ayten
Mon 27 September 2010, 12:18 am GMT +0200
Sıhhat ve Butlan
Vaz´î Hükümlerin Dördüncü Nevi: Sıhhat Ve Butlan (Sahîh Ve Bâtıl)
Vaz´î hükümlerden dördüncü nevi de sıhhat ve butlan olmaktadır. Bu konu da üç mesele halinde işlenecektir:
Birinci Mesele: Sıhhatin Anlamı
"Sıhhat" sözcüğü iki anlamda kullanılır:
a) [1]Amelin üzerine neticelerinin dünyada terettüp etmesi mânâsında. Mesela ibâdetler hakkında "sahihtir" dediğimizde bu "o ibâdet yeterlidir, zimmeti temize çıkarıcı vasıftadır, kazası olanlarda kazayı düşürücü özelliktedir" ve benzeri[2] bu mânâyı ifâde eden sözler mânâsına gelir. Keza muamelât hakkında "sahihtir" dediğimizde, bu "Şer´an mülkiyeti gerektirir, evlilikte kadının kadınlığından istifâdenin helalliğini, şâir akitlerde akit konusu şeylerden faydalanmanın mübâhlığmı [3]ağlar" ve daha başka bu mânâya gelen diğer şeyler demek olur.
b) Amelin üzerine neticelerinin âhirette terettüp etmesi mânâsında: Mesela sevabın terettübü gibi. Mesela "Bu sahih bir ameldir." denilir. Bh kullanılış şeklinde cümlenin mânâsı "Âhirette ondan dolayı sevab umulur.[4] demek olur. İbâdetler konusunda bu çıktır. MtıAmelât[5] konusuna gelince, sevap bu amelle Şâri´in em-rino imtitmle niyet etmesi ve emir ya da nehyin gereğini kasdetmiş olması açısından olur. Muhayyer kılınan bir şeyin yapılması durumunda da, teşrîden gafil olarak ve mücerred kendi hazzını değil de Şâri´in o konuda kendisini muhayyer kılmış olması kasdını bulundurması yönünden sevaba nail olur. Bu da bu açıdan "sahih amel" diye isimlendirilir. Bunlar fukahânın üzerinde durmadığı garîb bir kullanış şekliyse de, üzerinde Gazzâlî vb. gibi ahlâk âlimleri tarafından yeterince durulmuştur. Bu konu selefin üzerinde titizlikle durdukları bir husustur. Bu konuda Gazzâlî´nin niyet ve ihlâs konusunda naklettikleri üzerinde düşünmek gerekir. [6]
İkinci Mesele: Butlan (Bâtıl)
Butlandan kasdedilen mânâ nedir ´Butlan´ terimi ´sıhhat´in karşılığı olmaktadır ve iki mânâsı vardır:
a) İşlenilen amel üzerine dünyada neticelerinin terettüp etmemesi. Mesela ibâdetler hakkında "Bu ibâdet yeterli değildir; zimmeti temize çıkarmaz; kazayı da düşürmez" dediğimiz gibi, aynı mânâda olmak üzere "Bu ibâdet bâtıldır" da deriz. Ancak burada bir ko-[293] nu üzerinde durmak gerekir: Çünkü ibâdetin bâtıl olması yerinde de açıklanmış olduğu üzere ancak o ibâdetle ilgili Şâri´in kasdına muhalefet edilmiş olmasından dolayı olmaktadır. Fakat bazan muhalefet bizzat ibâdetin kendisinde bulunan bir özellikten dolayı[7] olabilir ve bu durumda da onun hakkında ´bâtıl´ lafzı kullanılır. Mesela niyetsiz ya da bir rükûsu ya da secdesi eksik olarak kılınan namaz vb. gibi. Bazan da ibâdetin özünden ayrı haricî bir vasıftan dolayı olur ve yine de ´bâtıl´ diye nitelenebilir. Mesela gasb edilmiş bir arazîde kılınan namaz gibi.[8] Bu konuda yasağın namazın özünden ayrı olduğu konusu üzerinde durulur ve bu açıdan bakıldığı zaman namaz sahîh olur. Zira bu namaz Şâri´in maksadına uygun olarak vuku bulmuştur. Vasıf yönünden muhalif düşmesi sıhhatine zarar vermez. Bu yaklaşımın aksine, kazandığı vasıf açısından da yaklaşılabilir ve bu açıdan ele alındığında gasbedilon bir arazide kılınan namaz sahîh olmaz; aksine bâtıl [9]hükmünde bulunur. Zira Şâri´in maksadına uygun olan namaz böyle bir vasıftan uzak bulunan namazdır; gasbedilen bir arazi üzerinde kılınan namaz böyle bir özellikte değildir. Buna benzeyen diğer konularda da durum aynıdır.
Yine muamelât hakkında da "Bu bâtıldır", deriz ve bununla mülkiyetin meydana gelmesi, kadınfardan istifâdenin iıelal olması, istenilen şeyle faydalanılması... gibi "kendisinden beklenilen faydaların şer´an meydana gelmeyeceği "mânâsını kasdederiz. Muamelât konusu genelde dünyevî maslahatların teminine yönelik olmak üzere konulmuştur. Bu itibarla´muâmelâtla ilgili hususlarda iki açıdan konuya yaklaşılır:
a) Onların şer´an izin verilmiş ya da yapılmaları emredilmiş bir şey olması açısından.
b) Kulların maslahatlarına yönelik olmaları açısından.
Bir grup birinci açıya mutlak surette itibarda bulunarak ikinci kısmı tamamen ihmalde bulunmuşlar ve aynen ibâdetlerde olduğu gibi onun emredilmesine olan muhalefeti, onun maksadına muhalefet olarak kabul etmişlerdir. Sanki bunlar bu tür emirlerin de taabbudî olduğu şeklinde bir eğilim ortaya koymuşlardır. İleride Makâsıd bahsinde de geleceği gibi, mânâsı akılla kavranılabilen her konuda bir taabbudîlik anlamı da bulunmaktadır. Durum böyle olunca, Sâri´ Teâlâ´nın emrine muhalefetle karşılık vermek, o fiilde ilgili Şâri´in hitabı (emri) dışına çıkmış olma neticesini gerektirecektir. Fiiller işlenirken Şâri´in hitabından çıkılmış olması, o fiilin gayrı meşru olduğu hükmünü ortaya koyar. Gayrı meşru olan bir şey de bâtıldır. Dolayısıyla Şâri´in hitabı dışında cereyan eden ibâdetlerin sahîh olmaması gibi, bu da aynı şekilde sahîh olmayacaktır.
İkinci kısma gelince, buna da bir grup ilkini ihmal etmeksizin itibarda bulunmuşlar ve meseleyi maslahata itibar mevkiinde mütâlâa etmişlerdir. Şöyle ki: Bunlara göre amelin bâtıl olmasını gerektiren mânâ üzerinde durmak gerekecektir: Eğer amelin bâtıllı-ğını gerektiren mânâ tolAfisi mümkün olmayacak şekilde hâsıl ya da hâsıl hükmünde ise, o amel kökten bâtıl olacaktır.[10] Şâri´in yaısklamıı olduğu hususlarda nail ulan da budur, Çünkü bir |«y hakkında gor´l yatağın bulunmuş olmanı, o ycydc mükellefin bir ma«l«-hntı bulunmamasını gerektirir, üurei ilk bakışta mükellefin bir marilabatımn bulunabileceği düşünülebilir; ancak iyico üzerinde durulduğunda öyle olmadığı görülecektir. Ye I Umun ki mm- farklı dü-tjünso bile ALLAH Teâlâ o şeyde kula yönelik bir maslahat olmadığını bilir ve o yüzden de onu yasaklar.
Eğer o şeyin bâtıllığını gerektiren mânâ bir müddet hâsıl ya da hâsıl hükmünde ise, fakat telâfi imkânı bulunuyorsa, bu takdirde o amelin bâtıllığına hükmedilmez. Nitekim İmâm Mâlik müdebber[11] kölenin satışı hakkında "Bu satış reddedilir; ancak müşteri aldığı bu köleyi azad ederse reddedilmez."demiştir. Çünkü bu satış akdi mrf kölenin azâd konusundaki hakkından ya da efendi tarafından iPİMibi ortaya konulan azâd konusuna taalluk eden ALLAH hakkından dolayı men edilmişti. Böyle bir kölenin satılması, efendinin ölümünden sonra o kölenin azâd edilmesi durumunu genelde ortadan kaldırıcı bir tasarruftur. O yüzden de yasaklanmıştır. Ancak müş-Lerinin o köleyi azad etmesi durumunda Şâri´in azâd konusundaki kasdı tahakkuk etmiş olacaktır; bu itibarla artık bu satış reddedilmeyecektir. Fâsid olarak akdedilen kitabet akdi de, mükâteb[12] köle azâd edilmedikçe aynı şekilde reddedilir. Keza gasbeden kimsenin gasbettiği şeyi satması hakkı gasbedilen kimsenin izin (icazet) ya da reddine bağlıdır. Çünkü bu satışın yasaklanması onun hakkı sebebiyledir. Dolayısıyla o izin verdiği zaman caiz olacaktır. Bir diğer [gB5i misal yasak olan satış ve selefle[13] ilgilidir. Eğer (akitle birlikte borç talebinde bulunma gibi) selef şartı koşan kimse, bu şartını düşürecek olursa, bazı görüşlere göre tarafların akdettikleri şey caiz ve geçerli olacaktır. Çünkü akit, ileri sürülen şartın düşürülmesiyle şer´-an telâfi edilmiş olmaktadır. Nitekim Berîre hadisinde böyle olmuştur.[14] Fâsid akidlerin tashihi konusunda Hanefîler Berîre hadisinin gereği doğrultusunda yürümüşler ve mesela şigâr nikâhı[15], ikidirhemi bir dirhemle değişme[16] gibi yapılan akitlerin, fftuid od mi unsuru ortadan kııldmıırtk lûretiylt* tashihinin mümkün olacakını kabul etmişlerdir. Onlara göre verdiğimiz misallerde ve daha benzeri bir açıdan akdin bâtıllığını (onlara göre fâsidliğini) gerektiren unsurların bulunması durumunda, eğer bu unsurlar ortadan kaldırılırsa akid sahîh ve geçerli bir hal almaktadır.[17] Bunu şöyle izah etmek mümkündür: Şâri´in yasaklaması bir durumdan dolayı idi. Bu durum ortadan kalkınca yasak* da ortadan kalktı. DolayiHiyla akit Şâri´in kasdına uygun hale geldi. Bu ya akdin ilk yapıldığı zamana doğru geriye yürüyerek meydana gelmiş olacak ya da tashihin şu anda yapıldığı nazar-ı itibara alınarak geriye doğru yürüme-den meydana gelmiş olcaEtîr.
Bu izah tarzı, kulların maslahatlarının taabbudîlik hükmüne galebe çaldırılması esâsına bina edilmektedir.
´Bâtıl´ kelimesinin ikinci mânâsı: İşlenilen amel üzerine âhirette neticelerinin terettüp etmemesi şeklindedir. Bu neticoltır-den de maksat sevap olmaktadır. Bu mânâda bâtılın hem ibâdetler hem de muamelât için tasavvuru mümkündür:
İbâdetler ilk ıstılahî mânâda[18] bâtıl olurlar ve bu durumda üzerlerine bir mükâfat terettüp etmez. Çünkü ilgili emrin gereğine uygun olarak işlenmemişlerdir. Keza ilk ıstılahî mânâda sahîh de olabilirler; fakat üzerlerine bir sevap terettüp etmez. Birincisinin örneği insanlara gösteriş için ibâdette bulunan kimsenin durumudur. Bu kimsenin yaptığı ibâdet dünyada yeterli değildir ve üzerine bir sevap da terettüp etmez. İkincisinin misali de, sadakada bulunup da arkasından başa kakıp, eza veren kimsenin durumudur. Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! ALLAH´a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın (iptal etmeyin)[19]"And olsun, eğer ALLAH´a ortak koşarsan, işlerin şüphesiz^ boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.[20] Hadiste de Hz. Âişe validemiz (Ümmü Muhabbet´e): "Git Zeyd b. Erkam´a söyle: Şüphesiz ki o, eğer tevbe etmezse Rasûlullah L "´^»""C | ile yapmış olduğu cihâdını iptal etmiştir." demiştir.[21] Bu hadis iptali hakîkî anlamında alan kimselerin görüşüne göre delîl olmaktadır.
Muamelâtla ilgili olan ameller de aynı şekilde "üzerine bir sevap terettüp etmez" anlamında bâtıl olabilirler. Burada bâtılın birinci anlamında kullanılışıyla ikinci anlamında kullanılışı arasında fark yoktur. Birincisine örnek olarak şer´an feshedilmiş olan akitleri gösterebiliriz. İkincisine örnek olarak da, sırf arzu ve heveslerin şevki ile yapılmış ve Şâri´in hitabına herhangi bir iltifatta bulunulmamış amelleri verebiliriz. Meselâ arzu ve heveslerin HAikiyle yeme, içme, yapılan akitler vb. bir kasıd bulunmaksızın ü´nâdüfî olarak Şâri´in izin ya da emrine uygun düşerse bu kısma örnek teşkil ederler. Bunlar Şâri´in emir ya da iznine uygun düştüğü için şer´an kabul görmüş ameller olacak ve dünyevî neticeleri üzerine terettüp edecektir. Bununla birlikte emre imtisal kasdı bulunmadığı için üzerine âhirette terettüp edecek bir sevap bulunmayacaktır. Çünkü ameller niyetlerine göredir. Kısaca arzu ve heveslerin sâikiyle işlenilen ameller, eğer Şâri´in kasdına uygun düşecek olursa, o amelde bulunan kimsenin yaşadığı sürece baki kalır; o dünyadan çıkınca, dünya hayatının sona ermesiyle amelin varlığı da sona erer ve bâtıl olur: "Sizin yanınızda olanlar biter. ALLAH katında olanlar ise bakîdir.[22] "Ahiret kazancını isteyenin kazancını artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz; ama âhirette bir payı bulunmaz.[23] "Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün.[24] Bu ve benzeri nass, zahir ya da işaret yoluyla delâlette bulunan deliller Şâri´in hitabını yerine getirmiş olmak için yapılmayan amellerin dünyadan öteye aşamayacağını göstermektedir. İşte bu noktadan hareketledir ki, muamelâtla ilgili amellerinin neticelerini de yarın fthirat güntindu görmok isteyen kimseler, o amellere bitişik ve kendilerine bu neticeyi sağlayacak olan bir kasıd ve niyetin bulunması konusunda son derece özen göstermişlerdir. Bu konuda İhya ve benzeri kitaplara bakılabilir. [25]
Üçüncü Mesele
´Butlan´ (bâtıl) teriminin ikinci mânasında[26] kullanılman muamelâtla ilgili amellere nisbetle olmak üzere bir taksime tutulmak icab edecektir. Zira muamelâtla ilgili bir amel —taabbud kas-dından uzak bulunduğunda— ya kasıdla yapılmışlar ya da kasıdsız. Kasıdla yapılmış olan da ya sırf şehvet ve arzu neticesinde yapılmıştır ve bu sırada Şâri´in emrine uygun olup olmadığına bakılma-mıştır. Ya da Şâri´in emrine uygunluğuna bakılmış ve yapılmış veya muhalif bulunduğu görülmüş ve terkedilmiştir. Bunlarda ya kasdî olarak ya da kasıdsız olarak yapılmıştır. Böylece dört kısım karşımıza çıkmaktadır:
1.
Kasıdsız yapılmış olması: Gaflet halinde ve uyku hâlinde iken yapılan ameller gibi. Daha önce, bu tür kasıd bulunmadan yapılan amellere ne talebi gerektirici ne de muhayyer kılıcı bir hitabın taalluk etmeyeceğini; bu tür hareketlerde ne sevabın ne de cezanın söz konusu olmayacağını belirtmiştik. Çünkü âhirette bir fiil üzerine ceza ya da sevabın terettüp edebilmesi için, o fiilin teklif hitabı dahilinde bulunması gerekmektedir. Teklîfî hitabın taalluk etmediği bir fiile, haliyle onun (teklifin) neticeleri de terettüb etmeyecektir.
2.
Mükellefin sırf kendi garazına ulaşmak kasdıyla yapması. Bu fiilden dolayı da —birincisinde olduğu gibi— kendisine herhangi bir sevap terettüp etmeyecektir. Gerçi bu kısımda yapılan fiile teklîf hitabı taalluk etmekte veya vâcib olarak vuku bulmaktadır; ama bu neticeyi değiştirmemektedir. Mesela borçların ödenmesi, vedîa ve emânetlerin sahiplerine iade edilmesi, çocuklar üzerine in-fakta bulunulması vb. gibi. Yasak olan şeyleri sırf tabiatı götürmediği için yapmayan kimsenin durumu da bu kısım altına girer.Çünkü ameller niyetlere göredir. Hadis-i şerifte: "Kimin hicret (ni-yet)i ALLAH´a ve Rasûliine ise, onun hicreti Allatt ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek istediği bir dünyalık ya da nikahlamak istediği bir kadına ise, onun hicreti de hicret etmiş olduğu o şeye-dir.[27] buyrulmuştur. Hadisin mânâsı üzerinde ittifak vardır ve şeriatta kesin olan bir hükmü getirmektedir. Bu ve bundan önceki kısım ikinci kullanılış şeklinin gereği olmak üzere bâtıldır. E9M]
3.
Şâri´in emrine uygunluğu zoraki olarak göz önünde bulundurma ve fiili böylece işleme durumu. Mesela kişi falanca kadından murad almak ister. Ancak kadının yüz vermemesi ya da kadının akrabalarından fırsat bulamaması gibi sebeplerle zina yoluyla ar-ausuna ulaşamaz ve sırf ona ulaşabilmek için bir vâsıta olmak üzere onunla nikahlanır. Bu da aynı şekilde ikinci kullanış tarzına göre bâtıl olmaktadır. Çünkü Şâri´in emrine uygunluk hükmüne sırf naçar kaldığı için başvurmuştur. Eğer başka yoldan ulaşabilseydi nikaha gitmeyecekti. Nikâhı arzusuna ulaşmak için bir vâsıta olarak görmüş; ona ALLAH mübâh kıldığı için tevessülde bulunmamıştır. Bu tür tasarruflar birinci kullanış tarzına göre bâtıl sayılmamaktadır. Benzeri bir örnek [28]de zoraki alınan zekâttır. Çünkü birinci kullanılış şekline göre böylesi bir zekat sahihtir. Zira kaza yükümlülüğünü düşürmekte zimmeti temize çıkarmaktadır. Bu ikinci kullanış şekline göre ise bâtıl olmaktadır. Keza haram olan şeyleri dünyada iken ceza görmekten dolayı ya da insanlardan utandığı vb. için terkeden kimsenin durumu da aynıdır. Bu yüzdendir ki, hadler sadece ´(günaha) keffâret´ (örtücü) kabul edilmişler[29] ve hiçbir durumda onların neticede sevab getireceklerine Şâri´ce işarette bulunulmamıştır. Bu konuda asıl olan ´amellerin niyetlere göre ol-ması´dır.
4.
Fiili işlemesi ve bu arada onun Şâri´in kasdına uygunluğuna bilinçli olarak dikkat etmesi. Mesela bir şeyin mübâh olduğunu öğrendikten sonra o şeyi yapması. Bununla birlikte şayet o şey mübâh olmasaydı yapmayacaktı şeklinde bir kararlılık ve şuura sahip olması. Bu kısım üzerinde ancak "mübâh" bahsinde durulur. Yapılması emredilen ya da terkedilmişi istenilen şeyi sırf emre uymuş olmak kasdıyla yapmış ya da terketmiş olması durumunda ise işlemesi ya da terki her iki itibarla[30] da sahîh olacaktır. Nitekim bu- [•*•" nun aksi de, yani muhalefet kasdıyla emredilen şeyi terketmesi, terki istenilen şeyi de işlemesi her iki itibarla da bâtıl olmaktadır. Geriye mübâh olan bir fiili, Sâri´ Teâlâ´nın kendisini muhayyer kılması hasebiyle yapması ya da terketmesi konusu üzerinde durmak kalıyor: Mükellef bu iki taraftan birisini sırf kendi hazzı için tercihte bulunacak olsa, bu durumda karşımıza üç ihtimal çıkacaktır:
a) Birinci itibar açısından sahîh, ikinci itibar açısından da bâtıl olacaktır. Bu ihtimal, mubahın ortaya çıkardığı sonuçların gözardı edilerek bizzat kendisi açısından ele alınması esası doğrultusunda geçerli olmaktadır.
b) Her iki itibara göre de sahîh olacaktır. Çünkü hazzına ulaşmak için Şâri´in kendisini muhayyer kıldığı bir yolu araştırmış ve bulmuştur. İzin verilmeyen bir yola başvurmamıştır. Nitekim kişinin kendi zevcesiyle ilişkide bulunmasından dolayı sevap alacağı şeklindeki hadiste buna dikkat çekilmiş ve sahabenin "Kişi şehvetini giderecek sonra da sevap mı görecek !"diye hayretlerini belirtmeleri üzerine Hz. Peygamber´in [ al7SStu ] "Ne dersiniz Şayet o kişi şehvetini haram yolla giderseydi, ne olurdu "[31] şeklinde buyurması buna bir işaret olmuştur. Bu bahis bu kitabın "Mekâsıd" bahsinde genişçe ele alınacaktır.
c) Kül olarak ele alındığında yapılması istenilen mübâh hakkında her iki itibara göre de sahîh olması; yine kül olarak ele alındığında terkedilmesi istenilen mübâha nisbetle de birinci itibara göre sahîh, ikinci itibara göre de bâtıl olması. Hüküm lor in iki kısmından ilki (yani teklifi hükümler) bahsinde ortuyn konulan esaslar üzerine câri olan da işte budur. Üçüncü vu ikinci ihtimaller, mübâh olan fiilin mâhiyetinden hariç bııyka bir durumun dikkate alınması neticesinde olmaküı lk«n, birincisi bizzat mubahın kendisine nazaran olmaktadır,
Fasıl:
İkinci itibarla "sıhhat" tabirinin kullanıldığı şey ya ibâdettir ya da muamelâtla ilgilidir. Eğer ibâdetse, o takdirde genel anlamda bir taksim yok demektir. Eğer muamelâtla ilgili bir amel ise, o takdirde bir taksime tabi tutmak gerekebilir. Şöyle ki: Kişi onu işlerken taabbud kasdının yanında ya kendi hazzına yönelik bir kasıd da bulundurur ya da bulundurmaz. Birinci ihtimale göre de haz kasdı taabbud kasdına ya galebe çalar ya da çalmaz. Böylece üç kısım ortaya çıkar:
a) İşlenirken taabbud kasdı yanında herhangi bir nefsî haz
bulunmaz. Böylesi bir amelin sıhhati konusunda herhangi bir problem yoktur.
b) Taabbud kasdı, güdülen hazza galebe çalar: Bunun da sahih olmasında bir şüphe yoktur. Çünkü gâlib olan taabbud kasdı olmaktadır ve hüküm de ona verilmektedir. Diğer kısım ise yok farzedilmektedir.
c) Hazzın taabbud kasdına galebe çalması: Bu durumda iki ihtimal vardır:
1. İkinci itibara göre de bunun sahîh olması. Bu durumda galebe çalınan (mağlûb) taraf amel ettirilmiş olacak ve ibâdetlerin aksine muamelât bahislerinde haz tarafının amelleri zedelemeyeceği esas alınmış olacaktır.
2. Sadece birinci itibara göre sahih olup, ikinci itibara göre sahîh olmaması. Bu durumda da galebe çalma hükmü amel ettirilmiş olacaktır. Bu taksimin ve ilgili delillerin açıklanması bu kitabın "Mekâsıd" bölümünde inşALLAH gelecektir. [32]
[1] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 92-94; Ahmed, 1/178. Bu hadis, yirminci asır insanlarının biz bulduk diye öğündükleri karantinanın aslını teşkil eder. Her iki cihette de, mâniye doğru mâni olması açısından bir kasıd bulunmaktadır. Şöyle ki: Veba bulunan bir yere gelmeleri, âdeten kendilerine de isabetini engelleyecek mâni´in ortadan kaldırılması demektir. Dolayısıyla böyle bir şeyden yasaklanmışlardır. Veba bulunan yerden çıkmaları ise, kendilerine vebanın isabetine mâni olacak şeyi —ki oradan uzaklaşmak oluyor— tahsîl demektir. Birincinin hikmeti açıktır, ikincinin hikmetine gelince, sırf dînî açıdan ele alındığında bu yasak ALLAH´ın kaderinden kaçmak ve sadece sebeblere bel bağlamak mânâsına geleceğinden olmalıdır. Sıhhî açıdan ele alındığında ise, bu kaçış sırasında kişi ve eşyalarına mikrop bulaşabileceği için gittiği yere de hastalığı taşıyabilecektir, işte bu sebeblerden dolayı çıkış da yasaklanmıştır.
[2] "Sâri´ Teâlâ´nın emrine muvAfıktır." gibi.
[3] "Faydalanmanın huHÛlünÜ, türeme ve tenasülün meydana gelmesini" denilmez. Çünkü bıınlur bazan nuhîh olanda bulunmayabileceği gibi bâtıl olanda da bulunabilir,
[4] Müellif "hâsıl olur" dıgil do "umulur" ifâdesini kullanmıştır. Çünkü müellife itirazda buluiıul«hilsoc|i gibi, sevap bazan sahîh olan namaz üzerine terettüp de etmeyebilir
[5] Daha önce de geçtiği gibi mesela nikah cüz olarak ele alındığında men-dûbdur ve bu muâmeletla ilgili bir konudur. Dolayısıyla böyle bir niyeti olmadıkça herhangi bir sevap yoktur. Nitekim borcun edası, çocuklar üzerine nafakanın temini, vedianın geri iadesi gibi muamelâttan olan vâcibler hakkında ileride gelecektir.
[6] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/291-292
[7] Rükün ve şartlarındaki eksiklikler gibi.
[8] Keza yasaklanılmış günlerde tutulan oruçlar gibi.
[9] Bâtıl ve fâsid tabirleri llııııofilor dışındaki diğer usûlcülere göre eş-anlam-lı kelimelerdir.hanefiler ise bu gibi konularda bâtıl değil de "fâsid" tabirini kullanırlar. Onlara göre bâtılın tashih imkanının olmaması buna karşılık fasidin tahsis edilebilmesi farkın esâsını teşkil eder. Nitekim ileride gelecektir.
[10] Meselâ anne karnınıİHkl yavrunun »atışı gibi. Bu tür satışlarda satışın bâtıl olmasını gtrtıkttran mlnt mevcut ve devamlıdır. Zira anne karnındaki yavrunun satışı meselesinde bey´ akdinin rüknü bulunmamaktadır. Telâfi yoluyla tashihi de mümkün değildir.
[11] Müdebber köle: Azâd olması efendisinin ölümüne bağlı olan köle demek-tir.(Ç)
[12] Mükâteb köle: Hürriyete kavuşmak üzere efendisi ile belli bir meblağ karşılığında anlaşarak bunları taksitlere bağlayan ve böylece yeni bir statü kazanan köledir. Bu tür köleler son taksitlerini ödeyinceye kadar hâlâ köle kabul edilirler, ancak akidle birlikte tasarruf hürriyetlerini kazanmış olurlar. (Boynu köle, eli hür). (Ç)
[13] bkz. s. 274, 187. dipnot.
[14] Berîre hadisinde Berîre´nin sahipleri ileri sürdükleri şartlarını düşürmemişlerdir. Aksine onlar şartlarında ısrar etmişlerdir. Ancak bu şartı Sâri´ düşürmüştür. Hadis için bkz. s. 213, 274.
[15] Mehir vermemek şartıyla, bir kimsenin kendi yakınlarından birini, diğer birinin yakınlarından birisini kendisine nikahlaması karşılığında ona nikahlaması. (Mehirsiz değiş-tokuş etmek). Burada akdi ifsad eden unsur mehir verilmemesi şartıdır. Bu şart kaldırılırsa nikah Hanefîlere göre sahîh olur
[16] Buradaki ifsâd edici unsur aynı cinsten olan gümüşün mübadelesi sırasındaki karşılıklardan birinin fazlalığıdır. Bu fazlalık da kaldırılırsa akid sıhhate inkılab edor.
[17] Hanefîlere g(irc "bâtıl" ana karnındaki yavrunun satışı gibi, bizzat kendisinden kaynuklunıtn bir özellikten dolayı gayrı meşru olan şeylerin yapılmasıdır. Arızî bir vumduıı dolayı gayrı meşru olan şeylerin yapılması ise onjara göre "fftsid" olnuıktndır. Fasidin, fesadı gerektiren vasfın ortadan kaldırılmasıyla tauhîhi mümkün olmaktadır. Ribâda fazlalığın düşürülmesi örneğinde olduğu gibi. Bu durumda yeni bir akde ihtiyaç bulunmamakta, eski akid Mihhııt v* yürürlük kazanmaktadır.
[18] Yani dünyada üzerim mtioelttriııin terettüp etmemesi anlamında.
[19] Bakara, 2/264.
[20] Zümer, 39/65. ALLAH´a ortak koşma ile yapılan ibâdet her iki manâsıyla da yani hem dünyada, hem de âhirette bâtıldır.
[21] el-Âliye şöyle anlatır: "Hz. Âişe´nin yanında oturuyordum. Ümmü Muhabbet geldi ve ona:
"—Ey mü´minlerin annesi! Zeyd b. Erkam´ı tanır miydin diye sordu.
O da: Evet, diye cevap verdi. Kadın devamla:
"—Ben ona atâ (maaş) zamanına kadar bir cariyeyi veresiye olmak üzere sekizyüze satmıştım. O satmak istedi ve ben de ondan altıyüze
peşin olarak geri satın aldım, dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe:
"—Ne kötü bir satın alışta bulundun! Ne kötü bir satışta bulundu. Git
Zeyd b. Erkam´a..." Hadis için bkz. Beyhakî, Sünen 5/331.
[22] Kehf, 18/109
[23] Şûra, 42/20.
[24] Ahkâf, 46/20.
[25] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/292-297
[26] Yani üzerine âhirette neticelerinin (sevap) terettüp etmemesi anlamında.
[27] bkz. Buhârî, İmân 41; Müslim, İmâre 155 ...
[28] "Benzeri bir örnek" tabirini kullanmıştır. Çünkü zekât ibâdetlerden olup konuyla burada ilgisi yoktur. Konuya açıklık getirmesi amacıyla buraya alınmıştır.
[29] Had ikâmesi, üzerine had icra edilen kimsenin irtikap ettiği fiili sebebiyle söz konusu olan vaz´ hitabının sebebiyet verdiği bir teklîf hitabı dâhiline girmektedir. Tabiî bu haddi ikâme edecek olan devlet başkanına nis-betledir. Üzerine had tatbik edilen kimseye nisbetle ise, ortada kendisine yönelik bir hitap bulunmamaktadır. Dolayısıyla da kendisinde bir niyetin bulunması beklenecek değildir. Çünkü haddin ikâmesi kendi ameli değildir. Ancak Mâiz, Gâmidli kadın, Cüheyneli kadın misallerinde olduğu, gibi, bizzat gelerek irtikap ettikleri zinadan temizlenmek amacıyla ceza uygulanması talebinde bulunan ve üzerlerine recm tatbik edilen kimselerin durumu üzerinde durmak gerekecektir.
[30] Buradaki ve blftldun ntacak »lan birinci itibar, ikinci itibar ifâdelerinden bâtıl ve »»hfh iitlAhİMrinııı birinci ve ikinci mânâları kasdedilmeli-dir.
[31] bkz. Ahmed, 6/178,
[32] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/297-300