Eslemnur
Fri 1 October 2010, 06:26 pm GMT +0200
Bizim Siyasi Düşüncemizde Cahilce Din Anlayışı ve Bunun Neticeleri
İslâmi ilimleri tedris eden mektep ve medreselerden yetişmiş zümrelerin noksan din anlayışı ve bu tarz düşünce ve tasavvurları, yalnız kendilerini yoldan saptırmakla kalmaz, aynı zamanda dünyaya karşı en ileri Hak Nizâmını temsil eden İslâmın medenî ve toplu yaşama cephelerini de hatalı ve yanlış bir şekilde aksettirirler. Kendilerini de bu hatalı işlerin mümessilleri diye ortaya atarlar. İslâm'ın ölüm kalım savaşı yaptığı ve herşeyden önce istiklâlini kurtarmak gibi ,en mühim ve hayati meseleleri dururken zımnî ve fer'i meseleleri ön plâna alan bu güruh, acayip ve garip yollarla meselelerini halletmeğe kalkışırlar.
Bu da dîn tasavvurunun eksik ve hudutlandırılmış muhtelif şekillerinden ortaya çıkmıştır.
Bir ara, bir zatı muhteremin (beyefendi), şöyle buyurduğunu duydum.
— Ben ilk önce Hindistan'lıyım sonra da müslümanım.[8]
Bu zât, bu cümleyi söylediği zaman, İslâm'ın coğrafi bir taksim şekli kabul edeceğini düşünüyordu. Müslüman Türk, Müslüman İran'lı, Müslüman Mısırlı, Müsman Hindistan'lı ve bunlara ilâveten müslüman Pencâblı, müslüman Bingâle'li, müslüman Dekhanlı ve müslüman Madras'lı.[9] Bu ülkelerin müslümam ve islâmiyet anlayışları ayrı ayrı olacakmış??..
Her ülkenin müslümanı, kendi ülkesinin hâl ve vaziyetine göre, ayrı ayrı bir İslâmî anlayışa mı sahip olacaktır? Bu yüzden bunlar birbirlerinden ayrılacaklar mı? Her ülkenin müslümanı kendi ülkesinin mevkiine ve vaziyetine göre ayrı ayrı yol mu tutacak? Yaşayış hususunda ayrı bir bakış açısına mı sahip olacak? Ayrı bir görüşten hareket ederek kendilerine ait bir istikâmet mi çizeceklerdir? Maalesef böyle düşünen müslümanlar da az değildir. Bunlar, İslâm'ın iktisadî, siyasî ve hukukî değerlerini bir tarafa bırakıp ayrı bir yol tutmak düşüncesine saplanmışlar ve kendi kafalarına göre, böyle bir görüşün istikametine kapılıp gitmişlerdir. Bu görüş istikametinin cazibesine de? kendilerini kaptırmışlardır. Bu muhtelif kavimler, muhtelif usuller ortaya çıkarıp, uydurdukları bu usullere bağlanmışlardır. Sonra da kalkıp, müslümanlık yolunu tutmak istemişlerdir. Bunun içindir ki, onlara göre islâm bir dinî ek, dinî yama ve dinî ilâve şeklini almıştır. Dünyevi yaşayışın herhangi bir uydurma yoluna, uydurma metoduna uyar hâle gelmiş; dünyevi yaşayışın suyuna göre akıp gider bir şekle gelmiştir.
Başka bir zat-ı muhterem de şöyle buyuruyordu:
— Müslümanlar, din ile dünya işlerini aydınlatmalıdırlar. Bunları belirtip ortaya koymalıdırlar. Dîn'e ait olan meseleler, insan ile Allah arasında bulunan meselelerdir. Yâni bunlar akâîd ve ibâdât'tan ibarettir. Bu ölçü dahilinde Müslümanlar yollarını takip edip yürümelidirler. Bu yolu bırakmamalı ve bu yoldan sapmamalıdırlar. Dünyevi işlere ve dünya meselelerine gelince, burada dîn'in müdahelesine her hangi bir zaruret Ve lüzum yoktur. Diğer milletlerin, dünyevî işleri ayarladıkları gibi, müslümanlar da bu gibi meselelerini ayarlayıp gitmelidirler.
Üçüncü bir Zat-ı Muhterem de şu şekilde öğüt veriyordu:
— Müslümanlar için dîni, medenî ve lisânî bakımdan elbette ki ayrı bir nizâm içinde olmak zarureti vardır. Fakat siyasî ve iktisadî hususlarda ayrı bir cemaat haline gelmelerine lüzum yoktur. İş hayatında, muamelelerde müslîm ve gayri müslîm arasında fark gözetmek tamamen uydurma ve yapmacık olur. Burada müslümanlarım muhtelif zümreleri de kendi aralarında, muhtelif maksat ve çeşitli gayeler için, ayrı cemaatler, teşkil etmelidirler. İsterlerse gayri dinî usûl üzere, siyâset ve geçim meselelerini halletmek için de çalışıp uğraşabilirler.
Müslüman kavimlerinin ölü vücutlarını canlandırmak iddiasında bulunan başka bir muhterem zât da, su şekilde düşünüyordu.
- Asıl mesele, Hak Teâlâ'ya imân ve ahiret gününe inanmaktır. Kitâb ve Sünnet'e tabî olmak değildir. Belki, tabiat elemanlarına hâkim olmak, tabiat kanunlarını anlamak, bunları insan iradesi altına alarak, pratik hayata tatbik etmek, elde edilen elemanları malûm ve muayyen kanunlarla işletip faydalanmaktır. Bu vasıtalarda, medeniyet yolunda ilerlemek ve bu usûlle dünyaya hakim olmaktır.
İşte o zâtın nazarında, bunlardan başka hiç bir şeyin ehemmiyeti de yoktu. Bu kanaate göre Japon düşüncesi olsun, Alman düşüncesi olsun, isterse daha başka bir düşünce olsun, mühim değildi. Bunlar birbirinden farklı değildi. O zât için bunların hepsi de İslâmî düşünce idi. Nitekim o zâta göre bu işlerin neticesi de hep aynıydı. Neticede ne doğarsa doğsun, onun için fark etmiyordu. O zâta göre ilerlemek sadece yer yüzüne hâkim olmaktı. Yer yüzünü ele geçirmekti. Doğru iş bu idi. İsterse İbrahim'in (A.S.) karşısında Nemrûd olsun, neden olmıyacakmış? O zâta göre, mü'min denilen kimse; galip gelecek kadar kudretli bulunan kimse idi. İsterse bu kudretli ve galip kimse, Hazreti İsa (A.S.) karşısında Romanın putperesti olsun; neden olmıyacakmış?
Başka bir kalabalık güruh da, güya müslümanların hak ve hukukunu korumak için kendilerini ortaya atmışlardır. Onların nezdinde İslâm yahut da İslâm medeniyetinin hafızası sadece şu meselenin ismidir ki, bu ad altında onlar kendi şahsî haklarını (Personel Law) korumayı teminat altına almak isterler. Onlar, kendi söz ve yazılarını "mevcut devlet" in söz ve yazısına göre ayarlarlar içinde bulundukları devletin dil ve yazısına ayak uydurup giderler. Bu gibi şahısların da şahsiyetleri üzerinde, "İslâm" elastiki bir şekil alır. İstenilen her şeye uydurulacak kadar, zayıf bir hale gelir. Bunlar, bir de kendilerini müslümanların mümessili olduklarını ileri sürerler. Bunların indinde seçimleri kazanıp meclislere girmek, yahut dairelere müdür tayin edilmek veya her hangi bir iş başına getirilmek, İslâm için en büyük bir kıymettir. Bu gibi emellerine nail oldukları zaman, İslâmın bütün ehemmiyetli ana meseleleri de halledilmiştir diye düşünürler. Aksi takdirde, müslümanların çoğunluğu, bu gibilerin mümessilliklerini, meclis üyeliklerini, müdürlüklerini veya iş başında bulunmalarını kabul etmeyip de itiraz ederlerse, o zaman İslâmî hak ve hukuk tamamiyle çiğnenmiş olur. İslâmın hak ve hukukunu korumak ve onun prestijini kurtarmak lâzım gelir diye feryadı basarlar ve tabiî ki, ortalık karışır.
İşte, şimdi bakınız; muhterem okuyucular, düşünceler ne kadar karışık ve ne kadar çeşitli ve ne kadar dallı budaklıdır. Fakat bunların içinde, yine de değişmeyen bir tek hakikat vardır. O da, bu zümre ve güruhların hepsinin de islâm anlayışı ve düşünceleri tam ve kâmil bir şekilde geçen bahiste söyleyip anlattığımız -Cahiliye devrindeki din anlayışı şeklindedir. Cahiliye devrinin din tasavvuru gibi islâm'ı tasavvur etmeleridir. Bu anlayış ve bu tasavvur, zamanına göre, yeni yeni kılık ve kıyafete girip, başka elbiseye bürünerek ortaya çıkmıştır. Bu kılık, her gün bir gün evvelkinden biraz daha fena ve daha da kötü olmuştur.
Bu zümre hakikatin, hakikî müslümanlığın ne demek olduğunu ve hakikî müslüman'ın kime denebileceğini, doğru dürüst olarak anlayıp bilselerdi; hakikî mânada, İslâmî cemaatı hangi evsaftaki müslümanların meydana getirebileceğini öğrenmiş bulunsalardı; o zaman bütün bu hatalar ve bu yanlışlıklardan kurtulmuş olurlardı.
Kanunî şekle gelince; her kim Kelime-i Tevhidi Lisa-nen (dil ile) söyler ve dinî zaruriyatı (zorunluluğu) da açıkça inkâr etmezse, o zat müslümandır. Fakat bu şahıs, bu şekilde müslüman olunca, onun bu vaziyetteki müslümanlığı, ancak müslümanların zahirî sayılarını, âdet itibariyle bir tane artırmaktan başka bir işe yaramaz. Biz de ona kâfirsin diyemeyiz. Onun hak ve hukuku, islâm hak ve hukuku olur. Sırf islâm'ı ikrar etmekle islâm camiasına dahil bulunur. Ancak İslâmın istediği yalnız bunlar değildir. İslâm dairesinin içine girmek de yalnız bunları ifade etmekle olmaz. Asıl mesele, İslamın hakikî şeklinin kafalarda yer bulup yerleşmesidir. Müslümanın düşünce tarzı, tamamen Kur'an-ı Kerim'deki düşünce tarzı gibi olmalıdır.Yaşayışta, karşılaşılan bütün iş-güç sahasında Kur'an-ı Kerim'i gözönüne almak gerekir. Siz de yaşayışın değerlendirilmesini (valau) Kur'an-ı Kerim'in ölçülerine göre tayin etmelisiniz. Kur'an-ı Kerim'in sizin için çizmiş olduğu yolu bilfiil takip etmelisiniz. Ferdî işlerinizin her birinde ve içtimaî meselelerinizde yalnız "O" nun tayin ettiği yolu takip etmelisiniz. Bunun için Kur'an-ı Kerim, sizin önünüze konmuştur. Siz, kendi yaşayışınızda, muhtelif yolları bırakıp, bir tek istikamet tutmalısınız ki bu istikameti de Kur'an-ı Kerim, size göstermiş ve Hidâyet-i Muhammedîyeyi (S.A.V.) sizin önünüze koymuştur. Eğer sizin düşünceniz bunu kabul ediyorsa, o zaman yaşayışın herhangi bir iş sahasında, sizin yolunuz onun yolundan ayrılmıyacaktır. İşte, Kur'an-ı Kerim'de gösterilmiş bulunan, bu yola da "Sebil-ül-Mü'minîn: Mü'minler yolu" Mü'minler olarak her şeyde ve içtimaî meselelerinizde yalnız "O" nun tayin ettiği yolu takip etmelisiniz. Bunun için Kur'an-ı Ke-rim, sizin önünüze konmuştur. Siz, kendi yaşayışınızda, muhtelif yolları bırakıp, bir tek istikamet tutmalısınız ki bu istikameti de Kur'an-ı Kerim, size göstermiş ve Hidâyeti Muhammedîyeyi (S.A.V.) sizin önünüze koymuştur. Eğer sizin düşünceniz bunu kabul ediyorsa, o zaman yaşayışın herhangi bir iş sahasında, sizin yolunuz onun yolundan ayrılmıyacaktır. İşte, Kur'an-ı Kerim'de gösterilmiş bulunan, bu yola da "Sebil-ül-Mü'minîn: Mü'minler yolu" diyeceğiz.