vermedi-. (Onu susma cezası ile cezalandırdı).
kimse tarafından yetiştirilmiyen ve kendi kendine biten ağaçlar yaprak açar, lâkin meyva vermez (yani maksat hasıl olmaz). Tıpkı bunun gibi kendisinden edep ve terbiye öğrenilen bir üstada sahip olmayan bir müritten de hayır gelmez».

Üstad Ebu Ali der ki: «Ben bu tasavvuf yolunu Nasrabâzi´den, Nasrabâzî Şibli´den, Şibli Cüneyd´den, Cüneyd Seri´den, Seri Maruf Kerhî´den, Maruf Kerhî Davud Tâi´den almıştır. Davud Tâî ise tabiinden olan birçok zevatla görüşmüştür».

Üstad Ebu Ali der ki: «Şeyhim Nasrabâzî´nin meclisine varmadan ve huzuruna çıkmadan önce behemehal guslederdim». (Ruh temizliği kadar beden temizliğine de riayet ederdim).
Üstad Kuşeyri der ki: Aynı şekilde ben de sülûkümün başında üstad Ebu Ali´nin huzuruna mutlaka oruçlu ve gusletmiş olarak çıkardım. Defalarca medresenin kapısına kadar vardığım halde kalbimde duyduğum heybetten dolayı içeriye girmeden geri dönerdim, cesaret edip medreseye girdiğim zaman da medresenin orta yerine ulaştığım vakit uyuşukluğa benzeyen bir hal arız olurdu bana. O kadar ki, iğne batırılsa belki de hissetmiyecektim. Sonra arzedecek bir müşkilim için huzurunda oturduğum zaman meseleyi lisanımla ifade etmek ihtiyacını duymazdım. Ben oturur oturmaz, o sormak istediğim meseleyi izah etmeye başlardı. Bu hâlin kendisinden zuhur ettiğini defalarca gözümle görmüştüm. Nice defalar: «Allah benim zamanımda halka bir peygamber gönderseydi, acaba bu zat için (r.a.) kalbimde duyduğum haşmet ve heybetten daha fazlasını, ona duymak benim için mümkün olur mu idi?» diye kendi kendime düşünürdüm. Bunun mümkün olabileceğini tasavvur dahi edemezdim. Uzun müddet meclisinde bulunmuş ve sonra onun vuslatına da ermiş olduğum halde bir kere bile olsa ona itiraz etmek ne kalbime gelmiştir, ne de aklımdan geçmiştir. O, dünyadan ayrılana kadar bu hal böyle devam etmişti.

Muhammed b. Nadr Hârisî´den: Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri Hz. Musa´ya şöyle vahyetti: «Uyanık ol, kendine dost ara, Yüce Allah kendisine aşık olanları Allah ile sohbet etme mertebesine vasıl eylesin».

Tevhid

Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardı. Tevhid hariç işe yarar hiç hayırlı bir ameli yoktu. bir gün ailesine dedi ki: Ben öldüğüm zaman naşımı yakınız, kemiklerimi havanda döverek toz ediniz. Sonra rüzgârlı bir günde bu tozun yarısını karaya, yarısını denize atınız. Vasiyet yerine getirildi. Aziz ve Celil olan Allah rüzgâra: ´Dağıttığın tozları topla´, buyurdu. Rüzgâr tozları topladı, huzûr-i ilâhiye getirdi. Hakk Taâlâ adama: Neden böyle hareket ettin? diye sordu. Adam da: Senden haya ettiğim için ya Rab, diye cevap verdi» (147).

Tevhid; Allah birdir, diye hükmetmektir. Bir şey birdir diyebilmek de tevhiddir. Birini şecaata nisbet ettiğin zaman ´onu teşcî ettim´, denildiği gibi, birini tek olmakla vasfettiğin zaman da ´onu tevhîd ettim´, dersin, denilmiştir (148).

«Ferede» (ferd. ve tek oldu) den O «fârid», «ferd» ve «ferid»dir denildiği gibi, lügat itibariyle vahade ve yehadü´den O «vâhid», «vahd» ve «vahid»dir de denilir.

Ahad kelimesinin aslı vahd kelimesidir. Vav hemzeye kalbedi-lince ahad olmuştur. Meftûh olan vav bazan hemzeye dönüşür. Meselâ güzel kadın demek için «imreetün esma» denir. Burada esma vasmâ mânasını ifade eder ve visâmet kökünden gelir.

Tevhid bahsini krş: Lama, s. 28, 348; Ta´arruf, s. 33; Keşfu´I-mahcfib, s. 356; Kûtu´l-kulûb, II,

168; İhya, IV, 238.
147. Buharî, Enbiya, 54; Müslim, Tevbe, 4; İbn Hanbel, II, 4.
148. Tevhid, Allah´ın vahdaniyetine, bir, tek ve eşsiz oluşuna inanmak demektir. Risâle´nin baş tarafında tevhid konusu izah edildiği gibi, ilerde marifet bahsinde de bu meseleye temas edilecektir. Buradaki tevhid. tevhid-i sûfiye adı verilen tasavvufi tevhiddir.

Hakk Sübhanehu ve Taâlâ ise Ahadiyyuzzatt´tır (terkip kabul etmez, lâ yetecezzâ´dır, vaz´ ve ref´den uzaktır). Halbuki hâmil bir cümlenin (yani içinde birçok parça ve fert bulunan bir bütüne ad olan) isimde durum bunun tersinedir. (Meselâ insan kelimesi hayvan ve nâtık gibi cinse ve nev´e ait vasıflara delâlet ettiği gibi, baş, göz, el, ayak gibi parçalara da delâlet eder ve buna rağmen ´vâhid insan´ sözü doğrudur).

Tahkik ehli olan ve hakikate âşinâ bulunanlardan bazıları vâhid kelimesinin mânasını şöyle izah ederler: Vâhid, zattan taksimi (bölünebilir olmayı), zat ve sıfattan teşbihi nefy ve reddetmek, Hakk Taâlâ´nın fiil ve eserlerinde ortağı bulunduğunu inkâr etmektir. (O zatı sıfatı, fiil ve eseri itibariyle hiç bir şeye benzemez).

Üç nevi tevhid vardır: Birincisi: Hakk´ın Hakk için tevhidi. Allah Taâlâ´nın kendisinin bir olduğunu bilmesi ve: Ben vahidim, diye haber vermesidir.
ikincisi: Hakk Taâlâ´nın halk için olan tevhidi Allah Taâlâ´nın ´kul muvahhiddir´, diye hükmetmesi ve kulunun tevhidini yaratmasıdır.

Üçüncüsü: Halkın Hakk Taâlâ için tevhidi: Kulun Aziz ve Celil olan Allah birdir, diyebilmesi, onun bir olduğuna hükmetmesi, vâhid olduğunu haber vermesidir.
Kısa ve öz olarak tevhidin mâna ve tarifi budur. Tevhid hakkındaki şeylerin ibare, ifade ve tarifleri muhteliftir.

Tevhid nedir? sorusuna Zunnûn şöyle cevap vermişti: «Tevhid, Allah Taâlâ´nın kudreti tabii bir şekilde (natüralizm) olmaksızın eşyanın içindedir. O eşyayı vasıtasız ve illetsiz olarak yaratmıştır, her şeyin var oluşunun illeti ve sebebi onun yaratıcılığı ve iradesidir. Yaratıcılığının ve irâdesinin bir illeti ve sebebi yoktur. Ne tasavvur edersen et, aklına hangi suret gelirse gelsin Allah o değildir, onun zıttıdır, diye bilmendir».

Cerîrî, «Tevhid ilmi için tevhid dilinden başka bir ifade vasıtası yoktur». (Tevhidi yaşayanlar anlatabilir), demiştir.

Cüneyd: Tevhid nedir? sorusuna şu cevabı vermişti: «Ahadiyyetindeki kemâl ile beraber vâhidiyyetini tahkik için Muvahhad´ı ferd.

Cüneyd: Tevhid nedir? sorusuna şu cevabı vermişti: «İçinde her nevi eser ve şeklin izmihlale uğradığı bir mânadır, bu mânada bütün bilgiler mahvolur. Neticede Allah Taâlâ ezelde olduğu gibi olur». (Kul tevhid hâli içinde eser ve şekil göremez, ilimleri, menşei olan Allah´tan görür, Allah´ı ezelde olduğu gibi müşahede eder; o var, başka şey yoktur, diyebilir).

Husrî, «Tevhid bahsinde beş esasımız vardır: Hadesi ref etmek (Allah´tan başkasına bir şey nisbet etmemek, mâsivâdan yüz çevirmek) , kıdemi ferd haline getirmek, (sadece Allah ile meşgul olmak, ibadeti ve irâdeyi ona hasretmek), dostları terketmek, (daha üstün olan makamları elde etmek için makam ve) vatandan ayrılmak, bilinen ve bilinmeyen şeyleri unutmak» (Allah hakkımda iyi olanı yapar, diye bilgiyi unutmak), demiştir.

Mansur b. Halef Mağribi´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Bağdat´ta Mansur camiinin avlusunda idim. Husrî tevhid konusunda konuşmakta idi. Semâya doğru çıkan iki melek gördüm, bunlardan birinin diğerine: Şu adamın anlattığı şey tevhid ilmidir. Halbuki tevhid (hâli) bundan başkadır, dediğini işitmiştim. Bu sırada ben uyku ile uyanıklık arasında idim».

Fâris, «Tevhid, hâl galip olunca vasıtaları ortadan kaldırmak, ahkâm (ve sahv) zamanında vasıtalara dönmektir. Şüphe yok ki, işlenen iyi ameller ezelde takdir edilen şekavet ve saadetle ilgili kısmeti değiştirmez» demişti.

Muhammed b. Hüseyn´in Ebu Bekr b. Şâzân´dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Şiblî der ki: Hakikatte tevhid muvahhad (Allah) ın sıfatıdır, şeklen ise muvahhid (insan) in zinetidir».

Cüneyd´e havassın tevhidi sorulmuş, o da şöyle cevap vermişti: «Kulun Allah Taâlâ´nın huzurunda bir hayalet ve karaltı gibi olması, ilâhî kudretin ahkâmının mecrasında Allah´ın tedbir ve tasarrufunun üzerinde câri olması, bu hâl içinde tevhid deryasının dalgaları arasında boğulması, böylece nefsinden, halkın onu kendi işleri için davet etmelerinden ve buna cevap vermekten (gafil, ve) fâni olması, bu fenanın Hakk´a yakınlık (kurb) makamında Allah ın huzurunda olabilmesidir. o hale geldi mi tevhidi elde eder).

Buşenci, «Tevhid nedir? sorusuna: Allah´ın zatında teşbih yoktur, sıfatları nefy ve inkâr edilemez», demiştir.

Sehl b. Abdullah´a, Aziz ve Celil olan Allah Taâlâ´nın zatından sorulmuş. O da demiş ki: «Allah Taâlâ´nın zatı ilimle tavsif edilmiştir. (Allah âlimdir, denilmiştir). İhata yolu ile künhü ve hakikati idrak edilemez. Dünya yurdunda gözle görülemez, hulul, ihata, had ve tarif bahiskonusu olmadan imanın hakikati (ve kalbin tasdiki) ile mevcuttur. Âhirette gözler onu mülkünde ve kudretinde zuhur etmiş olarak görecektir. Halk onun zatının künhünü idrâk etmekten mahcup (perdelenmiş) kalmıştır. Halk Hakk´ı âyet ve delillerle bilmektedir, kalpler onu tanır, fakat akıllar onu idrâk edemez, ihata ve sonunu idrâk bahis mevzuu olmaksızın mümin ona gözle bakar».

Cüneyd diyor ki: «Tevhid konusunda söylenen en şerefli söz Hz. Ebu Bekir (r.a.) in şu cümlesidir: Teşbih ve tenzih ederim O Allah´ı ki, kendisini tanımaktan âciz olma yolu müstesna, halkın kendisini tanımaları için bütün yolları kapatmıştır».

Üstad Kuşeyrî der ki: Sıddîk (r.a.) ın muradı O tanınamaz, demek değildir. Çünkü hakikat ehline göre burada yok olan değil, var olan marifetten acz bahis konusudur. Meselâ; kötürüm oturmaktan âcizdir, çünkü oturmak yapabileceği bir iş ve çalışarak elde edeceği bir şey değildir. Halbuki oturma fiili kendisinde mevcuttur. Marifetin mevcudiyeti zaruri bir şeydir. Sûfîler taifesine göre Allah Taâlâ ile ilgili marifet nihayet itibariyle zaruridir. Başlangıçtaki kesbi marifet de hakiki bir marifet olmakla beraber, zaruri marifete nazaran Hz. Sıddîk (r.a.) bunu bir şey saymamıştır. Başlangıç hâlindeki kesbî marifet sabahleyin güneş doğup ışıklarını her tarafa yaydığı zaman ortada kalan lamba gibi (hükümsüz) dir hal alır.

Cüneyd şöyle der: «Sûfîlere mahsus olan tevhid şudur: Kadim olanı hadis olandan ayırdetmek, vatandan çıkmak (maddî ve manevî mesken, makam, mevki ve hâllerden ayrılmak) nefsin sevdiği ve düşkün olduğu şeylerden alâkayı kesmek, malumu ve meçhulü terketmek, bunların hepsinin yerine Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı ikame etmek».

Cüneyd, «Yirmi senedir ki tevhid ilminin yaygısı dürülmüştür, halk bu serginin kenarlarında konuşmaktadır» (Hakk tevhid ilminin incelikleri ve tevhid hâli üzerine değil, tevhidin zahiri ve sözü üzerinde durmaktadır), demiştir.

- Adamın biri Hüseyn b. Mansur´un huzurunda durdu ve: Sûfilerin işaret ettikleri Hakk kimdir? dedi. Hallaç şöyle cevap verdi: «Her şeyin illeti olan, fakat kendisinin illeti bulunmayan, her şeyi ihdas eden, fakat hiç bir şey tarafından ihdas edilmeyen varlık».

Şiblî, «Tevhidin bir zerresine vâkıf olan, o kadar büyük bir yükün altına girmiş olur ki, bir sineği bile taşıyamayacak kadar zayıflamış olur» demiştir.

Şibli´ye (şeriat dili ile değil) mücerred olan Hakk´in lisanı ile mücerred ve hâlis tevhidin ne olduğunu bize haber ver, diye sorulmuş. O da şöyle cevap vermişti: «Yazık sana! (Tevhidin künhü hiç bilinir mi?) Tevhid nedir? sorusuna ibare ve sözle cevap veren mülhiddir, bu soruya işaretle cevap veren senevi (hayır ve şer tanrısına inanan) dir. (Zira bir müşir, bir de müşarün ileyh kabul etmiştir, benliğini yok etmemiştir). Bu soruya imâ ile cevap veren putperesttir, (zira ona cihet izafe etmiştir). Bu soruya cevap vermek için konuşan gafildir. Bu soruya cevap vermeyip susan cahildir. Vâsıl olduğunu vehmeden bir kimse hiç bir şey tahsil edememiştir. Kendini O´na yakın gören aslında O´ndan uzaktır. Tevhidi elde ettiğine inanarak sevincinden vecd hâli gösteren (tevâcüd) kimse aslında Allah´ı kaybetmiştir. En mükemmel mânada olmak üzere aklınızla idrâk ettiğiniz, vehminizde ve muhayyilenizde tasavvur ettiğiniz, her şey Hakk´a ait olmaktan uzaktır, bunlar geri çevrilir, size reddedilir. Bu idrâk ve tasavvurlar sizin gibi hadis ve mahluktur». (Tevhid-i hâli ve hakiki için söylenecek söz budur, Allah´ın künhü ve zatı hakkında hiç bir şey söylenemez).

Yusuf b. Hüseyn diyor ki: «Havassın tevhidi sır, vecd ve kalp iledir. (Söz ve hareketle değil). Bu halde kul sanki Allah Taâlâ´nın huzurunda imiş gibi ilâhî tedbir´ve tasarrufların, rabbani kudretin hükümlerinin üzerinde cereyan ettiğini, bu durumda iken hissini kaybederek, nefsinden fâni olarak tevhid denizinde müstağrak bir Tevhid izafet ve mülkiyet ifade eden «ya» harflerini (ve ben zamirini) iskat ederek, «benim için, benim ile, benden ve bana» (lî, bi, minni, ileyke) dememektir, denilmiştir.
Ebu Bekir Tamestânî´ye: Tevhid nedir? diye sorulmuş. O da: «Şu üç şey: Tevhid, Muvahhad ve Muvahhid», demiştir.

Rüveym, «Tevhid, beşeri eserleri mahvetmek ve ulûhiyyetten tecerrüd etmektir». (Kalpten beşeri arzuları silmek ve saf olarak Hakk´ın irâdesini kalbe hâkim kılmaktır. Nefsin ulûhiyet davasında bulunmasına engel olmaktır), demiştir.

ömrünün son demlerinde hastalığı şiddetlenince üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini duyardım: «Hüküm (ölüm) zamanında tevhidi muhafaza etmek teyid alâmetlerindendir». Üstad sonra sanki bu sözünü tefsir ediyormuş gibi içinde bulunduğu hâle işaret ederek şöyle dedi: «O hükmünü infaz için kudret makası ile seni kesecek, parça parça edecek, fakat sen O´na hamd ve şükür edeceksin!»

Şibli, «Tevhide bir şekil ve suret veren tevhidin kokusunu bile koklamamıştır», demiştir.
Ebu Said Harraz şöyle der: «Tevhid ilmini bulan ve bununla muttasıf olanın ilk makamı, kalbinden eşyaya ait fikir ve zikrin yok olması, Aziz ve Celil olan Allah´ın kalpte münferid olarak kalmasıdır» .
Şibli, adamın birine sordu: «Niçin tevhidinde sıhhat yok, biliyor musun?» Adam: Hayır, bilmiyorum, dedi. Şibli: «Çünkü sen O´nu kendinle arıyorsun», (Hakk´ı Hakk ile ara) dedi.

İbn Atâ, «Tevhidin alâmeti tevhidi unutmaktır. Bu ise kalpte tek (vahid) olan Hakk´ın kâim olmasıdır», demiştir.

Şöyle derler: Bazı kimseler vardır ki, Allah´ın fiillerinin tecellilerini mükâşefe ve müşahede makâmındadır. Bunlar hadis olan şeyleri Allah Taâlâ ile görürler. Bazıları hakikatin tecellilerini müşahede makâmındadır. Bunlar mâsivâyı hissetmezler, zahirleri tefrika vasfı ile bulunduğu halde cem hâlini sırren ve sır ile müşahede ederler.

Cüneyd´e tevhidden soruldu, o da: «Birinin şu şiiri ve şarkıyı anlamasıdır.
kalbimde cereyan eder.

Bu şiiri dinleyen adam: Kur´an ve hadis yok mu oldu ki, tevhidi şiirle anlatıyorsun? dedi. Cüneyd şöyle dedi: «Hayır ama arif olan muvahhid en aşağı ve en basit hitaptan tevhidin en âlâsını alan ve anlayabilen kimsedir».

Ölüm

Ulu ve Yüce Allah: «O kimseler ki, melekler onları gayet hoş bir şekilde vefat ettirir». (Nahl, 14/32) buyurmuştur. Yani ruhlarını rahat, hoş ve rızâ hâli içinde teslim ederler, Mevlâya dönüşleri onlara zor ve ağır gelmez.

Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki kul ölüm sancıları içinde kıvranır, can verme sarhoşlukları ve ızdırabı ile pençeleşir. O zaman mafsallar birbirine selâm vererek şöyle vedalaşırlar: Sana selâm olsun, artık kıyamet gününe kadar sen benden, ben senden ayrılıyoruz!» (149).
«Resûlüllah (s.a.) bir gün can veren bir genci ziyaret etmiş ve: «Kendini nasıl buluyorsun?» diye sormuş. Genç de: Allah Taâlâ´dan ümidim var, fakat günahlarımdan korkuyorum, demişti. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardı: «Bu makamda mümin bir kulun kalbinde zıt iki şey birleşmez, kalbe yekdiğerine zıt iki şey gelince Allah ümit edileni verir, korkulandan emin kılar» (150).
Bil ki, süfi ve velilerin ruh teslim etme zamanındaki hâlleri muhteliftir. Bazı evliya üzerinde heybet hâli, bazılarında ise ümit hâli galip olur. Bazı sûfilere ise bu durumda öyle şeyler gösterilir ki; bu, sükûn ve güzel bir güven hissi içinde olmalarını icabettirir. Ebu Muhammed Cerîri´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Ruhunu teslim ettiği zaman Cüneyd´in yanında bulunuyordum: Nevruza
ölüm bahsini krş: Lunıa, s. 209; Ta´arruf, s. 177; ihya, IV. 433.

149. Iraki, îhyâ kenarı, IV, 448; Tenzih, II, 375.
150. Tirmizî. cnaiz, 11: Îbn Mâce, ZÜhd, 31.

Ruhunu teslim ettiği gece Şiblî´nin yanında bulunmuştum. Bütün gece boyunca şu iki beyti okumuştu: Bir ev ki içinde sen varsın, o evin lambaya ihtiyacı yoktur, (kıyamet günü) halk çeşitli deliller getirdikleri zaman bizim hüccetimiz temaşa etmeyi ümit ettiğimiz cemalin olacak».

Hamdün Kassar, dostlarına ve müritlerine ölüm halinde kendisini kadınlar arasında bırakmamalarını vasiyet etmişti. (Kadınların feryad ve figanlarından hâlim teşvişe uğrar, diye endişelenmişti).
Can çekişen Bişr Hafi´ye: Ey Bişr, hayatı seviyor gibisin, denilmiş. O da: «Aziz ve Celil olan Allah´ın huzuruna çıkmak cidden çok çetin oluyor», diye cevap vermişti.

Sefere çıkmak üzere olan Sufyan Sevri´nin dostları kendisine gelir: Bir hizmetiniz ve emriniz var mı? diye sorarlar. O da: «Eğer ölümü bulursanız benim için satın alın, (çünkü ben sevgilimin vuslatını özledim) derdi», öleceği zaman yaklaşınca: «ölümü temenni ediyorduk, ama zor bir şey imiş», demişti.
Derler ki: Hz. Ali´nin oğlu Hz. Hasan ölüm zamanı yaklaşınca ağlamaya başlamıştı. Neden ağlıyorsun? diye sorulunca: «Görmediğim Efendimin huzuruna çıkıyorum» demişti.

Hz. Bilal´in vefatı yaklaştığında karisi: Vah vah! Ne kadar mahzunum, demiş. Hz. Bilal ise: «Oh, oh! Ne kadar neşeliyim, yarın dostlarıma; Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım», demişti.
Derler ki, vefat edeceği zaman Abdullah b. Mübarek gözlerini açmış, gülmüş ve: «Amel edenler bunun gibisini elde etmek için amel etsinler», demişti (Sâffât, 37/61).

Derler ki: Şamlı Mekhûl´un üzerinde hüzün hâli galip idi. öleceği sırada yanına gelen ziyaretçiler, güldüğünü görünce sebebini sordular. Şöyle dedi: «Neden gülmeyeyim ki, sakındığım ve çekindiğim (dünya, şeytan, nefis) den ayrılma zamanı yaklaşmıştır, ümidim ve emelim olan (sevgilim) in huzuruna hızla çıkmak üzereyim» .

Ruveym diyor ki: «Vefat etmek üzere bulunan Ebu Said Har-raz´ın yanında bulunmuştum. Son nefesinde şöyle diyordu: Ariflerin kalp ve ruhlarının inlemeleri O´nu zikr içindir. (Sır ve ruhlara ait olan münacaat zamanını hatırlamaları O´nun içindir. Kendilerine buradaki ömürlerinin sonunda sevgililerinin yanında konaklamakta, maşuklarının didârına vâsıl olmakta ve katlandıkları sıkıntı ve zorluklara iltifat etmemektedirler». (Mevlâ´larının didârını görmeyi düşündükleri için ölüm acısını hissetmemektedirler).
Cüneyd´e soruldu: Ebu Said Harraz ölümü sırasında sık sık vecd hâli göstermekte idi, buna ne dersiniz? Şöyle dedi: «İştiyakından ruhu uçsaydı bunda bile şaşılacak bir şey olmazdı» dedi.

ölüm zamanı yaklaşan bir sûfî yanındaki hizmetçiye: Ey gu-lam, beni bağla ve yüzümü toza-toprağa bele, dedi ve sonra: Göç yaklaştı, suçumuzdan berat edemedik. Kabul edilecek bir özrümüz yok, yardım istiyecek bir kuvvet de bulamıyoruz, benim için Sen varsın, benim için Sen varsın Ya Rab! dedi ve bir sayha atarak can verdi. O sırada bir ses işitildi, şöyle diyordu: Kul Mevlâ´sına iltica etti. Efendisi mülteciyi kabul eyledi!

Zunnûn Mısrî´ye vefatı sırasında: Bir isteğin var mıdır? diye sormuşlar. O da şöyle cevap vermiş: «Bir lâhza da olsa onun hakkında (yeni bir) marifet sahibi olmak istiyorum».

Ruhunu teslim etmek üzere bulunan bir sûfiye: Allah!, de, denilince: Allah´ın aşk ateşi içinde yanmaktayım, daha ne zamana kadar bana; Allah de, deyip duracaksınız? demişti
Sûfilerden biri anlatıyor:. Mümşâd Dineverî´nin yanında bulunuyordum, bir fakir geldi ve: «Selâmün aleyküm», dedi. «Aleyküm selâm», diye mukabele edildi. Fakir (derviş): Burada insanın ölebileceği temiz bir yer var mıdır? diye sordu. Bir yer gösterdiler. Orada bulunan bir çeşmeye gitti, abdestini yeniledi, Allah Taâlâ´nın murad ettiği kadar namaz kıldı. Sonra gösterilen yere vardı, ayaklarını uzattı ve ruhunu teslim etti.. (Bu hadise Mümşâd´ın meclisinde bulunup da kerameti inkâr eden birinin gözü önünde cereyan etmişti) (151).

151. Velilerin bazı ölüm vakalarını önceden haber vermeleri Lokman suresinin 34. âyetine muhalif görülmemelidir. Ashabdan Cabir´in babası Uhud´-da ilk olarak kendisinin şehit olacağını önceden haber vermişti (Buharî. Mişkâtü´l-mesâbih, III, 201). Bazı hallerde Peygamberler vahiy ile, evliya ilhamla kimin nerede ve ne Bunun gibi Allah haber verdiği zaman vefat edeceğini önceden doğru olarak haber verebilir.

Sufilerden biri anlatıyor: Vefat ettiğinde Mümşâd Dineveri´nin yanında bulunuyordum. Hastalığın nasıl? diye soruldu. «Beni nasıl bulduğunu hastalıktan sorun» (benim hastalıktan çektiğimi değil, hastalığın benden ne çektiğini hastalığa sorun), dedi. Lâilâheillellah de, denildi. Yüzünü duvara doğru çevirdi ve: «Varlığımın tümünü senin varlığınla yok ettim. Seni sevenin kazandığı mükafat işte budur», dedi (ve vefat etti).

Vefat etmek üzere bulunan Ebu Muhammed Debili´ye: Lâilâheillallah de, denilince: «Bu bildiğimiz bir şeydir, biz onunla yok olduk», dedi ve şu şiiri okudu: «Ben ona âşık olduğum zaman naz ve kibir (veya çöl) elbisesini giyindi, benden yüz çevirdi ve ona kul olmama bile razı olmadı» (ben ise onun aşkına müsteğrâk oldum, unutmadım ki, hatırlayayım).

Vefat etmek üzere olan Şibli´ye: Lâilâheillallah de, denilince, şu şiiri okudu: Aşk sultanı, ben rüşvet kabul etmem, dedi. Kurban olayım, o halde ona sorunuz ki, beni öldürmeye neden bu kadar istekli!» (Kalbim Rabbımla meşgul, dil ile O´nu söylememe ne lüzum var?)

Fukaradan biri anlatıyor: Yahya İstahrî vefat etmek üzere iken çevresinde oturuyorduk, içimizden biri: Eşhedü en lâilâheillallah! de, dedi. Bunun üzerine Yahya yerinden doğruldu, içimizden birinin elini tuttu ve ona: «Eşhedü en lâ ilâhei llallahh! de», dedi. Sonra başka birimizin elinden tuttu, böyle böyle orada bulunanların hepsine Kelime-i şehadeti arzetti, sonra ruhunu teslim etti. (Ölüm anında bile Râbbından gafil değildi, sıhhatli kimselere Kelime-i şehadet getirtecek kadar uyanık ve huzurlu idi).

Ebu Ali Ruzbârî´nin kız kardeşi Fatma´nın şöyle dediği hikâye edilir: «Kardeşim Ebu Ali Ruzbâri´nin ölüm anı yaklaştığı zaman başı kucağımda bulunuyordu. Gözlerini açtı ve: İşte semâların kapıları açıldı... Cennetler de süslenmiş... Birisi de şöyle diyor: Ey Ebu Ali, her ne kadar senin muradın değil idiyse de işte biz seni en yüksek ve en son rütbeye ulaştırmış bulunuyoruz, dedi. Sonra şu şiiri okudu: Ulûhiyyetine yemin ederek söylüyorum: Seni temaşa edene kadar hiç bir şeye severek bakmadım! Görüyorum ki fersiz bakışların ve derlediğin güllere benzeyen yanağınla bana işkence ediyor dedi.
Sûfilerden biri anlatıyor: Sırt üstü yatan, yüzünde sinekler uçuşan ve can çekişen garip bir derviş görmüştüm. Yanına oturdum, sinekleri kovmaya başladım. Fakir gözünü açtı ve: Bu da kim? Ben kaç senedir, saf bir vakit elime geçirmek için çalışıyorum, muradıma şu anda vâsıl oldum, sen de gelmişsin kendini bu hâlin içine atmışsın, işimi karıştırıyorsun, Allah selâmet versin, işine git, dedi.
Ebu İmran İstahrî anlatıyor: «Ebu Türâb´ı, çölde ölmüş olarak, fakat hiç bir şeye dayanmadan ayakta durur vaziyette görmüştüm».

Ebu Hâtem Sicistâni´nin Ebu Nasr Serrac´dan şunu naklettiğini duymuştum: «Ebu Hüseyn Nuri´nin vefat sebebi şu beyti işitmiş olmasıdır: ´Seni seve seve öyle bir menzile ulaştım ki, akıllar bu menzile (veya bu menzilin berisine) ulaştıklarında hayrette kalmışlardır» .

Bu beyti işiten Nuri vecde geldi, sahrada şaşkın şaşkın dolaşmaya başladı. Üst tarafları kesildiği için alt tarafları kılıç gibi kesen bir kamışlığa düştü, sabaha kadar kamışlıkta bu beyti söyleyerek yürüdü. Ayaklarından kan akıyordu. Sonra sarhoş gibi yere düştü, ayakları şişti ve öldü. Hikâye edilir ki, ruhunu teslim ederken kendisine: Lâilâheillallah! de, denildi. O ise: «Zaten O´na dönmüyor muyuz?» diye karşılık verdi.

Derler ki: İbrahim Havvas, Rey´de mescid câmiinde hastalanmıştı, kendisinde ishal hastalığı vardı. İshal için kalktığı zaman suya girer ve abdest alırdı. Bir seferinde yine bu şekilde suya girdi, o esnada ruhu çıktı.

Mansur Mağribi´nin şunu anlattığını işitmiştim: «İbrahim Havvas hasta idi, sık sık kendisini ziyaret ederek halini ve hatırını soran Yusuf b. Hüseyn bir ara onu ziyaret edememişti. Bir gün ziyaret için geldiğinde Havvas´a: Canının istediği bir şey var mıdır? diye sordu. Evet! Kızartılmış bir parça ciğer istiyor canım, dedi».

Ebu Bekir Dükki anlatıyor: «Bir sabah Ebu Bekir Zekkâk´ın yanında bulunmuştum. Şöyle diyordu: İlâhî! Daha ne kadar zaman beni burada bırakacaksın? Böyle dedikten sonra ertesi sabaha varmadan ruhunu teslim etti».

Ebu Ali Ruzbârî´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Çölde bir genç görmüştüm. Beni görünce: Aşkından hasta olmam ona kâfi değil mi? dedi. Sonra can vermeye başladı. Lâilâheillallah! de, dedim. Şu şiiri okudu: Ey bana azap bile etse Kendisinden ayrılmadığım varlık! Ey kalbimden istediğine hadsiz ve hesapsız nail olan varlık!» (Gönlüme istediği kadar eza ve cefa eden varlık!)

Cüneyd´e: Lâilâheillallah! de, denilince: «O´nu unutmadım ki, hatırlayayım, dedi ve sonra şu şiiri okudu: Gönlümü tamir etmek için kalbimde hazır bulunmaktadır, O´nu unutmuyorum ki, zikredeyim. O benim Mevlâmdır, itimat ettiğim varlıktır. O´ndan ne kadar çok nasip almışımdır!»

Muhammed b. Ahmed Sûfî diyor ki: «Şiblî´ye hizmet eden Cafer b Nusayr, Bekrân Dineverî´ye: Şiblî´de gördüğün hâller nelerdir? diye sordum. Şöyle dedi: Şiblî bana dedi ki: Üzerimde bir dirhem hak ve borç vardı. Ondan kurtulmak için sahibine binlerce dirhem tasadduk ettim. Şimdi kalbimi en çok meşgul eden o bir dirhemdir. Sonra Şiblî: Namaz için abdest aldır, dedi. İstediğini yaptım ama sakalım aralamayı unutmuştum. Şibli´nin dili tutulmuş olduğu halde elimden tuttu. Sakalını aralattı ve vefat etti. Cafer bunu anlatınca ağladı ve ömrünün sonuna kadar şeriatın âdabından bir edebi bile fevt etmiyen bir adam hakkında ne denebilir ki, dedi».

Müzeyyin Kebir anlatıyor: «Mekke´de (Allah bu beldeyi korusun) bulunuyordum, içime bir sıkıntı düştü. Medine´ye gitmek üzere yola çıktım. Meymûne kuyusuna geldiğim zaman yere serilmiş bir genç gördüm. Yanına vardım, can çekişmekte olduğunu gördüm ve: Lâilâheillallah! de, dedim. Genç gözlerini açtı ve: Ben ölürsem de kalbim aşkı ile dolu olacak, asîl insanlar aşk derdi ile ölürler, beytini okuduktan sonra bir nara atarak ruhunu teslim etti. Genci gaslettim, kefenledim ve üzerine namaz kıldım. Defin işini bitirdim.

Cüneyd´in şöyle dediği hikâye edilir: «Can çekişirken üstadım İbn Kerenbî´nin başucunda bulunmuştum. Dua etmek için semâya baktım. Üstad: Bu bir uzaklıktır, dedi. Sonra yere baktım. Yine: Bu da bir uzaklıktır, dedi. Bununla şunu kastetmişti: Allah semâya veya arza bakmandan sana daha yakındır, o mekânın ötesinde değil, berisindedir».

Ebu Hâtem Sicistânî, Ebu Nasr Tûsî´nin şöyle dediğini nakletmiştir «Arkadaşlarımızdan birini şunu anlatırken dinlemiştim: Bayezid Bistâmî vefatı sırasında şöyle demişti: Gaflet arız olmadıkça seni zikretmedim, sen ise beni fütur ve zayıf zamanımda yakaladın».

Ebu Ali Ruzbâri diyor ki: «Mısır´a vardığımda halkın bir yere toplandıklarını görmüş ve bunun sebebini sormuştum. Dediler ki: Seni görmeye tamah eden bir kulun himmeti ne yücedir!, beytini okuyan birinin sesini işitir işitmez bir sayha atarak can veren delikanlının cenazesinde bulunmuştuk».

ölüm yatağında yatan Mümşâd Dineverî´nin yanma bir cemaat geldi ve: Allah sana ne yaptı, neler hazırladı, Cenneti verecek mi? diye sordu. Şöyle dedi: «Otuz senedir bana Cennet arz olunmaktadır. Fakat ben ona göz ucuyla bile bakmış değilim». Ruhunu teslim ederken, kalbini nasıl buluyorsun, dediler. «Kalbimi kaybedeli otuz sene oldu» dedi.

Vecihî diyor ki: «İbn Bünân´ın vefat sebebi şu idi: Kalbine (Allah aşkından) bir şey düşmüş, bunun üzerine şaşkın şaşkın sahranın yolunu tutmuştu. Kendisine Beni İsrail çölünde yetişildi. İbn Bü-nân gözünü açtı ve nefsine hitaben: Rabbının didârını buldun, artık zevk u safa eyle, burası dostların zevk u safa eyledikleri yerdir, dedi ve ruhunu teslim etti».

Ebu Yakub Nehrecorî anlatıyor: «Mekke´de iken elinde bir dinar bulunan bir fakir geldi ve: Ben yarın öleceğim, şu paranın yarısı ile beni teçhiz ve tekfin et, diğer yarısı ile mezarımı kazdır, dedi. Kendi kendime: Bu gencin aklından zoru var galiba, Hicaz yoksulu olma derdine tutulmuş, dedim. Ertesi gün olunca tavaf yapmaya başladı. Sonra bir kenara çekildi ve yere uzandı. İçimden-. Galiba ölme numarası yapıyor, dedim. Yanına vardım, dokundum, öldüğünü müşahede ettim. Sonra vasiyet ettiği gibi defnettim...»

Ölüm halinde iken İbn Atâ, Cüneyd´in yanına geldi ve selâm verdi. Cüneyd selâma mukabelede gecikti, fakat biraz sonra mukabelede bulundu ve: «Beni mazur görün, virdim ile meşgul idim», dedi ve hayata gözlerini kapadı...

Ebu Ali Ruzbârî hikâye ederek der ki: «Bir gün bize bir fakir gelmiş ve yanımızda vefat etmişti. Mezara koydum ve Aziz ve Celil olan Allah garipliği sebebiyle merhamet etsin, diye yüzünü açarak toprağa koymak istedim. Fakir gözünü açtı ve: Ey Ebu Ali! İkramına nail olduğum zatın huzurunda bana ikram mı ediyorsun? dedi. Efendim, ölümden sonra hayat manzarası mı görüyorum, dedim. Evet, ben hayattayım, Aziz ve Celil olan Allah´a âşık olan her insan hayattadır, ölmez. Ey Ruzbâri, elde ettiğim makamla yarın sana yardımcı olacağım, dedi».

İbn Sehl îsfehâni´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Siz zannediyor musunuz ki, ben halkın öldüğü gibi, hastalık ve dost ziyaretlerinden sonra öleceğim? Ben sadece: Ey Ali, diye davet edileceğim, bu davete icabet edeceğim, işte o kadar!» İbn Sehl bir gün yürürken Lebbeyk (buyrun, emre amadeyim) dedi ve can verdi.

Ebu Hasan Müzeyyin anlatıyor: «Ebu Yakub Nehrecori hastalanmış ve ölüm döşeğine düşmüştü, can çekişirken: Lâilâheillallah! de, dedim. Tebessüm ederek bana baktı ve: Bunu bana mı söylüyorsun, ölümü tatmayan zatın izzetine yemin ederim ki, benimle O´nun arasında izzet hicabından başka bir şey yoktur, dedi ve o anda ölüverdi». Müzeyyin bu hâdiseyi hatırladıkça sakalını eline alır ve: «Ey Müzeyyin! Hiç senin gibisi Allah´ın evliyasına Kelime-i şehadet telkin edebilir mi? Ah ne kadar çok mahcubum!», der ve ağlardı.

Ebu Hüseyin Mâliki anlatıyor: «Hayru´n-Nessac ile senelerce arkadaşlık yaptım, ölümünden sekiz gün evvel bana dedi ki: Ben perşembe günü akşam namazı vakti öleceğim. Cuma günü namazdan önce defnedileceğim. Sen bunu unutacaksın ama hatırlamaya çalış. Ebu Hüseyn diyor ki: Gerçekten cuma gününe kadar onu unutmuştum. Vefatını haber veren birine rastladım. Cenaze namazına yetişmek için koştum, fakat halkın cenazenin bulunduğu evden döndüklerini ve namazdan sonra defnedilecek dediklerini duydum. Fakat ben geri dönmedim, cenazenin yanına vardım. Hayru´n-Nes-sac´ın bildirdiği gibi cenazenin namazdan evvel çıkarıldığını gördüm.

Sufilerden biri Allahın vadi elden kaçmaz; bana emrolunan şey elden kaçabilir, dedi ve su istedi, abdestini yeniledi, namaz kıldı, sonra uzandı ve gözlerini hayata kapadı. Ölümünden sonra rüyada görüldü ve: Hâlin nasıl?, diye soruldu. Hiç sorma! Fakat fâsid dünyanızdan kurtuldum, dedi».

Behçetü´l-esrâr isimli kitabın müellifi olan Ebu Hüseyn b. Cahsem Humusî anlatıyor: «Sehl b. Abdullah vefat edince cenazesinde fazla izdiham olmuştu. O diyarda yaşı yetmiş küsur olan bir Yahudi vardı. Gürültüyü işitince; ne oluyor, diye dışarı çıktı, cenazeyi görünce bir sayha attı ve: Benim gördüğümü siz de görebiliyor musunuz? dedi. Sen ne görüyorsun? denilince: Semâdan inen ve cenazeyi mesheden kimseler görüyorum, dedi ve Kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu ve ondan sonra da güzel bir İslâmî hayat yaşadı». Ebu Said Harraz diyor ki: «Mekke´de (Allah Taâlâ bu toprakları korusun) bulunuyordum. Bir gün Benî Şeybe kapısının yanından geçerken ruhunu teslim etmiş güzel bir genç gördüm. Yüzüne baktım, bana tebessüm etti ve Ey Harraz! Bilmiyor musun ki, âşıklar ölseler bile daima hayattadırlar, onlar sadece bir yurttan diğer bir yurda intikal ederler, dedi».

Sülemi´den işittim: Ebu Bekir Râzi´nin, Harirî´den şunu naklettiğini işitmiş: Bana ulaşan haberlere göre ihtizar halinde bulunan Zunnün´a: Bize nasihat et, denilmiş. O da: «Beni meşgul etmeyin, zira ben onun lütfunun güzellikleri karşısında hayret ve taaccüp içindeyim», demiştir.

Vefat etmek üzere bulunan Ebu Hafs´a: Bize ne öğüt verirsin, diye sorulmuş. O da: «önce konuşmaya takatim yok», demiş. Sonra kendinde biraz güç hissedince, Ebu Osman Hîrî: Bir şey söyle de senden yadigâr olmak üzere nakledeyim, diye teklifte bulunmuş. O da: «İşlenen kusur ve hatalara bütün kalbinizle kırgın ve üzgün olunuz, sözü size nasihatim olsun» demişti.

MEHMET/8/A/ENES
Tue 1 April 2014, 05:08 pm GMT +0200
Hepsini okuyamadım ama Allah hepimizi hidayete erdirsin ve içimize bir ilham olan namazımızı , imanımızı bıraktırmasın.
                  (AMİN)

7/C
Tue 1 April 2014, 07:36 pm GMT +0200
Hepsini okuyamadım ama ALLAH hepimizi hidayete erdirsin ve içimize bir ilham olan namazımızı , imanımızı bıraktırmasın.
                  (AMİN)
AMİN AMİN İNŞALLAH