- Şeyhe Teslimiyet ve Edeb

Adsense kodları


Şeyhe Teslimiyet ve Edeb

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Tue 22 December 2009, 04:47 pm GMT +0200
ŞEYHE TESLİMİYET VE EDEB
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyuruyor:
-"Necmeddin-i Kübrâ (k.s) hazretlerinin bir adeti de şöyle idi, bir mürid tarikatın edeblerinden birini çiğnese veyahutta bir hata ve günah işlese veya tarikatın herhangi bir hali ortaya çıksa akabinde üç gün içerisinde gelip kendilerine durumu arzetmedikleri takdirde, duydukları zaman şöyle söyler idi: "Olan olmuş geçen geçmiş."
Ben (İbrahim Çokreşî) bu sırada şöyle dedim: "Günah işleyen kimsenin yüzünden anlaşılmıyor mu? Mutlak fena makamında olan şeyh müridin durumuna vakıf değil midir? Cevaben şöyle dediler: "Müridin durumuna vakıftır"Yalnız şeriat zahire göre hüküm eder, onun için şeyh müridin haline göre değil, onun hakkındaki bilgilere göre ona muamele eder.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) edep hakkında şöyle diyor:
-Edep üç kısımdır.
Birincisi; mürid tarafından gönüllü olarak meydana getirilen. Şöyle ki; Allah için olmayıp desinler diye yapılan edep. Böyle edeb makbul değildir, şeriat´a zıttır.
İkincisi; yine müridin, başkalarını da kendisine tabi ederek şeyhine hürmet ettirmesidir. Bu ikinci kısmı şer´an kötü değil. Bazı meşayıh bu durumu da kabul etmemişlerdir.
Üçüncüsü; mürid şeyhinin büyüklük ve kemâlâtı karşısında kendi acziyet ve fakirliğini idrak ederek üstadından himmet ve yardım diler .Üstada karşı yapılacak bir kusurdan dolayı helake gideceğine inanır. Bu son kısım edeb ehli şeriat´ın ve büyüklerimizin en makbul olanıdır.
Abdurrahaman-ı Tâği (k.s) diyor: Üstad´ın rahatsız olmaması için alınacak önlemler edebtendir. İsterse halk bunu hoş karşılamasın. Ben Gavs (k.s) ile yolda giderken konuşmak istediğimde, bana dönüp bakmaya ihtiyaç bırakmayacak kadar önüne geçerdim.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) diyor:
Eğer sünnete uymak istiyorsanız, namaz safında iken bana edeb takınmaya kalkışmayın. Namaz bittikten sonra, tesbihatı da yapmadan edeb için benden geriye çıkmayınız.* Sonra ben cemaat arasında bulunuyorum diye imam mihrabı bırakıp cemaatın içerisine oturmasın.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) diyor: Mürid herkese karşı edebil olmalıdır. Şeyhine karşı edebli davranmasının sebebi şudur; şeyh mutlak fena makamındadır. Her türlü varlığa karşı edebli olmaktan maksat şudur: Bütün varlıkları yaratan Cenab-ı Hak´tır. Varlık ise Cenab-ı Hakk’ın sıfatıdır. Mürid şeyhinin emir ve görüşlerine karşı gayet ince bir ruhla itina göstermelidir.
Mürşid, müridine dese ki: Git falan beldeden bana istediğimi getir. Mürid bu isteği yerine getirmek için yolda mürşidinin arzusunu elde edip geri dönse o mürid zarar etmiştir. Çünkü; mürşid, müride ne istediğini ve nereden alması gerektiğini belirtmiştir. Verilen emir ve vazifeleri eksiksiz olarak yerine getirmelidir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) ile bir gün bir beldenin medresesinde idik. Üstad bana dedi: Bir kaç talebeye tarikat dersi ver. Ben Üstad´a haber vermeden başka talebelere de tarikat dersi verdim. Bunu duyunca Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bana dedi: Senin tekrar izin almadan tarikat talimatı vermen caiz değildir.
Mürid, üstadından tahsil edip öğrendiği şeyleri faydalı görmese, üstelik de bu bilgiler ile amel edip neticesinden de zarar etse, yine şöyle inanmalıdır: Üstadımın emrini tutmasaydım imanım gidecekti.
* Şafiî mezhebinde tesbihat yaparken safı bozmamak sünnettir.

Bir mürid için en güzel ve etkili olan terbiye, mürşidinden öğrendiği terbiyedir. Buna şöyle misal getirdi:
-Bakınız, benim kızım yalnız annesinden aldığı terbiye ile yetiniyor. Halbuki başkalarından da terbiye alsa kızım için iyi olacak; ama kabul etmeyip şöyle diyor: Benim için annemden alacağım terbiye yeterlidir. Başkalarının terbiyesine lüzum görmüyorum."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) diyor: Mürid intisab yıllarının ilkinde hüzün ve sevinci beraber yaşar. Sonraları "kabz-ı bast", (darlık) (kapalılık) ve genişlik (açıklık) hallerini beraber yaşar.
Müridin üzerinde böyle haller vuku bulduğu an dikkatli olması lazımdır. Çünkü; müridin kalbine birtakım havatır ve vesvese duyguları gelir. Mürid bu duyuları doğrudan şeyhine söylemelidir. Başka kimseye söylememesi gerekir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün bizlere dedi:
-Abdulhâlık-i Gucdevanî´nin (k.s) manevî evlatlarına olan vasiyetini öğrenin. Bunları yazın ve mütaala edin. O´nun vasiyeti şöyledir:
Ehl-i Sünnet vel Cemaat mezhebinden ayrılmadan fıkıh ve hadis ilmini öğreniniz. Ayrıca bütün hallerinizde edeb ve takva sahibi olunuz. Cahil sûfilerle beraber olmayınız. İmam veya müezzin olmayınız; ama cemaatı kaçırmayınız. Bütün namazlarınızı cemaatla kılın. Şöhret afettir. Onun için şöhret peşinde koşmayın. Nazarı dikkat çekecek durumlarda bulunma, ismini yazma, daima garip olup tanınmamaya bak. Makam ve mevki sahipleriyle düşüp kalk-ma. Kimseye kefil olma, ayrıca vasiyetlere de şahit olma.
Aşırı derecede müzik dinlemeyin, çünkü müzik kalbi öldürür. Aynı zamanda müzik dinleyenlere de karışma çünkü müziğin hastaları çoktur.
Az konuşup, az uyumaya bakmalı ayrıca yemeği de az yemeli. Halk içinde Hakk ile olmaya bakın, yani kalbinizden her türlü masivayı terk edin.Yalnız Allah´ın zikri kalbinize yerleşsin.
Şüpheli şeyleri terk edip helâli yiyiniz. Kadın olsun erkek olsun bidat ehlini terk ediniz.
Kimseyi küçümsemeyin. Çokça gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür. Dışınızı süsleyip içinizi harap etmeyin. Halkla münakaşa etmeyin. Hiç kimseden bir şey talebinde bulunmayın, kimseye kendinize hizmet ettirmek için emir etmeyin.
Allah dostları olan Mürşid-i Kâmil´lere; ruhunuzla, bedeninizle ve malınızla hizmet edin.
Mürşidlerin hallerine karşı çıkmayın, çünkü böyle yapanların akibeti kötüdür, iflah olmazlar.
Dünya nimetlerini kalbine sokma, dünyalıkla mağrur olma. Her zaman mahzun bir kalbin, yaşlı bir gözün, salih amellerin olsun. Cenab-ı Hakk’a yalvararak dua eyle.
Elbiselerin eski, arkadaşların dervişler olsun. Allah´ın tevfik ve kudreti sermayen, evin mescid ve dostun Allah olsun.

Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün herkesin katıldığı bir cemaate sohbet yaptılar: Hizmet vasıtası ile gelen nisbetten daha üstün bir nisbet yoktur. Mürid niyeti ile hizmeti ibadet haline getirmelidir. Niyeti şöyle olmalıdır.
"Eğer ben bu hizmeti yerine getiremezsem, üstadımın rızasını kazanamam."
Mürid bütün sevgileri ve nefret duygularını mürşidinin rızasına göre yapmalıdır.
Mürid ister gerçek sadık bir mürid olsun, ister zayıf mecazî biri olsun, farketmez. Şeytan ve nefis her türlü ibadete müdahale edebilir. Yalnız üstad´ın sevgisini kazanmak için yapılan müstesna. Mürid yaptığı her türlü amelde ve terakkiyatta, daima üstad´a karşı kendi acziyet ve fakirliğini bilmelidir. Başka türlü şeytan ve nefsin belasından kurtulamaz.
Mürid şu düsturu iyi bilmelidir: Nefsi ve şeytan kendisi için büyük tehlikedir. Nefis ve şeytan insanı etkisi altına alarak ya terakkiyetini durdurur veyahut sahip olduğu makam ve kemâlattan düşürür.
Nefis ve şeytan bazı zaman da insanın Rabbi’sine yakınlığını engellemek için müridin kalbine ve ruhuna sed çeker.
Nefsine hâkim olamayan zayıf iradeli mürid, şöyle demelidir: Ey nefs, sen ne dersen de ben şeyhimin emri olan rabıta, zikir, hatme gibi ibadetleri mutlak surette yapacağım. Sen sabredersen ben de senin istediğini yaparım. Bu düstur ve niyetle amel ederse, kısa zamanda nefsine hâkim olur.
Şevke dayalı bir nisbetten mütevellit mürid nefsini ıslah etmiş sayılmaz. Çünkü şevkten dolayı meydana gelen nisbet müride mülk olmaz.
Bu yolun büyükleri olan Nakşibend-i Sâdâtının nisbeti kışın en şiddetli zamanında yağıp bütün yeryüzünü kaplayan karlar gibidir.
Bunun yanında müridlerin şevklerinin sönmesi güneş ısısı ve yağmura benzen. Nasıl kışın yağan karın bir bahar mevsimi erimesiyle yalnız kuytu ve yüksek yerlerde az bir kısmı kalırsa, aynen müridlerin şevkleri de böyledir. Söner geriye çok az bir mürid kalır.
Mürşid-i Kâmil bu sadık müridlerine Cenab-ı Hakk´ın feyiz ve bereketini tahsil edip amel etmelerini emreder. Çünkü nisbetin diğer müridlere yansıması için bu az sayıdaki müridin, gayret sarfetmeleri, aşk ve muhabbetlerini artırmaları gerekir.
Üstad Abdurrahmân-i Tâğî´ye (k.s) bu sözlerinden sonra şöyle sordular:
-Efendimiz, muhabbet müridin iradesi dışında vukû bulduğuna göre, muhabbeti önlemek de elde değildir.O ha (k.s) mürşidin müridlere muhabbetini artır, daha çok muhabbet iksiri iç demesinin manası nedir?
Seyda-ı Tâği (k.s) dedi:
Bu sözlerimin manası şudur: Allah´tan gayrı her şeyi terk edip, şeyhinin emirlerine uyup, edeb sahibi olmaktır. Mürid bu edeb ve ahlâkı tahsil edip öyle bir edeb sahibi olmalıdır ki; mürşidi, müride çekinmeden bir emiri vermelidir. Yani mürşid müridin kalbinin her türlü feyz ve tasarrufatı alacağına çekinmeden inanmalıdır. Çünkü mürşid, müridde bu yakîn ve edeb yoktur diye çekinir.
Seyda-ı Tâğî (k.s) bir gün bir kaç müride hasta olan komşusunu ziyaret etmelerini emretti. Ama bu müridler ziyareti yapmadıklarını üzgün bir şekilde Seyda´ya anlattılar. Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) dedi: Biz bu işi sizin büyük bir nisbet almanız için yaptık. Mürid şu gerçeği bilmelidir: Mürşidimin emri çok efdaldir. Bu emirde benim için çok büyük faydalar vardır. O halde emirlere aşk ve şekvle sarılıp yapmalıdır; yapmazsa çok üzülmelidir.
Mesnevi’de şöyle bir kıssa zikredilir:
Bir kişi uyurken, bir yılan ağzından girip karnına gider. Adam hiçbir şey fark etmez.
O sırada oradan geçen bir hekim durumu görür. Adama der: "sen acı elma ye". Adam acı elmayı yemez. Hekim devamlı ısrar eder. Neticesinde adam kusar, içerisinde ki yılan da dışarı çıkar. Adam bu durumu görünce hekime der; "Anam, babam sana feda olsun, neden bu gerçeği bana izah etmediniz. Hekim der: "Sen bu gerçeği bilseydin korkardın, o acı elmayı yiyemezdin, yemediğin için de içinden yılanı çıkaramazdım. Bu beladan kurtulamazdın."
İşte bu kıssada ki gibi, şeyhin durumu, nefis yılanının zararına karşı koyarken müridin karşısında bu durumdadır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) umumî sohbette şöyle buyurdu :"Bir mürid için dünyada en büyük nimet mürşidine olan teslimiyettir. Bakınız Gavs´ın (k.s) zamanında biz çok rahattık. Çünkü kendi kendimize hüküm vermiyorduk. Gavs (k.s) bir kişi için dese ki,"bu sadıktır, halistir." Biz de o kişi nereden olursa olsun halistir, sadıktır derdik.
Gavs´ın (k.s) hoşnut olmadığı kimseden biz de hoşnut olmazdık. Herkim olursa olsun onun halini hased etmeyip, hertürlü hizmeti bir vazife bilirdik böylece hasedlikten kurtulmuştuk.
Müridan kardeşlerimizin iyiliği için heran çalışırdık. Arkadaşlarımızın kusurlarından başka Gavs´dan (k.s) hiçbirşeyi gizlemezdik. Ne olursa olduğu gibi söylerdik. Hatta ki tarikattan soğuyan ihvan hakkında gidip Gavs´a (k.s) uydurma olan bağlılık haberleri de veriyorduk. Bu işte gaye ve maksadımız arkadaşlarımızın unutulmaması idi.
Aynı şekilde tam teslimiyet ve muhabbet sahibi olmayan kardreşlerimize de ihlas ve muhabbetleri çoğalsın diye Gavs´dan (k.s) yana yine doğru olmayan uydurma haberler de götürürdük.
Gavs (k.s) bizim bu davranışlarımızı, ayıp yaptığımız şeyleri bize söyledi; ama bu halden vazgeçin demedi hatta memnun olurdu."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün bütün ümmete açık olan bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Bir müridin tahsil edip öğreneceği şeylerden birincisi de diğer kardeşlerine karşı hüsn-ü zan beslemeleridir. Mürid duysa ki; falan zat şeyhtir, velidir, kutuptur vb. bütün bunları iyiye yorumlamalıdır.
Alimlerin mürşide teslim olmaları biraz zordur. Çünkü onların ilmi bazı zaman ihlâs ve teslimiyet sahibi olmalarına manidir. Bundan dolayı ilk anlarda nisbet alamazlar. Cahil sûfiler ise herşeyi mürşidden öğrendikleri için kolayca teslim olurlar.
Bakınız şu alim kardeşimiz seçkin birisidir. Ama tam bir ihlâs ve teslimiyet ile kırk yıl amel etse de şu dört aylık yeni sûfi Abdullah´ın aldığı nisbeti alamaz.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s)buyuruyor:

-Gavs (k.s)hazretlerinin şöyle bir adeti vardı. Belirlediği on kişiye talimat verilmesini emrettiğinde, talimat veren kimse bir kişiyi fazladan katsa o bir kişinin teveccühünü yapmazdı. Eğer on kişiye talimat verin diye emredip kişileri belirlemezse bu guruba dışardan katılan bir kişi olursa hepsine yeniden talimat verdirirdi.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s)bunları bir azarlama mahiyetinde buyurdu:
-Teslimiyet gerçekten zor bir iştir. Bir sûfinin sözde ben teslimim demesi yeterli değildir. Sözü ve özü bir olmalıdır.
Eğer ki insan hakikaten teslim olsa, bütün dertlerden kurtularak huzura kavuşur. Bir müridin tasarrufatta, feyzden istifade etmesi ancak teslimiyet sayesinde olur. Teslimiyet olmadan istifade olmaz. Muhabbet teslimiyeti doğurur onun içindir ki muhabbeti olmayanın teslimiyeti olmaz.
Bir müridde muhabbet tedrici olarak doğarsa teslimiyet de o oranda doğar. Davranış ve sözlerinizin birbirine uygun olmasına çalışınız.
Müridin en büyük gaye ve maksadından birisi de mürşidinin iltifatını kazanmak olmalıdır. Çünkü iltifat kalb ülkesinin fethinden önceki adımdır.
Müridin nazarında kahr ve keyf aynı olmalıdır. Böyle olursa mürid şeyhinin her türlü davranış ve hallerini kendi menfaatine olduğuna inanmadıkça bütün bu hallere bağlı olarak kendisine" hoş geldin, sefa geldin" denmedikçe mürid olamaz. Hafız-ı Şirazî (k.s) şöyle diyor: Bana kötü söz söyledin. Ben ise buna memnun oldum. Ce-nab-ı Hak seni afetsin güzel dedin. Şeker yiyen dudaklara acı cevap yakışır mı hiç!
Ben kahrına ve lütfuna da ciddiyetle aşıkım. Çok acayiptir ki benim aşkım her ikinize karşı aynıdır.
Bu meseleleri şöyle bir misalle açıklık getirelim: Velev ki müridin başına bir bela, musibet gelse bilmelidir ki o hayrınadır.
İbrahim Çokreşî (k.s) diyor: Ben bir gün bir meseleden dolayı sabah namazından sonra yaptığım virdimi terk etmiştim. Bundan dolayı Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) dedi: "İbrahim hem müridim diyor, hem de basit bir sebebden dolayı amelini terk ediyor. Müridlik ile ameli terk etmek hiç birbiri ile bağdaşır mı?
Bir gün Erzurum da ikamet eden ulema, Abdurrahman-ı Tâği´nin (k.s) bir halifesine haber gönderip mübareği irşada davet etmişlerdi. Bu ilk davete icabet edilmedi. Tekrar davet geldi. Bunun üzerine Seyda-i Tâğî (k.s) dedi: "Bu bize Gavsın (k.s) himmetidir." Oraya gidemediğimiz için Gavs´dan azar işiteceğimden korkuyorum. O zaman ben dedim:" Efendimiz bizim malımız pahalıdır. Onun için malımızı çok arzu edip zorlayanlara satarız. Bizim geç cevap vermemiz onların arzu ve isteklerini artırır."

armi
Tue 22 December 2009, 04:51 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s ) dedi:
"Cenab-ı Hak´tan af dile, tevbeyi istiğfar eyle. Gidemeyişimizin sebebi tembelliktir, gevşekliktir. Başka bir sebebi yoktur." Sözlerine devam ederek, "Büyükler karşısında kusurunu kabul edip, affedilenler eli boş dönmezler" buyurdu.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s), amelleri teşvik mahiyeti taşıyan bir sohbetlerinde emir mahiyetinde şöyle buyurdular:"Farz namazlarınızı vaktinde cemaatle kılınız, sünneti terk etmeyiniz. Akşam namazından sonra yatsı namazına kadar rabıta yapınız, Bu rabıta esnasında gaflette olsanız, rabıtayı kuramazsanız gözleriniz kapalı olarak o vakti değerlendirin, rabıtanızı bırakmayın. Gözlerini açmayın.
Bilhassa sabah namazlarından sonraki amellerinizi terk etmeyin. Her türlü meşguliyette ve kalabalıkta amellerinizi terk etmeyiniz. Gaflet ehli kişilerin arasından alınan nisbet azdır. Ama sahibine mülk olur.
Bu sıddıkıye tarikatında halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Bu tarikatın gaye ve maksadı müride varlığı terk ettirmektir. Halvette yapılan zikirde olur ki kişide benlik duygusu daha çok galebe çalar.Yatsıdan sonra lambaları söndürün ve konuşmayın veya emredilen amellerinizle meşgul olun. Sıddıkiye tarikatına mensub olan kişiler dünya zengini olanlara karşı muhtaç olmadıklarını göstermek için onlara karşı gayet onurlu davranarak onlara muhtaç olmadıklarını göstermelidir.
Buna karşılık kendilerine muhtaç olan ihtiyaç sahiplerine karşı mütevazi davranıp kendisini onlardan aşağı göstermelidir.
Tabiatında kibirlilik bulunanları tevazuya yönlendirilmeli, tabiatında aşırı tevazu bulunanları da izzeti nefs sahibi gibi biraz davranışlarını düzeltmelidir.
Sûfi kalbini bazı zaman mürşid rabıtası ile bazı zamanda muhabbet, şevk ve zikri celâle ayırmalıdır. Bazen da kıdem rabıtası yapmalıdır. Rabıta ve zikri, mürid şöyle yapar:
Mürid mahlukatın varlığına bakmaz, ancak Cenab-ı Hak´kın varlığına birliğine bakar. Ayrıca Allah´ın sıfatlarını düşünmeden yalnız zatını düşünmelidir. Çünkü bu sıddıkiye tarikatı Zat-ı muhabbetten ibarettir, bu vesile ile sıfatların seyri aşılmıştır.
Mürid rabıta yaparken kendisinde saygı uyandıran birşey düşünmelidir. Değilse rabıtanın bir faydası olmaz.
Mürid kalbinden vesveseyi silmek için mücadele etmelidir. Bu konudaki virdi "La Maksûde illellâh´ bize göre (Abdurrahmân-i Tâğî (k.s))"seyri sülukun en önemli yeri letaiflerin seyri-dir."
Nefy-i isbat ise, başlı başına bir maksat olarak değil de " Celâl" zikri vasıtasıyla vahdeti tahsil etme aracı olarak görüyorum. Oysa bizim tarikimizden bazı büyükler nefy-i isbatı böyle kabul etmezler. Umulur ki böyle bir yol ile gidilirse, kalbin gafil kalacağı boş bir zaman yoktur.
Bir mürid bir iş yapacağı zaman veyahut uyuyacağı zaman işin başında ve bir de sonunda rabıta kursa orada geçen uyku ve gaflet gibi zamanlar da da rabıta kurmuş gibi sayılır.
Müridin gaye ve maksadı saliklik ismi ile aldanmak değil, benlikten sıyrılıp fenaları elde etmek olmalıdır.
Seyyid Tâhâ (k.s) şöyle diyor:
"Kendini beğenmişliğin ve riyakarlığın bu tarik-ı Nakşibendî de yeri yoktur. Böyle duygulara kapılan kimseler Nakşibendî değildir. Nakşibendî olan kimse nefsinin arzularına uymamalıdır. Çünkü nefsin arzusu sahibini yoldan çıkartmaktır. Riyazet yapmak bizim tarikatımızda yoktur. Çünkü riyazat yolu uzatır. Bizim gayemiz ise yolu kısaltmaktır.
İbrahim Çokreşî (k.s) buyuruyor:
Bir gün münkirlik yapan birisiyle aramızda bir tartışma oldu. Abdurrahmân-i Tâğî´nin (k.s) meclisine gittim, bana dedi:
-Gel şöyle otur. Ben ise kendilerine sıkıntılı ve öfkeli bir şekilde:
-Nasıl oturayım...! Bunun üzerine bana dediler:
-Sen niçin falan münkire şöyle böyle diyorsun....! Ayrıca biraz önce söylediğin sözleri ve halini ben (Abdurrahmân-i Tâğî) edebsizlik sayıyorum. Bak İbrahim (k.s) sen insanlara celalli davranıyorsun, oysa bu hal iyi değildir. Sen bu hallerinden mütevellid az kalsın zarar görüp mahvolacaktın..
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün bir mürşidin şu sözünü naklettiler:
"Cenab-ı Hak her gün saliklere nazar eder. Fakat tabiatı icabı celalli olanlar bu devletten istifade edemez. Onların kanatlarına asla devlet kuşu konmaz."
İbrahim Çokreşî (k.s) diyor:
Abdurrahmân-i Tâğî (k. s) beni celalli tabiatımdan mütevellid azarlayıp şöyle dedi: Biz Gavs-ı Azam´dan (k.s) hiç bir gün kahır talebinde bulunmadık. Yalnız bir olay olmuştu, o müstesna. Bizim bu talebimize şeyh hazretlerinin halifesi şöyle dedi:
"Kahır talebinde bulunmayınız, çünkü kahır gelince herkese gelir."
Mürid imtihanda olduğunu düşünerek hiç bir zaman mürşidinden emin olmamalıdır. Edebe dikkat etmeli ve kendisinden çekinmelidir. Nitekim ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Allah´ın mekrinden ancak hüsrana mahkûm olanlar emin olabilir" (Araf/99)
Hatta mürid mürşidinden korkmalı, ona karşı olan muhabbetinin azalmasından sakınmalıdır. Nitekim Seyyid Tâhâ (k.s), Gavs´a (k.s)
-Tavşan nasıl aç arslandan korkarsa sen de benden öyle kork" demiştir. Gavs (k.s) hz.leri
-Korku sevgiyi azaltmaz mı? deyince Seyyid Tâhâ (k.s) :
-Hace Baki de öyle demişti, diye cevap verdi.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri dedi: İbrahim sen "İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbi" derken kork. Çünkü olur ki bu sözü söylerken kalbinde başka şeyler mevcuttur. Sen mürşidinden himmet dile ta ki seni kötü hallerden korusun. Mübareğe arz ettiğim zaman dedi: " İbrahim, ben sana itidali tavsiye ettim. Yoksa muhabbeti azaltacak şekilde korkuyu değil. Mürid her an mürşidinden çekinmelidir."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) diyor:
"Şeyhin celallenmesi kendi iradesi dahilinde değildir. Mürid, şeyhinin celalli zamanına rastlarsa ondan uzak dursun."
Bir gün Abdurrahmân-i Tâğî´ye (k.s) eşi, bir sûfiye sakal bırakmaması için vesile olmak istemişti. Eşinin bu arzusuna mübarek o kadar celallendi ki nerede ise eşine kahredecekti. Bir müddet sonra Seyda dedi:"Elimde olsaydı, ne eşime kızacaktım ne de o fasıka bir şey diyecektim. Onu dilediğini yapmakta serbest bırakacaktım."
Size şöyle diyeyim:"Sevgili gayet nazlıdır. Sevene hiç bir zaman muhtaç değildir."
İbrahim Çokreşî (k.s) diyor:
Ben çok basit bir mesele için Abdurrahmân-i Tâğî´nin (k.s) en çok sevdiği oğlu Molla Ziyâuddîn´e kahr ettiğine şahit oldum. Öyle oldu ki Molla Ziyâuddîn ölmek üzere idi. Biz hemen fidye verdik. Çok şükür Molla Ziyâuddîn kurtuldu.
Mürid, her kim olursa olsun ta ki şeyhin en sevdiği dahi olsa yine mürşidin celâlinden korkmalıdır. Abdurrahman-ı Tâği (k.s) dedi:
"Büyük sevgi nefrete dönüşürse Allah korusun akabinde şedid bir düşmanlık doğurur. Bakınız, Gavs (k.s) eşlerinden birisini boşamıştı, ben şimdi o kadının üzerinde hâlâ Gavs´ın (k.s) kahrını görüyorum.
Ben (ibrahim Çokreşî) itiraz edip dedim:
Efendim, bu nasıl olur. O kadın, Gavs´la bu yol için çok sıkıntı çekmiştir. Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) dedi:
- O kadın ölünce Gavs (k.s) ve kadının oğlu Şeyh Celâleddîn cenazeye gitmedi. Cenazeyi şeyh Bahâuddîn ve Seyyid Hamza kaldırdı. Bunun birinci sebebi şudur:
Gavs (k.s) böyle davranmakla Cenab-ı Hakk´ın sevgisini her türlü akrabadan üstün tuttuğunu göstermek istedi.
ikinci sebebi ise, mürşidler ledün ilmine vakıftır. Ama bu ilimleri hakkında konuşmazlar.
Mürşidini akrabalarına tercih ederler. Mürşid akrabaları hakkında nasıl hareket ederse onlar da aynı şekilde davranır: Bu konuda bir şey söylenilmez.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) diyor ki:
Bir mürid ehl-i dünyaya imrenmemelidir. Onlara acıyarak aşağıların aşağısı görmelidir. Ayrıca kendi nefsini de onlardan daha aşağı görmelidir. Ancak böyle yaparsa şeyhine karşı edebli davranabilir. Ve sûfiliğin de hakkını eda edebilir.
Şunu bilesiniz ki, bu inançta olursanız bu sûfilerin ayaklarının arşın üzerinde olduğunu görürsünüz, inan ki ömrüm hakkı için, bu zevat hem arştan hem de kendileri dışındaki herkesten üstündürler. Çünkü bu tabakanın gaye ve maksadı Cenab-ı Hakk´ın zatıdır. Şeref ve üstünlük ancak ve ancak gaye ve maksadlarına göre ölçülür.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:
-Bir mürid şeyhini ziyarete gittiği zaman, mürşidinin yanında kalacağı zamanı önceden belirli bir zamanla sınırlamamalıdır. Kalbinin muhabbetine göre ayarlamalıdır. Şöyle ki; kalbin muhabbeti üstadmdan ayrılmadan müsade alıp evine dönmelidir. Kalbin muhabbeti üstada bağlı kaldığı müddetçe üstadla beraber olabilir.
Abdurrahmân-i Tâğî´ye (k.s) bir gün virdlerinin artırılmasını söylediler. Mübarek daha çok hizmet etmelerini buyurdu. Dedi:
"Asıl amel hizmettir."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyuruyor:
-Bu sıddıkiye tarikatı mensubu zenginlerin gayet mütevazi ve hoş görülü olması lazımdır. Fakirlerin ise zenginlere karşı gayet onurlu bir tavırda olmaları gerekir. Fakirler ihtiyaçları konusunda zenginlere karşı bir aşağılık duygusunda olmamaları lazımdır. Sohbetimize konu yaptığımız onur ve kibirden maksat insanın kendisini Allah´tan gayri kimseye muhtaç saymamasıdır. Çünkü insan kendisini başkalarına karşı muhtaç görürse olur ki onların günah ve bid´atlarına da ortak olur.
Nitekim Şeyh hz.leri bir kimseye tevbe etmesini emretti. Alimlerden birisi de şeyhe başvurarak, o kimsenin ipekli elbise giymesine müsade edilmesini istedi. Şeyh hz.leri o alimin bu davranışı hakkında şunları söyledi:
-O alimin ricada bulunmasının sebebi o adama dünyalık bakımından ihtiyacı olması ve zekât alma ümididir.
Zenginlerin fakirlere, fakirlerin de zenginlere karşı münasebetlerinde ölçüyü kaçırmamaları gerekir. Gavs-ı Âzam´ın (k.s) zamanında bir fakir vardı. O zat zenginlere karşı o kadar ölçüsüz hareket ederdi ki ayrıca eşi de zengin insanların eşlerine karşısında oturmaya izin vermiyordu. Elinden geldiği kadar da kibirli davranıyordu. Gavs (k.s) bundan da aciz oldu. "Bu kadar da ileriye gitmek uygun değildir" buyurdu.
Bu durumlar karşısında şeyh hazretleri dedi:"Tevazuun temel gerekçesi insanlardaki tecellidir. Çünkü her insan Cenab-ı Hakk´ın tecellisine mazhardır. İnsan kendi şahsına gelen tecelli payına göre hareket ederse tevazu ehli olup, davranışları da böyle olur. Ta ki kendisini tecellilerde yoksun olarak karşısındaki kişiye göre kendisini daha aşağı görür. Karşısındakileri kendisinden daha Allah´a yakın bilir.

armi
Tue 22 December 2009, 04:54 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bu konularda şöyle buyuruyor:
-Kişi kendi nefsini çok hakir görür. Ayrıca kendisini Allah´ın sıfat ve tecellilerinden yoksun görür, Allah´ın tecelliyatını kafirde görür de kendinde görmez. İnsan böyle düşünürse varlık duygusundan sıyrılır. Böylece diğer insanlara karşı mütevazi ve alçak gönüllü olur.
Allah´a varan yollar dörttür.
1-Muhabbet yolu
2-Kendi varlığından sıyrılma yolu.
3-Bütün varlıklara karşı kendisini ihtiyaçsız hissedip onlara yüksekten bakma yolu.
4-Kendisini varlıklara karşı muhtaç hissetme ve onlara karşı mütevazi olma yolu.

Kişinin varlıklar karşısında kendisini ihtiyaçsız sayması muhabbeti, muhtaç hissetmemesi ise varlık duygusundan sıyrılmayı gerektirir. Eğer mürid varlık duygusundan kurtulursa, kendisini Allah´ın ve şeyhin sıfatlarından yoksun görür. Kendi dışında kalanları ise değişik görür. Neticede bu hallerinden dolayı kendisini herkesten aşağı görür. Böylece Allah´a (C.C) giden yollar dörtten ikiye iner.
Cezbenin iki yolu vardır.
a-Muhabbet yolu
b-Varlıktan sıyrılma yolu.
Yolların en sağlamı kişinin kendi varlığından sıyrılarak katettiği yoldur. Çünkü bu yol sûfiyi bazı tehlikelerden korur.
Örneğin; Beyazıd-ı Bestami ile Ahmed-i Cami hazretlerine bakalım. Beyazıd, Ahmed-i Câmi´ye derki:"İkimiz de aynı anda cezbeye sahip olduk. Ama ben bazı vartalara düştüm sen ise düşmedin. Bunun sebebi nedir? Ahmed-i Cami der:"Sen dedin ki, benim arş sancağı üzerinde çadırım var. Ben ise dedim ki, arş sancağı altında çadırım var." Beyazıd (k.s) bu yolda birtakım vartalara düşmüştü. Ahmed-i Cami (k.s) ise düşmemişti.
İbrahim Çokreşî(k.s) diyor:
"Ben Seyda´ya sordum. Bu sözler onların ihtiyarı dahilinde midir? "Abdurrahman-ı Tâği (k.s) cevaben buyurdu:"Hayır, kendi ihtiyarları dahilinde değildir. Bu iki söz de varlıktan kurtulmayı sona erdirici mahiyettedir. Ahmed-i Cami (k.s) bu hâlden kurtulmuştur. Ama Beyazıd-ı Bestami (k.s) kurtulamamıştır.
Aklı başında olan bir mecnunun şöyle bir âdedi var idi:
Dünya ehli zengin bir kişi kendisini ziyarete gelirse onunla, çıplak bir şekilde ve elindeki tesbihle zikr ederken konuşurdu. Yanına bir fakir gelirse gayet edebli konuşurdu. Bunun sebebi şudur: Ehl-i Dünya olan kişiyi kendisini tecellilerden mahrum kılar, ama fakirler ise böyle değildir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri manevî rabıta hakkındaki bir soruya şu karşılığı verdi: "Manevi rabıtadan gaye kalbi mürşide bağlamaktır. Kalbin bağlanması ise ancak ihlâs ile elde edilir.
Manevî rabıta muhabbet yolu ile de tahsil edilebilir; ama ihlâs ile tahsil daha kesindir.
Şeklî rabıta ise: Muhabbet yolu ile ihlâs yolundan daha çabuk kazanılır. Manevî rabıtayı gerçekleştiren en birinci etken şudur:
Şeyhin gerek yanında gerekse gıyabında gayet edebli bulunmak. Ayrıca bütün müridleri mürşidin nazarına mazhar olmuş, kendisini ise mahrum olmuş kabul edip onlara da edepli davranmalıdır. Bütün sûfileri mürşidin bir nevi ehl-i beyti, kendisini ise o kapının kıtmiri bilmelidir. Kıtmir herkesin elinden nasıl bir şey bekler ise mürid de öylece diğer kardeşlerinden dua dilemelidir.
Ben (Abdurrahrnân-i Tâgî) bir ara üstadım Gavs-ı Âzam´dan ayrı kalmıştım. Gayet şedid bir muhabetle yanarak evimde oturuyordum. Duydum ki bir zımmî Gavs´ın yanından geli-yor. Kendime hakim olamadım gidip onu köyün dışında karşıladım. El sıkıştık. Kendisine dedim: "Sen öne geç" eve gidelim. Önüme geçmeyi kabul etmedi. El ele tutuşup eve gittik. Evde izzet-i ikram ettim, keçe minder üzerine oturttum, yemeğimizi beraber yedik. Hürmet olsun diye kendi ağızlığımdan tütün içirdim. O içtikten sonra ağızlığı bana uzattı. İnanın şu anda dahi hatırımdan çıkmayan acayip bir nisbet hissettim. Zimmî tekrar aynı ağızlığı istedi. O zaman dedim:"Sana yaptığım bereketlenmek içindir, artık vermem. "Zımmî gitmek istedi, ugurladım. Eve döndükten sonra onun oturduğu keçe mindere burnumu dayayarak kokladım. İnanın şimdi dahi o kokunun ben de uyandırdığı hazzı hatırlayınca neşe duyuyorum.
Ben (Abdurrahmân-i Tâğî) inanın kendi azizliğimi; mürşidime bağlı olanlara karşı, kendimi aciz ve muhtaç hissetmekte görüyorum.
Eğer ki mürid kendi nefsini böyle, diğer sûfileri de mürşidin nazarına mazhar olmuş görürse şüphesiz ki onlara karşı edepli ve hürmetli olur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyuruyor:
-Bir müridi, mürşidinin manevî sofrasından talepçi olmalıdır. Çünkü mürşid-i kâmil müridin talebine göre tasarruf ve himmet eder. Ahmed-i Câmi (k.s) bir zahide himmet etti. Bu zahid o himmet sayesinde belirli bir beldeyi keşfen gördü. Sonra mübarek zahide dedi:
"Senin bizden talebin ve gücün bu kadardır. Değilse bizim tasarrufumuz çok çok fazladır."
Müridliğin orta döneminde müride istek ve talebini artırması tavsiye edilir. Bakınız, Gavs-ı Âzam´ın (k.s) halifesi olan Şeyh Halid (k.s), Şah-ı Nakşibend´den (k.s) şöyle rivayet etti:"Ayakları ile başımın üstüne çıkacak kadar talep ehli olmayan müride hakkımı helâl etmem."
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s)´ye sordum:
"Bir sûfinin içersinde bulunduğu bir hâlden daha yüksek bir hâl istemesi doğru mudur? "Cevaben dediler:
"Bu yolun bazı büyükleri makbuldür demişler. Çünkü talep edilen şey ilâhi cezbedir. Bunu elde edebilmenin yolu ruhu feda etmektir. Aslında müridin talep ettiği ruhu talep etmektir. Çok fedakâr olmak daha güzeldir.
Abdurrahmân-i Tâğî(k.s) hazretleri şöyle buyuruyor:
"Mürid kendi hata ve günahlarını düşünüp diğer etbaların hepsini de tasarruf ve tecellilere mazhar olmuş görürse edep ve hürmet ehli olur."
Seyda´ya ben (İbrahim Çokreşî) dedim:
"Efendimiz malumunuzdur ki bir vakit sûfilerden birisi demişti ki: "Fayda istemiyorum" bu söz ne manaya gelir. Böyle diyen sûfi aslında en güzel faydayı talep etmiş oluyor. Çünkü bu söz "Ben şeyhime vasıl olmayı istiyorum, başka bir isteğim yoktur" demektir.
Gerçekte önemli olan maddî vuslat değil, manevî vuslattır. Manevî vuslat: Mürid şeyhini mutlak fânîlik mertebesine ermiş olarak bilmelidir. Böyle olunca ona vasıl olabilmek, ona arkadaş olabilmek ancak "fena" makamına ermekle mümkün olur.
Bir sûfi dedi:"Uzak kaldığım zaman muhabbetim artıyor" Ben bu söze kızıp azarladım. Dedim ki: İstenen şey maddi değil, manevi vuslattır" Bu sûfinin yanılmasına sebep olan söz ise Gavs´ın (k.s) benim hakkımda söylemiş olduğu "O vuslata erenlerdendir; ama muhabbeti eksiktir." sözüdür. Bu sûfi, vuslatı maddi vuslat olarak yorumlamıştır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri şöyle buyurdular: "Kurtuluş şunlardadır.
1-İlim: Ehl-i sünnet vel-cemaat inancı,
2-Amel: Şeriatı yaşamak
3-İhlâs: Hâlisiyettir, sohbettir.
Tasavvuf yolunun ve bu yolun efdaliyetini meydana çıkaran unsurlar şunlardır:
A-Geçmiş olan sohbetlere karşı şükür
B-Geride bırakılan sohbetlere karşı özlem duymak. Yeni bir sohbet fırsatının doğmasını istemek.
Mürid tasavvuf sohbetlerine katılmalıdır. Katıldığı zaman o sohbetin sonunda sohbet bitti diye üzülerek gelecek sohbeti beklemelidir. Bu haller müridin kalbinde tabii olarak belirmiyorsa mürid kendisini bu hallerin belirmesi için zorlamalıdır.
Çünkü Hadis-i Şerifte buyuruluyor:
"Eğer ağlayamıyorsanız, ağlar gibi davranınız." (et-Terğib, 4/231)
C-Tarikatın bir diğer prensibi de kalbi karıştırıp vesvese veren duyguları bırakmaktır.
Ondan temizlenmektir. Bu temizlik için mürid kendini zorlamalıdır. Müridin terakkiyetine en büyük engel kamil olmayan şeyhin sohbetidir.
ibrahim Çokreşî (k.s) anlatıyor:
Bir gün Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) bir seyahetten dönmüştü. Onu müridler çok özlemişti. Seyda müridlere dedi: İki hutbe arasında şöyle dua ediniz. "Allah´ım bu birlik, özlem ve muhabbetimizi hakkımızda istidraç yapma." Bizim bu halimizi dünyayı terk edip senin zatına sığınma vesilesi eyle."
Kahır üç türlüdür:
A-Zahirî kahır: Bu hal aslında faydalıdır.
B-Batınî kahır: Yok etmek demektir.
C-Tenbihî kahır: Zahirî kahır, batınî kahırdan daha ağırdır. Batınî kahır da zahirî kahırdan daha ağır olduğuna göre bu her ikisinin arasında kalır. Allah bizleri korusun.