- Sistematik Kelam 9.Ünite

Adsense kodları


Sistematik Kelam 9.Ünite

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 4 July 2012, 03:47 pm GMT +0200
KADER İLE BAĞLANTILI KONULAR          Hafta- 9

   
 
ECEL
Ehl-i sünnet’e göre her şeyin, her toplumun ve bireyin belirli bir tayin edilmiş ömrü bulunmaktadır.
Kadi Abdülcebbar’ın görüşleri (Mu’tezile) ile Mâtürîdilerin yaklaşımları benzerlik arz etmektedir. Ehl-i sünnet’e göre, hayat gibi ecel de Allah’ın bilgisi, takdiri ve yaratması doğrultusunda şekillenmektedir. Bu konuda hem Eş’arîler hem de Mâtürîdiler, konuya Allah’ın ilmi çerçevesinde bir yaklaşımda bulunmaktadır.
 
1. ECEL-İ MÜSEMMA:

Fahreddin er-Razi’ye göre, her insan için birisi tabii ecel (ecel-i müsemma) diğeri de kaza sonucu gerçekleşen ecel(ecel-i ihtirami veya kaza) olmak üzere iki ecel vardır.
Bazı ayet ve hadislerde isyan edenlerin bu günahtan vazgeçmeleri halinde ömürlerinin uzayacağı, ayrıca iyilik yapma, sadaka verme ve sıla-i rahim gibi bazı ameller tehir edilenin ecel olmayıp, ecel sahibi kimseler olduğu şeklinde bir yaklaşımda bulunulmuştur. Sadaka gibi hususlar ise, ömrün bereketli olması şeklinde yorumlanmıştır.
 
Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, ya tabii veya ihtirami bir ecel vardır. Zira fiilen vaki
olacak olan ecel, bunların ancak birisidir. Diğeri ise bir imkandan ibarettir. İmkan ise,
sonsuzluğu içermektedir. Ancak bunlardan bir tanesi vuku bulur. Bu nedenle ecel dendiğinde, vaki olan tek alternatif göz önüne alınmalıdır. Bu verilere göre değişmeyen ecel (ecel-i müsemma), insanın ölüm vaktidir.
İslam alimleri Levh-i mahfuz’dan ayrı olarak bir de Levh-i mahv ve isbat’tan bahsetmektedirler. Bu alandaki bilgiler sürekli güncellenmektedir. Bu ise, Ecel-i muallak ile bağlantılı olup, dünyadaki değişen oluşumlarla alakalı farklı bir boyuttur
Genel olarak Mutezile ve Şîa insanların iki eceli olduğunu ve ömürlerinin uzayıp kısalabileceğini savunurken, Ehl-i sünnet umumiyetle muhkem ayetlere dayanarak insanların bir tek eceli bulunduğunu, bunun da ölümleriyle gerçekleşen vakit olduğunu kabul etmiştir.

2. RIZIK
Mu’tezile’ye göre rızık, tamamen kulun girişim ve çabasıyla orantılıdır. Yani kulun elindedir. Bu konuda ilahi bir müdahele mümkün değildir. Eş’arîlere göre kul girişim özgürlüğüne sahip olmuş olsa da, bu tavır onun, Allah’ın kendisine ezelde takdir etmiş olduğu rızkın ölçüsüne yanaşmasına vesile olur.
Mâtürîdilere göre ise rızık, Allah’ın tabiatta koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde kulun çabası sonucu elde edilir. Bu çabalama yeteneği ve alanını bilen Allah, onun ne kazanacağını bilir. Dolayısıyla ezeli bilgi sahibi Tanrının zaman üstü tavassutu ile (rakîb) kulun rızkını bilir yani belirler. O nedenle insan ne fazla ne de az rızkını tüketmeden dünyadan ayrılmaz.
Ehl-i sünnet’e göre haram da bir rızıktır. Mu’tezileye göre ise haram, bir rızık değildir.Ehl-i Sünnet ve Cemaate göre, rızıklar taksim edilmiş olup, muttakinin takvası ve azgının azgınlığıyla artıp eksilmez. Allah’ın tekeffül ettiği/üstlendiği rızık, gıdadır.
Mu’tezile ise, bireyin çabasına göre rızkın artıp ve eksileceği kanaatindedir. Yine onlara göre rızık, çalışılarak kazanılan servete sahip olmaktır.
Mu’tezile, “sıkıntı ve zorluklar Allah Teâlâ’nın kazasıyla olmayıp, kulun yapıp etmeleriyle başına gelir. Çünkü Allah, sıkıntı ve zorluğu istemez ve onlara hükmetmez” demiştir. Ehl-i sünnet’e göre ise, çaba ve gayret, rızkın sebebi olup, kazanç Allah’tandır. Çünkü, insanın yönelmesi, sebep olup, rızık Allah Teâlâ’dandır. Rızkı insanın çalışmasının sonucu olarak görmek doğru değildir.

HİDAYET-DALALET

Öncelikle Allah kaynaklı olarak kabul edilen hidâyet, başta Kur'an olmak üzere kutsal kitaplar ve melekler gibi başka vasıtalara da izafe edilmiştir. Bazı hadislerde ise Hz. Peygamber ve insanlar, hidâyet aracısı olarak zikredilmiştir. Kur'an’daki hidayet bağlantılı terimlere dikkat edildiğinde, bu eylemin bizzat kişinin iradesiyle gerçekleştiği görülmektedir.
Hidayetin Allah’ın yaratması sonucu olduğunu kabul eden Mâtüridî’ye göre kul, iradesi
doğrultusunda ona ulaşır veya vazgeçer. Buna göre küfrü tercih eden kimseyi Allah
hidayete ulaştırmaz. Böyle bir kişinin hidayete erişmesinde peygamberin de bir fonksiyonu olamaz. Mâtüridî bu görüşüyle, cebir anlayışı karşıtı bir vurguda bulunmaktadır. Zira o “hür irade” prensibine büyük önem vermektedir. Buna göre Allah’ın müdahale etmemesi, bireysel özgürlüğün bir sonucudur.
Kur'an verileri çerçevesinde hidâyet dört ana boyutta tahakkuk ettiği anlaşılmaktadır:
 1- Her mükellefe lütfedilen akıl ve idrak yetenekleriyle hayatını sürdürmeyi sağlayan zorunlu bilgiler.
 2-Vahiy ve peygamber yoluyla yapılan davet ve onlar tarafından hakikatlerin beyanı.
3-Hidâyete yönelen kimselere Allah’ın lütfettiği tevfik.
4-Hidayete hak kazananları ahirette cennetle ödüllendirme. Bu tür sıralama, birbirinin neticesi olarak kabul edilmiştir. Ancak bazı durumlarda bir önceki hidâyet gerçekleşmişken, bir
sonraki devreye girmeyebilir. Tamamen ilâhî iradeye yönelik hidâyet aşamaları içerisinde insanla direkt bağlantılı olanı, ikinci merhaledeki “çağrıda bulunmak ve tanıtmak”tır.
Mâtüridî’ye göre iman ve hidayete ulaşmanın bazı öncülleri vardır. Zira ona göre nazar ve tefekkürü terkeden kimseler, peygamberi de yalanlayarak, hidayetten uzak kalmaktadırlar.
İnsanda zuhur eden şey, hayır ise, buna Tevfik, saadet ve ikbal; şer ise ona da hizlan, şakavet ve idbar denir.
Eş’arîler, şakinin said; saidin de şaki olabileceğini kabul etmemişlerdir. Mâtürîdiler ise bunu mümkün kabul etmişlerdir. Genel anlamda Eş’arîler ile Mâtürîdiler arasındaki farklı yorumlarda olduğu gibi, buradaki tartışmanın da lafzi oldu kabul edilmiştir.
 
Hidayet, Mu’tezileye göre, hak olanın açıklanmasıdır. Dalalet ise, Allah’ın insanı dall (sapık) olarak adlandırmasından ibarettir.Ehl-i sünnet kelamcılarına göre ise hidayet, hidayete erme (ihtida) fiilinin yaratılmasıdır. Allah bir kimseye hidayet etti ama hidayete ermedi gibi ifadeler, delil ve rehberlik etmek manasındadır. Nitekim “Kuşkusuz sen istediğini hidayete erdiremezsin” (el-Kasas 28:56) şeklindeki ayet, Ehl-i sünnet’in bu konudaki görüşlerinin kaynağını oluşturmaktadır.
Hakikatlere ulaşmanın da insan zihninde oluşan bir idrak sonucu olduğunu benimseyen
Mâtüridî, idrakin de sınırlı ve hacimli bir şeyi kapsayıp ihata ettiğini savunur.
Mâtüridî, hidayete ermeye engel olan güçlü manileri şu şekilde sıralar:
a-İnsanın ülfet edip sempati duyduğu kişilere özenmesi.
b-Hakikate ulaştıracak delilleri incelemekten ve akıl yürütmekten yüz çevirip, fıtratının
zevk alacak şeylere düşkün olması sonucu, nefsinin arzularına yönelmesi.
d-Bireysel ve toplumsal mutluluk faktörler.
e-Alışkanlıklarından ayrılamaması.
f-Günlük yaşantıdaki stresler, meşguliyetler, çeşitli hastalık ve sıkıntılar.
g-Nefsânî arzuların insan üzerindeki egemenliği, dünyevî arzu ve lezzetlerin
çokluğu.
Mâtüridî, hakikate ulaşmaya engel olan ana faktörlerden birisini taassup olarak tanımlar.
Aklî zaaflardan kabul edilen hususlardan olan taassubun farklı bir boyutu da
Mâtüridî’ye göre taklit olgusudur. Zira taklit, bu eylemi gerçekleştirme çabasından
kaçınmak amacıyla, nazar ve tefekküre dayalı araştırma yoksunluğunu neticesidir.
Mâtüridî, insanı hidayetten alıkoyan etkenler arasında, insanın bu hikmeti algılamaktan
uzak olması, yani cehaleti veya ihtiyaçları olduğunu kaydeder.
Oysaki bir insan belli alanlarda bilgili olsa bile, yaratmaya müteallik bazı hususlara aklı yetişemeyebilir, yani onun idrak gücünü aşabilir. Bu nedenle “adalet”, “zülüm”; “hikmet” ve “sefeh” kavramları bazen benzerlik gösterse de, bunu ayıramamanın ana mazereti, bilgisizliktir. Zira Mâtüridî’ye göre dine bağlanmanın ve İlâhî bilgiye ulaşmak, aklı kullanmakla gerçekleşir.Mâtüridî, duyu ve duyguları, “havassı selime” ve “iyân” terimi içinde değerlendirmiştir.Hidâyete ulaşmada engel olan önemli bir amil hevâya uymaktır.
Mâtüridî, duyular yoluyla elde edilen gözlemin, her zaman gerçeğe ulaştıramayacağını ileri sürer.Müellif, duyularımızın her birisinin kendi alanındaki hususları anlamak için yaratıldığını kabul ederken, bu tür bir duyunun bazen kendi alanını kavramada da yetersiz kalabileceğini ileri sürer.Mâtüridî’ye göre Îlâhî va’d ve va’îd hikmet açısından gerekli olmuştur.

SALAH-ASLAH

Mu’tezile’ye göre Allah’ın fiilleri her zaman iyidir. Ebu Huzeyl el-Allaf (v.226/840)’a
göre; Allah zulme kadirdir ama hikmetinden dolayı bunu yapmaz. İbrahim en-Nazzam
(v.220/838)’a göre; Allah zulme kadir olmadığı gibi iyi olan şeyi terk etmeye de kadir
değildir. Çünkü zulüm ancak ya afete uğramışlardan veya cahillerden ortaya çıkar. Kadı
Abdülcebbar ise Allah’ın zulme kadir olduğunu ancak bunu yaratmadığını ifade eder.
Mu’tezile’ye göre “salah” kelimesi fayda, menfaat gibi anlamlar ifade eder. “aslah” ise
“salah” kelimesinin mübalağa ifade eden şeklidir. Allah’ın fiillerinde iyilik, güzellik,
fayda gibi nitelikler bulunur. Bunlar kullara göredir. Kendisi için bunları düşünmek caiz
değildir. Allah’ın yapacağı teklifler de salah-aslah vasfını taşımalıdır. Salah-aslah vasfını taşımayan fiiller Allah’a izafe edilemez.
Allah’ın fiilleri konusunda Mu’tezile’nin “salah-aslah” anlayışının temelinde Mu’tezile’nin “husün-kubuh” (iyi-kötü), düşüncesi vardır. Mu’tezile’ye göre Allah’ın fiillerinde ve tekliflerinde salah-aslah esası vardır. Allah’ın bütün fiilleri bir hikmete dayanmaktadır, dolayısıyla Allah’ın bütün işleri iyidir.
Bu veriler doğrultusunda insan için en iyi ve uygunu anlamına gelen aslah, daha çok Mu’tezile eksenli bir tartışma konusudur. Onlara göre insanın maslahatına çıkar ve yararına en uygun ne ise, onu yaratmak Allah’a vaciptir.
Ehl-i sünnet’e göre ise, Allah hakkında böyle bir zorunluluk yoktur. Zira bu Allah’ın
iradesinin yok sayılması anlamına gelmektedir. Ayrıca her olumlu sonuç için, Allah’a
hamd, minnet ve şükranda bulunmanın anlamı kalmazdı. Salah-Aslah terimi daha çok hikmet kavramıyla bağlantılı olarak kullanılmıştır.

HİKMET
Mu’tezile bilginlerine göre Allah’ın bütün fiillerinde hikmet vardır ve bu hikmet, vücup
ve zaruret boyutundadır. Yani Allah’ın fiillerinde hikmet bulunması bir zorunluluktur.
Mâtürîdilerin görüşleri ile Mutezile arasında benzerlik bulunmaktadır. Ancak
Mâtürîdilere göre Allah’ın bütün fiillerinde hikmet bulunmakla birlikte, bu hikmet bir
tür zorunluluk olmayıp, lütuf ve ihsan bağlamındadır. İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel,
İmam Malik, İbn Teymiyye gibi bilginlerin bu görüşte olduğu kabul edilmektedir.
“İmkanat içerisinde bu alemden daha mükemmeli yoktur” diyen Gazzâlî’nin de bu
görüşü benimsediği ileri sürülmüştür.
Eş’arîlere göre, Allah’ın fiillerinde bir takım garaz, maksat ve illetlerin ileri sürülmesi,
O’nun iradesine aykırıdır.
Zira Eş’arîlere göre, evrende hastalık, felaket ve afetler gibi bir takım olumsuzluklar da bulunmaktadır. Eğer Allah’ın her fiilinde bir hikmet aranacak olursa, bu tür vakıaların olmaması gerekir. Allah’ın tamamen hür serbest ve iradi olan fiilleri, herhangi bir etkene bağlı değildir. Bu hikmet veya başka bir neden olsun, durum değişmez. Zira “fail-i muhtar” olan Allah, “mücibün bizzat” değildir.
Mâtüridî de her ikisinin eylemlerinde, hidayete ulaşmaları için kelâmî bir terim olan
nazar ve tefekkürü tavsiye etmiştir. Mâtüridî kalbi; duygu, irade ve bilinci içine alan
tefekkür ve teemmül gibi topyekün bir fonksiyona sahip olan akıl şeklinde anlamamıza
müsait ifadeler kullanmak suretiyle imanın, dolayısıyla dinin temeline aklı
yerleştirmiştir.
Buna göre kelâm ilminin ana argümanlarından olan iman ve hidayet kavramlarının, benzer eylemlere sahip akıl ve kalp endeksli oluştuğu görülmektedir.
Gazzâlî’ye göre, Allah, yükümlü tuttuğu kulları kendisine itâat ettikleri zaman, bu
itâatlarından ötürü onları sevâplandırması ve mükâfatlandırması zorunlu değildir.
Aksine, Allah, dilerse onları sevâplandırır, dilerse cezalandırır. Bütün kâfirleri affetmesi
ve bütün mü’minleri de cezalandırması, O’nun için bir şey ifade etmez ve bu normaldir.
Eş‘arîlere göre, Allah fiillerinde âdildir. Bunun anlamı, Allah mülkünde meşîet sahibidir
Mu‘tezile kelâmcıları ile Mâtürîdîler, Allah’ın fiillerinin, özellikle de insana ilişkin fiillerinin hiçbiri hikmet, maslahat, yarar, sebep ve ileten yoksun ve bağımsız olmadığı noktasında ortak bir kanaate sahiptirler. O’nun fiillerinde amaç, maksat, hikmet, illet, sebep ve maslahatın olması, Allah’ın eksikliğini tamamlamasından değil, O’nun kemâlinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki Mu‘tezile, Mâturîdîlik mezhebinden ayrı olarak, beş temel ilkelerinden ahlâki bir vasıf hüviyeti taşıyan adâlet ilkesinin bir gereği olarak, Allah’ın bütün fiillerinin mutlak adâlet
içerdiği, kötülük ve zulmün asla Allah’a izafe edilemeyeceği, Allah’ın kulları için en uygun, en elverişli ve en faydalı olanı (aslah) yaratmasının O’nun için zorunlu olduğunu ısrarla savunmaktadırlar.
Mu‘tezile kelâmcıları, Allah’ın hakîm olduğunu, hakîmin de ancak menfaat için fiil
yaptığını öne sürmektedirler.
Mâtürîdîler de, Allah’ın fiillerinde hikmet ararlar. Ama onlar, Mu‘tezile’nin iddia ettiği
gibi, her şeyi kulların maslahatına uygun yaratmanın Allah’a vâcib olduğu görüşünü
reddederek, onlardan ayrılırlar. Onlara göre, Allah hikmet sahibidir. Hikmet sahibi ise,
kendisi ve başkasının yararı için fiil yaratan varlık değildir.
Ehl-i Sünnet, Allah’a hiçbir sûrette bir şeyin vâcip olmayacağı, gerekmeyeceği inancını
benimser. Kaderiye ve Mu‘tezile kelâmcıları, Allah’ın kulları için onların salâhına,
faydasına olan şeyi yapması vâcibdir, derler.
Eş‘arîler, adâlet ve hikmeti Allah’ın fiilleri ile ilişkilendirirken, Allah’ın kendi mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunması ve hareket etmesi ilkesine sımsıkı tutunarak, bunun mahiyetinin beşerî yeteneklerimizle kavranamayacağı hususunun önemle altını çizerler.

TEKLÎF-İ MÂLÂ YUTÂK

Allah’ın kulunu gücünün yetemeyeceği dini sorumlulukla mükellef tutulmasına “Teklifi mala yutak” denilir ki, anlamı, güç yetirilemeyen emirlerle mükellef tutulması demektir.
İki zıddın bir arada oluşturulması, bir kimsenin aynı anda birkaç yerde bulunması, bir cismi yaratmak, araçsız havada uçmak gibi yapılması mümkün olmayan oluşumların gerçekleştirilmesi talebi, teklif-i mala yutak kategorisinde değerlendirilmektedir.Mu’tezile bilginlerine göre Allah’ın bu tür eylemlerle insanı sorumlu tutması caiz değildir.
Eş’arîlere göre ise, mülkünde tek yetkili olan ve sorgulanamaz bir mahiyette bulunan
Allah, kullarına istediği teklifte bulunabilir.
Matüridilerin görüşü de, Mu’tezile yönündedir. Onlara göre fiille birlikte (ona mukarin)
bulunan kudret ki buna “istita’at ma‘al fiil” denir, fiili meydana getiren güçtür.
 
Eş’arilerin yukarıdaki kanaatte olmasının ana nedeni, cebr-i mutavassıt anlayışıdır. Zira
onlara göre böyle bir kudret gerçek olmayıp, mevhumdur. Matüridiler ve Mu’tezile ise,
böyle bir kudreti, mevhum olarak değil, hakiki ve etkili bir güç olarak kabul etmektedirler. Fiilin gerçek nedeni de bu kudrettir.