- Sırf Râbıtayı Konu Alan Risâleler

Adsense kodları


Sırf Râbıtayı Konu Alan Risâleler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
neslinur
Fri 25 June 2010, 04:10 pm GMT +0200
A) Sırf Râbıtayı Konu Alan Risâleler;

 

1. Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbita

Aslında bu risâle, bir kitap olarak kaleme alınmamıştır. Daha doğrusu, Nakşibendîliğin son teorisyenlerinden olan ve mîlâdî 1778-1826 yılları ara­sında yaşayan Halid Zıyâuddîn Bağdâdî tarafından İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderilmiş bir mektuptur.

Bu mektubun, İstanbul'da modernist Nakşibendîlere ait bir yayınevi ta­ra­fından 1978 yılında dört kitapçıkla birlikte basılan nüshasının dip no­tunda: Muhammed Es'ad Efendi'nin, İstanbul Naqıyb'ul-Eşrâf'ı; Ayasofya Kütüphânesi'nin kurucusu ve Maarif Nâzırı (yani dönemin Milli Eğitim Bakanı) olduğu kaydedilmektedir.[1]

Aynı mektubun son satırlarında da: (Bu modernist Nakşibendî toplu­luğa liderlik eden) bir asker emeklisi, ilgili mektubun, kendisi tarafından hicrî 1392'de (yani 1972 yılında) buraya kopya edildiği ifadesi yer almaktadır.[2]

Yakın geçmişte, Halid Bağdâdî ile ilgili olarak yazılmış bazı kitapçıklarda da bu mektuptan söz edilmektedir.[3]

 Mektubun en ilginç yönlerinden biri; girişteki selâm kelâm bölümün­den sonra râbıtaya inanmayanlara karşı hemen saldırıya geçilmiş olmasıdır. Ardından râbıta, epeyce övüldükten ve üçüncü sayfada tanımlandıktan sonra: «râbıtayı, Allah'ın öfkesine uğrayan ve O'nun hoşnutluğundan yok­sun olan bedbaht kimselerin ancak inkâr etmeye yeltenebileceği» yolunda sert bir dil kullanıl­maktadır.

Bu mektupta göze çarpan çelişkilerin başında, (râbıta düşüncesinin he­nüz hiç oluşmadığı bir dönemin ünlü Mu'tezilî bilginlerinden) Zemakhşerî'nin, sözde râbıtayı doğrulayıcı açıklamalar yaptığına dair O'nun, el-Keşşaf adlı ese­rinden alıntılar yapılmış olmasıdır!

Son derece câhilâne yazılan ve çok büyük ihtimalle Halid Bağdâdî'nin ağzından uydurulmuş olduğu tahmin edilen bu mektuptaki tutarsızlıkların başında, Zemakhşeri'den yapılan alıntının, belli bir yerde (ve belki de mak­satlı bir şekilde) kesilerek, Zemakhşeri'nin kendi sözleriymiş gibi O'na mal edilen ifadedir. Halbuki Zemakhşeri, bu sözlerin sonunda «Bu ve benzeri ifadeler an­cak haşviyecilere ve cebrîlere ait olabilir; Bunlar Allah'a ve elçi­lerine iftira­dır!» diyerek bu iğrenç yorumu yalanlamıştır. Üstelik râbıtanın icat edildiği ta­rihten yüzyıllar önce yaşamış bulunan Zemakhşeri'nin, bu inanışı kanıtlayan bir şahit olarak gösterilmiş olması, mektubun ne oldu­ğunu ortaya koymakta­dır!

 

Mektupta Ekmelüddîn, İmam Gazâlî, İbn. Hajer el-Heytemî, Ahmed b. Muhammed eş-Şerîf el-Hamewî, Avârif'ul-Maârif'in yazarı Suhrewerdî, Celâluddîn Suyûtıy, Muhammed eş-Şerif el-Cürcânî ve hele İbn. Kayyım gibi ünlü şah­si­yetlere ait -râbıtayla hiç bir alâkası olmayan- çeşitli sözler nakledilerek âdetâ bir çırpınış sergilenmesi, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultân adındaki bir şahsın bu ünlüler arasında gösterilerek Tâciyye adındaki küçük bir risâlesinden alıntılar yapılmak suretiyle râbıta denen şeyin kanıt­lanmaya çalı­şılması, mektubun hangi karakter ve bilgiye sahip kimseler ta­rafından hazır­lanmış olduğunu iyice gözler önüne sermektedir!

Mektubun en ilginç yönü ise, günümüz Nakşibendîliğinde râbıta olarak bilinen tarîkat kuralının çok net bir anlatımla ilk kez tanımının bu mek­tupta yapılmış olmasıdır. Nakşibendîlerin her türlü iddialarına rağmen, bu mektup­tan önce râbıta, (her ne kadar bir kavram olarak kullanılmış ise de) herhangi bir yazılı belgede bir tarîkat kuralı olarak, (daha doğrusu Hatm-i Huwâcegân âyininin on kuralından biri olarak) tanımlanmamıştır.

Bu mektubun, Halid Bağdâdî gibi öğrenim gördüğü söylenen ve İslâm'ı iyi anladığı tahmin edilen ; aynı zamanda pozitif bilimlerle de ilgilendiği anlaşı­lan biri tarafından kaleme alınmış olması, her şeyden önce şüphelidir ; Eğer gerçekten O'na ait ise, bu da çok şaşırtıcıdır.

 

2. Er-Rahme'tul-Hâbita Fi Tahqıyq'ır-Râbita[4]

Bunun yazarı Hüseyn ed-Dewserî, kitabı hicrî 1237 tarihinde (yani M. 1820'de) kaleme aldığını, belli bir amaç için onu önce başka bir isim altında sunduğunu, «ameller niyetlere bağlı olduğundan» amacı yerine geldikten sonra kitaba bazı ilaveler daha ya­parak yeniden ortaya çıkardığını ifade et­mektedir.

Yazarın,  neden kimliğini vaktiyle gizlediği, pek açık şekilde anlaşılma­makla beraber, râbıtanın o günkü şartlarda propaganda edilmesinin, Müslümanlar tarafından tepki ile karşılanacağı ihtimalini hatırlatmaktadır. Çünkü gerçekte Budizm-Şaman-İslâm sentezinden ibaret olan Nakşibendî Tarîkatı, o tarihlere kadar Ortadoğu'da pek bilinmiyordu. Dolayısıyla râbıta hazmedilme­yebilirdi.

Nakşibendîliğin, XIX yüzyılda patlama yapmasından önce, Irak ve Anadolu'da (İran Mecusiliği ile Mezopotamya Sabiîliği'nin etkisi altında gelişmiş olan) Kâdirî ve Rufâî tarîkatları daha çok yaygındı. Halk bu iki tarîkatı özümsemişti. Çünkü gerek bu iki tarîkat, gerekse Bektaşîlik, Halvetîlik, Cerrâhîlik, Uşâkîlik, Sümbülîlik, Gülşenîlik ve daha birçok Türk tarîkatları­nın âyinleri, aslında birer çeşit müzik şöleni havasında icra edilirdi. Bu ba­kımdan eğlendirici de olurdu. Halk, tarîkatları daha çok bu yanıyla yaşı­yordu. Tarîkatlarda. özellikle iki şey, daha çok insanları meşgul ediyordu. Bunlardan biri, Sindibad hikâyelerine benzeyen evliya menkabeleriydi; Diğeri ise müzikti. Anadolu'da, Irak'da ve Suriye'nin kuzeyinde Müslümanımsı topluluklar, bu sayede stres de atıyordu.

Halbuki Bey'at ve râbıta gibi bağlayıcı kurallar; sıkça tekrar eden «Hatm-i Huwâcegân» toplantıları; gizlilik; hiyerarşi ve sıkı teşkilatlanma gibi çok esaslı disiplinleri bakımından Nakşibendî Tarîkatı, toplum için henüz yeni ve yabancı bir şeydi. Bu sebepledir ki dö­nemin ünlü Kadiri Şeyhi, Ma'ruf el-Berzenjî, Bağdad Valisi Said Paşa'ya gönderdiği (Arapça) bir yazıda  Halid Bağdâdî'yi şikâyet ederek, O'nu ağır bir dille suçlamakta ve hak­kında (orijinal metniyle) aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:

«..we innehu zehebe ile'l-Hind'i, we teallem'e min'es-seharat'il-jûkiyye.»[5]

 Bu cümlenin Türkçe anlamı şudur:

«O, Hindistan'a gitmiş ve sihirbaz yogilerden ders almıştır.

Dikkat edilirse Şeyh Ma'ruf'un bu ifadesinde iki nokta çok önemlidir.

Birincisi: Halid Bağdâdî'nin, Irak'ın Süleymaniye Kenti'nden, (hiç de zor­layıcı olmayan bir nedenle o günkü şartlarda) ta Hindistan'a kadar gitmiş bulunduğunun söz konusu edilmesidir.

Hindistan ise, türlü dinlerin neşvü nüma bulduğu, bunların etkileşimi al­tında sürekli olarak yeni yeni inanç ve düşüncelerin peydah­landığı, engin ha­yal dünyalarından akıp gelen karmaşık duyguların itişiyle bin bir çeşit eg­zotik törenlerin hemen her gün her yerde sahnelendiği çok entere­san bir ül­kedir. Dolayısıyla Hindistan'a sıradan bir amaçla giden insanın bile gerek düşünsel, gerekse psikolojik etkilenmelerle döneceği ihtimali genel­likle vardır. Kaldı ki mistik bir ilham kaynağının arayışı gibi çok özel bir amaç ve derûnî hisler içinde bu ülkeye giden kimsenin her şeyden önce çok duygu­sal olduğu, bu ne­denle de bu tür etkilerin böyle bir insanda çok daha belir­gin şekilde ortaya çı­kacağı muhakkaktır. İşte Berzenjî, birinci derecede bu noktaya işaret etmek istemiştir.

İkincisi ise Bağdâdî'nin, sihirbaz yogilerden ders almış olduğuna ilişkin id­di­adır ki (çok özet bir anlatımla tek cümleye sığdırılmış olan ve aynı za­manda birbirini tamamlayan) bu iki şey, Nakşibendîliğe yabancı bir toplu­mun, bu tarîkata ilişkin kurallara ve âyinlere karşı tahrik edilmesinde önemli bir mal­zeme oluşturduğunu kanıtlamaktadır.

Bütün bunlar gösteriyor ki Halid Bağdâdî'nin halîfesi Hüseyn ed-Dewserî, bu kitabı yazarken önceleri dikkatli ve tedbirli davranmak zo­runda oldu­ğuna inanmıştır.

 

Hüseyn ed Dewserî kimdir?

İlginçtir ki çağdaş Nakşibendîler, özellikle Halid  Bağdâdî ile haşır neşir olmuş bütün tarîkat rûhanîlerini kutsadıkları halde, kitapçıklarında Hüseyn ed-Dewserî'ye hemen hiç yer vermemişlerdir. Nedenini kes­tirmek ko­lay olmamakla beraber, bunu, ed-Dewserî'nin, Basralı bir Arap olmasına bağlamak pek yanlış olmaz! Çünkü Pakistan, Afganistan ve Özbekistan'daki küçük Nakşî topluluklarını bir kenara koyacak olursak bu tarîkata bağlı çoğunluğun, Türkiye'deki «Güneydoğulu» Kürtler’den ve Anadolu'daki Türklerden oluştuğunu ve özellikle Türk kökenli Nakşibendî­lerin, bu tarîkatı Araplardan kıskandığını belirtmek gerekir.

Ed-Dewserî'nin, köken olarak el-Ahsalı olduğu söylenmekle birlikte, bu yerin, günümüz «Suûdî» bölgesi içinde, Basra Körfezi kıyıları olarak bi­linen El-Ahsa' olup olmadığı da kesin değildir. Esasen bilinen odur ki bu kişi Iraklıdır. Bu nedenle de üze­rinde biraz durmaya değer.

Sebebine gelince, genelde 5000 yıllık Mezopotamya tarihi ve özellikle İslâm Tarihi incelendiği zaman görülüyor ki Babil ve Basra kentleri her ne kadar dünyanın en eski ve en görkemli uygarlıklarına sahne olmuşlarsa da yine dünyanın en saldırgan, en katı yürekli ve en asî insanlarının yaşadık­ları birer kent olarak tarihe geçmişlerdir.

Evet, günümüze kadar, insanlık tarihinin en kanlı dikta­törleri tarafın­dan yönetilen Irak'ın (eski adıyla Mezopotamya'nın) bu iki ken­tinde yaşa­yan âlimler ve aydınlar bile buradaki insanlarla aynı sinsi huyları paylaş­mış, kalemlerini genellikle silah niyetine kullan­mış, daima felsefî ve cedelî konularda fikir üreterek kafaları karıştırmış, in­sanların ma­sum ve sade iç dünyalarını altüst ederek ruh derinliklerinde fır­tınalar ko­par­mışlardır.

İşte Hüseyn ed-Dewserî'nin de böyle bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim râbıta konusunda yazmış olduğu kitabın içeriğini analiz ederken O'nun nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu ileride göreceğiz.

Dewserî'nin yazdığı «Er-Rahme'tul-hâbita...» adlı kitapçık yedi kısımdan oluşmakta ve yazarın ifadesiyle bu kısımlar şöyle sıralanmaktadır:

«Birinci Bap: Hayırlı insanlarla haşir neşir olmak ve kötülerden uzak durmak konusunda iyi şeyleri öğütleyen kardeş nasihatı »

Yazarın «Hayırlı insanlar» dediği, herhalde tarîkat şeyhleri olsa gerektir.

«İkinci Bap: İsm-i Zât'ın zikredilmesi »

«Üçüncü Bap: Seçkin insanlara râbıta yapmak ve ister kabul etsin, ister reddetsin, her insanın aslında râbıta halini yaşadığına ilişkin açıklama»

«Dördüncü Bap: Güzel râbıtanın, müstehab (sevilen) bir şey olduğuna ilişkin yüce sözler.»

«Beşinci Bap: Kemâl sahibi evliyâya râbıta yapmak konusunda özet bir açıklama.»

«Altıncı Bap: İyi bir sonuçla karşılaşabilmeleri için inkârcılara yönelik özel ve genel öğütler.»

Yazar, giriş kısmında Halid Bağdâdî'nin, halîfelerinden (Basra'nın Khatıh Köyü'nde oturan) Şeyh İsmail'e uğradığını, O'nun söz ve öğütlerin­den yarar­landığını, bu suretle de tarîkatını izlenecek tek yol olarak gördü­ğünü anlattık­tan sonra bu tarîkatın, bütün diğer tarîkatlardaki hakikati bünyesinde topladı­ğını, bu tarîkattan (yani Nakşibendî Tarîkatı'ndan) bir harf bile inkâr edenin, ahmak ya da münafık olduğunu ileri sürmektedir. Yazar, Müslümanlara yö­nelttiği bu ağır hakaretten sonra da hiç bir ilgi yok­ken İmam Şafii'nin, «gerçekleri inkâr edenlerin münafık olduğu»'na iliş­kin bir sözünü naklet­mektedir.

İmam Şafiî Miladî 820 tarihinde vefat etmiştir, oysa Nakşibendî Tarîkatı, M. 1318-1389 yılları arasında yaşamış olan Nakşibend'in hayatında bile he­nüz belirgin bir şekil almış değildi ; Aynı zamanda râbıta sözcüğü Nakşiben­dîler arasında ilk kez ancak Miladî 1550'lerde ve çok basit bir an­lamda kul­lanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla Şafii'nin ölümünden yüzyıl­lar sonra or­taya çıkan Nakşiliği ya da râbıtayı O'nun bu sözüyle kanıtlamaya çalışmak ya da Nakşîliğe ve râbıtaya inanmayanları münafıklıkla suçlamak yazarın kişiliğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu nedenle O'na, hak ettiği en isabetli cevabı vermek, herhalde İmam Şafii'nin aşağıdaki sözleriyle ancak mümkün olabilir!  İmam Şafii buyuru­yor ki:

«Bir kimse eğer sabahleyin tasavvufla meşgul olacak olursa, daha öğle vakti gelip çatmadan mutlak surette o adam aptallaşır.»

 

Ayrıca şu sözler de yine İmam Şafii'ye aittir:

«Bir kimse eğer kırk gün sofilerle düşüp kalkarsa onun ebediyyen artık aklı başına gelmez.[6]

 Bu gerçekten hâlâ şüphe edenler varsa, gidip bir tekkeyi ziyaret ederek, İmam Şafii'nin ne kadar haklı olduğuna ilişkin çarpıcı örnekleri ibret naza­rıyla orada seyredebilirler.

İlginçtir ki Nakşibendîler, İmam Şafiî’nin yukarıdaki sözlerini nakleden ve tasavvufçuları yerden yere vuran «Telbîs’u İblîs»’in yazarı Eb’ul Faraj Abdurrahman b. Ali’yi kitaplarında överek göklere çıkarmışlardır. Aynı zamanda dikkat çekici üslûplarıyla yayınladıkları İslâm Alimleri Ansiklopedesi’nin 6’ıncı cildinde[7] bu zâtın eserinin adını saymış, bu arada, içeriğini görmezlikten geldikleri «Telbîs’u İblîs» adlı kitaptan da söz etmişlerdir.!

Tabiatıyla bütün bu çelişkiler Tasavvufun, tarikatın, tarikatçının ve bu cümleden olarak Nakşîliğin ve Nakşibendîlerin de iç yüzünü, ortaya koymaktadır.

Neyi, kimden, nasıl gizleyeceklerini bir türlü beceremeyen bu topluluğun kalem kullanmış kişilerinden biri de râbıta hakkında müstakil bir kitap yazmış olan bahis konusu Hüseyn ed-Dewserî’dir.

Yazar ed-Dewserî, kitabının girişinde kullandığı yukarıdaki üslûptan sonra muhtemelen Müslümanları kastederek sahtekar diye nitelediği kimselerden bazı sözler duyduğunu, ünlü bazı adamlara ait cahilce laflar işittiğini, ilim­le­riyle âmil bilginlerin onayladığı gerçekler aleyhindeki tutumlarını haber aldı­ğını ifade etmekte ve Allah rızası için (!) onları yalanlamak, Allah'ın yüce adı için hizmet ve Hz. Peygamber (s)'in ümmetine öğüt olmak üzere işbu kitabı yazdığını açıklamaktadır.

Dewserî, aslında adını vermediği bir kişiye hitaben bu kitabı kaleme al­dı­ğını da sözlerine ilave ederek giriş kısmını bitirmektedir.

 

Kitaptaki bazı ilginç anlatımları şöyle özetlemek mümkündür:

1. Kullandığı üslûptan, yazarın bütün Nakşibendîler gibi her an bir tepki ile karşılaşma endişesi içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle her şey­den önce ve hatta râbıtaya ilişkin daha bir tek sözcük bile yazmadan önce O'na karşı çıkmış ya da çıkabilecek olan kimselere aldanmaması için okuyu­cusunu şöyle uyarmaktadır:

«Ey kardeşim! İyi niyetli ol, inatçıların çabaları seni aldatmasın.»

Yazar, birinci babın sonuna kadar uzun uzadıya bir nasihat çekmekte ve okuyucuyu şartlandırmaya çalışmaktadır.

2. Râbıtanın tarifine ayırdığı üçüncü bapta da şunları kaydetmek­tedir:

«Ey kardeşim! Doğru yolu izlemeye Allah seni muvaffak buyursun. Beni de seni de şeytandan korusun.»

«Bilmiş ol ki râbıta, kalbi bir amaç uğruna bir şeye sevgiyle bağlamak­tır. Râbıtası yapılan bu şey, bazen övgüye yaraşır, bazen kötü, bazen de mubah bir şey olabilir. Çünkü gâyet açıktır ki sevilen şey, Allah tarafından emro­lun­muş, ya da başka bir husus olabilir. Dolayısıyla,

 

«Bu ikisinden biri: Allah'ı, O'nun elçisini, ya da O'nun rızası için bir şeyi sevmek gibi...;»

«Diğeri ise: Allah'ın yasakladığı bir hususa ya da başka bir şeye sevgi gös­termek olabilir.»

«Yine bu ikisinden biri: Haram ve mekruh olan şeyleri sevmek,»

«Diğeri ise: Mubah sevgidir. İnsanın doğal olarak kendisine karşı eğilim duyduğu karısını ve çocuklarını sevmesi gibidir.»

«İşte bu taksimat, Ahkâm-ı hamse denilen beş hususu içerir.»

«Övgüye layık olan hususun kapsamına vacip ve mendup girer;»

«Kötünün kapsamına da haram ve mekruh girer.»

«Mubah ise bellidir ve yasak kapsamına girmez.»

«Kalbin bir şeye bağlanması her insan için söz konusudur. Dolayısıyla râbı­tayı inkâr eden kişi eğer dikkat edilecek olursa, inkâra kalkıştığı şeyi biz­zat ya­şadığını görecektir. Bu nedenle râbıtayı bilmeyenin bile onu işlediği, gerçek bir olaydır. O râbıta ki kişi, bizzat onu yaşadığı halde Allah'a karşı saygısızlık ya­parak onun gerçek olduğunu reddeder.»

Yazar bu sözlerle aklı sıra râbıtanın açıklamasını belli bir mantığa oturtmaya ça­lış­maktadır. Sözde insanın, her hâlükârda bir şeyi zihninde canlandırmak ve mutlak surette bir şeyi düşünmek durumunda olduğuna göre neden râ­bıtayı inkâr ettiğine şaşmakta, hatta bununla da kalmayarak râbıta yapma­yan insanı Allah'a karşı saygısızlık yapmakla suçlamaktadır.

Hemen ifade etmek gerekir ki: râbıtayı inkâr etmeyi; yani bir meditas­yon uygulaması olan râbıta gibi bir ibâdet biçiminin İslâm'da yeri olduğunu kabul etmemeyi; dolayısıyla bir tarîkat şeyhinin, ibâdet niyetiyle şeklinin zi­hinde canlandırılamayacağını söylemeyi; eğer bu şahıs, «Allah'a saygısızlık­tır.» diye değerlendiriyorsa esasında böylesine mesnetsiz bir hükümle râbı­tayı İslâm'a mal ettiği, üstelik bunu Kur'ân ve sünnetle açıklama cür'et ve pervasızlığını gösterdiği için Dewserî'nin bizzat kendisi, Allah'a en büyük saygısızlığı yapmış olmak gibi bir duruma düşmektedir. 

Hüseyn ed-Dewserî, Nakşibendîlik adına çok daha fahiş bir kanâatle ge­nelleme yaparak namazını gaflet içinde kılan herkesi râbıtasızlıkla suçla­mak­tadır. Allah Teâlâ'nın, «Vay hallerine!» diye tehdit ettiği, gaflet içinde namaz kılanların bu suçuna hiç aldırış etmeyen ed-Dewserî, bu insanların namazdaki dalgınlıklarını, bir tarîkat şeyhinin şeklini zihinlerinde canlan­dırmamakla izah etmekte ve şöyle demektedir:

«İhram tekbirini aldıktan sonra birtakım hayâl ve zan vadilerine dalıp gi­der; Rabbinden yüz çevirerek nefsini bile unutur. (...) Bu arada ya vakfet­tiği malını, ya mülkünü, ya işini gücünü, ya (şâyet seviyorsa) karısını, ya da ço­luk çocuğunu düşünüp durur; Veyahut İblis onu iflas etmiş olarak na­maz­dan çı­karmak için zihnine bir mesele sokuverir; ya da kendisinden Zekât veya sa­daka ümid ettiği bir kimseyle zihni meşgulken tam o sırada (Fatiha Sûresi'ndeki) «Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden yardım dile­riz.» -meâlindeki- âyet-i kerîmeyi okur. Ne var ki tam bu sırada şuhûdî olan ma­bu­duna (gözlemekte olduğu tanrısına) yönelik durumdadır ve aklında onun râ­bıtası vardır. O, selam verinceye kadar da bu hali yaşar. Ancak bi­rinci selamı verir vermez ardından, âlimlerin ve ariflerin, özel vakitlerde yaptıkları râbıta aleyhinde atıp tutmaya başlar.»

Hüseyn ed-Dewserî, bir tarîkat şeyhinin, şeklini eğer bir kimse hayâlinde canlandıracak olursa, yukarıda sayıp döktüğü şeylerle artık namazda uğraş­ma­yacağını ileri sürmektedir.

Ne gariptir ki ed-Dewserî,'nin hiç anlamak istemediği bir gerçek vardır ki o da, zihin boş durmayacağına göre namaz kılan kimse­nin, normalde ve ancak okuduğu şeylerin anlamlarını düşünmekle meşgul olması gerektiği­dir. Oysa Hüseyn ed-Dewserî, hiç bu yollardan geç­memektedir. Çünkü tarîkatlarda bazı sırlar vardır ki erbabından başka­sına açıklanamaz. Aslında ed-Dewserî, deşifre etmek istemediği sırrın -bize kalsa- ipucunu yuka­rıdaki ifa­desi içinde az çok vermiş bulunmaktadır.

Kişinin namazda, «Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım di­le­riz.»  meâlindeki âyeti okurken, zihninin birtakım şeylerle meşgul olma­sını -size göre- yazar acaba neden kınamaktadır ? Acaba sırf dünya işleriyle zih­nini meşgul ettiği ve ibâdeti sırasında okuduklarının anlamını düşün­me­diği için mi ona kızmaktadır ? Hiç sanmıyoruz. Çünkü yazar, namaz kı­lan kişinin, okuduklarıyla meşgul olmasını hiç de öğütlememekte, hiç oralı bile olma­maktadır. Çünkü yazarın istediği bu değil, aslında onun istediği: Namaz kılan insanın, bu âyeti okurken şeyhini zihninde canlandırması ve ona ibâdet etti­ğini ifade etmesidir! İşte Nakşibendî râbıtasının en büyük sır­larından biri bu­dur. Ancak bu sır herkese sızdırılmaz. Nakşibendîlerin dı­şındaki tasavvufçu­lar vaktiyle bu sırların benzerlerini zaman zaman çok açık ve bilinçli bir şe­kilde ortaya koymuşlardır.

Örneğin Nakşibendîlerin de kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri Şeyh Abdulkerîm el-Ciylî, El-İnsan'ul-Kâmil, adlı kitabında aynen şunları kaydetmektedir:

«Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah'a kulluk etmişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre -ki kâfir­ler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse Cenâb-ı Hak onla­rın da gerçeği­dir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O'nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak Rabb (yani kesin ve genel anlamdaki) İlâh O'dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah'ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının ka­çınılmaz gereği olarak O'na tapmış oldular.»[8]

 Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerîm el-Ciylî, aslında daha ilk cümlede şunu demek istiyor:

Kâfirler, (yani Kur'ân'a göre Allah'ı inkâr edenler, ya da O'na ortak ko­şanlar), Allah'ın (Haşa !) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr ede­meyeceklerinden, (sonuç olarak) O'nu da dolaylı şekilde tanımış sayılırlar.

El-Ciylî'nin, tasavvufta «vahdet-i vücûd» olarak bilinen inancı âdetâ özetler mahiyetteki bu açıklaması, Hüseyn ed-Dewserî'nin, râbıta konu­sunda (özellikle namazdaki gafleti bir şeyhe râbıta yapmamaya bağlarken) verdiği örneği desteklemektedir.

Aslında bu sözleri sarf eden el-Ciylî'nin de, ed-Dewserî'nin de amacı gâ­yet açıktır. Ne var ki bu ka­dar pervasızca konuşmuş olmalarına rağmen, Müslümanların bu gibi kimseler hak­kında hoşgörülü olmasını isteyen yan­daş­ları, onlar için eskiden beri şöyle bir mazeret ileri sürmekte ve genelde şuna benzer bir ifade kullan­maktadırlar:

 “Allah aşıkları tarafından zaman zaman kullanılan ve insana aşırı gibi ge­len bazı sözler vardır ki gerçekte bunlar bir aşk sarhoşluğu içinde sarf edilmişlerdir. Üstelik bizim gibi sıradan insanlar bu sözlerin içyüzünü, ulvî anlamla­rını ve içerdikleri büyük gerçekleri kavrayamazlar. Bunun için on­ları hoş görmek gerekir.“

Düşünün ki bir insan bilinçli olarak eline kalemi kağıdı alacak, yukarı­daki sözlere benzer anlatımlardan oluşan koskoca bir kitap yazacak, ondan sonra da birileri çıkıp:

«Filan evliya hazretleri bu sözleri, Allah'a duyduğu aşkın sarhoşluğu içinde söylemiştir. Onu anlamak bizim ne haddimize!» diyerek haddini bil­mezleri mazur görecek; Onun, İslâm inanç sisteminde göz göre göre yap­tığı en büyük yıkıcılığa karşın Müslümanları hoşgörüye ve susmaya çağıra­cak; Üstelik itiraz edeni de bozgunculukla, «Vahhâbîlik»'le suçlayacak!

 

İşte ed-Dewserî  böyle bir çabanın içindedir.

Ve işte bu inanca bağlı olarak şeyhin, Allah'ı temsil ettiğini ve hatta Allah'ın bizzat kendisi olduğunu ortaya vurmaktan, günümüzün râbıtacı­ları da artık hiç çekinmemekte, eski Nakşibendîlere göre çok daha cesur dav­ranmaktadır­lar. Nitekim bu konuda RUHU'L-FURKAN adlı tefsirde (başka bir kaynaktan aktarmayla) aynen şu ifadelere yer verilmiştir:

  «Üçüncü yol, müşahede (Allah-u Teâlâ Hazretlerini görür gibi olma) ma­kamına ulaşmış ve sıfatı zatla tahakkuk etmiş, (Allah-u Teâlâ Hazretlerinin öz zatına ait sıfatların mazharı, Tecellî ettiği, parladığı bir yer haline gelmiş) olan bir şeyhe râbıta etmektir. Çünkü onu görmek Allah'ı hatırlatır.» [9]

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nitekim Mehmed Zâhid Kotku'ya ait Tasavvufî Ahlâk adlı kitapta da şu sözler yer almaktadır:

«Kul, fenâ-i mutlaktan sonra terakki eder. Fenâ-i mutlak demek: Fenâ-i zat ve fenâ-i sıfattır. Sâlik bu fenâ-i mutlakta vücudu hakkânî hıl'atını gi­yer. Hatta sâlikin vücudunda evsâf-ı ilahiye ittisaf eder ve ahlâk-ı Rabbânî ile te­halluk eder.»[10]

 Yukarıdaki ifadeler yoruma gerek duyulmayacak şekilde açıktır. Bu ifa­de­lere göre kul, (tasavvufta seyr-u sülûk diye tarif edilen birtakım dehliz­lerde yol aldıktan sonra) vücûdunda «Evsâf-ı İlâhiye» yani Allah'a özgü ni­telikler oluşur ve «Ahlâk-ı Rabbânî ile tehalluk eder.» Yani Allah'ın huyla­rını alır (?)

Bu kadar açık konuşan yazardan, amaçladığı şeyi, biraz daha netleştir­me­sini istemek artık safdillik olur. Çünkü eğer râbıtacılar, «Şeyh Allah'ın bizzat kendisidir.» diye kısa yoldan kestirip atacak olurlarsa bu oyun hemen bitiverecektir. Ondan sonra da ne artık yığın yığın kitap yazabilecekler, ne insanları karanlık ve dolambaçlı yollardan gezdi­rerek gözlerini boyayabile­cekler, ne de sürülerle insan yığınlarının gönlünde taht kurarak omuzlarda yükselebileceklerdir.

Dolayısıyla hiç unutmamak gerekir ki kalabalıkları bu karanlık yollar­dan sürükleyip güdebilmenin ve Nakşîlikte şeyhin saltana­tını ayakta tuta­bilmenin sihirli anahtarı işte bu râbıta denen şeydir.

Hüseyn ed-Dewserî,  daha sonra sözlerine şöyle devam ediyor:

«İtirazcılardan bana bir soru yöneltildi. Diyor ki: »

«Yapılmasını önerdiğiniz râbıtanın, vacip ya da mendup olarak dinen em­redildiği konusunda hiç bir ilgi mevcut değildir. Halbuki vacip ve men­dup iki şer'î emirdir ki ikisi de delillere dayanırlar. Deliller ise kitap, sünnet, icma' ve kıyastır. Şu halde bu delillere baş vur bakalım, râbıtanın mendup, ya da va­cip olduğuna dair delilin nedir? Hem sonra hiç kuşku yok ki Hz. Peygamber (s) de ashâbın şeyhiydi. Çünkü onlar hem zikirleri, hem de başka emirleri Hz. Peygamber (s)'den alırlardı. Ne var ki Hz. Peygamber (s)'in onlara, şek­lini zihinlerinde canlandırmalarını emretti­ğine ilişkin, şimdiye kadar hiç bir haber almış değiliz. Halbuki Hz. Peygamber (s)'in şekli, insanlık dünyasının en mükemmel şekliydi.  Eğer ashâbına böyle bir şey emretmiş olsaydı mutlak surette bu olay bize nakle­dilmiş olacaktı. Çünkü vacip öyle bir emirdir ki nakli konusunda çok delil bulunur.»

Yazar, «Ben bu soruyu bir kaç yönden cevaplandırmaya çalışacağım.» diye­rek zorlanmakta, bin dereden su getirmekte ve konunun içinde âdetâ boğul­maktadır.

Esasen yukarıdaki sorunun kısaca cevabı: Hz. Peygamber (s)'in, asha­bına şeklini hayâllerinde canlandırmaları için şâyet verdiği bir emir varsa onu delilleriyle hemen burada zikretmektir. Ebetteki böyle bir şey söz ko­nusu ol­madığı için yazar ed-Dewserî, büyük bir inatla ve “ille de benim te­zim doğru­dur .“ dercesine birtakım dolambaçlı izahlarla dikkati dağıtmaya çalışmakta, konuyu saptırmakta ve okuyucuyu şaşırtmakta ya da şartlan­dırmaya çalış­maktadır. Bu tür zorlanmalar esasen bütün sofilerde vardır.

İslâm Hukukunun “kavâid-i külliyesi“'nden, (yani genel kuralların­dan) örneklemelerle de tezini savunmaya çalışan yazar ed-Dewserî'nin gö­nül ver­diği batıl bir dâvâyı İslâm'a mal etmek için didinirken ne kadar sı­kıştığı apaçık ortadadır. Ed-Dewserî, yukarıdaki soru karşısında bocalayınca şu hileye baş­vurmaktadır:

«Amaçlara mahsus hükümler, aynı zamanda araçlar için de söz konu­su­dur.»

İslâm Hukukundaki: «Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.»[11] kuralının bir başka ifadesi olan ed-Dewserî'nin yukarıdaki sözü, amaç­la­rın hükmü ne ise araçların da hükmü odur, anlamını taşıyor. Onun için ed-Dewserî, bununla ne istediğini şöyle savunuyor:

«Râbıta gafletin yok olmasını gerektiricidir. Amaçlanan şey de zaten gaf­leti zevâle erdirmektir. Şu halde amaca ulaştıran (her) şey, aynı zamanda amaç gi­bidir.»

Hüseyn ed-Dewserî, bütün bu dolambaçlı izah tarzlarıyla tezini savun­maya çalışırken sözde delillere başvurmakta, belli bir mantıkla kanıtlama yap­tığını ortaya koymakta ve kendince gerekçeler sunmaktadır. Yaklaşık aynı şey­leri tekrar ederek bu üslûpla kısaca şunları anlatmaya çalışmaktadır:

«Araçların hükmü de aynen amaçlarınki gibidir. ..»

«Râbıtaya gelince, insana huzur verir. Huzur ise perdelerin açılmasına yardım eder. Şu halde amaçlanan şey, perdelerin aradan kalkmasıdır. Amacın gerçekleşmesine yardım eden her şey ise bizzat amaçtır. Öyle ise râ­bıta da amaçtır. Binaenaleyh râbıtası olmayanın hali perişanlıktır! »

 

Görüldüğü üzere ed-Dewserî, yukarıda kendisine yöneltilen soruya (yani râbıtanın vâcip mi, yoksa mendup mu, sorusuna) bir türlü cevap verme­mekte, çünkü verememektedir.

İşte ed-Dewserî'nin, râbıtayı kanıtlamadaki mantığı budur ve bu yolun bü­tün yolcuları arasında, onu İslâm'a mal etmek için en çok uğraşan da bu şahıs­tır. Nitekim râbıtaya ancak milâdî on dokuzuncu yüzyılın başlarında ilk kez belli bir tanım getirildikten sonra çoğu aynı şeylerin tekrarı olmakla birlikte en hacımlı bir yazılı belge bırakan yine bu kişidir.

Hüseyn ed-Dewserî'nin, «Er-Rahme'tul-Hâbita» adlı bu kitabını 1230 hicrî (yani 1823 milâdî) tarihinde yazdığına bakılacak olursa râbıtayı ilk defa tanım­layan Halid Bağdâdî'nin henüz yaşıyorken bu kitabın kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır.

Halid Bağdâdî tarafından yazıldığı ileri sürülen bir mektupta ilk kez ta­nımlanan râbıtanın, bu kitapta daha geniş anlamda ele alınmış olması ise mantık açısından râbıtayı kurumlaştırma sürecinin bununla başlatıldığını göster­mek­tedir. Nitekim râbıta, tasavvuf literatürüne işte ancak bu belge­lerle ve 1800'lerin başından itibaren girmiştir.

 

3. Tabsira'tul-Fâsıliyn an Usûl'il-Wâsıliyn

 

Kitaba verilen bu acayip isim daha baştan ürkütücü bir çağrışım yapmak­ta­dır. Anlaşılabildiği kadarıyla «Allah'a ulaşmış bulunanların yöntemleri hak­kında ayrılıkçılara nasihat» anlamını taşıyan bu ad, bütün Nakşibendî­lerde ol­duğu gibi bu yazarda da Müslümanların saldırısına uğrama saplantı­sını açıkça göstermektedir.

Bu ilgiyle, daha önce de ifade edildiği gibi Nakşibendîlerdeki «münkirlik» fobisi, çok belirgin örneklerle bu kitapta da sık sık geçmektedir.

Kitapçığın yazarı, Süleyman Zühdî bin Hüseyn el-Khâlidî olarak kendini tanıtmakta, zihin bulandırıcı mektuplarıyla kişiliğini ortaya koymaktadır.

İçinde sırf râbıta konusunu işlediği, O'nun birkaç sayfadan oluşan bu ki­tapçığı; Ve sözde tarîkata ilişkin bazı soruları cevapladığı mektuplarıyla bir­likte on yedi parçadan oluşan pejmürde yazıları, ez-Zumrud’ul-Anka adlı mecmuanın bir bölümünü meydana getirmektedir.[12] 

Hicrî 1305 tarihinde, İstanbul-Kıztaşı'nda Kırımî Abdullah Matbaası'nda basılan bu risâle Arapça’dır. Bu tarih, râbıtanın daha yeni oluşmaya başladığı mîlâdî 1888'e rastlamaktadır.

Dil, son derece bozuk ve üslûptan yoksundur. Yazarın cahil olduğu, ifade­le­rinden açıkça anlaşılmaktadır. O'nun sırf râbıtaya hasrettiği bu kitapçı­ğına, Müslümanlara saldırıyla başlaması, hem cahilin cesur olduğu yolun­daki yay­gın kanâati, hem de Nakşibendîlerdeki münkir korkusunu yine bize hatırlat­maktadır.

 Aslında O'nun, her şeyden önce râbıtayı tarif etmesi ve Nakşilere göre bu­nun nasıl bir ibâdet olduğuna ilişkin bilgiler vermesi gerekirken, daha ilk cümlesinde şöyle demektedir:

«İşbu girişten sonra, kemâle ermişlerin sözlerini toplamaya beni sevk e­den şey: Kendilerini nasihate muhtaç görmeyenler ve râbıtaya dil uzatan­lardır.»

Yazarın esasen daha bu ilk sözlerle, demagoji yapmaya nasıl hazırlandı­ğını, O'nun cümlelerini okudukça anlamaya başlıyoruz. Râbıtacılardaki bo­zuk, belirsiz, fanatik şartlanmış ve bencil kişiliği daha iyi kavrayabilmek ba­kımından bu kitapçığı kelime kelime ele almaya değer.

Yazar Zühdî, anlatımını şöyle sürdürüyor:

«Bilmiş ol ki: Bir araya topladığım bu sözler ve öğütler nisan yağmu­runa benzemektedir. Onlar herkes için bir şifâdır.»

Sonra yazar, râbıtaya karşı çıkabilecek kimseleri daha baştan hedef alarak savunmaya geçmekte, verdiği öğüdün, çok değerli ve tereddütte bulunanlar için bu kararsızlıklarını giderici olduğunu, aşıkların muhabbetini artıraca­ğını, karşıt olanları çatlatacağını, kendini beğenmişleri ise daha çok küstah­laştıraca­ğını sayıp dökmekte; «Neden olmasın, kişi bilmediğinin düşmanı­dır» diye­rek söylediklerini bizzat kendisi onaylamaktadır. Ondan sonra da, «İnsan çok zâlim ve çok cahildir.» meâlindeki âyet-i kerîme ile de sözlerini tescil etmeye çalışmaktadır.

Yazar, karışık iç dünyasını, bozuk ruh halini ve tipik bir sofunun dar uf­kunu yansıtan bu ağızla bazı şeyler daha söyledikten sonra Halid Bağdâdî'ye atfedilen «Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta» adlı mektubunun baş tarafla­rın­dan uzun bir bölümü nakletmektedir.

Halid Bağdâdî'nin, «gafiller tarafından râbıta hakkında ileri geri konu­şulduğunu duyunca İstanbul'daki ihvânına mektup yazdığı»'nı söyleyen Zühdî, bu konunun Raşahât adlı kitapta da ayrıntılı olarak geçtiğini; bütün mezhep büyüklerinin bu meselede görüş birliği içinde olduklarını ekleyerek bir kaç sayfadan ibaret olan kitap­çığında sürekli şekilde Bağdâdî'nin mektu­buyla uğraş­maktadır.

Yazarın, Tabsira'tul-Fâsıliyn adını verdiği bu kitapçık, baştan ayağa çeliş­ki­lerle -daha doğrusu- pek anlaşılamayan bilmecemsi sayıklamalarla dolu­dur. Nitekim insanlara, şirk koşmamalarını ve Allah'a samimiyetle kulluk etme­lerini öğütleyen Beyyine Sûresi'nin beşinci âyetiyle Kehf Sûresi'nin yüz onuncu âyetini kaydettikten ve şirkle tevhid konusunda kopuk kopuk bir sürü şeyler kaydettikten sonra gaflet halini kötülemekte, kalbi ıslah et­me­nin -uyku ya da uyanıklık halinde olsun- daimi huzurla ancak sağlanabi­lece­ğini, içten sevgiyle ancak kötülüklerden ve zarardan insanın korunabi­lece­ğini, mürîdin vücudu, mürşidinin -ister yanında, ister uzağında olsun- varlı­ğında eriyinceye kadar onun kemâle ulaştırıcı beraberliği ile bu söyle­nenlerin ancak gerçekleşebileceğini ileri sürmekte, bu sözlere benzer, irtibat­sız, zorla birbirine yamanmış kelimelerden oluşan, karışık, bazen nisbeten kapalı, bazen yersiz birçok şey söyledikten sonra şunu ilâve etmektedir:

«Bütün bu haller, ancak Allah için teslimiyet ve sevgiyle gerçekleşebilir. İşte bu da râbıtadır.»

Esasen bu kitapçıktan net bir şey anlamak mümkün değildir. Herhalde kitabın bütün sır ve hikmetleri de burada gizli bulunmaktadır (!) Çünkü bilgi­siz kitleleri oyalayabilmek için eskiden beri kurnaz insanların izledikleri bir yöntem vardır. O da, çok değerli ve hikmetli şeyler söylüyormuş gibi -özellikle aralarında hiç bir alâka bulunmayan birçok söz­leri bir laf kalaba­lığı içinde sarf ederek- eğitimsiz insanlar üzerinde hayranlık uyandırmaya çalış­maktır.

Fakat yazarın bu kadar akıllı ve kurnaz olduğu ihtimaline inanmak da güç­tür. Çünkü yazıp çizdikleri, baştan sona kadar çelişkilerle doludur. Aslında bu tip karalamaların ciddiye alınmaması gerekir. Şu var ki râbıtayı diline do­lamış insanların, ilim, kültür, âdâb ve kişilik açısından ne düzeyde oldukla­rını ortaya koyabilmek için bunların yazıp çizdiklerini gözler önüne ser­mekte yarar vardır.

İşte bu amaçla, sözde sırf râbıta konusunda yazılmış bulunan bu kitabın, temelde râbıtaya ne kadar yer vermiş bulunduğunu, nelerden bahsettiğini ve konular arasında ne kadar bağlantı kurabildiğini meydana çıkarmak için kitap­tan aşağıya aktarılan şu alıntı ibret vericidir:

«–Hz. Peygamber buyurdu:

 “Allah Teâlâ, namazı kulumla aramda paylaştım,“ demiştir. Nitekim kul:

 “–Elhamdulillâhi Rabbil'âlemîn,“ dediğinde Allah:

 “–Kulum bana hamd etti,“der. Kul:

 “–Errahmanirrahîm“ deyince, Allah:

 “–Kulum beni övdü,“ der. Kul:

 “–Maliki yevmiddîn“ deyince, Allah:

 “– Kulum beni yüceltti,“ der. Kul

 “–İyyake na'budu ve iyyake nestaiyn“ deyince, Allah:

 “–İşte bu, kulumla aramda bir sırdır. Kulum ne isterse onu ihsan ede­rim,“ buyurur.

İşte bu, aşk ve istikâmet makamıdır ve bu çok önemli bir husustur. Nitekim Hz. Peygamber:

«Hûd Sûresi saçımı başımı ağarttı.» buyurdu.

Şimdi söyler misiniz, yukarıdaki iki hadis arasında ne gibi bir ilişki var; ya da bu iki hadisle râbıta arasında hangi alaka var?! Hatta bu iki hadisten sonra sarf ettiği bir iki sözü daha aktaralım; Bakınız ne diyor:

«Başkasından yardım almak mümkün değildir, çünkü o yok gibidir.»

Acaba siz bu cümleden bir şey anlıyor ya da bu şahsın baştan beri söyle­diği sözlerden sonra naklettiği hadisler ve nihâyet son olarak sarf ettiği bu cümle arasında hiç bir bağ bulabiliyor musunuz? Neden başkasından yar­dım almak mümkün değilmiş? Başkasından yardım almak mümkün de­ğilse yazara, doğduğu günden beri kim yardım elini uzatmış; kim O'nu ye­dirip içirmiş; kim O'nu yetiştirip büyütmüş olabilir? Üstelik râbıtacılara göre râbıta yapmak: «şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemekle olur.» Bu sorulara ne dersiniz? Bu râbıtacı bizzat kendisiyle korkunç bir çelişkiye düşmüş değil midir?

 

Râbıtacıların kendi ifadeleriyle:

«Şeyhin cismânî varlığını, (yani vücudunu, baştan ayağa kalıbını) zi­hinde düşünüp canlandırmak ve onun -her ne demekse- rûhâniyetinden yardım di­lemek» şeklinde tanımlanan râbıta ile yukarıdaki yığın yığın laf arasında acaba hangi ilişki vardır dersiniz; Bu kitapçık hakkında acaba başka bir şey eklemeye artık gerek var mıdır?

 

4. Tuhfa'tul-Uşşâq Fi İsbât'ir-Râbita:

 

Bu kitapçık da sırf râbıtayı konu almaktadır. 32 sayfalık Arapça matbu bir risâledir. H. 1293'de İstanbul'da basılmıştır.

Yazarı, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden İbrahim Fasihuddîn b. Sıbgatillâh b. Es'ad El-Haydarî'dir. Kürt kökenlidir ve kısaca İbrahim el-Fasih olarak da tanınır.[13]

Yazar, risâlenin girişinde meâlen şu ifadeyi kullanmaktadır:

«Sofiyye tarîkatının en büyük erkânından olan ve konularının yörüngesini oluşturan râbıtayı kanıtlamak üzere bunu kaleme aldım.»

Ayrıca risâlenin bir yerinde de şunları söylemektedir :

«Anlamını düşünerek kime salat ve selam getirdiğinin bilinci içinde, gönül huzuruyla ve tam bir muhabbetle Hz. Peygamber (s)'e salat ve selam getirmek elbette ki O'na yönelmeyi ve O'nu zihinde canlandırmayı gerektirmektedir.»[14]

Yazar bunu ölçü alarak râbıtayı kanıtlamaya çalışmıştır.

 

5. İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbita'tis-Sâlik:

 

Sırf râbıta konusunda yazılmış bir diğer kitap da budur. Osmanlıca, man­zum bir risâledir. Nazımının adı ise Mustafa Fevzi'dir.

Risâlenin üzerinde hicrî 1324 tarihi vardır ki bu, mîlâdî 1906'ya rastla­maktadır. Bu tarihten en çok yüzyıl önce râbıtanın belirginleştirildiğine ba­kı­lacak olursa, henüz tazeliğini koruyan râbıtaya karşı süren tepkilerin he­yeca­nıyla bu kitapçığın kaleme alındığı anlaşılmaktadır.

Risâlenin kabı üzerinde, içeriğinin özeti şu şekilde verilmiştir:

«Tarîkat-ı Aliyye-i Hâlidiyye-i Zıyâiyye'de, zikrin âdâb-ı bâtıniyyesinden olan tezekkür ve râbıta-i mevt ve mülâhaza-i râbıtâ-i mürşid ve tefekkür-i râ­bıta-i huzûrun sûret-i ifâsıyla, ecille-i izâm tarafından râbıta hakkında irâd bu­yurulan edille-i kesîreden münâsip miktarının fihrist vechile izâhı ve ona müteferri' mevâd beyânındadır.»

Kapak üzerindeki bu açıklamalar arasında “râbıtaya ilişkin birçok delilin mevcut bulunduğuna“ yer verilmesi önemli bir gerçeği bir kez daha hatır­lat­maktadır. O da, ya râbıtaya mutlak surette karşı çıkılacağı endişesidir. (Çünkü bu zümrede, her an bir düşmanla karşılaşma kuşkusu âdetâ bir pa­nik olarak yerleşmiştir); Veya râbıtaya tepki göstermiş olanlara karşı bir sa­vunmadır. Bu da, râbıtanın en azından yeni bir şey olduğunu açıkça kanıt­lamaktadır.

Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Râbıtaya bir tanım ve uygulanış biçimi belirlendiği tarihten gü­nümüze dek geçen yaklaşık ikiyiz yıl içinde İslâm âlimlerinden çok az kimse bu sorundan haberdar olabilmiştir. Onlar da bu topluluğu pek ciddiye almamışlardır. Buna rağmen, râbıtacılardaki bu pani­ğin gittikçe şiddetlenen nöbetler şeklinde kendini göstermesi ilginçtir. Onlardaki bu kaygı, râbıtanın gerek Müslümanlar nez­dinde, gerekse İslâm'ın sağlam ve berrak kaynakları karşı­sında neye uğrayaca­ğını göster­mekte ve bu bapta çok şeyler hatırlatmaktadır. Bunlardan biri de Allah Teâlâ'nın şu uyarısıdır:

«Allah'ın indirdiği bir delil olmaksızın Allah'a eş koştuklarından do­layı o kafirlerin kalplerine korku salacağız. Onların son sığınakları da ateş­tir. Zâlimler için ne kötü bir yerdir orası.»[15]

Bu risâle -nakaratlarla birlikte- 1123 beyittir. Küçük bir girişten sonra se­kiz başlık altında hazırlanmıştır. Başlıkları şunlardır:

Nâ't-ı şerif-i Rasûl-i Kibriyâ[16]

Nât-ı Şerîf

Nât-ı Şerîf-i diger

Mukaddime-i Kitâb

Der Beyân-ı râbıta-i Mevt

Der Beyân-ı râbıta-i Mürşid

Der Beyân-ı râbıta-i Huzûr

Esâs-ı Bend-i Tarîkat-i Aliyye olan Kelimât-ı semâniye beyânındadır.

 

Ne ilginçtir ki bu tabir bir tevafuk olarak «Kelimât-ı Şâmâniye» gibi bir terkibi çağrıştırmaktadır!

İlginç bir nokta daha vardır ki o da, Nakşibendî Tarîkatı'nın temel ku­ral­la­rını sembolize eden bu kelimelerin sekiz mi yoksa on bir mi olduğu konu­sunda râbıtacıların ifadeleri birbirini tutmamaktadır. Nitekim Mustafa Fevzi, yukarıdaki açıklamasında bu kelimeleri sekizle sınırladığı halde, Onunla çağ­daş olan Nakşî şeyhlerinden Muhammed Emîn el-Kurdî bu ke­limelerin on bir olduğunu ileri sürmektedir.[17]

 Şairin, sekiz bölümden ibaret olan bu manzum kitabının en uzun bö­lümü, O'nun, mürşid râbıtasına ayırdığı kısımdır. Bu da gösteriyor ki Nakşîler, her ne kadar râbıta kavramı hakkında fırsat buldukça epeyce konuşmayı alış­kanlık haline getirmiş iseler de esas itibariyle (şeyhin cismânî varlığı üzerinde düşünmek ve onun -sözde- rûhâniyetinden medet ummak) gibi iki noktaya daha çok ağırlık verirler!

Şair,

«Evliyâya hep murâbıt der Arap,

Bunları hiç duymadın mı sen acep!»

Diyerek, Arapların velîleri «murâbıt» olarak nitelediklerini, bu ilgiyle de sözde râbıtanın meşruluğunu savun­makta, arkasın­dan da:

«Bak lûgatlarda nedir ma'nâsını,

Boş yere techîl edersin sen seni.»[18]

Demek suretiyle hem bir yandan akıl vermekte, hem de “Sen boş yere cehaletini ortaya vuruyorsun!“ sözleriyle Müslümanları aşağılamaktadır.

Biz de O'nun tavsiyesine uyarak gerek eski, gerekse yeni lügat ve çeşitli kaynakları taradık. Bu muteber sözlük ve kaynaklarda «Murâbıt» kelimesi­nin ne anlama geldiğini tesbit ederek referanslarıyla birlikte şu şekilde aşa­ğıya ak­tardık:

* El-Mu'jam'ul-Wajîz:

«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Stratejik noktada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mev­kide sürekli bulundu, (nöbet tuttu demektir.) »[19]

* El-Munjid:

«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Bir işle sürekli ilgi­lendi (anlamına gelir.)»[20]

 * El-Mu'jam'ul-Arabiy'yul-Esâsî:

«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Ordu, Stratejik nok­tada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mevkide sürekli bekledi, (demektir.) »[21]

 * Mu'jam'u Lûgat'il-Fuqahâ':

«Murâbata' (da bulunmak)...: Olağanüstü bir durum için, düşmana karşı ülke sınırları üzerinde yerleşmek (beklemek, nöbet tutmak demek­tir).»[22]

 * Lisân'ul-Arab :

«Murâbata kelimesi temel olarak: Karşıt iki ordunun, stratejik bir mevkide, bineklerini yerleştirmeleri anlamına gelir. Bunlardan her biri, diğerine karşı alarm ha­linde bulunur. Bu nedenle stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye (karargâh kurmaya) murâbata adı verilmiştir.»

 İşte Arap ve İslâm Dünyası'nda kullanılan yukarıdaki lûgatlarda «murâbata» budur ve bu görevi yapan kimseye de yine Araplar tarafından «murâbıt» denmiştir.

Keza ünlü Tâj'ul-Arûs adlı lûgatda da «murâbata» şu ifadelerle tanım­lanmaktadır:

«Temel anlamda murâbata: Karşıt iki ordudan her birinin, kendi mev­ki­inde karargah kurmasıdır. Onlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bu­lunur. Dolayısıyla stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye rıbât adı ve­rilmiştir. Sâğânî tarafından ve “el-lisân“ adlı kaynakta aktarıldığına göre, (murâbata'nın anlamı budur.) Daha sonraları stratejik noktalarda nöbet bek­lemek manasında kullanılmıştır. Bazen de bizzat (savaşa mahsus) atlara rı­bât adı verilmiştir. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Dayanın ve direnin; Murâbata yapın (alarm durumunda olun) ve Allah'dan sakının ki başarıya eresiniz.“ Bu, şöyle yorumlanmıştır: Dininizde kalmak için dayanın; Düşmanlarınıza karşı direnin ve murâbata yapın (savaşa hazırlıklı olun.) Yani savaşmak ve bineklerinizle irtıbat ha­linde olmak (onları savaşa hazır tutmak) suretiyle cihada devam ediniz.»

Ayrıca, tamamen cihad konusunda yazılmış en mükemmel kaynaklar­dan biri olan, İbn'un-Nahhâs'ın "Müsîr'ul-Ğarâm ilâ dâr'is-Selâm Fi Fazâil'il-Jihâd" adlı eserinde “rıbât“, “murâbıt“ ve “murâbata“ terimleri hakkında şu önemli bilgiler verilmektedir:

«Rıbat'dan amaç: Düşmanın sızabileceği tahmin edilen stratejik bir mev­kide cihad yapmak -yani silahlı savunmada bulunmak- ya da nöbet bekle­mek niyetiyle bir insanın kendini rapt etmesi (o arazide devamlı yer­leşmesi­dir); veya -güvenliği sağlamak için- Müslüman (asker) sayısını ar­tırmaktır. »

«Yazar, -Allah taksiratını af buyursun- şöyle diyor:»

«Doğrusunu Allah bilir, ama bana öyle geliyor ki: Kim sırf kafirlere karşı muhtemel bir silahlı mücadeleye katılmak üzere ya da nöbet beklemek ama­cıyla bir sınır bölgesinde murâbata yapar (hazır vaziyette yerleşir) ve is­tediği zaman bu yerden zahmetsiz olarak ayrılabilirse işte bu kişi murâbıttır ve ribât bekleme sevabına nail olur.»

Yine aynı kaynakta şöyle bir açıklama yapılmaktadır:

«Muhammed b. Atiyya, tefsirinde şunları kaydetmiştir:

«Sözün doğrusu şudur ki, râbıta denen şey, Allah yolunda düşmana karşı mücadele etmektir. Bu kelimenin aslı (atı bir yere bağlamak) demek olan “rıbât“ dan türemiştir. Ondan sonra da ister süvari, ister piyade olsun, İslâm topraklarının sınır boylarında askerlik yapan kimselere “murâbıt" adı veril­miştir.»

 “Murâbıt“ teriminin, (sınır boylarında askerlik yapan kimse) demek ol­du­ğunu kesinlik derecesinde te'yid eden birkaç hadisi'i şerif de şöyledir:

• «Sınır boyunda bir gün bir gece rıbât yapmak (yani nöbet beklemek) bir aylık süreyi oruç ve namazla ihya etmekten daha hayırlıdır. Ve her kim sı­nırda, murâbatada bulunurken (yani nöbet beklerken) ölürse bu sevabın aynısına yine nail olur. Aynı zamanda (şehit gibi o da) rızıklandırılır. Bu hadisi Müslim riva­yet etmiştir.»

• «Fudâla b. Ubeydillah'dan rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdular:»

«Allah yolunda murâbıt kişi (yani kafirlerin muhtemel bir saldırısına karşı nöbet bekleyen Müslüman) hariç, ölen herkesin defteri dürülür. Ancak murâbıt kişinin ameli kıyamet gününe kadar nemalandırılır (artırılır.) Aynı zamanda mezar içi cezalarına karşı da kendisine güven veri­lir.»

Araplara ait muteber kaynaklardan yukarıya aktarılan tüm bu bilgiler­den sonra bir kez daha hatırlamalıyız ki «evliya»'ya, Araplar tarafından “murâbıt“ de­nildiği doğru değildir.

Şu var ki Abbasî Devleti'nin parçalanmasından sonra Kuzey Afrika sa­hil­lerine dadanan Batılı korsanlara karşı vaktiyle Müslüman berberi milis­ler, as­keri bölgeler oluşturmuşlardı. Buralarda istilacılara karşı murâbatada bulunuyorlardı. Yani İslâm topraklarını korumak amacıyla sahil boylarında nöbet bekliyorlardı. Hatta bir zaman sonra bu berberîler Murâbıtlar adı al­tında bir devlet bile kurdular. Mistik inanışlara önem verdikleri ve Kur'ânî değerleri yozlaştırdıkları için daha çok bu yüzden Muvahhidler tarafından yıkıldıkları sanılmaktadır.

Çok sonraları Kuzey Afrika sahillerinde egemenlik kuran Osmanlılar'ın etkisi altında bu berberi askerlere ait karargahlar birer tekkeye dönüştü. Bu mekânlarda yaşayan topluluklar, asırların akışı içinde softala­şa­rak askerî kimliklerini tamamen yitirdiler. İşte bu ilgilerle, Kuzey Afrika Ülkelerinde tarîkatçılara günümüzde de “Murâbıtlar“ adının veriliyor olması cehâletin ve gelenek­selliğin so­nucudur.

 

6. Râbıta-i Şerîfe Risâlesi:

 

Sırf râbıta hakkında yazılan bu kitapçık, Abdulhakîm Arvâsî tarafından 1923'de kaleme alınmıştır.

Kitabın aslı Osmanlıcadır. Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleşti­ril­miştir.[23]

 Kitapta râbıtanın tarihi hakkında fikir verebilecek ifadeler de yer almak­ta­dır. Yazar bu konuda şunları söylüyor:

«Şimdi bize şöyle bir sual yöneltilebilir: »

«–Yürürlükte olan Râbıta-i Şerîfenin, sabit (isbat edilmiş) bir aslı var mı­dır?»

«Cevap şudur: »

«– Evet ; Kitap, sünnet ve büyük din imamlarının sözleriyle sabittir. »

«Fazla olarak bildirelim ki, yüksek Nakşi yolunun fertleri ve rükünleri ve şeyhleri, irşad edicileri ve irşada talipleri, hemen top yekûn Maverâünnehr, Buhâra, Hayve, Semerkand ve Hindistan'ın üstün Hanefi âlimlerinden olup, Hâcagân kolunun reisi Abdülhalik Gucdevânî zama­nındaki ikinci asırdan başlatırlar. Demek ki 1240 tarihine kadar Hanefi âlim­leri, kendi “sülûk-yola gi­riş“lerinde ve mürîdlerini “teslik-yola alış“larında râbıta ile amel etmişlerdir. »[24]

 Yazar râbıtanın, belli bir tarihten sonra başlatıldığını itiraf etmektedir. Ancak O'nun da anlatım şekli, diğer bütün Nakşibendî şeyhlerinin üslûbu gibi örtülü ve karışık olduğu için, doğrusu yukarıdaki bilmecemsi sözlerden net bir fikir çıkarmak kolay değildir. Dilerseniz bir de siz deneyiniz bakalım râbı­tanın, -yazara göre- başlatıldığı tarihi, bu ifadelerden kesin şekilde çıka­rabile­cek misiniz?

 

Abdulkhâlıq Gonjduwânî'nin, ölüm tarihi hicrî 575, mîlâdî 1179 dur. Yazar râbıtayı, «Hâcagân kolunun reisi, Abdülhâlik Gucdevânî zamanın­daki ikinci asırdan başlatırlar. » diye bir ifade kullanmaktadır.

Her şeyden önce «Abdülhalik Gucdevânî zamanındaki ikinci asır» ne demektir ? Görüldüğü gibi Nakşibendîleri anlayabilmek için ne bilgi ne de akıl yeterlidir.

Arvâsi'nin sözlerinden anlaşılabilen tek şey, Nakşibendî rûhânilerinin, hepsinin Türk illerinden olduklarıdır.

Abdulhakîm Arvâsî, Said adındaki bir mürîdine yazdığı 31.Mayıs.1923 ta­rihli mektubunda râbıtayı tanımlamakta, uygulanış biçimini ve faydala­rını açıklamakta, onu zikirle karşılaştırmakta ve süresinin on beş dakika ol­du­ğunu söylemektedir ; Ayrıca günlük zikir miktarının, (Allah, Allah, Allah...) şek­linde tekrarıyla en az bedbin olduğunu kaydetmektedir.

Bütün bunlar yukarıda sözü edilen mektupta geçmektedir. Bu mektup ise, Râbıta risâlesi’ne ait sadeleştirilmiş nüshanın baş tarafına yerleştirilmiştir.

Bu kitapçıkta anlatılanların, Halid Bağdâdî'ye mal edilen mektupta­ki ilginç şeylerden genellikle esinlenilerek yazıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim bu özellik yalnızca bahsi geçen ki­tapçık için değil,  aynı zamanda söz konusu mektuptan sonra kaleme alınmış bütün yazı çiziler için de geçerlidir. Şu var ki bu kitapçıkların yazar­larından her birince konu, sanki çözümlenmesi çok zor bir sorun, ya da cennetin bir anahtarıymış gibi derin bir heyecan içinde ele alınmış ve bir tarîkatçının, karmaşık ruh yapısına özgü ; akıl, mantık, fıtrat ve zevk sınırla­rını zorlayan bir telaş içinde çiziklenmiştir!

İşte bu halet-i rûhiye içinde kaleme alınmış olan «Râbıta-i Şerîfe» adlı ki­tapçıkta dikkat çekici şu ifadeler kullanılmıştır:

«Râbıta, Allah'a ermeye müstakil bir yoldur. »[25]

«Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.»[26]

«Malum olsun ki bu yolla Allah'a ermek, kamil şeyhin muhabbet ve râbı­tasına bağlıdır (...) »

«Evliyadan bazıları vardır ki, sadık mürîde, vefatından sonra hayattay­ken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, rûhâni­yeti vasıtasıyla ilahi emirleri takib ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o velî kabrinde meyyit olsun... Kabrindeyken mürîdini yetiştirir. Mürîdi kab­rinden onun sesini işitir. Nitekim Ebulhasan-ül Hırkanî Şeyh Ebi yezid Bestâmî'den bu şekilde Feyiz almıştır.»[27]

Yani ölü evliya ile röportaj yapılabilir! Halbuki Allah Teâla ölülerin, duymadıklarını ve konuşmadıklarını Kur'ân-ı Kerim'de bildirmektedir.[28]

 İlginç bir tesbit de şudur ki Arvâsî, sırf râbıtayı bir kitap konusu yaptığı halde, içinde tasavvufun başlıca terim ve kavramlarını tarif ettiği «Er-Riyâz'ut-Tasavvufiyye» adlı bir başka kitabında râbıtaya hiç mi hiç yer ver­memiş­tir! Bu kadar büyük bir çelişki, acaba râbıta hakkında size neyi dü­şündürebilir?

Yazar, «Râbıta-i Şerîfe» adlı risâlesinde ayrıca:

 “Mezarlara râbıta keyfiyeti“, “Râbıtanın edepleri“ve “Râbıtanın şartları“ gibi başlıklar altında canı ne istemişse onu yazmaktan geri kalmamıştır.

 

7. Ez-Zâbıta Fi'r-Râbıta:

 

Bu kitap, mîlâdî 1889-1968 yılları arasında, yani çok yakın geçmişte ya­şamış olan ve muhitinde Şeyh Seydâ olarak tanınan, Cizreli Şeyh Said b. Omar ez-Zengânî tarafından hazırlanmıştır.

Şeyh Seydâ, «Doğu»'daki Ez-Zehrâ Medreseleri'nin, henüz tamamen çı­ğır­dan çıkmadığı bir dönemde ve Cizre gbi (eski ilim merkezlerinden ol­manın -silik de olsa- izlerini taşıyan) bir yerde, emsallerini geride bırakarak, İslâmî ilimlerde nisbeten iyi bir öğrenim görmüş, aynı zamanda eserler de vermiştir. Buna rağmen gelenekçiliği aşamamış ve Nakşilerin «Güneydoğu»'da yaklaşık ikiyiz yıldır süren yoğun propagandaları karşı­sında bölgenin kültürsüz şeyh­leri ve mollaları gibi O da ne yazık ki tarîkat­çılara alet olmuştur.

Tabiatıyla bunun nedeni, «Doğu Medreseleri»'nin bu ikiyiz yıllık süre bo­yunca tamamen Nakşî şeyhleri tarafından yönetilmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu medreselerde, Şeyh Seydâ gibi okuyup mezun olmuş şeyh ve mollaların tümü Nakşibendî olarak yetişmişlerdir. O günün şartlarında bu­nun aksi za­ten düşünülemezdi. Kaldı ki Şeyh Seydâ'nın bizzat içinde ye­tişmiş olduğu aile, «Doğu»'daki Nakşîlik merkezlerinden biri idi. Bu ne­denle Şeyh Seydâ'nın, farklı bir meşrep ve görüşle yetişebilmesi ancak ola­ğanüstü ilâhî bir tevfikle müm­kün olabilirdi.

Şeyh Seydâ'nın, Molla Muhammed Şerif adında birine hitaben kaleme al­dığı bu kitapçık, sadece on yedi sayfadan ibarettir. Girişindeki ilk birkaç sa­tır hariç, kitabın hemen hepsi, üç yerden yapılan alıntılarla hazırlanmıştır. Bu üç kaynak şunlardır:

* Halid Bağdâdî'nin, kardeşinin oğlu Es'ad Sâhib'e ait “Nûr'ul-Hidâye'ti wa'l-İrfân“

* Muhammed bin Abdillâh el-Khânî[29] tarafından  yazılmış bulunan “El-Bahja’tus-Seniyye“

* Halid Bağdâdî'ye mal edilen ve O'nun, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği ileri sürülen mektup.

Bu kitapçığın, aynı konuda yazılmış diğerlerinden pek büyük farkı ol­ma­makla beraber, daha çok derleme ve alıntılardan oluştuğu için hazırlayı­cısı­nın, kendinden fazla bir şey katmak istemediğini göstermektedir. Bu da O'nun, yaşamı boyunca soluduğu tarîkat atmosferine rağmen -Arvâsî'den farklı olarak- medrese geleneğine daha çok bağlı kaldığını yansıtmaktadır. Bununla birlikte tarîkatçılardaki kör taklidin açık bir örneğini de canlan­dır­maktadır. Şöyle ki: Muhatap kişiye,

«Faziletli ve temiz kardeşim Molla Muhammed Şerif» diye hitap edil­miş bulunulması, muhatabın okumuş bir kimse olduğunu ve çok büyük ihti­malle râbıta hakkında kuşkuları bulunduğunu kanıtlamaktadır. Bu şahsa, mektupta adları geçen ve nüshaları Nakşibendî şeyh ve mollaların Kütüphânelerinden eksik olmayan bu üç kitapçığın sadece adlarını vermesi herhalde yeterli olurdu. Şeyh Seydâ'nın, böyle davranacağına, -birkaç cüm­leden başka - bu kitapçığın neredeyse tümünü bu üç kaynaktan yaptığı alıntı­lardan oluş­turması ise O'nun, akademik anlayış adına sahip olduğu düzeyi gözler önüne sermektedir. Sonuç olarak bu da Şeyh Seydâ'nın, diğer Nakşî şeyhlerinden farklı olmadığını, dolayısıyla râbıta hakkında yazıp çizdikleri­nin talihsiz bir çabadan öteye gitmediğini anlatmaya yeterlidir.

Bu kitapçığın en şaşırtıcı tarafı ise, Halid Bağdâdî'nin mektubundan bir bö­lümünün, buraya aktarılmış olmasıdır. Bu alıntı, Zemakhşeri'ye ait Keşşâf Tefsiri'nden yapılmıştır. Sözde râbıtayı kanıtlamak için yapılan bu aktarma, özellikle Şeyh Seydâ gibi ilimle haşir neşir olmuş birine yakışmayan büyük bir bilgisizlik örneğidir. Sebebine gelince nakledilen bu bölüm, esasen (râbıtacıların savunmakta olduğu tezi kanıtlamak şöyle dursun), tam ter­sine -Yusuf Sûresi'nin 24'üncü Âyeti’ne tefsir olmak üzere- ileri sürülen sa­kat görüşler alt satırlarda çürütülmekte ve bu yorumlar «Allah'a ve pey­gamber­lere bühtandır, iftiradır! » diye reddedilmektedir. Dolayısıyla Şeyh Seydâ'nın, işin iç yüzünü araştırmadan ve herhalde Keşşaf Tefsiri'ndeki il­gili yere bir kez bile göz atmadan, bu bölümü olduğu gibi şeyhinin mektu­bundan buraya ak­tarma gafletini gösterdiği anlaşılmaktadır.

Bu da tarîkatçılar tarafından göklere çıkarılan insanların, ciddiyetini, ger­çek kişiliğini ve ilimden ne kadar nasip aldıklarını kanıtlamaktadır. 

 

8. Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta

 

Bu, bir ilahiyât hocası tarafından hazırlanmış ancak henüz basılmamış bu­lunan 44 sayfalık bir çalışmadan ibarettir.

Yazar,

«Kültürlerarası bir özellik gibi gözüken bu konuda Müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da râbıta şeklinde sistemleştirdikleri söy­lenenebilir.» demektedir.[30]

 Râbıtayı meşrulaştırmak ve O'nu, İslâm'ın değerleri arasında varmış gibi göstermek için oldukça esnek bir giriş niteliğini taşıyan bu sözler Kur'ân'ın rûhuna yabancı olan okuyucuyu şartlandırmak bakımından mo­dernist bir sunuş örneğini sergilemektedir.

Aslında Nakşibendîlik,-dünden bugüne- eskimiş çeşitli din ve felsefe­ler­den beslenerek meydana gelmiş bir tarîkattır; Yani -yazarın da desteklediği- kültürlerarası alışve­rişin en çarpıcı ürünlerinden biridir. Buna rağmen Nakşibendîlerin, «Kültürlerarası ortak özellikler» diye bir kanâate kendi açıla­rından hiç de sıcak bakmayacakla­rını kestirmek zor değildir. Onların bu çe­lişkisi ile (İslâm'ın bir köşesine râbıtayı yerleştirebilmek için oldukça kıvrak bir rol üstlenmiş olan) yazarın, yuka­rıdaki sözler içinde sergilediği çelişki ara­sında açık bir uyuşmazlık vardır ki bu da üçüncü bir çelişkidir!!!

Yazar, râbıtayı anlatırken: «İmitatio dio», «İmitatio hominis», «Beşer symbiosis» ve «İdentification»  gibi yabancı terimler kullanarak; Samuel Smiles, Joshua Loth Liebman,  Prof. Jeager  ve Shimmel  gibi yabancı yazar­ları referans göstererek âdetâ Modern Nakşibendîlik Döneminin öncülü­ğünü yapmaktadır.

İlginçtir ki Nakşibendî cemaatlerinin, bu üslûptan ve bu işgüzarlıktan hiç de haberleri yoktur. Hatta eğer râbıtanın böyle bir üslûpla savunuldu­ğunu görecek ya da duyacak olurlarsa, “Evliyâlar yerine bir sürü kâfirden nakiller yapmış“ diye yazarı takdir yerine belki tektir bile edebilirler! Çünkü onlar, bu tarîkatı (Budizm'in “drahma“'ları üzerine oturtmuş olan), ne eski rûhânîlerin geçmişteki düzmecelerini İslâm'dan ayırt edebi­lecek ye­terli bir ilim ve basirete sahiptirler; ne de çağdaş ilâhiyatçıların edebî ve akademik havalar içinde râbıta aşkına yazdık­ları meşruluk fetvâ­larını anlayabilecek kültür ve anlayış düzeyini yakalaya­bil­mişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmanın, Nakşibendîler tarafından kutlan­ması ya da ödüllendirilmesi ih­timalden uzaktır. Bununla birlikte ya­zar, râbı­tanın kesin yerini saptamak ko­nusunda açık bir kanâat ortaya koy­madığın­dan bu sorun karşısında okuyu­cuyu te­reddüt içinde bı­rakmaktadır.

Çünkü okuyucunun aradığı özetle şudur:

* Râbıtanın İslâm'da yeri var mıdır, yok mudur? Ya da başka bir ifade ile: Râbıta, ef'âl-i mükellefîn'den hangisinin sınırları içinde kendine yer bulabi­lir?

* Râbıta bir ibâdet şekli midir, öğrenciyi hocasına bağlamak için seküler bir alıştırma ya da şartlandırma biçimi midir, yoksa sırf bir zihin sporu mu­dur? Eğer bir ibâdet biçimi ise bunu gerçekten, Mâide Sûresi'nin 35. ve Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmeleri ile kanıtlamak mümkün müdür?

* Eğer hocayı öğrencisine sevdirmek, ya da hocanın saygısını öğrencisi­nin zihnine nakşetmek gibi râbıtadan masum ve hayırlı bir amaç güdülmek iste­niyorsa, üstelik kitap ve sünnetle kanıtlanan bir eğitim sistemi ise neden sa­dece Nakşi Tarîkatı'yla sınırlı bırakılmakta, neden tüm ilim müesseseleri için öngörülmemektedir? Allah'ın emir ve yasaklarını belli bir tarîkat çev­resiyle sınırlı tutmanın açıklaması acaba ne olabilir?!

* Hz. Peygamber (s), Nakşibendîler tarafından yapılmakta olan râbıtayı aynı uygulanış biçimi ile hayatında bir kez olsun yapmış mıdır? Yani gözünü yumarak, nefesini kontrol ederek, teverruk oturuşu ile oturarak ve (mürşid diye kabul ettiği) birinin şeklini zihninde canlandırarak “râbıta“ adı altında bir eylemde bulunmuş mudur; ya da ashabından birine böyle bir şeyi telkin etmiş midir?

Eğer amaç, gerçekten Müslümanları râbıta hakkında aydınlatmak ise işte en başta bu ve benzeri sorulara cevap bulmak suretiyle gereken hizmet, ye­rine getirilebilirdi. Oysa bu çalışma ile yapılan şeyler, ne yazık ki râbıta kav­gasını kızıştırmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır! Yazar, büyük emek­ler vererek yaptığı söz konusu araştırmasını belki de bu yüzden bastırma­mıştır.

Her şeye rağmen yazarın bazı tesbitleri râbıta ile ilgili önemli gerçekleri su yüzüne çıkarmaktadır. Bunlardan biri de O'nun şu sözleridir:

«Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir.»

Bu ifadenin son kesitinde, ağdalı bir anlatım biçimi seçilmiştir! Bunun, bilinçli yapıldığını insan düşünmeden edememektedir. Çünkü «Muahhar devrin mahsulleri» günümüzün Türkçesi ile “yakın dönemin ürünleri“ de­mektir. Yazarın hem hayatta bulunduğuna, hem de yaşlı olmadığına ba­kıla­cak olursa, böyle bir dil kullanması ister istemez bazı kuşkulara neden ol­maktadır. Eğer râbıta konulu kitapçıklar için «Muahhar devrin mahsulle­ri­dir.» deyimi yerine, örneğin: «Yakın tarihte kaleme alınmışlardır.» de­seydi, râbıtanın, daha dünün meselesi olduğu hakkında acaba bazı çevreleri huy­landırmış mı olacaktı, yoksa Müslümanlarla tarîkatçılar arasında olaylar çı­kacak diye yaza­rın bir­takım endişeleri mi vardı?! Bunu kestirmek kolay de­ğil, ama O'nun, neden arı bir Türkçe ile hazırladığı çalışmasının orta yerine âdetâ dikenli tel­ler gibi bu dolambaçlı an­latım biçimini yerleştirmesine te­sadüf demek de zordur.

«Kavram olarak râbıta», «Uygulama olarak râbıta» ve «Râbıtanın delil­leri» olmak üzere üç bölümden oluşan çalışmasında yazar, ideal model ola­rak kâmil insanın varlığını savunurken nihâyet sözlerinin sonlarına doğru ay­nen şu ifadeyi kullanmaktadır:

« “Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar“ atasözünde bir realite olarak var­lığı ifade edilen bu idealizasyon, insân-ı kâmilleri hedef almakla bu ihti­yacı gidermeye matuf olsa gerektir.»[31]

Tabiatıyla bu sözler O'nun en azından tarafsız olmadığını açıkça kanıt­la­maktadır.

Yukarıda ayrıntılı olarak incelenen sekiz kitapçıktan başka