- Sistematik Kelam 14.Ünite

Adsense kodları


Sistematik Kelam 14.Ünite

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
reyyan
Wed 4 July 2012, 04:46 pm GMT +0200
Kabir ve Ahiret Hayatı     Hafta 14

 
Kabir Sorgusu, Azabı ve Nimeti
Kabir sorgusu, bazı ayetlerle ve mana yönünden mütevatir derecesine ulaşmış hadislerle
sabittir. Mesela “Allah iman edenleri hem dünyada hem âhirette o sabit söz üzerinde
sağlam bir şekilde tutar. Zalimleri ise şaşırtır. Allah elbette dilediğini yapar.” (İbrahim,
14/27) âyeti, Abdullah b. Abbas gibi sahabe tarafından kabir azabına delil gösterilmiştir.
Kabirde azabın olduğuna dair ehl-i sünnet âlimlerinin delil gösterdiği âyetlerden biri
Firavun ve taraftarlarıyla ilgili olan “Onlar sabah-akşam ateşe sokulurlar. Kıyametin
kopacağı gün de firavun hanedanını en çetin azaba sokun, denilecektir.” (40/46)
âyetidir
 
Kabir mimetine gelince, kabirde nimetinin varlığı âyetler ve mana yönünden tevatür
derecesine ulaşan hadislerle sabittir.
 
Ölümden Sonra Diriliş (Ba‘s)
Sûr’a İkinci Üfleniş ve Ba‘s
 
Sûr, sözlük anlamıyla“boru, üflenince ses çıkaran boynuz” demektir.Hz. Peygamber tarafından boynuza benzetilmiştir. Kur’an’ı- Kerîm’in ayetlerinden anlaşıldığına göre sûr’a iki kez üfürülecek; ilk kez Sûr’a şiddetle üfürüldüğünde Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olan her şey olayın dehşetinden sarsılacaktır ki buna Nefha-i feza‘ denilmektedir. Bu şiddetli sarsıntı ve parçalanmanın ardından kıyametin kopacak her şey yok olacaktır (39/ 68; 69/13-15); ki buna da Nefha-i sa‘k denilmektedir.
 
İkinci kez Sûr’a üflendiğinde ise, tüm ölülerin diriltilip ayağa kalkacağı, bir araya gelecekleri, suçlu kâfirlerin, gözleri korku ve heyecandan belirmiş vaziyette mahşer meydanında, yüzleri kapkara, pek çirkin bir şekilde toplanacakları(20/102); insanların aralarında akrabalık bağının kalmayacağı, birbirlerini arayıp sormayacakları(23/101);
 
Sûr’a ikinci kez üfürülmekle gerçekleşen bu diriliş de Nefha-i kıyâm denilmektedir.
 
Ba‘s gelince, kelime olarak ba‘s “göndermek ve sevk etmek, diriltmek, birini kaldırıp
harekete geçirmek; uykudan uyandırmak,” anlamlarınadır. Terim olarak ise İsrafil’in
Sûra ikinci kez üfürmesiyle bütün ölülerin hesap vermek üzere diriltilmesi veya
Allah’ın âhiret hayatını başlatmak üzere ölüleri canlandırması, onları kabirlerinden
çıkararak hayata göndermesi, anlamındadır. Ba‘sa, “Yevmü’1-ba’s” ve “yevmü’lhurûc”
ismi de verilmiştir.
 
Ehl-i sünnete göre ba’s kesin naslarla sabit olduğu gibi aklen de mümkündür.
Mu’tezile ise mümine mükâfat, kâfire ceza vermenin Allah’a vacip olduğu şeklindeki temel görüşünden hareketle ba’sı mümkün olmanın ötesinde aklen zorunlu görmüştür. Kerrâmiyye de Mu’tezile ile aynı kanaati paylaşmıştır.
 
Şîa’nın konu ile ilgili görüşü Ehl-i sünnet'inkinden farklı değildir. Ba’s inancı bazı farklılıklarla birlikte İslâmiyet’ten önce eski Mısır, İran, Çin ve Hint dinlerinde bulunduğu gibi, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da vardır. Kur’an’da ifade edildiği üzere Câhiliye devri Arapları’nın büyük bir kısmı ölümden sonraki dirilişi inkâr ederken bir kısmının buna inanmıştır.
 
Gazzâlî bu tür anlayışları inkârla eşit tutmuş ve buna taraftar olan filozofları tekfir etmiştir. Ehl-i sünnet, Mu’tezile ve Şîa gibi ana İslâmî mezhepler de dirilişin cismanîliğini ittifakla kabul etmişlerdir.
 
Haşir
 
Haşir, kelime olarak “toplamak, bir araya getirmek, bir topluluğu bulunduğu yerden
çıkarıp bir yerde toplamak”; terim olarak da, sura ikinci üfürülüşle birlikte diriltilen
bütün varlıkların hesaba çekilmek üzere bir meydana sevk edilip toplanması, demektir.
Toplanılacak yere “mahşer”, ayakta bekleme yeri anlamında “mevkıf veya arasât” da
denilmektedir. Buna göre haşir, kıyamet halleri arasında dirilişten-ba’stan sonra ikinci
merhaleyi oluşturur ve “hesap görüldükten sonra cennet veya cehenneme sevk edip
dağıtmak” anlamındaki “Neşir”in karşıtı olmaktadır.
 
AHİRET HAYATININ BA‘STAN SONRAKİ SAFHALARI
 
Amel Defterleri
Kur’an-ı Kerim’de “kitâb ve suhuf” adlarıyla geçen amel defterine “kitâbü'l-a‘mâl,
sahîfetü’l-a’mâl” de denir. Bunlara Kur’an’da kitâb-yazılı belge adı verilmekte (17/13-
14), Türkçe’de ise amel defteri olarak bilinmektedir.
 
“Kirâmen Kâtibin, hafaza, “rakib-atîd” adlarıyla anılan meleklerin yazıp kaydettikleri bu kitap belge, cennete girecek olan ashâbü'l-yemîn'e sağ taraftan, cehenneme atılacak olan ashâbü'ş-şimal’e ise soldan veya arkadan verilecektir.
 
Kur'an'da açıklanan hususlardan biri de günahkârlara ait kitapların siccîn’de, iyilere ait
olanlarınsa illiyyîn’de bulunacağıdır. Siccîn de illiyyîn de hatalardan arınmış, tahriften
uzak, içindekileri bozulup silinmez kayıtlı belgelerden ibarettir.
 
Mu’tezile’nin çoğunluğu ve sonraki Eş’ariyye âlimleri ise amel defterini, Allah'ın, insanların
iyilik ve kötülükleri hakkındaki bilgisi şeklinde yorumlamışlardır. Mâtürîdiyye
ile Selefiyye’nin tamamı ve Eş’ariyye ile Mu’tezile’nin bir kısmı ise keyfiyeti ve
mahiyeti bilinemeyen bir amel defterinin varlığını kabul etmişlerdir.
 
Hesap ve Mîzân
 
İlgili âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, bütün mükellefler her şeyden önce imandan sorguya çekilecektir. Bundan sonra kul haklarının, daha sonra da Allah ile kul arasındaki hakların hesabı görülecektir.
 
Mîzan’a gelince, mîzan kelime olarak “ölçüm aleti, terazi”; terim olarak da, âhirette
hesaptan sonra insanların amellerini ölçecek olan ilahî adalet ölçüsü demektir.
 
Mutezile, amellerin kemiyet değil, keyfiyet olduklarını, ağırlıklarının olamayacağını, bu sebeple tartılamayacaklarını ileri sürerek mizanla ilgili ayetleri mecazi anlamlara tevil etmişlerdir. Selef alimleri ise mizanı tamamen maddî olarak algılamışlardır.
 
 Ehl-i sünnet alimleri ise orta bir yol tutarak mizanı amellerin ölçülmesine yarayan, aklın keyfiyetini bilemediğiilahî bir adalet ölçüsü olduğunu kabul etmişlerdir.
 
Şefaat
Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre Şefaat âhirette gerçekleşecek bir keyfiyettir; Allah’ın ve O’nun yetki verdiklerinin özel bir tasarrufudur.
 
Şefaat-i uzma, Resulullah’ın (sas) tüm ümmet ve insanların büyük bir dehşet ve korku içinde bekleştikleri sırada hesaplarının bir an önce görülmesi için yapacağı şefaate denilmektedir.
 
Sırat
Sırat, kelime olarak “ yol, cadde, geçit” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de ise, daha çok
“müstakim” kelimesiyle birlikte sıfat olarak “sırat-ı müstakim” şeklinde geçmekte ve
“Allah’ın rızasına uygun olan ve O’na ileten tevhid dini ve İslâm dini” anlamında
kullanılmaktadır. (bk.Âl-i Îmrân, 3/51, 101).Terim olarak ise sırat, “mahşer yerinden
cehennemin üzerinden geçerek cennete kadar uzanacak bir köprü” demektir. Bu
anlamıyla sırat kavramı Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte bazı ayetlerin sırata
işaret ettiği kabul edilmiştir.
 
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre “cennetlik mü’minlerin cehenneme uğramaları”ndan anlaşılması gereken cehennem üzerindeki sırattan geçmeleri” dir.
 
Havz ve Kevser
Sözlük anlamına göre kevser “nehrinden gelen suların toplandığı havuz” demektir.
 
Havz-ı kevser ise, ahirette mahşerde Peygamber Efendimize verilen havzın ismidir.
Kevser’e gelince Kevser, genel kabule göre, bir Cennet ırmağıdır ve yalnızca Hz.
Peygambere verilmiştir.
 
A’raf ve Ehl-i A‘raf
A‘raf, terim olarak “cennetle cehennemin arasında bulunan duvar gibi yüksek kısım ve
surun” adıdır. Diğer bir görüşe göre de a ‘raf, irfan kökünden türemiştir.
A’raf ve ehl-i a’raf hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır. Bunlar arasında ‘arâfla ilgili
olarak genel kabul gören görüşe göre ‘arâf cennetle cehennem arasını birbirinden ayıran
bölgedeki surun yüksek kısmının adıdır.
 
Ashabu’l-a’râf’la ilgili farklı değerlendirmelerin en bilinenleri şunlardır:
a) İyi ve kötü amelleri eşit olan mü’minlerdir. Bunlar cennete girmeden önce cennetle cehennem arasında bir süre bekleyip, daha sonra Allah’ın lütfuyla cennete gireceklerdir.
b) Ahirette müminlerle kâfirleri tanıyacak olan meleklerdir.
 c) Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şehadette bulunacak olan, peygamberler, şehidler ve âlimler gibi konumları yüksek şahsiyetlerdir.
d) Amelleri cennet ve cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan, herhangi bir peygamberin tebliğini işitmemiş, fetret ehli olarak ölenler, müşriklerin buluğ çağına erişmeden ölen çocukları ve gayri meşru evlilikten doğan çocuklardır.
 
Bunlar içinden birincisi tercih edilen görüştür.
 
Cennet ve Cehennem Hayatı
Cehmiyye, Mu’tezile ve Hâricîler’den bir grup cennet ve cehennemin henüz mevcut olmadığını, kıyametin vukuundan sonra yaratılacağını iddia etmişlerdir. Mu’tezile’nin yanında yer alan bu gruplara göre amacına hizmet etmeyen cennet ile cehennemin önceden
yaratılmış olması Allah’a nispet edilemeyecek abes bir şeydir; bunların mevcudiyetini
ileri sürenler nerede bulunduklarını ispat edememektedirler.
 
Muhyiddin İbnü’l-Arabî ise, cennet ile cehennemin halen inşa halinde olduğunu ve bunun kıyamete kadar devam edeceğini, her ikisinin mükelleflerin iyi ve kötü amelleriyle inşa edilecekleri görüşünü ileri sürmüştür.
 
Cennet ve Cehennem Hayatının Ebediliği
Bir bütün olarak âhiret hayatının ve cennet ile cehennemin ebedîliği hemen hemen
bütün İslâm âlimlerinin benimsediği bir husustur. Cehm b. Safvân hariç, Cennetinebedîliği konusunda ittifak vardır. Cehm b. Safvân’ın ilgi görmeyen bu fikri Allah’ın
ilim, kudret ve rahmet sıfatlarını sınırlandırdığı gibi ebediyet kavramını da ortadan kaldırmaktadır.
 
Cehennem azabın ebediyetini savunanların dayanakları, Kur’ân-ı Kerîm’de çok
defa tekrar edilen ve “ebediyet veya çok uzun zaman” mânası taşıyan “huld” kavramı;
bunun üç âyette “ebeden” kaydıyla tekit edilmesi (Âl-i İmran, 4/169; Cin, 72/23; Nisa,
4/169); azabın devamlılık arz edeceğini ve orada ölümün bulunmadığını belirten diğer
âyetler ve bu hususları teyit eden hadislerdir.
 
Cennet: İsimleri, Nimetleri ve Ehli
Kur’an-ı Kerim’de cennet çeşitli isimler kullanılmıştır. Bunlar bazen cennetin bir bölümü, çeşitini bazen de tümünü ifade etmektedir.
 
Bu isimler şunlardır:
 Naîm: Naîm, insana mutluluk veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Çeşitli ayetlerde “cennâtü’n-naîm” şeklinde geçmektedir.
Adn: Adn, “ikamet edilen yer” demektir. Âyetlerde cennât kelimesiyle birlikte tekrarlanarak “ikamet edilecek cennetler” mânasında kullanılmıştır.
Firdevs: “İçinde üzüm bulunan bağ, bahçe” anlamına gelir. Firdevs cennetin tamamını ifade eden bir isim olabileceği gibi onun ortası, en yüksek ve en değerli bölgesinin özel adı da olabilir.
 Hüsnâ: Müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından Yunus sûresinin 26. âyetinde yer alan “hüsnâ” kelimesi cennet anlamında kullanıldığı kabul edilmiştir.
Dârüsselâm:“Maddî ve mân evi âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olma” mânasındaki selâm ile “ev, yurt” anlamındaki “dâr” kelimesiyle oluşan bir terkiptir. İki âyette cennetin adı olarak zikredilmiştir.
 
Dârülmukâme: “Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt” anlamındadır. Cennete girenlerin Allah’a hamd ve şükür sırasında bulundukları mekân için kullanılan bir tabirdir. Cennetü’l-me’vâ: Me’vâ, kelime olarak “sığınılacak yer anlamında, terim olarak da Şehitlerin ve müminlerin barınağı ve konağı olan cennet, demektir.
 
Bu belirtilenlerin dışında cennet’in başka isimleri de vardır. Bu isimler, ed-dârü’1-âhire, dârü’l-âhire, âkıbetü’d-dâr, ukbe’d-dâr şeklinde terkipler halinde kullanıldığı gibi, “Biz onları özellikle “âhiret yurdu”nu düşünen ihlâslı kişiler kıldık” (Sad, 38/46) âyetinde olduğu gibi tek başına “ed-dâr” kelimesi cennet anlamında da kullanılmıştır
 
 “Konak, köşk” mânasına gelen gurfe kelimesi de, Kur’ân-ı Kerîm’de cennetle birlikte ve onun bölümleri anlamında kullanıldığı gibi tek başına cennetin ismi olarak kullanılmıştır.
 
Cennette Rü’yetullah
Sayıları pek az olan bazı Mu’tezilî bilginler dışında bütün İslâm âlimleri cennet ehlinin Allah’ı göreceğini kabul etmiş ve bunu insanoğlunun erişebileceği en büyük mutluluk olarak kabul etmişlerdir.
 
Müminlerin Allah’ı görmesi, O’nun zâtının şu anda bilinmeyen şartlar çerçevesinde kendilerine tecelli etmesi şeklinde olacaktır.
 
Buna karşılık Cehmiyye ve bir kısım Mu’tezile’nin rü’yetullah’ı inkâr etme gerekçeleri
rü’yetullah kabul edildiğinde Yüce Allah’ın yaratıklara benzetilmesi endişesidir.
Ehl-i sünnet ise bu ayetleri siyak ve sibakla birlikte ele alarak rü’yetullah’ın varlığına
delil olarak göstermişler; ayrıca Allah’ın görülmesinin aklen mümkün ve naklen sabit
olduğunu ileri sürmüşlerdir.
 
Cehennem: İsimleri, Azapları ve Ehli
“Cehennem” kelime olarak “derin kuyu; hayırsız, uğursuz” anlamındadır.
Âyetlerin bir çoğunda cehennem “mesvâ, me’vâ” kelimeleri veya “azâbü cehennem, nârü cehennem” terkipleriyle birlikte kullanılmıştır.
 
Cehennemi ifade eden bu kelime ve isimleri şöyle ifade etmek mümkündür:
 
Cehennem: Muhtemelen cehennemin yedi kapısı olduğunu beyan eden âyet sebebiyle cehennem derekelerine-tabakalarına ait yedili tasnif sisteminde azabı en hafif olan en üst tabakadır. Sünnî âlimlere göre burası günahkâr müminlerin azap yeri olacak, bunların azabı sona erdikten sonra ise boş kalacaktır. Bu durumda cehennem genel olarak âhiretteki azap yerinin bütününün, özel olarak da en üst tabakasının adı olmaktadır.
Nâr: “cehennem ateşi” anlamındaki “nâr” kelimesi, cehennem azabının çeşitli şekillerinden sadece yakıcı olanını ifade eder.
Cahîm: “Kat kat yanan, alevi ve ısı derecesi yüksek ateş” anlamında olup yirmi altı
âyette (bk. Bakara, 2/119; Maide, 5/10; Tevbe, 9/113) ve bazı hadislerde geçmektedir.
Kur’an’da daha çok cehennem yerine, birkaç âyette de “tutuşturulan yakıcı ateş”
anlamında kullanılmıştır.
Hâviye: “Uçurum, derin çukur” mânasınadır. Kur’an’da sadece bir yerde zikredilmiş (el-Kâria, 101/9-11) ve aynı yerde “harareti yüksek ateş” diye de tefsir edilmiştir.
Hutame: “Kırmak, ufalayıp tahrip etmek” anlamındaki hatm kökünden mübalağa ifade eden bir sıfattır. Kur’an’da bir tek sûrede (Hümeze, 104/4-5), “Allah’ın yüreklere kadar tırmanan tutuşturulmuş ateşi” diye açıklanmıştır.
Lezâ: “Hâlis ateş” anlamına gelen kelime Kur’an’da bir yerde geçmekte (70/15-16) ve “bedenin uç organlarını söküp koparan” diye nitelendirilmektedir.
Saîr: “Tutuşturmak, alevlendirmek” anlamındaki sa’r kökünden sıfat olup Kur’ân-ı Kerîm’de on yedi âyette (bk. Fatır, 35/6;Şûra, 42/7; Ahzâb, 33/64) yer alır. Çoğunlukla cehennemin bir adı olarak, bazen de “tutuşturulmuş, alevli ateş” mânasında kullanılmıştır. Aynı kullanılış hadislerde de mevcuttur.
 Sakar: “Şiddetli bir ısı ile yakıp kavurmak” anlamındaki sakr kökünden isimdir.
 
Havâric ve Mu’tezile âlimleri, samimi bir tövbe ile telâfi edilmeyen büyük günahların faillerinin inkârcılar zümresine gireceğini ve ebedî olarak cehennemde kalacağını söylemişlerdir. Büyük çoğunluğu oluşturan
 
Ehl-i sünnet âlimleri ise irade zaafı ve benzeri faktörlerle işlenecek günahların kalpteki imanı, dolayısıyla hâlik ile mahlûk arasındaki muhabbeti yok etmeyeceğine kani olmuşlardır.
 
İbnü’l-Arabî, mücrimler diye nitelendirdiği cehennemlikleri; hiçbir tanrı kabul etmeyenler, Firavunlar gibi tanrılığı kendilerine nispet edenler, Allah’a ortak koşanlar ve münafıklar olarak dört gruba ayırır. Bir başka açıdan cehennem ehli, Tanrı hakları (Hukukullah) ile kul haklarına(hukuku’libâd) tecavüz edenler şeklinde bir gruplandırma yapmak da mümkündür.
 
 

semihbahtiyar38
Mon 30 November 2015, 09:52 pm GMT +0200
S.a hocam Allah razı olsun dersim alttan kalmıştı inşallah geçerim

duyguB7
Fri 4 November 2016, 10:51 pm GMT +0200
Esselamu Aleyküm
Rabbim bize Hüsnâ'yı görmeyi nasip eder inşaAllah