- Şeriat,Gereğiyle Yükümlü Tutulmak

Adsense kodları


Şeriat,Gereğiyle Yükümlü Tutulmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
ayten
Mon 27 September 2010, 12:43 am GMT +0200
Şeriat,Gereğiyle Yükümlü Tutulmak İçin Konulmuştur


Bu konu on iki mesele içerisinde işlenecektir:

Birinci Mesele:

Usûl ilminde ortaya konulduğu üzere, teklifin şartı ya da sebe­bi» yükümlü tutulan şeyin kudret dahilinde bulunmasıdır. Mü­kellefin kudreti dahilinde bulunmayan bir şeyle yükümlü tutmak, ak-len caiz olsa bile[1] şer´an sahih değildir. Bu konunun burada açıklan­masına gerek duymuyoruz. Çünkü bu vazifeyi usûlcüler üstlenmişler ve usûl kitaplarında açıklamışlardır. Biz burada usûlcülerin açıkla­maları üzerine bazı hükümler bina edeceğiz.

Eğer ilk bakışta Sâri´ Teâlâ´nın kulun kudreti dahilinde bulun­mayan şeyleri emrettiği sanılacak durumlarla karşılaşılırsa, yapıla­cak şey onun üzerinde düşünmek, asıl talebin ilk bakışta istenilen şey gibi gözüken şeyin Öncesi ya da sonrası ile veyahutta beraberinde bu­lunan başka bir şeyle ilgili olup olmadığını araştırmaktır. Meselâ, iıoaı Allah Teâlâ´nın:"Müslüman olmadıkça sakın ölmeyin"[2] buyruğu île, Hz. Peygamberin Allah´ın öldürülen kulu ol; Allah´ın ka­til kulu. olma[3] "Zâlim halde iken ölme" gibi hadislerini Örnek olarak alalım. Bu gibi ifadelerden maksat, sadece kudret dahilinde olan hu­suslardır. Bunlar, verdiğimiz örneklerde, müslüman olmak, zulmü terketmek, başkalarını öldürmekten geri durmak ve Allah´ın emrine teslim olmaktır. Bu türden gelen diğer nasslar da aynı şekilde anlaşı­lacaktır. Uhud gününde kendisini Hz. Peygamber´e siper yapan Ebu Talha, Hz. Peygamber´in insanları görmek için başını uzat­ması üzerine ona: "Bakma yâ Rasûlallah! Sana isabet etmesinler..." demişti.[4]Ebu Talha´nın "Sana isabet etmesinler" sözü de bu türden­dir.[5] [6]

İkinci Mesele:


Bu durumda, yemek ve içmeye karşı duyulan şehvet gibi, insan tabiatında mevcut bulunan özelliklerin ortadan kaldırılması, insanda cibillî olan karakterlerin izâlesi istenilemez. Çünkü böyle bir şeyin istenilmesi takat üstü yükümlülük olur. Aynı şekilde bünyede bulunan çirkin organların güzelleştirilmesi, noksan olanları­nın tamamlanması da istenilemez. Çünkü bunlar da takat üstü yü­kümlülük demektir. Böyle bir şeyin Şâri´ce ne emredilmesi ne de ya­saklanması mümkün değildir. Ancak nefsin helal olmayan şeylere meylini Önlemek ve helâl olan şeylerden de mutedil bir şekilde istifade­sini sağlamak için boyunduruk altına alınması istenir. Bu talep, söz-konusu özellikler (şehvet gibi istekler ve cibillî bulunan diğer özellik­ler) cihetinden ortaya çıkan fiillere yöneliktir ve bu fiiller kulun kesbi dahilindedir. [7]

Üçüncü Mesele:


Eğer, insanın yaratılış özelliklerine benzer bazı vasıfların bulunduğu delil ile sabit olursa, bunların hükmü de aynen bir Öncekilerin hükmü gibi olur.

Yaratılış Özellikleri iki türlüdür:

(a) Daha önce geçen kısımda olduğu gibi müşâhade edilebilen, duyularla hissedilebilen türden olur.

(b) Hakkında bir delil bulunmadıkça gizli olur. Mesela aceleciliği ele alalım. Kur´ân´ın "İnsan aceleci olarak yaratılmıştır"[8] şeklindeki zahir ifadesine göre, bu insanın yaratılış özelliklerinden biri olmakta­dır. Sahih´te de şöyle buyrulur: "Şeytan, Âdem´in (ne olduğunu anla­mak için etrafında dolaştı ve onun) içinin kof olduğunu görünce bildi ki, o kendine mâlik olamayacak bir şekilde yaratılmıştır"[9]Şecaat ve korkaklığın insanın bir tabiatı olduğu[10] kalplerin, kendisine iyilik ya­pan kimselere sevgi, kötülük yapanlara da kin duymaya meyyal ola­rak yaratıldığı[11] hadis olarak rivayet edilmiştir. Bu türden daha başka örnekler de vardır. İnsanın tabiatından olan özellikler arasında Öfke hali de zikredilmiştir. Halbuki Öfke, zâhidlere göre helak edici şeyler­den biridir. Yine hadiste: "Hıyanet ve yalan hariç her huy, mü´minin yaratılış özelliği olabilir"[12] denilmiştir.

Hal böyle olunca, açıkça insana yönelik talepleri üç kısımda de­ğerlendirmek gerekecektir:

a) Kesinlikle insanın kesbi (kudreti) dahilinde bulunma­yan talepler:Bu tür talepler çok azdır. Mese\â, "Müslüman olmadık-[iıoı ça sakın ölmeyin" [13] âyeti gibi. Bu kısmın hükmü; asıl talebin, zahirde ´ istenilen şeyle ilgili bulunan bir hususa yönelik olmasıdır.

b) Kesinlikle kulun kesbi (kudreti) dahilinde bulunan ta­lepler: Bunlar, kesb dahilinde bulunan ve kendileriyle yükümlü tutu­lan fiillerin büyük çoğunluğunu teşkil ederler. Bu tür fiillere yönelik talepler hakikat anlamındadırlar ve ister kendilerinde bulunan özel­liklerden dolayı istenmiş olsunlar, ister başka bir şey sebebiyle talep edilmiş olsunlar, neticede fark yoktur ve bunlarlayükümlü tutmak sa­hihtir; bunların istenildiği şekilde yerine getirilmesi gerekir.

c) Hangi kısımdan olduğu konusunda durumu açıklık ka­zanmayanlar: Sevgi, kin vb. gibi. Araştırıcının bunların hakikatini incelemesi ve üzerinde düşünmesi gerekmektedir. Bu inceleme so­nunda, yukarıdaki iki kısımdan hangisine girdiği neticesine ulaşırsa, ona o kısmın hükmünü verir. Sevgi, kin, korkaklık, cesaret, öfke, korku vb. gibi konularda ilk akla gelen, bunların zorunlu olarak insan ta­biatında mevcut bulunduklarıdır. Bu da:

(a) Ya. aslî yaratılış sebebiyle olmuştur. O zaman bunlara yöne­lik talep, bizzat kendilerine değil de bunlarla ilgili olan şeyle­re yönelik olacaktır. Çünkü, mutlaka insanın yaratılıştan olan özelliklerinden kaynaklanan, onlara tâbi durumda olan kesbî (iradî) fiilleri bulunur. Talep işte bu fiillerle ilgili olur; bu fiillerin kaynaklandığı yaratılışla ilgili Özelliklere yönelik olmaz. Nitekim kudret ve acziyet de talep altına girmez.

(b) Yahut da bunların (sevgi, kin gibi), başka motifleri olur ve bunlar onlardan dolayı harekete geçer. Bu da (talep edilen şeyin dışında) başka fiillerin bulunmasını gerektirir. Eğer bu durumda onları harekete geçiren motif, varlık bakımın­dan öncelik arzeden ve kulun kesbi dahilinde olan bir şey ise, talep işte bu motife yönelik olur. Meselâ, "Hediyeleşin ki se-vişesiniz"[14] hadisinde olduğu gibi. Bu durumda, "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah´ı seviniz"[15] hadisindeki gibi taleplerden maksat, kulun Allah´ın kendi üzerindeki ni­metlerinin çokluğunu, ona yaptığı iyiliklerin sayısızlığını düşünmesini sağlamaktır.

Şehvetin yasaklanması da, helâl olmayan şeylere iten bakmak vb. gibi motiflere yönelik olur; bizzat şehvetin kendisi yasaklanmış ol­maz. Eğer bu gibi duyguları harekete geçiren motif, kulun kesbi dahi­linde bulunmuyorsa, o takdirde bunlarla ilgili gelen talep, bunların neticelerine yönelik olur.[16]Meselâ, bakmanın cinsî ilişki şehvetini kö­rüklediği gibi, öfke de intikam şehvetini harekete geçirir. (Bu durum­da "Kızma!" demek öfkenin sebebiyet vereceği şeyleri yapma demek [ili] olur.)

Fasıl:


İşte bu bakış açısından hareketle, kibir, hased, dünya ve makam sevgisi ve bunlardan kaynaklanan dil âfetlerini; Gazzâlî´nin "Helak Edici Şeyler" bahsinde zikrettiği diğer şeyler gibi, içte bulunan özellik­lerin tamamını ya da büyük bir kısmını gerçek anlamda anlamak mümkün olacaktır. Pek çok hadis de buna delâlet etmektedir. İlim, te­fekkür, düşünce, yakın mertebesi, sevgi, korku, recâ (ümitvarlık) ve benzeri bir amel neticesinde[17] ortaya çıkan ve övgüye değer bulunan nitelikler de aynı şekilde bu yolla doğru bir biçimde kavranacaktır. Kalbî olan fiillerin var edilmesi ya da yok edilmesi insanın kudreti dahilinde değildir. Meselâ ilmi (bilgi) örnek alalım: İlim sahibi olmak her ne kadar istenmekte ise de, onun elde edilmesi asla kulun kudreti dahilinde değildir. Çünkü, öğrenmek isteyen kimse, öğ­renmek istediği şeye yöneldiği zaman, eğer o şey zorunlu olan şeyler­den ise,[18] zaten o (bilgi) mevcuttur ve ondan soyutlanmak mümkün değildir. Eğer öğrenilmek istenen şey, zorunlu olan şeylerden değilse, bu kez onun elde edilmesi için mutlaka bir ön düşüncede bulunulması gerekecektir. Mtikteseb olan[19] da işte budur; bizzat ilmin kendisi değildir. Çünkü ön düşünceden sonra ilim zorunlu olarak bulunur. Çünkü netice, mukaddimelerin ayrılmaz sonucudur.[20] Burada mükte­sep olan, o şeyin üzerine düşünmek için yönelinmesidir ve mükelleften istenilen sadece budur. Düşünce sonrasında doğan ilme gelince, is­ter onun da, tahkik erbabının görüşlerinde olduğu gibi, diğer sebepler neticesinde doğan müsebbepler gibi Allah´ın yaratması olduğunu ka­bul edelim, ister etmeyelim netice farketmez herkes onun bizzat kesb dâhiline girmediği ve bir kere var olduğu zaman onun izalesinin bir daha mümkün olmadığı konusunda görüş birliği içerisindedirler. Batınî özellik arzeden diğer sıfatların da, üzerlerinde iyice düşündü­ğümüzde aynı şekilde olduklarını göreceğiz. Bunların durumları bu şekilde olunca, bizzat kendilerine yönelik tekliflerde bulunulması mümkün olmayacaktır. Buna rağmen zahiren bunlara yönelik talep­lerle karşılaşırsak, bu taleplerin bu vasıfların önünde, sonunda ya da bitişiğinde bulunan durumlara yönelik olduğunu anlamamız gereke­cektir. Allah en iyisini bilir. [21]

Dördüncü Mesele:


İnsanın, kendi başına celbetmeye ya da defetmeye güç yetireme-yeceği nitelikler iki türlüdür:

(a) İlim ve sevgi gibi bir fiil neticesinde meydana gelen nitelik­ler. "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah´ı seviniz" lö hadisinde olduğu gibi.

(b) Bir fiil neticesinde meydana gelmiş olmayıp, yaratılıştan (fıtrî, cibillî) olan nitelikler. Şecaat (cesaret), korkaklık, Es.ec Abdulkays´da Hz. Peygamber´ce var olduğu söyle­nen hilim, teenni vb. gibi nitelikler.

Birinci türden olanlara karşılık, cezaya da mükâfatın bulunacağı kısmen de olsa anlaşılmaktadır. Çünkü ilim ve sevgi gibi nitelikler, kulların kudreti dahilinde olan (müktesep) fiillerden doğmaktadır. Hükümler bahsinde, bu tür müktesep sebeplere bağlı müsebbeblere her ne kadar kulun kudreti ve kasdı altına girmese de cezanın (iyi ya da kötü) gerekeceği belirtilmişti. Sevgi, kin gibi özellikler de aynı şekilde müktesep olan sebeplere bağlıdırlar. Dolayısıyla bunlardan kişi sorumlu olur.

İkinci kısma yani yaratılıştan olan niteliklere gelince; bunlara iki açıdan bakmak gerekecektir:

(1) Sâri Teâlâ tarafından sevilen ve iyi karşılanan şeyler olup ol­mamaları açısından.

(2) Üzerlerine sevap gerekip gerekmeyeceği açısından.

Birinci açıdan meseleye baktığımızda, nasslarm zahirinin bunla­ra Şâri´in sevgi ya da buğzunun bağlandığım göstermektedir. Örnek­ler: Hz. Peygamber Eşec Abdulkays´a: "Sende iki özellik vardır ki, Allah onları sever: hilim ve teenni."[22] Bazı rivayetlerde de, onun bu Özellikler üzerine yaratılmış olduğunu söyledi.[23] Bir hadiste "şecaat ve korkaklığın insanın bir tabiatı olduğu" [24]belirtilmiş, başka bir hadiste ise: "Allah, bir yılanı öldürmeye karşı da olsa şecaati (cesa-

reti) sever"[25] buyrulmuştur. Bir diğer hadiste de: "Ruhlar toplu cemâatlerdir. Onlardan birbirleriyle tanışanlar (uyuşanlar) birbirle­rine kaynaşırlar, tanışmayanlar (birbirleriyle uyuşmayanlar) da ay­rılırlar. "[26] Birbirleriyle sevişmenin ve birbirlerine buğz etmenin mâ­lî). Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.

manâsı işte budur ve bu kulun kudreti (kesbi) dahilinde değildir. Hadiste: "Benim uğrumda sevişenlere, muhabbetim vacip olmuştur"[27] buyrul­muştur. Ebu Hureyre´nin merfû olarak rivayet ettiği: "Güçlü mü´min, zayıf mü´minden daha hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir. (Bu­nunla beraber) her birinde hayır vardır"[28] hadisi beden yönünden güç­lü ve sağlam olan anlamına yorulmuştur; zaaf anlamına yorulmamıştır.[29] Başka bir hadiste: "Allah, üstün ahlâk prensiplerini sever, kötü­lerinden hoşlanmaz."[30] Bir diğerinde "Hıyanet ve yalan hariç her huy, mü´minin yaratılış Özelliği olabilir"[31] buyrulmuştur. Âyette de yerme ve hoş karşılamama sadedinde olmak üzere: "însan aceleci olarak ya­ratılmıştır"[32]buyurulur. Bu yüzdendir ki, aceleciliğin zıddı olan teennî sevilen bir Özellik olmaktadır.

İtiraz: Sevgi ve nefret (buğz} yaratılışla ilgili (cibillî, fıtrî) olan bu özelliklerin bizzat kendisine değil de, bunların kendilerinden ortaya çıktığı fiillere taalluk eder.

Cevap: Hayır, doğru değil. Çünkü böyle bir izah evvela, delilsiz nassların zahirini terketmek olur. İkinci olarak, sevgi ya da buğzun zâtlara taalluk etmesi sahihtir. Zatlar ise, fiillere sıfatlardan daha uzaktır. Meselâ: "Allah, sevdiği ve onların da O´nu sevdiği bir millet getirir"[33]âyetiyle, "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah´ı se­viniz[34]"Allah uğrunda sevmek[35] ve Allah uğrunda buğz etmek imandandır"[36]hadislerinde sevgi ve buğz, zâta bağlanmıştır.[37] Bu gi­bi örneklerde geçen, sevgi ve buğzdan maksat, sadece fiillere karşı du­yulan sevgi ve buğzdur demek mümkün değildir. Aynı şekilde yara­tılışla ilgili (cibillî) sıfatlar hakkında da zahirde sevgi onlara yöne­lik olduğu zaman bunlardan maksat fiillerdir demek doğru olma­yacaktır.

Fasıl:

Sevgi ve buğzun fiillere taalluk etmesi de sahihtir: "Allah, zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklamasını sevmez[38] "Ama Allak davranışlarını beğenmedi ve onları alıkoy­du[39] "Allah katında en çok buğz edilen helâl, talâktır[40] "Övülmeyi Allah´tan ziyade seven kimse yoktur. Bundan dolayı O kendini med-hetmiştir"[41]âyet ve hadislerinde sevginin fiillere taalluk ettiği görül­mektedir. Bunlara benzer durumlar çoktur. ^Cesuru severim, korkak­tan hoşlanmam" dediğimiz zaman, burada sözkonusu olan sevgi ve hoşlanmama, cesurluk ve korkaklık niteliklerine sahip bulunan zâta o niteliklerden dolayı olarak bağlı olmaktadır. Meselâ, âyetlerde: "Al­lah iyilik yapanları sever[42] "Allah sabredenleri sever[43] "Allah şüp­hesiz daima tevbe edenleri sever, temizlenenleri de.sever[44]"Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi şüphesiz sevmez[45]"Allah, zâlimleri sevmez[46] buyuruhır. Hadiste "Allah şişman âlime buğzeder"[47]denilmiştir. Şu halde sevgi ve buğz, hem zât, hem sıfat ve hem de fiiller hakkında mutlaktır. Sevgi ve buğzun bunlara nisbeti, onların zât, sıfat ya da fiil oluşları açısından mâhiyetleri itibarıyla olmakta­dır.

Konunun ikinci açıdan ele alınması şöyle olacaktır: İnsanın sahip olmakla birlikte kudreti dahilinde bulunmayan bu niteliklerinden do­layı sevap ve ceza gerekir mi, gerekmez mi

Bu üç şekilde düşünülebilir:

(a) Bu niteliklere sevap ya da ceza bağlanamaz.

(b) Her ikisi de birlikte bağlanır.

(c) Bunlardan sadece biri bağlanır, c

Bu sonuncusu, ilk iki şıkkın bir neticesi durumunda olduğu için, onun incelenmesi ilk ikinin incelenmesine bağlıdır.

Birinci şıkkı isbat için iki yola başvurulur:

(1) İnsanın yaratılış özelliklerinden olan nitelikleri teklif konu­su olamaz; ne onların elde edilmelerine ne de izâle edilmeleri­ne yönelik bir yükümlülük gelemez. Çünkü böyle bir teklif takat üstü yükümlülük olur. Yükümlülük altına girmeyen bir şeyden dolayı da ne sevap ne de ceza gerekmez. Zira sevap ve azap şer´an yükümlü olmaya bağlıdır Dolayısıyla sözü edi­len yaratılışla ilgili niteliklerden dolayı ne sevap vardır ne de az ab.

(2) Bu niteliklere gerekecek sevap ya da azab; bunlar ya birer ni­telik olmaları hasebiyle bizzat kendilerinden ötürü olacaktır; ya da bunların bağlandıkları şeyler (taalluk) dolayısıyla olacaktır[48] Eğer bizzat kendilerinden ötürü ise, o takdirde bu tür bütün niteliklerden dolayı sevap gerekecektir. Bu nitelik­lerin şer´an iyi karşılanması ya da hoş bulunmaması neticeyi değiştirmeyecektir. Keza bu niteliklere aynı anda azap da ge­rekecektir. Çünkü bir şey için gerekli olan onun benzeri (mis­li) için de gerekli olacaktır. Bu durumda aynı nitelik üzerinde aynı cihetten iki zıddın bir araya gelmesi gibi bir netice doğa­caktır ki bu muhaldir.

Eğer taalluk ettikleri şeyler dolayısıyla olacaktır denilirse, o za­man sevap ve azap bu niteliklerin taalluk ettikleri şeylereki bunlar fiiller ve terkler olmaktadır olacak, bizzat yaratılışla ilgili nitelikler dolayısıyla olmayacaktır. Neticede her iki takdire göre de, bizzat ken­dilerinden dolayı yaratılış özelliklerine ne sevap ne de azap gerekme­yeceği ortaya çıkmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur.

İkinci şık için de iki açıdan delil getirilebilir:

(1)

Sözü edilen niteliklere sevgi ve buğz bağlandığını biliyoruz. Al­lah´ın bir şeyi sevmesinin ya da ona buğzetmesinin iki anlamı olabilir:

(a) Bunlardan ya bizzat nimet ve ihsanda bulunma veya intikam kasdedilmektedir. Bu anlamda sevgi ve buğz sonuç itibarıyla fiillerin sıfatlarına bu görüşte olanlara göre bağlı (râci) olurlar.

(b) Ya da bunlarla nimet ve ihsanda bulunma ya da intikam ira­desi kastedilmektedir. Bu anlamda da sonuç itibarıyla zâtın sıfatlarına bağlı olurlar. Çünkü Arap dilinde sevgi ve buğzun anlaşılan hakîkî manâsıyla Allah´a nisbeti muhaldir. Bu gö­rüş de diğer gruba ait olmaktadır. Her iki duruma göre de sevgi ve buğz, bizzat nimet ve ihsanda ya da intikamda bulunma anlamına çıkmaktadır. Bunlar da sevap ve azabın ta kendile­ridir.[49] Şu halde sözü edilen niteliklere sevap ve azap gerekir.

(2)

Şayet biz sevgi ve buğzun sonuçta sevap ve azapmânâsınagelme-diklerini kabul etsek o zaman şöyle dememiz gerekecektir: Onların sı­fatlara bağlanması sevap ve azabı ya gerektirecektir ya da gerektir­meyecektir. Eğer gerektirecekse maksat hasıl olmuş demektir. Eğer gerektirmeyecekse, bakılır: Sevgi ve buğzun taalluku ya Zât için ola­caktır ki bu muhaldir ya da Allah´a yönelik bir başka şey içindir. Bu da muhaldir. Çünkü Yüce Allah âlemlerden müstağnidir; bir başka şeye muhtaç olmaktan ya da bir şeyle tamamlanmaktan münezzehtir. Bilâkis O, mutlak anlamda her şeyden müstağnidir ve her yönden kemal sahibidir.

Sevgi ve buğzun taalluku ya da kula yönelik bir durum içindir. Bu da sevap ve azaptır.

(3)

Bir üçüncü durum daha var[50]:0 da şudur: Şayet sevgi ve buğzun ilişkin oldukları şeylerki fiiller olmaktadır açısından sevildikleri ya da hoş karşılanmadıkları kabul edilecek olsa bu durumda: a. Bu sı­fatlarla birlikte olan fiillere verilecek sevap ya da azap ya bu sıfatlarla birlikte bulunmayan fiillere verilecek olanın aynısı olacaktır, b. Ya da böyle olmayacaktır. Eğer iki ayrı durumda bulunan fiillere verilecek karşılık farklı olacaksa, o zaman sıfatların sevap ya da azaptan bir karşılıkları bulunmuş olacaktır ve varmak istediğimiz netice de bu­dur. Yok, yaratılıştan mevcut bulunan niteliklerle birlikte işlenmiş fi­illerle, böyle bir nitelikle birlikte bulunmayan fiillere verilecek karşı­lık eşit olacaksa, o zaman, (Hz. Peygamber´in ifadesinde) hilim ve teenni sahibi (olduğu belirtilen ve övgüye mazhar olan) Eşec Abul-kays´ın fiili ile, onun bu niteliklerine sahip olmayan başka birisinin fii­li eşit olacaktır. Bu ise doğru değildir. Çünkü bunun doğru olması sonucunda Allah katında sevimli olan bir şeyle, sevimli olmayan bir şe­yin eşit olması gibi bir netice doğacaktır. Şer´î verilerin istikraya tâbi tutulması neticesinde böyle bir neticenin mümkün olmadığı da görüle­cektir. Sonra bundan sevimli olan bir şeyin sevimsiz olması, sevimsiz olan bir şeyin de sevimli olması gibi bir netice de lâzım gelecektir.[51] Bu ise aklen mümkün değildir. Dolayısıyla yaratılışla ilgili niteliklerin, sevap ya da azaptan bir payları olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nitelik­lerin sevap ya da azaptan bir payları bulunduğu ortaya çıktığına göre, bundan yaratılışla ilgili bulunan (cesaret, korkaklık gibi) niteliklerin sevap ya da azap gibi bir karşılıkları bulunduğu, insanların bunlardan dolayı iyi ya da kötü bir karşılık görecekleri sabit olmuştur demektir. Bizim varmak istediğimiz netice de işte bu olmaktadır.

Daha önce arzedilen ve bu özellikte bulunan niteliklerden dolayı sevap ya da azap bulunmayacağı doğrultusunda getirilen deliller bazı yönlerden problem arzetmektedir. Şöyle ki:

Birinci delili ele alalım: Teklif (yükümlülük) ile birlikte mutlaka sevap ya da azap bulunur diye bir şey yoktur. Bazen insanın kudreti dahilinde bulunmayan şeylerden dolayı da sevap ya da azap bulunabi­lir. Bazen yükümlülük bulunur, ama ortada ne sevap ne de azap bu­lunmayabilir. Birinciye, insanın başına gelen ve iradesi dışında bulu­nan musibetleri Örnek verebiliriz.[52] Bunları bilip bilmemesi de farket-mez. İkincisine ise, içki içen ya da kâhine (arrâf) giden bir kimsenin durumunu örnek olarak gösterebiliriz. Çünkü hadiste belirtildiği üzere "bu kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz.[53] Bununla birlikte ehl-i sünet âlimlerinden hiçbir kimsenin böyle bir insanın kılmış oldu­ğu namazın şartları ve rükünleri tam olarak yerine getirilmişse yeterli olmadığı görüşünde olduğunu bilmiyorum. Aynı şekilde âdil[54]olsun fâsık olsun namazın herkes üzerine vacip olduğunda da görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Madem ki (bu örnekte olduğu gibi) yüküm­lülük bulunduğu halde sevap ya da azap bulunmayabiliyor. Öyle ise bi­rinci delilin doğruluğu sabit değildir.

İkinci delili ele alalım: Karşılığın bulunduğuna delâlet eden üçüncü delil ikinci delille çelişmektedir. "Sevap ya da azap fiil ya da terk üzerine gerekmektedir" sözüyle eğer sadece fiilleri kasdetmişse, onun sakatlığı ortaya çıkmıştır. Eğer yaratılışla ilgili niteliklerle bir­likte demeyi kastediyorsa, o takdirde sevap ve azapta niteliğin de bir etkisi bulunmuş olmaktadır. Bu da, yaratılışla ilgili niteliklere iyi ya da kötü bir karşılık verileceğine dair bir delil olur.

Birinci görüşe sahip olanlar, ikinci görüş sahiplerinin delillerine şu itirazları ileri sürebilirler:

Birincisi hakkında şöyle diyebilirler: Sevgi ve buğzun mânâsı se­vap ve azaptır dersek, o durumda sevgi ya da buğzun kişinin kudreti altında bulunmayan şeylere bağlanması mümkün olmaz.[55](Kişinin kudreti altında bulunmayan bu şeyler) onun üzerinde yaratıldığı nite­likleri ve varlığıdır.

İkincisi hakkında da şöyle diyebilir: Taksim daha fazla da olabi­lir. Çünkü sevgi ve buğzun, kula yönelik sevap ve azap dışında bir baş­ka durum için bağlanmış olmaları pekâlâ mümkün olabilir. Bu da gidişatta (mecâri´1-âdât) güzel ya da çirkin olan bir şeyle muttasıf ol­ması demektir.

Üçüncüye gelince bunun için de şöyle denilebilir: Fiiller nitelik­lerden ortaya çıkınca, kemal ya da noksanlık konusunda fiiller nitelik­lere uygun olarak meydana gelir.[56]Biz sanatın mükemmelliğinden sanatkârın da mükemmelliğini çıkarırız. Bunun aksi de sözkonusu-[ii9] dur. Dolayısıyla burada da durum aynıdır. Bu durumda sevap fiillere has olacak, farklılık da onların farklılığına yönelik olacaktır; nitelik­lerle ilgisi olmayacaktır. Maksat da budur.

Kısaca, bu konunun her iki tarafı da birbirine denk olmakta, bir taraf diğer tarafa üstün gelmemektedir. Konunun üzerinde daha ge­niş olarak durulabilir ama, burada bu kadarı yeterlidir, fazlasına ihti­yaç yoktur. Başarı ancak Allah´tandır. [57]

Beşinci Mesele:


Mükellefin gücü dahilinde olmayan konularda yükümlülük hak­kında söz etmiş olduk. Geriye mükellefin gücü dahilinde olan fakat kendisine zor gelen yükümlülükleri incelemek kaldı. İşte burası da onun yeridir. Şâri´in takat üstü yükümlülük (teklîf-i mâ lâ yutak) ge­tirmeyeceğine yönelik kasdımn bulunmasından, O´nun her türlü me­şakkat içeren yükümlülüklerle kullarını mesul tutmayacağı gibi bir netice çıkmaz. Bu yüzdendir ki, daha önceki şeriatlarda takat üstü yü­kümlülük bulunmadığı halde meşakkat içeren yükümlülükler bulu-nabilmiştr. Öbür taraftan takat üstü yükümlülüğün olmayacağını sağduyu sahibi bir topluluk, hatta Eş´arı ve diğer mezheplerden olan âlimlerin çoğunluğu kabul etmişlerdir. Mutezile´ye gelince, zaten bu konu onların genel prensiplerinden olmaktadır. Güçlük içeren husus­larla yükümlü tutmak ise böyle değildir. Hal böyle olunca, bizim bu üs­tün şeriatımız nazarında durumun nasıl olduğunu incelemek gereke­cektir:

Konuya girmeden önce "meşakkat" kelimesinin sözlük anlamı üzerinde durmamız gerekmektedir. Bir şey kişiyi yorduğu zaman

(^Ken­di kendinize zor varacağınız memleketlere yükleriniz taşırlar.) âyetinde [58]de aynı anlamda kullanılmıştır. Âyette geçen keli­mesi "meşakkat" kelimesinden türetilmiş isim olmaktadır.

Meşakkatin bu anlamı, Arap dilindeki kelimenin vaz´i (konulu­su) noktası dikkate alınmaksızın ele alındığında ıstılahı açıdan dört ihtimal (vecih) gerektirir:

(1)

Gücün yettiği ve yetmediği bütün hususlarda ânım olur. Bu du­rumda takat üstü yükümlülük (teklîf-i mâ lâ yutak) de meşakkat diye isimlendirilir. Çünkü insanın böyle bir yükümlülüğü yerine getirme­ye çalışması, onu faydasız bir sıkıntı ve güçlük içerisine düşürecektir. Meselâ, kötürümün ayağa kalkmaya çalışması ve bu yüzden kendisini sıkıntıya sokması, insanın havada uçmaya çalışması vb. gibi. Güç da­hilinde olmakla birlikte beraberinde tahammülü zor bir unsur da var­sa, bu durumda o işe zor iş (şâkk), onu yerine getirmek için karşılanan yorgunluk, güçlük ve sıkıntıya da "meşakkat" denilir.

(2)

Sadece güç dahilinde olan ancak işlenmesi sırasında içerdiği güç­lük sebebiyle nefsin huzurunu kaçıracak ve onu tedirgin edecek ölçüde günlük yapılagelen mutat zorlukların üstünde zorluk içeren şeylere has olması.

Bu kısım iki şekilde düşünülebilir:

(a) Meşakkatin, yükümlü kılınan fiillerin kendilerine has olma­sı. Bu tür olan meşakkatler, fiil bir defa işlense bile hemen kendisini gösterir. Fakîhlerin ıstılahında meşhur olan ruh­satların tanındığı yerler işte bu türden olan meşakkatlerin bulunduğu yerlerdir. Yolculuk ve hastalık esnasında oruç, yolculuk sırasında (namazın) tamamlanması ve benzeri hü­kümler gibi.

(b) Meşakkatin, fiillerin özünde bulunmaması, ancak fiillerin küllî ve devamlı oluşlarından kaynaklanması ve bu itibarla da bir önceki şıkta sözkonusu olan meşakkate katılması. Bu sadece nafilelerde olur. Şöyle ki: İnsan her nasılsa kendi ta­hammülünün üstünde nafile bir ibadetin altına girer. Ancak devamla bundan yorulur ve usangaçlık gelir. Bu yüzden nefis üzerine (a) şıkkından olan amellerin bir defa işlenmesi duru­munda ortaya çıkan meşakkatin benzeri bir meşakkat mey­dana gelir. İnsanın kendi nefsine karşı yumuşaklıkla dav­ranması, nafile olarak üstlenilecek amellerin usangaçlık do­ğurmayacak bir ölçü ve miktarda olması istenilen saha işte bu kısım olmaktadır. Hz, Peygamber´in visal oru­cunu, elzem olmayan şeylere aşırı düşkünlük gösterilmesini, teljellüfe girilmesini yasaklaması, "Güç yetirebileceğiniz amelleri alınız (ki devamlı olsun). Çünkü, siz usanmadıkça asla Allah usanmayacaktır[59] "Ortayolu tutun, ortayohı tu­tun, ki (maksadınıza) ulaşasınız"[60] buyurması bu kısma bir işaret olmaktadır. Bu kabil haberler çoktur. Bu kısma dikkat çekmek için başka bir yer daha vardır. Bu küllîlik ve devamlı­lık arzeden bir durumdan kaynaklanan meşakkat olmakta­dır. Birinci fa şıkkı) kısımda olan meşakkat ise cüzî bir durumdan doğmaktadır.

(3)

Sadece güç dahilinde olan ve nefse alışılagelen işlerde bulunan mutat yorgunluktan daha fazla bir güçlük getirmeyen durumlara has­tır. Ancak böyle bir şeyle yükümlü tutulması teklif öncesine nisbetle alışılagelen şeyler yanında fazladan bir yük gibi telakki edilmekte ve nefse ağır gelmektedir. Bu yüzden de bu tür yükümlülüklere "teklif kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime sözlükte meşakkat anlamı içer­mektedir. Çünkü Araplar, bir kişiye ağır bir yük yükleyip onun yerine getirilmesini emrettikleri zaman, derler. Zorluğuna rağmen bir şeyi üstlenme durumunda da, eğer bir külfetle ona güç yetirebiliyorsa derler. Bu tür olan yükümlülükler de, bu açıdan bakıldığında, meşakkat diye isimlendirilirler. Çünkü bu tür yükümlülükler insiyatifin elden bırakılması ve dünya hayatının ge­rektirmediği fazladan bazı işlerin üstlenilmesi demektir.

(4)

Kendisinden önce olan şeyden zorunlu olarak ortaya çıkana[61] hastır. Çünkü teklîf mükellefi nefsinin arzularından çıkarmaktır. Ar­zu ve heveslere muhalefet etmek ise, başına buyruk insanlar için mut­lak surette zor gelir ve bu yüzden bu tür kimselere sıkıntı ve meşakkat peyda olur. Bunun böyle olduğu halk içerisinde cereyan etmekte olan âdetlerde görülmektedir.

Böylece şıklarıyla birlikte ele aldığımızda meşakkatin beş kısım­da ele alınacağı ortaya çıkmaktadır.

Birinci kısımdan olan meşakkatler usûl kitaplarında yeterince işlenmiştir ve daha önce biz de bu kısımla ilgili olarak açıklamalarda bulunduk.

İkinci kışıma gelince, bunu altıncı mesele olarak vereceğiz. [62]

Altıncı Mesele:


Sâri Teâlâ, getirdiği yükümlülüklerle kişilerin meşakkat

ve sıkıntıya sokulmasını istememiştir. Buna şu hususlar delâlet eder:

(1)

Bu konuda gelen nasslara örnekler: "O peygamber, ... onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir"[63] "Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibibize de ağır yükyükleme.RahbimizlBize gü­cümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma.[64] Hadiste ise: (Kulun bu duası üzerine) Yüce Allah: "(Tamam öyle) yaptım" buyurdu,[65] denilmiştir."[66] Yine Yüce Allah: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yük­ler.[67] "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez[68] "Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[69] "İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister[70] "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesi-niz"[71] buyurur. Hadiste de: "Hanîflik ve hoşgörüye dayalı (bir şeriatla) gönderildim[72] "Hz. Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günah olmadıkça mutlaka daha kolay olanını tercih et­miştir[73] buyrulur. Burada "günah olmadıkça" diye kayıtlanmıştır. Çünkü günahın terkinde onun sırf bir terk olması açısından bir güçlük bulunmamaktadır.[74] Bu mânâda dahapekçoknass bulunmak­tadır. Eğer Sâri´ Teâlâ meşakkati kastetmiş olsaydı, o zaman kolaylık ve hafifletmeyi murad etmiş olmaz, güçlük ve zorluğu dilemiş olurdu. Bu ise sakattır.

(2)

Ruhsatların meşruluğu sabittir ve bu konu gayet kesindir. Bun­lar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen konulardandır. Yolculuk se­bebiyle namazı kısaltma, oruç tutmama, iki namazı birleştirerek kıl­ma, zaruret halinde haram kılınmış şeyleri yeme ya da içme... gibi. Bunların mevcut ve meşru oluşu, güçlük ve meşakkatin mutlak surette kaldırılmış olduğuna kesin bir delildir. Aynı şekilde aşırılık, tekellüf, amellerin devamlılığını kesintiye uğratacak şeylere sebebi­yet vermek gibi şeylerin yasaklanması da konumuza delil olmaktadır. Eğer Sâri´ Teâlâ teklifte meşakkat dilemiş olsaydı, o zaman ne ruhsat ne de hafifletme bulunmazdı.

(3)

Teklifte meşakkatin bulunmadığına dair icmâ´m bulunuşu. Bu durum, Şâri´in meşakkate yönelik bir kastının bulunmadığının bir de­lilidir. Eğer bulunsaydı, o zaman şeriat içerisinde çelişki ve tutarsızlık olurdu.[75] Böyle bir şey ise şeriattan uzaktır. Çünkü şeriatın yumuşak­lık, hoşgörü ve kolaylık esası üzerine konulmuş olduğu sabit iken, di­ğer taraftan da onun konulması sırasında mükelleflerin sıkıntıya ve güçlüğe itilmesi gibi bir maksat bulunsaydı, o zaman birbirine zıt olan unsurların şeriat bünyesinde toplanması gibi onun münezzeh olduğu bir durum ortaya çıkardı.

Üçüncü türden olan meşakkate gelince bu da ayrı bir mesele ha­linde arzedilecektir; [76]

Yedinci Mesele:


Sâri Teâlâ´nm neticede bir nevi meşakkat ve külfet içeren şeyleri teklifte bulunduğunda şüphe yoktur; ancak bu gibi şey­ler geçerli olan âdetlere nazaran "meşakkat" diye isimlendirilmemektedir. Nitekim alışılageldiği üzere insanların sanat ve mes­lek icrâsıyla hayatlarını kazanmak için çalışmalarına da meşakkat denilmemektedir. Çünkü bunlar mümkündür ve mutattır; içermekte oldukları külfet alışılagelmiş genel durumda insanı işten alıkoyacak ölçüde değildir. Hatta aklı başında ve gelenekleri bulunan insanlar hayatlarını kazanmak için çalışmayan kimseleri tembel diye isimlen­dirirler ve onları ayıplarlar. Teklifte bulunan ve mutat olan meşakkat­ler de aynı şekildedir.

Âdeten meşakkat sayılanla, meşakkat sayılmayanlar arasındaki farkişte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Bir fiili işlemeye de­vam etmek o fiilin tümden ya da kısmen bırakılmasına sebep olacaksa, o fiili işleyen kimsenin kendisi ya da malı üzerinde veya davranışların­da bir bozukluğun ortaya çıkmasına sebep olacaksa, bu durumda söz­konusu olan meşakkat mutat olan düzeyden fazla demektir. Eğer ge­nel olarak bu zikrettiğimiz mahzurlardan birisine sebep olacak du­rumda değilse, o zaman sözkonusu olan külfet âdeten meşakkat sayıl­mayacaktır. Nasıl sayılır ki, bu dünyada insanın bütün halleri; yeme­si, içmesi, diğer davranışları hep külfettir. Ancak kendisine bu külfet­leri yenebilecek kudret verilmiş; kendisinin bu tasarrufların boyun­duruğu altına girmesi istenmemiştir. Yükümlülüklerde de durum ay­nı şekildedir. Yükümlülüklerin ve onların içermekte oldukları meşak­katlerin (külfet) işte bu açıdan değerlendirilmeleri uygun olacaktır.

Bu nokta anlaşılmıştır sanıyoruz. Bir nokta daha var: Mutat öl­çüde meşakkat içeren yükümlülükler, içermiş oldukları bu meşakkatlerden dolayı talep konusu olmuş değillerdir; aksine bunlar içerdikleri maslahatlar için istenilmiş olmaktadır. Bu­na delil, bundan Önceki meselede geçmişti.[77]

İtiraz: Geçen açıklamalar, teklifte meşakkate yönelik bir kastın bulunmadığına çeşitli açılardan delâlet etmez:

(a) Yükümlülüğün bizzat "teklif diye adlandırılması buna işa­rette bulunmaktadır. Zira teklifin asıl sözlük anlamı içerisin­de külfetki meşakkat olmaktadır bulunan bir şeyin iste-nilmesidir. "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yük­ler.[78] âyetinin anlamı da: "Allah kişinin gücü yetmeyecek ölçüde kendisine zor gelen şeyleri istemez; O´nun istekte bu­lunacağı şey sadece âdeten gücü dahilinde bulunan şeylerle yükümlü olmasıdır" şeklindedir. Dolayısıyla meşakkatle yü­kümlü tutma sabittir. Emir ve yasağa yönelik kasdm bulun­ması, hiç şüphesiz meşakkatin de talep edilmiş olması netice­sini de yanında gerektirecektir. Şâri´ce "teklîf´ diye isimlendi-rilmesinden de anlıyoruz ki, talep fiile, sadece bir meşakkat olması açısından bağlanmaktadır. Şu halde meşakkat, teklîf sırasında Şâri´ce dikkate alman bir husus olmaktadır. "Din­de sizin için bir zorluk kılmamıştır[79] ve benzeri âyetler işte bu anlamda anlaşılacaktır.

(b) Sâri´ Teâlâ, ne ile yükümlü tuttuğunu ve yükümlü tuttuğu şeyden nasıl bir meşakkat doğacağını bilmektedir. Bilindiği üzere teklîf beraberinde meşakkat getirmektedir. Sâri´ teklifle birlikte ondan asla ayrılmayan meşakkatin bulunduğunu bilmektedir. Bu durumda Şâri´in, teklifte bulunmakla

ondan doğacak olan meşakkati de talep etmiş olması lâzım gelecektir. Çünkü prensip olarak, sonuç olan müsebbebi bile bile sebebin ortaya konulması, müsebbebin kasdedilmesi de­mektir. Bu meselenin açıklanması hükümler bahsinde geç-. misti. Dolayısıyla neticede Şâri´in meşakkate yönelik kasdı-nın bulunmuş olması gerekmektedir.

(3)

Meşakkat, kısmen de olsa, yükümlü olunan fiilin işlenmesi esna­sında karşılaşılması durumunda, teklîf sevabından ayrı olarak sevap kazanılmasına sebep olabilmektedir. Meselâ: "Çünkü Allak yolunda susuzluğa yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etm$k ve düşmana başarı kazanmak karşılığında onların yarar­lı bir iş ycfptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ec­rini zâyijetmez[80]"Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[81]âyetlerini Örnek olarak hatırlayabiliriz. Ha­diste ise "mescide giderken fazla adım atılmasının daha sevaptı oldu­ğu, sevabı en fazla olan kimsenin evi uzak kimse olduğu[82] "hoşlanıl­madık ve sıkıntılı durumlar için abdestin hakkı verilerek alınmasının tavsiye edildiği"[83] bilinmektedir. Bu hususa: "Savaş hoşunuza gitme­diği halde size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin iyili-ğinizedir.[84]âyeti de işaret etmektedir. Çünkü savaşta en büyük meşakkat ve güçlükler bulunmaktadır. Hatta öyle ki Yüce Allah: "Al­lah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü´minle-rin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır"[85] buyurmuş­tur. Benzeri daha başka âyetler de vardır.

Meşakkatler sırf meşakkat olmaları açısından normal yü­kümlülükten alınacak olan sevaptan ayrı olarak fazladan sevaba vesi­le olduğuna göre bu, onların da Şâri´ce gözönünde bulundurulmuş ol­duğuna delil olur. Eğer böyle olmaz ve Şâri´in meşakkate yönelik bir kasdı bulunmasaydı, o zaman onlara maruz kalmaktan dolayı bir se­vap sözkonusu olmazdı. Nitekim yükümlü olunmayan ve mükellefin bizzat kendi tercihi ile ortaya koyduğu fiiller karşılığında herhangi bir sevap bulunmamaktadır. Nitekim bu konu mübâh bahsinde geçmişti. Bütün bunlar teklîf sırasında Şâri´in meşakkati de gözönünde bulun­durduğunu, ona yönelik bir kasdının olduğunu gösterir. Bizim ulaş­mak istediğimiz netice de işte budur.

Cevap: Birinci itirazı ele alalım: Teklifin mükellefe yöneltilmesi durumunda sözkonusu edilecek kasıt iki yönlü olabilir: (a) O yüküm­lülük, birmeşakkatolması açısından istenilmiş olabilir, (b) Oyüküm-lülük, içermiş olduğu mükellefe yönelik dünya ve âhiret için sözkonu­su olan maslahatlar açısından istenilmiş olabilir. Bu ikincinin Şâri´in maksadı olduğunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Bütün serî veriler bunu dile getirmektedir. Nitekim daha Önce bu kitabın (ikinci cilt) başında bu konu üzerinde durulmuştu. Birincinin Şâri´ce kaste­dilmiş olabileceğini kabul etmiyoruz. Bir şeyde böylesine iki kastın bir arada bulunması gibi bir zorunluluk da yoktur. Meselâ, doktor hasta­sına acı ve tadı hoş olmayan ilaç içirmekle, damarını yarmak ve kang­ren olmuş organını kesmek suretiyle ona acı vermekle., onun acı ve ıztı-rap çekmesini değil, iyileşmesini, onun yararını kasteder. Gerçi bu [126] arada hastasının acı ve ıstırap çekeceğim bilir. Ama onun bu bilgisi, yaptığı bu işlerde1 onun acı ve ıztırap çekmesine yönelik bir kastının bulunduğu neticesini gerektirmez. Şâri´in mükellefe getirdiği yükümlüîükler de aynı şekilde değerlendirilir. O bu yükümlülükleri kulların meşakkat çekmeleri için değil, derhal ya da zaman içerisinde (ya da dünya ve âhirette) kendilerine ulaşacak menfaatler içerdiği için getir­miştir. Yükümlülüklerde onların içermiş oıduğu maslahatlara yöne­lik Şâri´in kasdı bulunduğunda zaten genelde icmâ vardır. Tartışma konusu sadece, aynı zamanda onların içermiş oldukları meşakkatlere yönelik bir kasdının olup olmadığı hakkındadır. Yükümlülüklere "teklif adı verilmesi, onlar esnasında ortaya çıkan şeyler itibarıyladır ve tamamen Arapların dili kullanış larındaki örflerine uyulmuştur. Çünkü onlar, iştikâkilminde de bilindiği üzere, bir şeyi her ne kadar kullanılışta ona yönelik bir kasıt olmasa da ondan meydana çıkan şeyler ile isimlendirirler ve bu mecazî bir kullanış şekli de değildir, bi­lakis lügat açısından vaz´î hakikat olmaktadır.

İkinci İtiraza Cevap: Sebebin işlenmesinden müsebbebin mey­dana geleceğini bilmek, her ne kadar mükellef hakkında ona yönelik bulunan bir kasıt yerine geçtiği sabitse de sadece bazı yönlerden ka­sıt yerine geçer. Bununla serî hükümlerde sözkonusu olan ve sebebi­yet verme (tesebbüb) ile genelde mütecâvizkâr olması yönünden[86] bu­nun böyle olduğunu kastediyorum; yoksa meydana gelmiş nıefsedeti kastetmiş olması cihetinden o şekilde değerlendirilmiş değildir. Çün­kü biz, onun sadece kendi çıkarlarını kastetmiş olduğunu kabul edi­yoruz.

Mükellef (mefsedeti) kastetmiş olmayınca, bunun Şâri´in hakkı konusunda da böyle olacağı netice olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü O, yükümlülükle bizzat maslahatı kastetmiştir, onun işlenmesi sırasın­da ortaya çıkan mefsedetlere yönelik bir kastı bulunmamaktadır. Bu konunun izahı daha önce hükümler bahsinde geçmişti. Bundan sonra mükellef bahsinde inşâallah daha etraflı bir şekilde üzerinde du­rulacaktır.

Hem sonra, şayet işlenmesi sırasında bazı mefsedetlerin de orta­ya çıkmasına sebep olan bir yükümlülüğe yönelik kasıttan, şer´an mef-sedetin ortaya konulmasına yönelik bir kasdın bulunması gerekecek olsaydı, o zaman daha önce geçen ve şeriatın mefsedetlerin değil de sa­dece maslahatların temini için konulmuş olduğunu isbat eden delille­rimiz bâtıl olmuş olacak, özel olarak da bu konuda Şâri´in aynı anda hem meşakkatin kaldırılmasını, hem de onların ortaya konulmasını istemiş olması gibi bir netice doğacaktı. Bu ise hem aklen hem da nak­len muhal ve sakattır.

Sonra doktorun hastasına acı ilaçiçirmesi, kangren olan organını kesmesi, çürümüş dişleri çekmesi, cerahatli yaralan yarması, hasta­sına arzuladığı şeylerden perhiz vermesi... gibi durumlarda her ne kadar bunları yaparken hastaya acı vermiş olacaksa da onun iyileş­mesine yönelik kasdının bulunmaması gerekmez. Çünkü onun mak­sadı, tedavi sırasında ister istemez ortaya çıkacak olan hastaya eza verme mefsedetine riâyette bulunmadan daha büyük ve güçlü olan bir maslahatın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Şeriatın tavrı da işte böy­ledir. Eğer teklif, mutlaka yapılması gereken bir durum arzediyorsa zorunlu olarak beraberinde meşakkatler getirse de getiri­lir. Çünkü tekliften maksat, sadece maslahat olmaktadır. Şeriatta ge­tirilen bütün yükümlülükler hep bu şekilde olmaktadır. Şâri´in me­şakkatleri defetmek istediği bilinmektedir. Bu durumda eğer içerisin­de meşakkat içeren bir şey emretmişse, bizzat o meşakkate yönelik bir kasdı olmayacaktır. Zira eğer ona yönelik bir kasdının bulunacağım varsayarsak, o durumda Şâri´in meşakkatlerin defini istememesi ge­rekirdi. Bu itibarla, alışılagelmiş işler esnasında ortaya çıkan meşak­katler âdeten meşakkat olarak isimlendirilmemektedir.

Kısaca özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz; Alışılagelmiş (mu­tat) fiiller ile, bunların cinsinden olan fiiller ile getirilen yükümlülük­ler daha önce geçtiği gibi meşakkat içermezler. Yükümlülükler sı­rasında bazı güçlüklerin bulunacağını bilmekten, onların talep edil­miş olması, onlara yönelik bir kasdın bulunması gibi bir neticenin çık­ması şöyle dursun; bu tür güçlükler "meşakkat" diye de adlandırılmaz.

Üçüncü İtiraza Cevap: Sözkonusu edilen sevap, meşakkatin vukuunun mücerred tekliften zorunlu olarak doğması ve yükümlü olunan fiilin ancak o meşakkate katlanılması yoluyla gerçekleşebil­mesi açısından olmaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında meşakkat sanki istenilmiş (maksûd) gibi olmaktadır. Yoksa mutlak anlamda meşakkat kasdedilmiş değildir. Bundan dolayı da Sâri´ Teâlâ, normal yükümlülüğün sevabından ayrı olarak meşakkat karşılığında olmak üzere fazladan bir sevap vermektedir. Fazladan olarak bu sevabın ve­rilmesi, meşakkat ve yorgunluğun bizzat istenilen bir şey olduğuna delalet etmez. Bunu şu da destekler: Meşakkatler karşılığında iste­nilen yükümlülükler neticesinde doğmasalar bile sevap meydana gelmektedir. Meselâ, bir insan başına gelen musibet ve felaketlerden dolayı sevap almakta ve bunlar onun günahlarına keffâret olmak­tadır. Nitekim bu hususa şu hadis delâlet etmektedir; "Mü´minin karşılaştığı hiçbir ağrısızı, yorgunluk, üzüntü ve keder, hatta ken­disine batan bir diken yoktur ki, Allah bunlar sebebiyle onun günahlarından affetmiş olmasın[87]Benzeri daha başka hadisler de bulun­maktadır.

Mubahta da aynı şekilde, şayet ondan yasak olan bir şeyin ortaya çıkacağı bilinecek olsa, bü durumda o yasağa yönelik bir kasdın bulun­ması gibi bir netice lâzım gelmez. Aynı şekilde o mubahtan zorunlu olarak ortaya çıkacak olan yasağa yönelik bir kasdın olmadığında itti­fak edilir. Bildiği halde bir kasdının bulunmaması konusunda ise ihtilâf etmişlerdir. Bu konunun izahı inşâallah ileride gelecektir.

Fasıl:


Bu arzedilen açıklamalardan bir başka esas daha çıkar: Mükellef, sevabının büyüklüğüne bakarak yükümlülüğün içer­miş olduğu meşakkate yönelik bir kasıt bulunduramaz; o sadece me­şakkatin büyüklüğüne göre sevabı da artan ve bizzat yükümlülük ko­nusu olan amele niyet etmek durumundadır.

Bu ikincisi, bütün amelî tekliflerin özelliği böyle olduğu içindir. Çünkü mükellef sadece sevap verilen amele niyet etmek durumunda­dır. Şâri´in o yükümlülüğü koyarkenki kasdi da işte bu olmaktadır. Şâri´in kasdma uygun olarak ortaya çıkan şey, bizzat istenilen netice olmaktadır.

Birinciye gelince; çünkü ameller niyete göredir, davranışlarda maksatlar dikkate alınır. Nitekim bu husus inşâallah yeri gelince belirtilecektir. Bunların muteber olması için mutlaka Şâri´in kasdına uygun düşmesi gerekmektedir. Eğer mükellefin yükümlülüğü yerine getirirkenki kasdı, içerdiği meşakkati ortaya koymaya yönelik ise, o zaman onun kasdı Şâri´in kasdına ters düşmüş olacaktır. Çünkü Sâri´ getirdiği yükümlülükte bizzat meşakkati dikkate almış değildir! Şâri´in kasdma ters düşen her niyet ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla kulun meşakkate yönelik kasdı da bâtıl olacaktır. Şu halde o, yasakla­nılan şey kabilinden olmaktadır. Hakkında yasak bulunan şeyin orta­ya konulmasında ise sevap yoktur; aksine yasağın haramlık derecesi­ne ulaşması durumunda günah vardır. Bu itibarla, meşakkate girmek kasdıyla sevap isteğinde bulunmak, Şâri´inkasdıyla çelişki arzetmek-tedir.

İtiraz: Bu Sahîh´te bulunan şu Câbir hadisine ters düşmektedir. Şöyle ki: Mescidin etrafında boş yer vardı. Selemeoğulları Mescid´e ya­kın bir yere taşınmak ve yerleşmek istediler. Bu haber Hz. Peygamber´e ulaştı. Bununüzerineonlara^Sizin mescide yakın bir yere yerleşeceğiniz haberi bana ulaştı, öyle mi " diye sordu. Onlar: "Evet, Yâ Rasûlallah! Biz bunu istedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara iki defa tekrarlayarak: "Ey Selemeoğul­ları! Yurdunuzu bırakmayın, (Mescid´e atacağınız adımın) izleri ya­zılsın" buyurdu. Bir başka rivayette: "Bizim yurdumuzdan ayrılmış olmamız bizi sevindirecek değildir" demişlerdir. Câbir´de gelen başka bir rivayette de, o şöyle anlatmıştır: Bizim yurdumuz Mescid´den uzakta idi. Evlerimizi satmak ve Mescid´e yakın olmak istedik. Hz. Peygamber bizi bundan alıkoydu ve: "Sizin için her adım karşılığında bir derece vardır" buyurdu.[88]

İbnu´l-Mübârek´in zühde dair kitabında da (Rakâik) Ebu Musa el-Eş´arî´den şöyle nakledilmiştir: Bir defasında denizde yelken açmış bir gemi ile yolculuk yapıyordum. Bir adamın şöyle dediğini duyduk: "Ey gemi yolcuları! (Oruç için) kalkın." Bunu yedi kere tekrar etti. Ona: "Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor musun " dedik. O yedinci defasında: "Vallahi Allah´ın kendisi üzerine yazdığı bir va´di (kazası) vardır: Kim dünya hayatında sıcak bir günde nefsini Allah için susatır­sa, kıyamet günü onu kandırması Allah üzerine bir hak olmuştur" de­di. Bundan sonra Ebu Musa çok şiddetli sıcak gttnleri kovalar ve o gün­lerde oruç tutardı.

Şeriatta bu türden olup, mükellefin ibadetlerde ve diğer yüküm­lülüklerde nefsini zora koşmaya yönelik kasdırun sahih olduğuna ve bundan dolayı da sevap alacağına delâlet eden veriler bulunmaktadır. Mescid´e yaklaşmak amacıyla yurtlarından ayrılmayı isteyen sahâbî-lere Hz. Peygamber çok adım atmada çok sevap bulunduğu için yerlerinde kalmalarını emretmiştir. Bunların durumu şuna ben­ziyor: Bir adam ki işleyeceği bir amelin iki yolu bulunmaktadır. Bunlardan biri kolay diğeri ise zordur. Zor olan yolla onu ortaya koyması emrolunmuş ve bundan dolayı da sevap alacağı va´dinde bulunulmuş­tur. Hz. Peygamber´in onları düşüncelerinden alıkoyması, yurtlarında kalmalarında (ve meşakkate göğüs germelerinde) daha fazla ecir bulunduğuna onların dikkatini çekmek için olmuştur.

Allah´ın velî kullarının hallerini düşün. Bunlar Rablerine kulluk yolunda güçlerinin en son yeteceği noktaya kadar çaba sarfetmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Hatta her konuda azimetleri almak, ruhsatları ise terketmek onların en önemli bir prensibi olmuştur. Bü­tün bunlar arzettiğiniz hususlarla ters düşmektedir. Sahîh´te de Übey b. Ka´b´dan şöyle rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin evi, Me­dine´de bulunan evlerin en uzağı idi. Hz. Peygamber ile bir­likte hiçbir namazı kaçırmıyordu. Kendisine: "Ey Falan! Keşke bir eşek alsaydın, ayağını yakıcı sıcaktan ve haşerâttan korurdu" dedik, O: "Vallahi, evimin Hz. Peygamber´in evi ile bitişik olması hoşuma gitmezdi" diye cevap verdi. Câbir diyor ki: "Bu sözü işitince çokağırıma gitti ve Hz. Peygamber´e gelerek durumu kendi­sine bildirdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu çağırttı ve adam ona da aynı cevabı verdi ve kendisinin attığı her adımdan bir sevap beklediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber : ´Şüphesiz senin için umduğun şey olacaktır´ buyurdu."[89]

Cevap: Evvela, itiraz sadedinde zikredilen bu hadisler şahsa özet uygulamalarla (kadiyyetu ayn) ilgili vâhid haberlerdir.[90] Bunlardan kesin bir genellemeye (istikra) gidilmesi mümkün değildir. Zannî olan şeyler katı olanlar karşısında varlık gösteremezler. Bizim üzerinde durduğumuz şey, kati olan şeyler türündendir.

İkinci olarak: Bu hadislerde, bizzat meşakkatin kendisine yöne­lik kasdın bulunduğuna bir delâlet bulunmamaktadır. Birinci hadisin açıklanması bizzat Buhârî´nin rivayetinde bulunmaktadır. Çünkü o bu hadisin rivayetinde: "Hz.Peygamber.Medine´nin o ta­raftan (düşman tecavüzüne karşı) boşalması ve savunmasız hale gelmeşinden endişe etti" şeklinde ilave bulunmaktadır. Mâlik b. Enes´ten, önce Akîk´e sonra da oradan Medine´ye iner olduğu rivayet edilmiştir. Kendisine Akîk´e indiği zaman: "Akîk´e niçin iniyorsun ÇünküMeseid´e uzaklığı zor oluyor" diye sorduklarında: "Bana ulaştı­ğına göre, Hz. Peygamber AMk´i sever ve oraya gelirdi.[91]demiştir. Ensardan bazıları oradan Mescid´in yakınına bir yere ta­şınmak istemişlerdi. Hz. Peygamber onlara: "Adımlarınız­dan seuap ummaz mısınız " buyurdu. İmam Mâlik, Hz. Peygamber´in "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız " sözünü, yürüme sırasında karşılanılacak güçlük sebebiyle değil, taşınılacak yerin üs­tünlüğünden dolayı[92] söylemiş olduğu mânâsını çıkarmıştır.

İbnu´l-Mübârek´in naklettiğine gelince, eğer senedi sahihse o zaman o, sahâbî fiili olmak üzere bir delil olacaktır. Bununla birlikte onda, daha büyük sevabın, kendisine ibadet meşakkati daha ağır ge­len kimseler için sabit olduğu da bildirilmektedir. Hoşlanılmadık şey ler karşısında abdest alınması, cihadda susuzluk ve yorgunluğa ma­ruz kalınması gibi. Şu halde Ebu Musa´nın sıcak günlerde oruç tutmayı tercih etmesi, namaz, sadaka gibi nafile ibadetler varken daha zor olan cihadı tercih eden kimsenin durumuna benzemektedir.[93] Yoksa sevap kazanmak için nefsini işkenceye sokma kasdı sözkonusu değildir. Bunda, sadece meşakkati daha çok olduğu için, o derecede se­vabı da daha büyük olacak olan bir ibadetin altına girmek kasdı bu­lunmaktadır. Bu kasıtta meşakkat, asıl değil tâbi olmaktadır. Konu­muz ise, meşakkatin kasıtta tâbi kıhnmaksızın esas alınmasıyla ilgili­dir. Ensardan olan sahâbî ile ilgili hadiste de, kendisini eziyet ve işkence altına sokma kasdı bulunduğuna dair bir delâlet yoktur. Onda bulunan delâlet sadece, sevabın büyük olması için mescidin uzaklığın, dan doğan meşakkate sabır kasdımn bulunması hakkındadır. Bu an­lamda olan diğer rivayetlerde de durum aynıdır.

Evliyanın halleri ile ilgili olarak öne sürülen itiraza gelince, onla­rın maksatları kendi nefislerinin hazlarına yönelik düşünceleri tama­men atarak sırf Mabûdlarının hakkını yerine getirmektir. Bunların davranışlarında, sadece nefislerini işkence ve sıkıntı altına sokmayı meşakkatlere göğüs germeyi kastettiklerini söylemek geçen ve inşâaallah ileride gelecek deliller sebebiyle doğru değildir.

Üçüncü olarak: İtirazda kullanılan delil, Hz. Peygamber´in ruhbanlığa Özenmek suretiyle nefislerini güçlük ve sıkıntıya sokmak isteyen kimseleri bu düşüncelerinden alıkoyması delili ile tearuz teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ashaptan bazıları aşırılığa düşmüşler ve biri, ben her gün oruç tutacağım ve hiçbir günümü oruç-suz geçirmeyeceğini, demiş; bir diğeri, ben her geceyi ibadetle geçire­ceğim ve hiçbir zaman uyumayacağım, demiş; bir diğeri de, ben ise hiç­bir zaman kadınlarla beraber olmayacağım... demişti. Hz. Peygamber onların bu tutumunu tepki ile karşılamış ve kendisinin bü­tün bunları yaptığından söz etmişti. Sonunda da "Kim benim sünne­timden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuşlardı.[94]Başka bir hadiste de: "Hz. Peygamber Osman b. Maz´ûn´u ruhbanlık hayatından alıkoydu. Eğer ona bu konuda izin verseydi, kendimizi ha­dım ettirirdik"[95]denilmektedir. Hz. Peygamber,güneş al­tında ayakta dikilerek oruç tutma adağında bulunan kimseye, orucu­nu tamamlamasını, fakat güneş altında ayakta dikilmemesini emretmiştir [96]Bir başka hadislerinde ise:"Aşırılık gösterenler helak oldu"[97]buyurmuşlardır. Onun zorlaştırma ve aşırılık göstermeyi yasakladığı şeriatta meşhurdur; hatta bu şeriatta kesin bir prensip halini almış­tır. Şâri´in insanları sıkıntıya sokmaya yönelik bir kasdı bulunmadığı­na göre, mükellefin böyle bir kasdı Şâri´in kesin olarak bilinen kolay­laştırma ve hafifletme kasdı ile çelişmiş olacaktır. Mükellefin kasdı-nın Şâri´in kasdı ile çelişmesi durumunda, onun kasdı bâtıl ve doğru olmayacaktır. Bu gayet açıktır. Başarı ancak Allah´tandır.

Fasıl:

Geçen açıklamalardan bir esas daha çıkar: O da şudur: İşlenmesine izin verilmiş fiiller ki vâcib, mendub ya da mubah olabilirler eğer bir meşakkate sebebiyet verirlerse, bakılır: Bu meşakkat ya bu gi­bi fiillerde mutat olan türden olur; ya da mutat türden olmaz. Eğer mu­tat türden ise, bu konu üzerinde durmuş olduk ve o fiillerin içermiş ol­dukları meşakkat dolayısıyla istenilmediklerini gördük. Eğer meşak­kat mutadın üzerinde ise, o durumda bu tür meşakkatin de Şâri´ce kastedilmiş olmayacağı öncelikli olarak bilinir. Bu durumda bakılır: Bu meşakkatler ya kulun bizzat kendi fiili ve iradesi sebebiyle meyda­na gelmiştir; ya da öyle değildir.

Eğer kulun kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmişse, as­lında bu şer´an yasaktır ye şeriatta böyle bir meşakkat içeren fiille Al­lah´a kullukta bulunma gibi bir şey yoktur. Çünkü Yüce Allah, işlenil-mesine izin verdiği fiillerde güçlük ve sıkıntı (haraç) murad etmemek­tedir. Buna, güneş altında ayakta dikilerek oruç tutmayı nezreden kimsenin durumunu Örnek verebiliriz.[98] Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, Hz. Peygamber´in ona, orucunu tamamlamasını, oturması­nı ve gölgelenmesini emretmesi hakkında şöyle demiştir: "Hz. Pey­gamber ona, Allah için tâatolan şeyi tamamlamasını emret­ti, Allah için masiyet (günah) olan şeyi de ona yasakladı." Çünkü Yüce Allah, nefislere işkence edilmesini, ne kendisine yaklaşılacak bir yol, ne de kendi katında bulunan şeylere ulaşılabilecek bir vasıta kılma-mıştır. Bu açıktır. Ancak bu yasaklama, meşakkate, işe girmesi sebe­biyle maruz kalması yoluyla değil, onu kendi üzerine doğrudan getir­mesi durumu şartına bağlıdır. Aynen misâlde olduğu gibi. Bu konuda hüküm açıktır.

Ama, meşakkat amele tâbi durumda olursa, meselâ mutadın Üze­rinde bir meşakkat altına girmeksizin oruç tutamayacak veya ayakta namaz kılamayacak bir hastanın, yürüyerek ya da binerek hac yapa­mayacak bir hacı adayının durumunda olduğu gibi, işte bu tür meşak­katler, Yüce Allah´ın haklarında "Allah sizin için kolaylık diler, zor-lukdüemez"[99] buyurduğu kısımdan olmaktadır ve bu kısım hakkında ruhsatlar meşru kılınmıştır.

Ancak, böyle bir meşakkatle karşı karşıya kalan bir kimse, ruh­satla amel ederse; tamam, bunahakkı vardır ve bunu sırf kendi nefsi­nin bir hazzı olarak yapmış olabileceği gibi, Rabbi tarafından gelen bu izni kabul etmiş olmak için de işlemiş olabilir. Yok ruhsatla amel etme­yecek olursa, o zaman karşımıza iki durum çıkar:

a) Kesin ya da zan ölçüsünde nefsine, bedenine veya aklına ya da davranışlarına bir bozukluk arız olacağını ve bundan da sı­kıntı ve güçlük duyacağını bilmesi ve bu yüzden de o amelden hoşlanmaması. Bunun mükellefle ilgisi yoktur. Bu durumu kesin ya da zan ölçüsünde bilmese, fakat amele başlar başla­maz bunların kendisi için ortaya çıkması durumu da aynıdır Bunun hükmü kendisini tedirgin eden şeyi yapnıamasıdır ´yolculuk sırasında oruç tutmak, iyilik ve takvadan değil, dir"[100]buyruğu bu gibi durumlarla ilgili olmaktadır. Hz. Pey-gamber´in, yemek hazırken veya sıkışık vaziyette iken namaz kılmayı yasaklaması, "Kadı, öfke halinde iken hüküm vere­mez"[101] buyurması ve, tam hakkı verilerek işlenemeyecek amellere girişilmesini yasaklayan benzeri diğer hadisleri bu meyanda Örnek olarak hatırlayabiliriz. Çünkü Şâri´in kasdı,

kulun fiilinin her türlü şaibeden uzak olarak korunması ve onların sürekli kılınması olmaktadır. Böylece kulun yüküm­lülük ilmeğine girmesinin, onun en müsait bir zamanında ol­masının temini amaçlanmıştır.

b) Kendisine böyle bir zararın gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi; bununla birlikte amelde mutadın üs­tünde bir meşakkatin bulunması. Bunlar hakkında da genel­de ruhsatlar meşru kılınmış olmaktadır. Bu konudaki taf­silat[102] hükümler bahsinde ele alınır. Burada dikkate alınan il­let (gerekçe) şudur: Aşırı meşakkat, sıkıntı doğuran bir şey­dir; hatta meşakkatin bizzat kendisi zaten sıkıntı ve güçlük (haraç) demektir. Kişi bunlara, her ne kadar sabır ve taham­mül gösterebilirse de, bunlar aslında âdeten sabır ve metanet gösterilemeyecek ölçüde olan meşakkatlerdir. Bu itibarla dikkate alınırlar.

Ancak burada bir üçüncü durum daha karşımıza çıkmaktadır:[103]Bu kısımda da meşakkat mutat değildir, ancak bazı insanlara nisbetle mutat gibi bir hal almaktadır. Böyle olan nice şeyler vardır. Çünkü kendisini Allah´a adamış ve uzlete çekilmiş, yükümlülükleri yerine ge­tirme konusunda bütün gayretlerini ortaya koymuş âbidler ve hâl ehli böyle bir özellik kazanmışlardır ve üstlendikleri tâat yolunu (ağırlığı­na rağmen) göğüslemişlerdir. "Sabır ve namazla Allah´a sığınıp yardım isteyin. Huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir[104]"vetini ele alalım. Dikkat edilirse bu âyette namazın mükellefe ağır |en bir yükümlülük olduğu belirtilmiş, ancak bundan huşu sahipleri istisna edilmiştir. Bu huşu sahipleri ki, onların önderleri bizzat Hz. Peygamber olmaktadır. Onun için namaz gözaydmlığı idi; öyle ki dünya meşgaleleriyle yorulduğu zaman dinlenmekiçin namaza sığınırdı; ayakları uyuşuncaya kadar kıyamda dururdu. Onun hali böyle olunca, elbette onun varisleri durumunda olanlar da onun bu özelliklerinin bereketinden bir şeyler elde edeceklerdir.

Bu kısım,[105]üzerinde biraz daha fazla nefes tüketmeyi gerektiren bir konu olmaktadır. Çünkü bu konu, şeriatta güçlü temelleri bulun­masına rağmen ihmal edilmiş ve onun üzerinde söz eden az olmuştur, [ise]

ayten
Mon 27 September 2010, 12:45 am GMT +0200
Fasıl:

Mükelleften güçlük ve sıkıntı kaldırılmıştır. Bunun iki ge­rekçesi vardır.

a) Mükellefin teklif yolunda ilerlemeden kesilmesi, ibadetleri sevmemesi ve yükümlülükten nefret etmesi endişesi. Bu ge­rekçenin altına, onun bedenine, aklına, malına ya da davra­nışlarına bir bozukluğun arız olabileceği endişesi de girebilir,

b) Kula yönelik çeşitli yükümlülüklerin çok ve bir anda bulun­ması durumunda onları gereği gibi yerine getirememesi endi­şesi. Meselâ, mükellefin ailesine, çocuklarına bakması ve bunların yanında çeşitli yükümlülüklerle karşılaşması gibi. Mümkündür ki. bazı işlerle meşguliyet, diğer yükümlülük­lerin ihmalini doğuracaktır. Bazen de aşırı bir gayretle bü­tün yükümlülükleri yerine getirmeye çalışacak, fakat buna güç yetiremeyecek ve bu kez hiçbirisini tam olarak yapama­yacak, hepsi de yarım yamalak kalacaktır.

Şimdi birinci kısmı ele alalım: Yüce ALLAH bu kutlu şeriatı hoşgörü ve kolaylık esasları üzerine kurulu hanîflikle göndermiş, kulların kal­bini ona karşı nefret duygularından korumuş ve onu mükelleflere sev­dirmiştir. Eğer onlar hoşgörü ve kolaylık esaslarına ters düşecek şe­kilde amel etselerdi, o zaman yükümlü oldukları hususlarda işe yarar amel ortaya koyamazlardı. Bu konuda: "Bilin ki, içinizde ALLAH´ınpey-gamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz sıkıntıya düşerdiniz; ama ALLAH size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve baş kaldırmayı size iğrenç göstermiştir"[106] âyetini ele alalım: Bu âyette Yüce ALLAH, kolaylaştırmak ve hoş göstermek suretiyle imam bize sevdirdi­ğini, onu bu şekilde ve karşılığında mükâfat vereceği va´diyle bizim kalplerimizde süslediğini bildirmektedir. Hadiste de şöyle buyrulmuştur: "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışın. Çünkü siz usanmadıkça, Yüce ALLAH asla (sevap vermekten) usanma-yacaktır.[107] Ramazan gecelerinin ihya edilmesi ile ilgili olarak da: "(ALLAH´a hamdden) sonra, ey insanlar! Bana sizin durumunuz gizli değildir (sizin iştiyakınızı biliyorum). Ama gece namazının (teravih) üzerinize farz kılınmasından ve sizin de ona güç yetire memenizden korktum" [108]buyurmuştur. Havla bt. Tuveyt hadisi de şöyle: Hz. Âişe validemiz, Hz. Peygambere "Şu Havla bt. Tuveyt! Dedikle­rine göre gece hiç uyumazınış" dedi. Hz. Peygamber:"Gece uyumaz mı ! Gücünüzün yettiği kadar ibadet edin, çünkü siz usanma-dikça, Yüce ALLAH asla (sevap vermekten) usanmayacaktır"[109]buyur­dular. Enes hadisi de şöyle: Hz. Peygamber birinde mescide girmişti. Orada iki direk arasına uzunlamasına bağlanmış bir ip var­dı. Hz. Peygamber:"Bune " dedi Orada bulunanlar: "Zey-neb´in ipi. Namaz kılarken yorulduğunda ona tutunur" dediler. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber: "Onu çözün. Sizden biriniz zinde oldukça namaz kılsın. Tembellik ya da gevşeklik hissettiğinde otursun" buyurdu.[110]Kıldırdığı namazı çok uzattığı için Muaz´a: "Mu-az! Sen fitneci misin !" diye çok sert çıkışmış[111] ve: "İçinizde insanları nefret ettirenler var. Sizden biriniz başkalarına namaz kıldırdığı za­man hafif tutsun; çünkü onlar içerisinde zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır"[112] buyurmuştur. Ümmetine acıması sebebiyle visal orucunu yasaklamıştır.[113] Adakta bulunmayı yasaklamış ve: "ALLAH onunla cimriden bir şeyler çıkarır ve o (adak) ALLAH´ın kaza ve kade­rinden hiçbir şey değiştiremez" buyurmuşlardır.[114] Bütün bu örnek­ler, daha önce geçen ve aklen kavranılması mümkün olan usanç verme, sıkılma, acze düşme, ibadetten nefret etme ve hoşlanmama gi­bi sebeplere dayanmaktadır (muallel). Hz. Âişe validemizden Hz. Pey­gamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz bu din /netindir. Ona yumuşaklıkla girin [115] ve nefislerinize ALLAH´a kulluğu sevimsiz hale getirmeyin; çünkü acele eden ne yol ala­bilir ne de binek bırakır."[116]Hz. Âişe şöyle der: Hz. Peygamber acıdığından dolayı ashaba visal orucunu yasakladı. Onlar: "Siz visal orucu tutuyorsunuz" diye de sorduklarında onlara: "Şüphe­siz benim durumum sizinki gibi değildir. Ben gecelerim de Rabbim be­ni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [117] buyurdu.

Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Buradaki yasaklar Şâri´ce gö-zönünde bulundurulan ve akılla kavranılabilen sebep (illet) yüzünden olmaktadır. Durum böyle olunca, yasak illetle birlikte var ya da yok olacak demektir.[118] Hz. Peygamber´in illet olarak gösterdiği şey bulununca, yasak da ona yönelik olarak bulunacaktır; illet bulun­madığı zaman da yasak ortadan kalkacaktır. Çünkü insanlar bu mey­danda iki grupturlar:

Birinci Grup: Bu gruptan olan insanlarda, fiili işleme sırasında mutat üstü olan bu meşakkat hemen etkisini gösterir ve o fiilin ya da başkasının fesadına etki ederya dakişide onakarşı bir sıkıntı veusanç doğurur; o işi işlemeye karşı bir tembellik meydana getirir. Genelde mükelleflerin çoğunun durumu böyledir. Bu gibi meşakkat içeren amellerin olduğu şekliyle işlenmemesi ve eğer terkedilmesi şer´an caiz olmayan amellerden ise şeriatın getirdiği doğrultuda ruhsatların kul­lanılması, terki caiz olan şeylerden ise tümden terkedilmesi uygun olacaktır. Yukarıda geçen delillerin gerekçeleri fta´lil) bunu gerektir­mektedir. Buna, Hz. Peygamber´in şu hadislerini delil ola­rak kullanabiliriz: "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez[119]"Şüp­hesiz nefsinin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hakkı var­dır,[120]Hz. Peygamber bu sözlerini, devamlı oruç tuttuğu haberi kendisine ulaşan Abdullah b. Amr b. el-Âs´a söylemiş ve onun ağır yükler altına girmemesi için tavsiyede bulunmuştur. Devam etti­ği bu ibâdet, yaşlılık sebebiyle ağır gelmeye başlayınca Abdullah: "Keşke Hz. Peygamber´in ruhsatını kabu letseydim" diye temennide bulunmuştur.

İkinci Grup: Mutat dışı güçlük içermesine rağmen kendilerine ağır gelmeyecek, usanç ve tembellik göstermeyecek türden olan insan­lar. Bu türden olan insanlara, mutat üstü meşakkat içeren ameller, içermiş oldukları meşakkatlerden daha baskın gelen bir motif, onları kolay hale dönüştüren bir saik, ya da amele karşı duyulan aşırı bir iştiyak veya ondan alınan bir haz... sebebiyle ağır gelmemekte, aksine başkaları için çok ağır iken bunlara hafif gelmekte, sözkonusu olan meşakkat bunlar için meşakkatlikten çıkmakta, dahası bu tür amelle­re giriştikçe, onların sıkıntılarına göğüs gerdikçe daha çok huzur ve fe­rahlık hissetmekteler veya tedirgin edici ve iç tırmalayıcı etkenlerin tesirinden kendilerini korumaktadırlar. Meselâ, hadiste Hz. Peygam­ber Bilâl! Bizi ferahlat"[121] buyurmuş, başka bir hadiste -de: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi... Gözümün, aydınlığı na­mazda kılındı[122] buyurmuştur. Gece ayakları şişinceye ve bacakları uyuşuncaya kadar kıyamda durması sonucunda da (kendisine "Niye bu kadar kendinize eziyet ediyorsunuz Nasıl olsa sizin gelmiş ve gele­cek bütün günahlarınız affedilmiştir" diye soranlara): "Rabbime kar­şı çok şükreden bir kal olmayayım mı "[123]demiştir. Kendisine: "Ya Rasûlallah! Öfke halinde de, rıza halinde de sizin sözlerinizi alalım (yazalım) mı " diye sorduklarında: "Evet!" buyurmuşlardı.[124]Halbuki o, bizim hakkımızda "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez" [125]buyurmuştu. Bu her ne kadar Hz. Peygamber´in kendisine ait bir husus ise de, diğerleri hakkında da delil olmaya elverişlidir. Amel­lerde meşakkatlere katlanma ve onlara karşı devamlı sabır gösterme ile ilgili bu mânâda delil çoktur.

Bu konuda sahabe, tabiîn ve onları takip eden nesillerden gelen ve ilim, hadis rivayeti ve ictihad mertebesine ulaşıp kendilerine tâbi olunan kimselerden gelen haberler delil olarak yeterlidir. Bunlar içe­risinden Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Musa el-Eş´arî, Saîd b. Âmir, Ab­dullah b. ez-Zübeyr´i; tabiîn neslinden Âmir b. Abdikays, Üveys, Mesrûk, Saîd b. el-Müseyyeb, el-Esved b. Yezîd, er-Rebî b. Huseym, Urve b. ez-Zübeyr, Kureyş´in zahidi diye ün yapan Ebu Bekir b. Abdur-rahraan, Mansûr b. Zâdân, Yezîd b. Harun, Hüşeym, Zirr b. Hubeyş, Ebu Abdirrahman es-Sülemî ve isimlerini saydığımızda uzayıp gide­cek daha pek çok simayı bunlara misal olarak hatırlayabiliriz. Bunlar yaşadıkları bu halleriyle sünnete tâbi olmuş ve onun sınırlarını koru­muş kimselerdir.

Rivayet edildiğine göre Hz. Osman yatsı namazını kıldıktan sonra vitre kalkar ve onda bütün Kur´ân´ı okurdu. Nice kimseler vardı ki, şu kadar sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kalmışlar,[126] şu kadar sene durmadan oruç tutmuşlardı. Rivayete göre İbn Ömer ile İbn ez-Zübeyr visal orucu tutarlardı. İmam Mâlik dehir orucunu (ömür boyu tutulan oruç) caiz görmüştü. Üveys eî-Karnî, sabaha ka­dar gecesini ihya eder ve: "Bana ulaştığına göre, ALLAH´a ebediyen sec­de halinde bulunan ALLAH´ın kulları varmış" derdi. Benzeri bir rivayet Abdullah b. ez-Zübeyr´den de gelmiştir. Esved b. Yezîd, nefsini oruç ve ibâdet içerisinde yorardı; öyle ki, sonunda benzi solar ve vücudu sara­rırdı. Alkame kendisine: ıcYazık sana! Bu bünyeye niçin işkence edi­yorsun " dediğinde: "Durum çok ciddî!" diye karşılık verirdi. İbn Sîrîn´in anlattığına göre, Mesrûk´un hanımı: "Mesrûk, ayakları şişin­ceye kadar namaz kılardı. Ben bazen arkasına oturur ve kendisine yaptığını gördüğüm şeylerden dolayı ağladığım olurdu" demişti. Şa´bî şöyle nakleder: Şiddetli sıcak bir günde, Mesrûk oruçlu iken bayılmışti. Kızı kendisine: "Orucunu boz!" dedi. Mesrûk kızına: "Bunu benden niçin istiyorsun " dedi. O: "Acıdığımdan!" diye cevap verdi. Mesrûk: "Yavrueağızım! Ben de, süresi elli bin gün olan bir gün için nefsime acı­dığımdan bunu yapıyorum" diye karşılık verdi.

Önceki nesillerden olup da, herkesin tahammül edemeyeceği ve ancak ALLAH´ın bu iş için seçmiş olduğu kimselerin tahammül göstere­bileceği zor işlerin ki bu işler de onlar için seçilmiş oluyordu üste­sinden gelebileceği pek çok Örnek bulunmaktadır. Onlar bu halleriyle sünnete ters düşmüş değillerdi. Aksine "es-sâbikîn el-evvelîn" yani ilk ve öncülerden sayılmışlardı.ALLAH bizi de onlardan kılsın! Çünkü zorluk ve meşakkat içeren amellerin yasaklanmasını gerektiren illet, bunlar hakkında mevcut değildi. Dolayısıyla onlar için bu tür amelle­rin yasak olmasını gerektirecek bir unsur mevcut değildi. Nitekim "Kaâı, öfke halinde iken hüküm veremez"[127] buyruğu karşısında ba­kıyoruz. Burada yasağın sebep ve illeti, zihnin meşguliyetinden dolayı delillerin tam olarak değerlendirilememesi olmaktadır diyor ve bu hükmü illetin bulunduğu zihni meşgul edecek her şeye teşmil ediyo­ruz. Bu illetin bulunmadığı şeylere ise şâmil kılmıyoruz. Hatta öyle ki, kadı zihnini meşgul etmeyecek derecede az öfkeli olursa, dâvaya baka­bilir diyoruz ki, bu anlayış doğru ve yerinde bir yaklaşım olmaktadır.

Birinci gruptan olan kimselerin durumu, ziyadesiz İslâm´ın nor­mal hükümleriyle ve iman gereğiyle amel etmek olmaktadır. İkinci gruptan olanlar ise, kendisine galebe çalan korku, ümit ya da sevginin itmesiyle hareket eden kimseye benzemektedirler. Korku itici bir kır­baçtır ; ümit çekici bir öncüdür; sevgi ise sürükleyici bir akımdır. Korku duyan kimse, meşakkatin bulunmasına rağmen ameli işler, şu kadar var ki, daha ağır olan şeylerden duyulan korku, meşakkatli de olsa nisbeten daha hafif olan şeylere tahammül gösterilmesine iter. Ümitvâr olan kimse de meşakkate rağmen o işi yapar; şu kadar var ki, eksiksiz bir rahata ulaşacağına olan ümidi, kişiyi mükemmel bir yorgunluğa tahammüle sevkeder. Seven insan, sevdiğine duyduğu iştiyakla bü­tün gayretini sarfederek çalışır ve bunun sonucunda zor olan kendisi­ne kolay gelir; uzak yakan olur; gücünü kuvvetini tüketir, buna rağ­men sevginin hakkını vermiş, nimetin şükrünü yerine getirmiş oldu­ğunu düşünmez; ömrünü bu uğurda tüketir, fakat arzusunu yerine ge­tirdiğini düşünmez. Kişinin nefsi, aklı ya da malı için duyduğu endişe de aynı şekilde, buna sebebiyet verecek amellerin işlenmesine, eğer ki­şinin tercihine bırakılmış ise, engel olur. Yok yapılması gereken hu­suslardan ise, o zaman da ruhsatlar getirilir ve böylece meşakkat içeri­sinde meydana gelmemesi istenilir, Çünkü meşakkatin ve bunun neti­cesinde bedeni, aklı ya da malı hakkında bir endişe duyması, daha Önce de geçtiği gibi insanın içini tırmalar ve huzurunu kaçırır.

Ancak, bu vaziyette iken yani nefsine ya da bir organına veya ak­lına bir zarar gelmesi korkusu altında işlenen amel, buna rağmen aca­ba yeterli olur mu Yoksa olmaz mı

Bu konunun üzerinde durulması gerekir ve konuyla ilgili "gasbedilen yerde kılman namaz" meselesinden ipuçları çıkarılabilir; Eğer telef olma korkusu varsa, oruç tutmasının mene d ileceği ne dair İmam Mâlik ve İmam Şafiî´den nakil bulunmaktadır. Bu durumda tutacağı orucun da yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. Yine telef olma korku­su bulunduğunda, su ile gusül ve abdest almaktan men edileceği ve te­yemmüm alması gerekeceği nakledilmiştir. Hastalanma ya da malın telef olması korkusunun bulunması halinde ise ihtimal bulunmakta­dır. Bu konuda yasaklamaya gidileceğinin dayanağı "Nefislerinizi öl­dürmeyiniz" [128] âyeti olmaktadır.

Sözü geçen şeylerle benzerlerinin yasaklanmış olması, korku se­bebiyle olduğuna ve bizzat o ibadetlerin işlenmesine yönelik bir cihet­ten olmadığına göre, iki durum arasında fark bulunacaktır. Çünkü na­mazdan soyutlanarak ele alındığında, nefsin tahammül edemeyeceği bir meşakkat doğuracak bir amelin yasaklanması makûldür. Öbür ta­raftan meşakkat dikkate alınmaksızın sadece namazın emredilmiş ol­ması da makûldür. Dolayısıyla mesele hakkında iki bakış açısı olacak­tır.[129]

Konuya bir başka kaideden daha yaklaşılabilir: Şöyle ki: Acaba Şâri´in meşakkatin kaldırılmasına yönelik kasdı, ALLAH hakkı olduğu için midir Yoksa kul hakkı olduğu için midir Eğer ALLAH hakkı oîduğu içindir dersek, o zaman Şâri´in meşakkatin kaldırılmasını istediği her yerde yasaklama (men) hükmünü kabul etmemiz gerekir. O dinde güçlüğü kaldırmışken, güçlük ve meşakkat içeren ameller içerisine gi­rilmesi, O´nun maksadına ters düşer; dolayısıyla bu tür amellerin me-nedilmesi gerekir. Eğer, kul hakkı içindir dersek, o zaman kul kendi hakkını ALLAH için düşürecek olursa, acaba yapacağı ibadeti sahih olur mu Bu durumda böyle bir ibadetin kesin olarak menedilmeyeceği an­laşılmaktadır.

Bu ikinci durumu destekleyen hususlar vardır:

(1)

"Nefislerinizi öldürmeyiniz"[130] âyetim Bu âyet işaretiyle yasağın kullara acıma yönünden olduğunu göstermektedir ve buna âyetin so­nundaki "Şüphesiz ki ALLAH size karşı çok merhametlidir" ifadesi delâlet etmektedir. Yüce ALLAH bununla, kullarına daha uygun olduğu için onlardan güçlük ve sıkıntının kaldırıldığına işaret etmiştir. Aynı şekilde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olman için gönderdik"[131]âyeti ile benzeri, şeriatın kulların maslahatları için konulmuş olduğuna delâlet eden diğer nasslar bu hususta delil olmaktadır.

(2)

Daha önce geçen ve güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış oldu­ğunu, kolaylığın istenildiğini gösteren deliller. Yasak sadece güçlük ve meşakkatin bulunduğu varsayımına dayalı olarak gelebilir. Eğer ba­zılarına göre bu güçlük ve meşakkatin kalktığı ve bulunmadığı farze-dilecek olursa, o zaman yasak da kalkar. Konumuza ışık tutan ve bu­nun böyle olduğunu gösteren hususlardan biri de, Hz. Peygamber´in ayakları uyuşuncaya yada şişinceye kadar kıyamda durma­sıdır. İbâdet bu sınıra ulaştığı zaman, mutlaka zorlaşır ve sıkıntıya dö­nüşür. Ancak ALLAH´a kulluk yolunda acı, sevenler için tatlı gelir. Hz. Peygamber onların önderidir. Dolayısıyla onun peşinden gelen ve böylesi davranışlara girenler hakkında da durum aynı olur. Seleften aynı şekilde fazla ağlamaktan dolayı gözlerini kaybedenlerin bulunduğu rivayetleri bulunmaktadır. Hasan b. Arfe şöyle anlatır: Ye-zid b. Harun´u Vâsıt´ta gördüm. En güzel gözlere sahipti. Sonra onu tek gözlü olarak gördüm, daha sonra onu gördüğümde her iki gözü de gitmişti. Kendisine: "Ey Ebu Halid! O güzelim gözlere ne oldu " diye sordum. Bana: "Onları seher vakti ağlamaları götürdü" diye cevap ver­di. Seleften nakledilen ve mutlak anlamda meşakkatlere göğüs ger­diklerini, güçlük ve sıkıntıların altına girdiklerini belirten rivayetler bu hususu güçlendiren unsurlardandır. Şu halde netice olarak diyebi­liriz ki: Bu konuda ALLAH hakkını galebe çaldıran kimseler mutlak surette yasaklama (men) cihetine gitmişlerdir. Kul hakkı tarafının ağır bastığını görenler ise, mutlak surette men cihetine gitmemişler, terci­hi kulun kendisine bırakmışlardır.

Fasıl:

Güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış olmasının ikinci gerek­çesine gelince; mükellef, mutlaka yapılması gereken ve kaçınılması mümkün olmayan serî ameller ve görevlerle memurdur ve bunlarda mevcut bulunan Rab Teâlâ´nın hakkını yerine getirmek durumunda­dır. Eğer mükellef güç fiiller içerisine girerse, bu onu diğer yükümlü­lüklerinden alıkoyar, Özellikle de başkalarının haklarının taalluk et­tiği konularda. Bu durumda kulun içerisinde bulunduğu ibadeti ya da ameli, onu ALLAH Teâlâ´nın kendisini yükümlü tuttuğu diğer görevle­rinden ahkor ve onlar hakkında kusur gösterir. Neticede bu haliyle o mazur değil, kınanmış olacaktır. Çünkü mükelleften istenilen şey, yü­kümlülüklerinin hepsini tam olarak ve içlerinden hiçbirini ve hiçbir zaman ihlale uğratmaksızın yerine getirmesidir.

Buhârî, Ebu Cuhayfa´dan rivayet eder: Hz. Peygamberi. Selmân ile Ebu´d-Derdâ arasında kardeşlik kurmuştu. (Birinde) Selmân, Ebu´d-Derdâ yi ziyaret etmişti. Ümmü´d-Derdâ´yı ki Ebu´d-Derdâ´mn hanımı oluyor gördü. Kadının pejmürde bir hali vardı. Ona: "Bu halin ne böyle " diye sordu. Kadın da: "Kardeşin Ebu´d-Derdâ var ya, onun dünya ile hiçbir ilgisi yok" diye cevap verdi. Sonra Ebu´d-Derdâ geldi ve yemek yaptı ve Selmân´a: "Buyur sen ye, ben oruçluyum" dedi. Selmân: "Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim" dedi. Bunun üzerine Ebu´d- Derdâ yedi. Gece olunca Ebu"d- D.erdâ kalkıp [H4j ibadet etmek istedi. Selmân ona: "Uyu!" dedi. O da uyudu. Sonra yine kalkmak istedi. Selmân: "Uyu" dedi. Gecenin sonuna doğru yaklaşı­lınca Selmân: "Şimdi kalk!" dedi ve kalkıp namaz kıldılar. Sonra Selmân ona: "Şüphesiz senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin üzerinde hakkı vardır, ailenin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver" dedi. (Ebu´d-Derdâ) Hz. Peygamber´e gelip / durumu haber verdi. Hz. Peygamber ona: "Selmân doğru i söylemiş" buyurdu.[132]

Hz. Peygamber Muâz´a: (Üç defa) "Sen fitneci misin A´lâ, Şems, Leyi sûrelerini okuyarak kıldır´saydın ya! Çünkü arkanda zayıf, yaşlı ve iş-güç sahibi olanlar vardır" buyurdu. Bu hadisede şikâyetçi olan kimse, iki devesiyle birlikte Muaz´a uğrayan bir kimse idi. Gece (sabaha) yüz tutmuştu. Develerini bıraktı ve Muaz´m yanma gitti (ve onunla birlikte namaza durdu). Muaz, Bakara ve Nisa sûresini okumuştu. Adam bunun üzerine şikâyetçi olmuştu.[133] Keza Hz. Peygamber: ´´Ben, namazı uzatmak istiyorum, fakat bir çocuğun ağladığını işitiyorum ve bu yüzden namazı kısa tutuyo­rum[134] buyurmuştu. Rivayete göre Muhammed b. Salih, kendisini ALLAH´a verenlerin tekkelerine, âbidlerin uzlet yerlerine girmişti. Çok şiddetli şekilde ağlayan bir adam görmüştü. Ağlamasının sebebi, gece namazını fazla uzattığından dolayı sabah namazını cemaatle kılamamasıydı.

Sonra bazı amellere kendisini kaptıran kimse, cihad ve benzeri kendisine ihtiyaç duyulacak amellerden geri kalır. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber ,Dâvud hakkında: "Birgün oruç tu­tar, bir gün de tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman asla kaçmaz­dı"[135] buyurmuştur. İbn Mes´ûd´a: "Sen az oruç tutuyorsun" demişler­di. O: "Oruç beni Kur´ân okumaktan alıkoyuyor. Kur´ân okumak be­nim için oruç tutmaktan daha sevimlidir" diye cevap verdi. Buna benzer bir durum da îyaz tarafından İbn Vehb´ten nakledilmiştir. O, arafe günü asla oruç tutmayacağına dair yeminde bulunmuştu. Çünkü bir gün oruçlu iken vakfede bulunmuştu. Hava çok sıcaktı ve bunalmış, zor duruma düşmüştü. Öyle ki, kendi ifadesine göre herkes rahmeti beklerken o da iftarı beklemeye başlamıştı. İmam Mâlik, bütün geceyi ihya etmeyi mekruh görmüş ve: "Bu durumda o, uykuya yenik düşebi­lir (ve sabah namazını kaçırabilir). Hz. Peygamber bu konu­da da kendisine uyulacak en güzel örnektir." Sonra ilave ederek: "Eğer sabah namazına bir zarar vermeyecekse bunda bir sakınca yoktur. Ama sabah namazına uyuyarak gelecekse hayır. Ama uyur halde değil de, uyuşukluk hali bulunursa, bunda bir sakınca yoktur" demiştir. Amele dalmak sonucunda yasağın illeti ortaya çıkıyor ve bu normal yükümlülüklerinin yerine getirilememesine sebep oluyorsa, keza tembelliğe, terke ve ibâdetlerden nefrete götürürüyorsa, kısaca illet bulunuyorsa ya da beklenti halinde ise, o amel yasaklanmıştır. Eğer bu sayılan şeyler bulunmuyorsa, o zaman o amele kendisini vermesi güzel bir şeydir. Bu durumda o amele kendisini vermekle birlikte diğer yükümlülüklerini de yerine getirebilmesinin sebebi daha önce anlattı­ğımız, korku, ümit ya da sevgi motiflerinin kendisine baskın gelmesi-, dir.

İtiraz: Bir insanın bir amele girmesi ve kendisini bütünüyle ona vermesi durumunda korkunun iticiliği, ümidin çekiciliği ya da sevginin sürükleyiciliği gibi motifler bulunsa bile normal yükümlülük­lerini yerine getirmesi mümkün değildir. Meselâ, geceleri ihya edip, gündüzleri oruçla geçiren bir kimsenin ailesi ile ilişkide bulunabilmesi ve onunhakkınariayetetnıesi; sürekli oruç tutmakla birlikte ailesinin nafakasını temin için çalışabilmesi veya cilıad görevini tam olarak ya­pabilmesi; yine sürekli namaz kılan bir insanın diğer insanlara yar­dımda bulunabilmesi, çaresizin imdadına yetişebilmesi, onların ihti­yaçlarını gidermesi ve benzeri işlerde bulunması mümkün değildir. Hatta bunlardan birçoğu, diğer yükümlülük konusu amellerle bir ara­da bulunamayacak şekilde çelişki arzederler. Bazen çelişki bulunmaz ama, birbirine etki ederler. Mükellefin boynuna binen ve yerine getir­mek mecburiyetinde olduğu hakların çok olduğu bilinmektedir. Bu durumda bütün bu hakların tamamım ya da en azından çoğunu nasıl yerine getirecektir. Bu yüzdendir ki hadiste şöyle gelmiştir; "Bu din kolaylık dinidir. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din hususunda (amellerim eksiksiz olsun diye) kendisini zorlasın da din, ona galebe etmesin (ve ezilip büsbütün amelden kesilmesin). Öyle olunca ortalama gi­din.[136]Hem sonra, bu gibi şeylerin erbâb-ı hâl (evliya) ve dünyevî nazlarından kendilerini soyutlayanlar için mümkün olduğunu kabul etsek bile, bunları isbat, onları elde etme için koşturma ve talepte bu­lunma ile birlikte durum nasıl olacaktır

Cevap: Daha önce de geçtiği gibi insanlar iki kısımdır:

Hazlanna düşkün kimseler; Bu tür insanların mutlaka şer´an kendilerine izin verilen çerçevede hazlannı elde etmeleri, ancak bunu yaparken yükümlülüklerini ihlal etmemeleri gerekir.

Bunlara nisbetle, ruhsat verilme si gereken yerlerde ruhsat veril­memesi durumunun, şer´an daha büyük mefsedetlere götürecek oldu­ğunu, mubah olan alışkanlıklarının kesilmesi neticesinde haramlara düşebileceklerini görmekteyiz. Öbür taraftan mutlak nazların peşin­den koşmanın kulluk boyunduruğundan çıkmak olduğunu da biliyo­ruz. Çünkü başıboş olan kimse, kendi varlığındaki Şâri´in gözettiği hikmeti unutur. Bu ise büyük bir mefsedettir. İşte bu başıboşluğu kal­dırmak içindir ki, şerîatler gelmiştir. Ö bür taraftan da göklerde ve yer­de ne varsa, hepsi insanoğlunun emrine âmâde kılınmıştır.

Şeriatın getirdiği mutlak hakikat, işte bu iki durumun arasını iti­dal ölçüsünde birleştirmek olmuştur. Hazlar konusunda, herhangi bir vacibin ihlaline sebep olmayacak olanlarını almış, terki durumunda sakıncalı (haram) bir duruma götürmeyecek olanlarını da terketmiş-tir. Mendub ve mekruh konusunda da hazlar dengelenmiş; eğer mü­kellefin meselâ nikâhta olduğu gibi, hazzı varsa o fiillerin işlenmesini mendub; mekruh vakitlerde namaz kılmak gibi acilen bir hazzı bulun­mayan fiilleri de mekruh kabul etmiştir. Mükellef için içerisinde bir haz içermeyen mendub ile bir haz içeren mekruh hakkında bakılır buradaki hazdan hemen elde edilen bir hazzı kasdediyoruz: Eğer mendub ile hazzını terketmesi şer´an mekruh bulunan bir şeye götü-rüyorsa, yahut daha büyük sevabı olan başka bir mendubun terkine sebebiyet verecekse, bu durumda hazzını elde etmesi ve o mendûbu terketmesi daha uygundur.[137]Örnekler; Kişinin, yabancı kadınlara arzu duymaya sebebiyet verecek olan karısından istifadeyi terketmesi gibi. Nitekim buna; "Sizden biriniz güzel bir kadın görür ve hoşuna gi­derse hemen ailesinin yanına dönsün.[138] hadisinde işaret buyrul-muştur. Arafe günü oruç tutmayı terketmek,[139]kendisini Kur´ân oku­maya vermek için oruç tutmamak gibi. Hadiste ise: "Siz, gerçek şu ki, düşmanınızı karşılamaktasınız. Oruç tutmamanız daha güçlü olma­nızı sağlayacaktır"[140] buyrulmuştur.

İçerisinde mükellefe yönelik bir haz bulunan bir mekruhun terki de aynı şekilde, daha büyük bir mekruhun işlenmesine sebebiyet vere­cekse, bu durumda da daha hafif gelen mekruh tarafı tercih edilecek­tir. Nitekim Gazzâlî şöyle der: "Şüpheli bir şeyin yenilmesi ile anne ve babaya itaat karşı karşıya gelirse, anne ve babaya itaat tarafı, şüpheli şeyden sakınma için gösterilecek takvaya üstün tutulmalıdır. Çünkü şüpheli şeyin yenilmesinde nefis için bir haz vardır. Eğer o şey şüphe içeriyorsa, o şeyden uzak durulması istenir ve onu yemesi mekruh olur. Ancak o şeyin yenilmesinde anne ve babanın rızası bulunuyorsa, o zaman anne ve babanın hoşnutsuzluğunu kazanmak gibi daha bü­yük bir mekruhun ortaya çıkmaması için nefsin hazzı tarafı tercih edi­lir. İmam Mâlik´ten rivayet edilen; "Şüpheli yollardan rızık aramak, insanlara yük olmaktan daha güzeldir" sözü de bu türden olmaktadır."

Kısaca diyebiliriz ki, bu kısamdan olan insanlar için hazlar, amel­leri karşı karşıya getirirler. Bu durumda ameller arasında tercihe gi­dilir. Hangisi ağır basarsa, mükellef artıkonu işler ve diğerlerini bıra­kır. Bu cümlenin açıklanması, fıkıhta feri meseleleri ortaya koyma hakkındaki fukahâmn sözlerinin temelini oluşturmaktadır.

(2)

(Amelde mevcut bulunan nefislerine yönelik) kendi hazlarım dü­şürmüş kimseler: Ameller arasında tercihte bulunma konusunda bunların hükmü de, aynen birinci kısımdakilerin hükmü gibidir. An­cak nefislerinde rağbet kalmama neticesinde bunların nazlarının düşmüş olması, onların kulluktan kesilme ve ibâdetlerden nefret etme gibi bir neticeye düşmelerini önlemekte, haklar arasında tercihte bu­lunmada onları başarılı kılmakta, başkalarının yapamayacakları amelleri yapabilecek güç ve kudrette kılmaktadır. Bunun neticesinde bunlar, daha çok amel işleyebilmekte, hizmet için daha geniş bir alan bulabilmektedirler. Başkaları için olağanüstü olan ve gözlerinde çok büyütülen kalbi ve bedenî olan dinî vazifeler bunlar için mümkün ol­maktadır. Ancak kulun yükümlü tutulduğu bütün mükellefiyetleri, yapması mendup görülen herşeyi ortaya koymaları ise mümkün değil­dir. Bundan yasaklar müstesnadır. Çünkü yasaklar mutlak anlamda terk ve amellerin istenil meme s i olmakta, birşeyler işlemeyi gerektir­memektedir. Hiçbir şeyin yapılmamasını istemek (en-nefyu´1-âmm), meydana gelmesi mümkün bir şeydir; ama herşeyin yapılmasını iste­menin (eî-isbâtu´i-âmm) vücut bulma imkânı yoktur, Bu kısımdan olan insanların kendi nefislerine yönelik hazları düşmüş olunca, o za­man bunlar için hakların karşı karşıya gelmesi sadece emir (ilâhî hi­tap) açısından olmaktadır. Meselâ, "Nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır"[141] hadisiniele alalım. Bu durumda olan kimselerin hakkı, za­yıf ya da tamamen düşmüş olmaktadır. Bunun sonucunda da diğerle­rinin hakkı ona göre kendi hakkından daha güçlü hal almıştır. Onun hakkı, dikkat edilmesi gereken şeylerin en sonunda gelmektedir; Haz­lar düştüğü zaman, ona halef olan şeyler onun yerini alacaktır, çünkü hazzı talep için ayrılacak zaman boş kalmayacak ve onu pek çok amel dolduracaktır. Emir doğrultusunda hazzınm gereği olan ameli işlediği zaman ise, ileride de geleceği gibi, bu da bir ibadet olacaktır. Dolayısıy­la daha önce âdet olan şeyler bu insanlar için ibâdet halini alacaktır. Bunlar kendi nefisleri (hazları) yönünden düşmüş, fakat diğer iba­detlerde olduğu gibi emir yönünden sabit olmuşlardır. İşte bu nok­tadan hareketle, kendi nefsî hazlarım düşüren insanlar, insanların en âbidi olmuşlardır. Hatta bunların amellerinin büyük çoğunluğu vacib hükmüne dönüşmüş olmaktadır. Bu konu geniş bir alandır. Yeri bura­sı değildir.

Fasıl:

Buraya kadar anlattıklarımız, izin verilmiş vacib, mendub, mubah olup da, işlenmesi sırasında meşakkatlere sebebiyet veren amellerle ilgili idi. Eğer meşakkate sebebiyetveren ameller, bir de izin verilmiş türden olmazsa, o durumda böyle bir sebebiyet vermenin önü­ne geçileceği konusu gayet açık olmaktadır. Çünkü bu durumda kişi, yasağın işlenmesi yanında, ayrıca bir de kendisini sıkıntı ve meşakkat altına sokmaktadır.

Ancak, bazen şeriatta mükellefe ağır gelen bir durum için sebep olan şeyler bulunabilir. Şu kadar var ki, Şâri´in bunlardan kasdı hiçbir zaman mükellefi meşakkat ve sıkıntı içerisine sokmak değildir; bu tür şeylerle O, sadece maslahatın teminini, mefsedetin de uzaklaştırılma­sını dilemiştir. Yasak olan suçların işlenmesi karşılığında getirilen kısas ve diğer cezaları bunlara Örnek verebiliriz. Bunlar, suçu işlemek niyetinde olan kimse için caydırıcı ve böyle bir fiilin işlenmesinden (ya da tekrarından) kendisini alıkoyucu, başkaları için de ibret olucu bir özellik arzederler, Bu cezaların ağır gelmesi ve acı vermesi, aynen kangren olmuş bir organın kesilmesi ya da acı bir ilacın içilmesi sıra­sında bunların acı ve ıztırap vermesine benzemektedir. Nasıl ki, böyle bir tedaviye başvuran doktor için, bu yaptıklarıyla hastasına acı ve ız­tırap vermek istiyor, demek yanlış ise, burada da durum aynıdır. Çün­kü Sâri´ Teâlâ (insanlığı tedavi eden) en büyük doktor olmaktadır. Da­ha önce geçen ve ALLAH´ın dinde zorluk kılmadığını ve kulların böyle bir, sıkıntıya düşmesini istemediğini gösteren deliller burada tekrar ha­tırlanabilir. Şu kudsî hadiste belirtilen husus da bunun bir benzeri ol­maktadır:

Bu durumda, Şâri´in mükellefin sıkıntı ve meşakkat içerisine gir­memesi hakkındaki maksadının, hem emredilen hem de yasaklanılan şeyleri kapsadığı görülmektedir.

İtiraz: Peki Kur´ân´da: "O halde size tecâvüz edene, size tecâvüz ettikleri gibi siz de tecâvüz edin"[144] âyetinde, cezaya "tecâvüz" denil­miştir. Bu ise tecâvüze yönelik bir kasdın olmasını gerektirir. Bunun delâlet ettiği şey de, tecâvüzde bulunanın başına gelen meşakkattir. (Öyle ise meşakkate yönelik bir kasıd vardır).

Cevap: Tecâvüze karşı verilecek cezanın "tecâvüz" diye isimlen­dirilmesi mecaz olmaktadır ve bu tür kullanış şekli[145] Arap dilinde mevcuttur. Şer´î nasslarda da aynı üslup çokça kullanılmıştır. "ALLAH onlarla alay eder.,." [146]´ Fakat hile yaptılar, ALLAH da onlara hile yap­tı[147]"Gerçekten onlar düzen kuruyorlar, Ben de bir düzen kuruyo­rum"[148] gibi âyetler bunlardandır. Bu itibarla itirazın dayanağı yok­tur.

Fasıl:

Bazen mükellefin karşı karşıya kaldığı meşakkat, kendisi ya da içine girdiği amel sebebiyle değil de, tamamen haricî bir unsurdan kaynaklanabilir. Böyle bir durumda Sâri´ Teâlâ´nın o elem ve meşak­katin korunması ve ona karşı sabır ve tahammül gösterilmesi gibi bir kasdı bulunmamaktadır. Öbür taraftan Şâri´in, nefsin bu gibi meşak­katler altına sokulmasına sebebiyet verecek bir davranışa girilmesi gibi bir kasdı da bulunmamaktadır. Bununla birlikte, insana eza ve iş­kence veren şeyler kulların denenmesi ve onların ayıklanması için yaratılmakta ve ALLAH onları dilediği gibi ve dilediği şekilde insanlara musallat kılmaktadır. "O yaptığından sorumlu değildir. Onlariseso-rumlu tutulacaklardır."[149] Şeriatın bütün verilerinin değerlendirilmesi sonucunda, bu gibi durumlarda insana ulaşacak meşakkatin or­tadan kaldırılması ve mubah olan nazlarını koruyabilmesi hakkında mutlak surette izin[150] bulunduğu sonucu çıkmaktadır. Hatta fiilen meydana gelmese bile, eğer beklenti halinde ise, kulun maksadımnta-mamlanmasi, ona genişlik getirilmesi, Yaratıcısına yönelişinde kusur göstermemesi ve nimetlerin şükrünü gerçekleştirebilmesi için ondan sakınmasına ve gerekli önlemler almasına dahi izin verilmiştir.

Bu izinler arasında şunları sayabiliriz: Açlık, susuzluk, sıcaklık ve soğukluğun vermiş olduğu elem ve ıztırabm giderilmesi; hastalan­ma durumunda tedavi uygulanması; gerek insandan gerekse başkala­rından gelecek her türlü eza ve işkence verici şeylerden korunma, her türlü beklenti halinde bulunulan güçlükler karşısında tedarikli olma ve önceden hazırlıklar yapma... gibi. Bu dünyada, hayatın düzen ve devamını sağlayan maslahatların temini ile mefsedetlerin uzaklaştı­rılmasına yönelik diğer hususlar da bu türdendir. Sonra serî kanunla­rın benimsenme ve üstlenilmesi suretiyle âhiretle ilgili eza verici şey­lerin uzaklaştırılması ve fayda verecek şeylerin de gerçekleştirilmesi gelir. Nitekim kulun fiillerinin sebebiyet verdiği şeyler konusunda da durum böyle idi. Bu gibi şeyler hakkında şer´an izin verilmiş olduğu dinde zorunlu olarak bilinir.

Ancak hakkında uzaklaştırılmasına dair izin[151] bulunan şeyin gi­derilmesi kesinlik arzediyorsa, bu durumda Sâri´ Teâlâ´nın o meşak­katin kaldırılmasına yönelik kasdmın bulunacağı konusunda kuşku­muz bulunmaz. Bu noktadan hareketle Sâri´, eşkiyayı (isyancıları) yo­la getirmemizi, İslâm´ı ve müslümanları ifsad için faaliyette bulunan­larla mücadele etmemizi, İslâm´ı ve İslâm toplumunu yıkmak isteyen kâfirlere karşı cihadda bulunmamızı vacip kılmış bulunmaktadır. Bu­rada meşakkatlerin kullara musallat kılınması ve mübtelâlık fibtilâ, sıkıntıya maruz kılma) yönü dikkate alınmamaktadır. Çünkü bu gibi meşakkatlerin ortadan kaldırılmasının vacip kılınması sebebiyle, her ne kadar iman konusunda dikkate alınmış olsa da, teklifte bu yönün dikkate alınmamış (mülga) bulunduğunu anlıyoruz. Nitekim teklif yönü de daha başlangıç itibarıyla (ibtidâen) dikkate alınmamaktadır; bununla birlikte aslında o (teklif) bir mübtelâhktır (ibtilâ, sıkıntı). Çünkü kul yönünden ya tâatya da masiyet (günah) olmakta; ALLAH yö­nünden de onun yaratması söz konusu olmaktadır. O şeyin işlenmesi ya da terkedilmesi, o fiil ya da terki ALLAH´ın kulda yaratması neticesinde olmaktadır. Bu durumda kulun, ALLAH´ın kaza ve kaderine tes­lim olmaktan başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. Burada da aynı şe kildedir.[152]

Meşakkatin defedilmesi hakkında verilen izin kesinlik arzetmi-yorsa, o zaman musallat kılma ve mübtelâlık yönünün dikkate alınmış olması mümkündür ve o meşakkatli şeyin musallat ve müb-tela kılan (ALLAH) tarafından gönderilmiş olduğu gözönünde bu­lundurulur. Bu durumda kul ALLAH´ın kaza ve kaderine teslim olabi­lir. Bu yüzdendir ki, meselâ tedavi olma talebi kesinlik arzetmediği için, örnek ilk nesillerden (selef-i sâlih) birçoğu onu terketmişlerdir. Hz. Peygamber de hastalık hali üzere devam etme hakkın­da izin vermiştir. Nitekim sar´ah siyah bir cariye, Hz. Peygamberden iyileşmesi için kendisine dua etmesini istemişti. Hz. Pey­gamber de onu, hasta haline sabır göstermesi ve buna mu­kabil sevap alması ya da kendisine dua etmesi ve böylece şifa bulması [152] arasında seçimli bırakmıştı.[153] Başka bir hadiste (hesapsız cennete gi­receklerden söz ederken) de: "...Vücutlarını (kızgın demirle) dağla-mayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" buyurmuşlardır. [154]İznin gereği olmak üzere haz yönünün dikkate alınması ve teşvikle (nedb) güçlenmesi de mümkündür. Nitekim tedavi konusunda durum böyledir. Hadiste Hz. Peygamber "Tedavi olunuz. Çünkü derdi indiren (ALLAH) devasını da indirmiştir"[155] buyurmuştur. İbaha-nın (tercihe bırakma) sabit olması durumunda ise, durum daha da açıktır.

Buraya kadar olan kısımda, meşakkatin kullanıldığı anlamlar­dan üçüncüsü üzerinde durmuş ve sözü bitirmiş olduk.[156] Şimdi ise dördüncü anlamı üzerinde söz edeceğiz ki bu da arzu ve hevese uyma­mak ve ona muhalefet etmekten kaynaklanan meşakkat olmaktadır. Bunuda sekizinci meselede işleyeceğiz: [157]

Sekizinci Mesele:

Nefislerin arzu ettiği şeylere muhalefette bulunmak, nefse çok ağır gelir ve nefisleri arzuladığı şeylerden vazgeçirmek zor olur. Bu yüzdendir ki lıeva ve heves sahipleri, içinde bulundukları bu halleri­nin korunması için, başkalarının gösteremeyeceği-aşırı bir gayret sar-fetmektedirler. Bu konuda âşıkların durumu ile, Hz. Peygamber´in kendilerine gönderildiği ve üzerinde bulundukları hale sıkı sıkıya bağ­lı bulunan müşrik, kitap ehli ve diğei´lerinin durumu tanık olarak ye­terlidir. Bunlar hem kendilerinin hem de mallarının yok olmasını göze almış, fakat heva ve heveslerine muhalefette bulunmaya, (hak ve ha-kikata boyun eğmeye) asla rıza göstermemişlerdir. Öyle ki Yüce ALLAH onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Hevâ ve hevesini kendine tanrı edinen, bilgisi olduğu halde ALLAH´ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü [158] "Onlar sadece boş bir hayale ve canlarının istediğine ııymakladırlar[159]"Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi ken­disine güzel gösterilen kimseye benzer mi Bunlar heveslerine uymuş­lardır"[160] Bunlara benzer daha pek çok nass bulunmaktadır.

Ancak Sâri´ Teâlâ, şerîatı koyarken sadece mükellefin hevâ ve he­veslerine tâbi olmaktan kurtarılmasını ve böylece sadece ALLAH´a kul olmasını amaçlamıştır. Şu halde hevâ ve hevese muhalefette bulun­mak, her ne kadar gidişatta ağır ise de, yükümlülükte dikkate alınan meşakkatler türünden değildir. Zire eğer dikkate alınacak olsaydı ve neticede bunlar için hafifletici hükümler getirilseydi, bu durum şeriatın konuluş amacına ters düşerdi. Bu ise sakattır. Böyle bir neti­ceye götüren şey de sakattır. Bu husus inşaallahâALLAH sonra açıklana­caktır. [161]

Dokuzuncu Mesele:


Meşakkatler dünyevî olduğu gibi uhrevî de olurlar. Çünkü ameller, eğer içine girildiği zaman, bir vacibin ihmali ya da bir hara­mın işlenmesi gibi bir sonuç doğuracak olursa, bu şeriat nazarında di­ni ihlale götürmeyen dünyevî meşakkatlerden daha şiddetli bir me­şakkat sayılmaktadır. Şeriat nazarında dinin dikkate alınması, nef­sin ve diğer zarûriyyâttan olan şeylerin dikkate alınmasından daha önce gelir[162] Burada da durum aynıdır.[163]

Hal böyle olunca da, Şârfin, mükellefin bu yönden bir meşakkat altına sokulması gibi bir kasdımn olmadığı ortaya çıkar.[164]Daha önce geçen deliller ki bu konu da onların kapsamına girer bu hususta da yeterlidir.[165] [166]

Onuncu Mesele:


Yükümlülükten kaynaklanan meşakkat bazen sadece mükelle­fin kendisinde kalır. Daha önce geçen meselelerde olduğu gibi. Bazen de genel bir özellik arzeder ve hem mükellefi hem de başkalarını kap­sar.[167]Bazen de kendisi sebebiyle sözkonusu meşakkate başkaları ma­ruz kalır.

Genel bir özellik arzeden ve hem mükellefi hem de başkalarım kapsayan meşakkate örnek olarak, kendisine verilen göreve ehliye­tinden ötürü ihtiyaç duyulan valinin durumunu verebiliriz. Vali, üstlendiği kamu velayeti sebebiyle, kendisini ALLAH´a vermekten, O´na münâcatta bulunmak için tenha bir yere çekilmekten geri kalır Bu­nunla birlikte, eğer bu görevi yerine getirmezse, ortaya çıkacak olan bozgunculuk ve zarar hem kendisini hem de başkalarını kapsar.

Sadece başkalarına dokunacak olan kışıma ise, kendilerine ihti­yaç duyulan kadı ve müftinin durumlarını örnek olarak verebiliriz. Ancak fetva ve kaza (yargı) işlerine koyulmak, bunları caiz olmayan durumlara itebilir[168] veya daha önemli olan dînî ya da dünyevî işlerden alıkoyabilir. Eğer bunlar bu görevleri yapmazlarsa, ortaya çıkacak zarar kendilerine bulaşmaz ise de diğer insanları sarar. Bu durumda, onların izin verilmiş ya da kendilerinden istenilmiş bulunan mas­lahatlarını temin için bu görevleri yapmamaları neticesinde genel bir fesad ortaya çıkmış olur.

Her nasıl olursa olsun, Şâri´ce istenilir olmama açısından meşak­kat, talep edilmiş olamaz. Neticede ona götüren bir amel[169] dahi iste­nilmiş olamaz. Nitekim daha Önce açıklanmıştı. Burada iki meşakka­tin çatışması (tearuz) durumunda bir araştırma yapma gereği ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Mükellefin kendi nefsi için yapmış olduğu bir şeyden, başkalarının zarar ve meşakkat görmesi sözkonusu olabilir veya başka bir şeyle meşgul olması durumunda da bizzat mükellefin kendisi zarar ve meşakkatle karşı karşıya gelebilir. Böyle bir durum­da eğer mümkünse her iki meşakkatin de ortadan kaldırılarak her iki maslahatın da birden gerçekleştirilmesi yolunu araştırır.[170] Eğer bu mümkün olmazsa, o zaman mutlaka bir tercihe gitmek gerekecektir. Eğer diğer insanları ilgilendiren genel meşakkat daha büyükse, o ta­rafı dikkate alır ve özel olan kendi tarafını ihmal eder.[171]Eğer aksi du­rum sözkonusu ise aksini yapar. Eğer iki taraftan birini tercih ettire­cek bir unsur yoksa duraksar. Nitekim bu konu ileride inşaallahâALLAH tearuz ve tercih bahislerinde gelecektir. [172]

On Birinci Mesele:


Yükümlülük esnasında ortaya çıkan meşakkatler, eğer alışıla­gelmiş işlerde bulunan meşakkatlerden daha üst düzeyde ise, dînî ya da dünyevî bir fesadın ortaya çıkmaması için, o meşakkatlerin genelde kaldırılması Şâri´in maksatları cümlesinden olmakta idi. Geçeri delil­ler de bunu göstermektedir. Ruhsatların meşru kılınması da bu ama­cın bir sonucu olmaktadır.

Ama meşakkatler mutat dışı olmazsa, normal yapılagelen işlerde bulunan meşakkatler düzeyinde bulunurlarsa, bu durumda her ne ka­dar Sâri´ onların vukuunu istemiş olmasa da, onların kaldırılmasına yönelik bir kasıt da bulundurmamaktadır. Bunun delili şudur: Eğer Sâri´ bu tür meşakkatlerin kaldırılmasını istemiş olsaydı, böyle birkasıt ile birlikte teklif diye bir şey kalmazdı. Çünkü her amel normal olsun olmasın az ya da çok kendi ölçüsünde beraberinde bir meşak­kat ve yorgunluk da getirir. Bu daya bizzat sorumlu olunan amelin iş­lenmesi sırasında ortaya çıkar ya da sorumlu olunan ameli işlemek için şu anda içinde bulunduğu durumdan çıkmasında olur ya da her ikisinde birlikte bulunur. Eğer şeriat bu meşakkat ve yorgunluğun kaldırılmasını gerektirecek olsaydı, bu sorumlu tutulan amelin kök­ten kaldırılması gibi bir sonucu gerektirirdi. Bu ise doğru değildir. Doğru olmayan bir sonucu gerektiren şey de doğru değildir.

Ancak burada da üzerinde durulacak bir nokta[173] vardır: Mutat olan amellerde mevcut bulunan meşakkat ve yorgunluk o amellerin değişmesiyle farklılık arzeder: İki rek´at fecir namazında bulunan me­şakkat, sabah namazının iki rek´atindeki meşakkat gibi değildir[174] namazda bulunan meşakkat oruçtaki gibi değildir; oruçtaki meşakkat de hacdaki meşakkat gibi değildir. Bütün bunlarda sözkonusu olan meşakkat cihaddaki meşakkate benzemez. Diğer yükümlü tutulan amellerde de durum işte böyle. Ancak her amel, aslında mutat olan bir meşakkat içermekte ve bu meşakkat alışılagelmiş bulunan benzeri normal işlerde bulunan meşakkatle paralellik arzetmekte; genel ola­rak mutat sınırını aşmamaktadır. Sonra alışılagelmiş normal amel­lerde bulunan meşakkatler de her zaman, her yerde ve her durumda aynılık göstermemektedir. Meselâ, soğuk gecelerde sabah erkenden hakkı verilerek alman abdest ile, sıcak zamanlarda alman abdest aynı . değildir; suyun hazır bulunduğu yerde külfetsiz abdest almakla, bir hayli külfete katlanıp onu arayarak ya da uzak bir yerdeki kuyudan su çekerek abdest almak arasında fark vardır. Aynı şekilde kısaya da şid­detli soğuk gecelerde uykudan kalkarak namaz kılmak ile, böyle olma­yan zamanlarda namaza kalkmak aynı değildir.

Aşağıdaki âyetlerde Kur´ân işte bu anlama işaret etmiş olmakta­dır: Yüce ALLAH: "And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemiş­ken, insanlar, ´inandık´deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sa-naıdar. ALLAH elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları ortaya çıkaracaktır"[175] buyurduktan sonra: "İnsanlardan ´ALLAH´a inandık´ diyenler vardır; ama ALLAH uğrunda bir ezaya uğratılınca[176]insanların ezasını ALLAH´ın azabı gibi tutarlar.,."[177] buyurmuştur. Yi­ne: "Onlar size yukarıdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara gelmişti;[178] ALLAH için çeşitli tahminler­de bulunuyordunuz" [179]buyurduktan sonra Yüce ALLAH: "İnananlar­dan, ALLAH´a verdiği ahdi yerine getiren erler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemiş­lerdir"[180]buyruğu ile, sabır ve metanet gösterip, sözünde sadâkat gösterenleri Övmüştür, Ka´b b. Mâlik ve iki arkadaşının başından ge­çenleri burada hatırlayabiliriz: Bunlar Tebük gazasından geri kalmış­lar ve mazeretleri olmadığıhalde sefere katılmamışlardı. Hz.Peygam-ber onlarla kimsenin konuşmamasını emretmiş ve hakla­rındaki hükmü ALLAH´a bırakmıştı. Öy\e bütüngenişliğine rağmen yer onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırmış, ALLAH´tan başka sığınacak kimse olmadığım"[181] anlamışlardı.[182]Günahagirme kor­kusu (´anet) bulunduğu zaman câriye ile nikahlanma hakkında gelen âyette de durum aynıdır[183] ve bu âyetin sonunda "Buna rağmen sab­retmeniz sizin için daha hayırlıdır"[184]buyrulmuştur.

Bunlar yanında, mutat amellerde bulunan meşakkatin mutat dı­şı düzeye ulaştığı sanıldığını, aslında ise mutat düzeyde bulunduğunu gösteren diğer deliller konumuza açıklık getirmektedir. Tek bir amel­de bulunan meşakkatin, iki ucu, bir da orta noktası vardır: Üst tarafıki buna azıcık bir şey ilave edilecek olsa,,hemen mutat dışı düzeye çı­kılmış olur. Bu durum o amelin mutat dışı bir amel olmasını gerektir­mez. En alt tarafı ki, eğer birazcız azaltılacak olsa burada da o amele nisbet edilecek meşakkat diye bir şey kalmayacaktır. Orta noktasına gelince, çoğunluğu ve genelliği bunlar teşkil eder. Durum böyle olun­ca, insanların gidişatlarım iyi bilen kimseler için, ilk bakışta mutat üs­tü sanılan meşakkatlerin çoğunun aslında hiç de öyle olmadığı anlaşı­lacaktır. Mutat dışı sanılsa bile asİında mutat düzeyinde kaldığına gö­re, bu tür meşakkatlerin kaldırılmasına yönelik Şâri´ce bir kasıt bu­lunmayacak, durum aynen normal düzeyde seyreden fiillerde mevcut bulunan mutat düzeydeki meşakkatlerdeki gibi olacaktır. Neticede de, bu meşakkatler hakkında ruhsat bulunmayacaktır. Bazen konu netlik arzetmez, karışık olur; bu durumda ise görüş ayrılıkları kaçınıl­maz olur.

ALLAH Teâlâ´mn: "İsteyerek veya istemeyerek hepiniz savaşa çı­kın"[185] buyurup sonra da: "Çıkmazsamz ALLAH size can yakıcı şekilde azâb eder"[186] buyurmasından anlıyoruz ki, bu seferberlik emri müsa­maha gösterilmeyen bir konudur ve seferden geri kalma konusunda asla ruhsata yer bırakmamayı gerektirir. Şu kadar var ki güçlük ve sıkıntının (haraç) kaldırılmış bulunduğunu gösteren delillerin bir ge­reği olmak üzere buradaki emir, mutat olan amellerde karşılaşıla­cak meşakkatlerin en üst düzeyinde olacak bir duruma yorulur ve bu­nun sonucunda seferberlik ve savaşa çıkma mümkün bir hal alır. Te­bük seferinde iki önemli unsur vardı: Sıcağın şiddeti ve seferin uzaklı­ğı. Tabiî bunlar gölgelenme imkânından mahrumiyet, meyvelerin ha-sad-edilmesi ve diğer yapılması gereken dünya işlerinin çevirilmesi gi­bi şeylerden ayrılma yanında fazladan meşakkatler oluyordu. Bütün bunlar normal gazalarda bulunan meşakkate nisbetle apaçık fazla­dan bir güçlük ve sıkıntı demekti. Ancak onu mutat olma sınırından dışarı çıkarıcı da değildi. Bu yüzden de bu konuda ruhsat verilmemiş­ti. Benzeri durumlarda da aynı oluyordu. Yüce ALLAH: "And olsun ki si­zi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerini açıklayana kadar deneyeceğiz"[187] buyurmuştur.

İbn Abbas Yüce ALLAH´ın: "O, dinde sizin için bir zorluk (harec) kılmamıştır"[188] buyruğu hakkında şöyle demiştir: "Bu sadece İslâm´ın bir genişliğidir. ALLAH (dinde kulların çıkmaza girmesini (harec) is­tememiş) tevbe ve keffâretler kapısını açık tutmuştur." İkrime ise, âyetteki "harec" kelimesini: "Kadınlardan ikişer üçer ya da dörder ev­lenebilmeniz" şeklinde açıklamıştır. Ubeyd b. Umeyr´den şöyle nakle­dilir: Bu zat kavminden bir grup içerisinde İbn Abbas´a gelir. Ona "harec" nedir diye sorar. İbn Abbas: "Siz Arap değil misiniz " der. Sonra: "Bana Hüzeyl kabilesine mensup birisini bul getir" der. Gelen adama; "Sizde ´harec´ nedir " diye sorar. Adam: "el-Harecetu mine´ş-şecer de­mek, çıkışı olmayan ağaçlık demektir" diye cevap verir. İbn Abbas: İş­te, harec asla çıkış yeri bulunmayan şey (çıkmaz) demektir. Dikkat edilirse İbn Abbas, hareci çıkışı olmayan şey diye yormuş ve âyeti de ona uygun olarak, ALLAH tevbe ve keffâretleri meşru kılarak kulların çıkmaza girmesini kaldırdı diye tefsir etmiştir. Harecin aslı darlık ve sıkıntıdır. Alışalagelmiş amellerde bulunan mutat meşakkatler ne sözlük bakımından ne de serî örf bakımından "harec" değildir. Nasıl olabilir ki, bu tür meşakkatler, serî bir hikmet için konulmuştur ki o da, ayıklamak ve denemek olmaktadır. Böylece ALLAH´ın ezelde bildiği şey şühûd âleminde de ortaya çıkacak ve herkes ona göre karşılık bula­caktır. Şu halde, ALLAH´a hamd ederek belirtelim ki, dinde kaldırılması istenilen meşakkat (harec) ile, böyle olmayan meşakkat arasındaki fark anlaşılmıştır.

Fasıl:


İbnu´l-Arabî şöyle demiştir: "Eğer güçlük (harec) bütün insanlar için genel (âmm) bir olayda ise, o düşer; yok güçlük (harec) özel (hâs) ise bize göre dikkate alınmaz. Bazı Şafiî usûllerinde dikkate alınacağı yazılıdır."

Onun bu sözü üzerinde durmak gerekmektedir: Çünkü bu sözündeki "özel" (hâs) sözü ile, mutat meşakkatler mertebesinin en üst sınırında olan meşakkati kastediyorsa, hüküm aynen onun dediği gibidir ve bu durumdakonu üzerinde ihtilâf edilme­mesi gerekir. Çünkü, bu güçlük eğer mutat kısımdan ise, mutat güç­lüklerin dikkate alınmadıklarını ve onların kaldırılmasına yönelik düzenlemelere gidilmediğini, aksi takdirde teklifin aslında da bulun­duğu için yükümlülüklerin tümden kaldırılması gibi bir sonucun gere­keceğini görmüştük. Bu konuda ihtilâf bulunduğunun tasavvur edilmesi de, sadece bu güçlüğün mutat türden olduğu ya da mutat dışı kabilinden bulunduğu esasına dayanır; yoksa güçlüğün bu iki kısım­dan birinden olduğunda ittifak edildikten sonra neticede ihtilâf edil­miş değildir. Sonra onun bu güçlüğe "özel" (hâs) demesi tartışılabilir; çünkü nereden bakılırsa bakılsın sözü edilen güçlük geneldir (âmm), özel değildir; zira o hiçbir zaman tayin yoluyla sadece belirli mükellef­lere has değildir. Bu itibarla onun özelliğinden söz etmek mümkün de­ğildir.

Eğer bu sözündeki "güçlük" (harec) ifadesiyle, mutat dışı ve hak­larında ruhsat ve genişlik getirilen güçlükleri kastetmişse, bu durum­da da genellik ve özelliğin anlaşılması yine problem arzedecektir. Çünkü meselâ yolculuk, namazın tam olarak kılınması ve orucun tutulması durumunda bir güçlük (harec) halini almaktadır. Bu yüzden de hafifletici hükümler (ruhsatlar) getirilmiştir. Bu genel olmaktadır. Hastalığı ele alalım: Bunun için de hafifletici hükümler getirilmiştir. Ancak o; her hastalık durumunda hafifletmeye gidilmez anlamında genel değildir. Çünkü bazı hastalar, namazı ayakta ya da oturarak kıl­maya güç yetiremezken, bazıları buna güç yetirebilirler. Kimi hasta oruç tutamaz iken, kimi hastalar da tutabilir. Bu durumda hüküm, mükelleflerden her birinin kendi özel durumuna göre değişir. Bunun­la birlikte genel olarak hastalık hafifletme sebebi olarak kabul edil­miştir. Zahirde bu güçlük (hastalık) Özeldir, fakat bu konuda Mâlik, Şafiî´ye muhalefet etmiş değildir. Ancak, hastalığın mutat dışı bir güç­lüğe sebebiyet vermesi durumuyla kayıtlanması durumunda bunu ge­nel olan güçlük türünden kılmış olmaları mümkündür, bu durumda da genel kısmına ait oîur.Mâlik´in bu hususta da Şafiî´ye muhalefet et­tiği bilinmemektedir. Bu durumda özel olan güçlüğü misallendirmek zorlaşır. Eğer böyle denilmezse, o zaman ittifakla ya da ihtilâfla hak­kında meşru bir hafifletme bulunan her güçlük genel bir hal alır; ister­se varlık âleminde onun tek bir örneği bulunsun; netice değişmez. Eğer teşrî´in sadece o fert için ya da belirli bir grup için konulduğu var­sayılacak olursa, şeriatta böyle bir durumun varlığı düşünülemez. Böyle Özel bir durum olsa olsa ancak Hz. Peygamber´in şahsına, ya da bizzat O´nun tarafından ashabından bazılarına özel olarak getirdiği hükümlerde görülebilir. Meselâ, Ebu Bürde´nin oğlağı kurban etmesi, Huzeyme´nin şahitliğinin yeterli kabul edilmesi gibi. Bu gibi hüküm­ler ise peygamberlik zamanına has bir olaydır; daha sonrası için çalış­maz.

Soru: Belki de "genel" ifadesiyle bütün insanlar için sözkonusu olan, "özel" ifadesiyle de, bazı bölgelere veya bazı zamanlara ya da bazı insanlara has olan[189] kasdedilmiştir.

Cevap: Bunu kastetmiş olduğunu kabul etsek de problem orta­dan kalkmamaktadır. Çünkü, bir tür ya da sınıfa nisbetle güçlük, o küllî hakkında genel olmakta, özel olmamaktadır. Zira özel güçlüğün gerçek anlamı, kendisinde belirli şahıslara veya belirli zamanlara ya da belirli mekanlara ait güçlük içeren şey olmaktadır. Bütün bunlar ise ancak peygamberlik zamanında tasavvur edilebilir veya taabbudîlik arzeden ve kendisine başkalarının kıyas edilemeyeceği şekilde varlığı düşünülebilir. Meselâ, Hz. Peygamber´in fakirlerin Medine´ye akın ettiği sene, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklaması,[190] kıble olarak Ka´be´nin tahsis edilmesi, üç mescidin[191] diğer mescitlere faziletçe üstün kılınması gibi. İbnu´l-Arabi´nin sözünde, bu gibi durumların kastedilmiş olması mümkün değildir.

Soru: "Bir tür ya da sınıfta; hem kendilerini hem de başkalarım kapsayan bir cins altına giren bir tür ya da sınıf olmaları hasebiyle özellik vardır" denemez mi

Cevap: Onda da, belli bir sayı altına girmeyen cüzleri kapsaması bakımından yine genellik vardır. Bu durumda iki taraftan biri ki hususîlik tarafı oluyor umumîlik olan diğer tarafından daha önce­likli değildir; hatta umumîlik yönü daha da Önceliklidir diyebiliriz. Çünkü ondaki güçlük (harec) küllidir; öyle ki eğer harecin başka bir tür ya da sınıfta bulunduğu sabit olsa, o da hükümde ona katılırdı. O tür ya da sınıfın, aynı cins altında bulunan diğer tür ya da sınıflara nis-beti, hastalığın ya da yolculuğun katılması konusunda o cinsin bazı cüzlerinin, diğer bütün cüzlerine nisbeti gibidir. Öyle ki, eğer bunlar­dan bazısı hakkında hüküm sabit olursa, diğerleri hakkında da sabit olur; eğer bazılarından düşerse diğer bazılarından da düşer. Bu husus her iki imam arasında da aynıdır, Bizim meselemizde de durumun ay­nı şekilde (ittifak halinde) olması gerekir. (Fakat öyle değildir).

Soru: Belki de bu sözüyle, genelde sudan ayrılma imkânı bulun­mayan değişiklik gibi bir şey kastedilmiş olabilir. Bu ise geneldir. Meselâ suya toprak, yosun ve benzeri şeylerin karışması gibi.[192] Ya da değişikliğin ayrılmama özelliği sadece bazı sulara has ise, o zaman da özel (hâs) olur. Birinci türden olan güçlüğün hükmü, genel olduğu için düşer. İkinci türden olan güçlüklere gelince, onun özel olması sebebiy­le hakkında ihtilâf bulunmaktadır. Aynı şekilde deniz suyu hakkında da ihtilâf edilmiştir: Acabao temizleyici inidir, yoksa değil midir Çünkü o, Özel bir değişiklik arzetrnektedir. Suda bulunan yaprakların da­ğılması neticesinde meydana gelen Özel değişiklikhakkında da ihtilâf bulunmaktadır. Nikâhtan önce talâk verilmesi, eğer genelse[193] iti­bardan düşer; eğer özelse (hâs) bu durumda ihtilâf vardır. Meselâ, falan kabileden veya falan ülkeden evleneceğim her kadın; ya da evlene­ceğim her siyah kadın ya da beyaz kadın; yahut evleneceğim her bekar ya da dul kadın ... boş olsun, demesi durumunda burada karşı karşıya gelinecek güçlük (harec) de özel (hâs) olmuş olur. Satın alacağım her cariye hür olsun, demesi durumunda mülkiyet noktasından bu genel bir güçlük olur ve düşer; dikkate alınmaz. Cinsî ilişki kasdıyla alaca­ğım cariye demesi durumunda ise buradaki güçlük (harec) özel olmuş olur.[194] Nitekim "Evleneceğim her hür kadın boş olsun" demesi duru­munda da hal aynıdır (yani harec Özeldir; zira cariye ile nikahlanma imkânı vardır), Bu durumda mutlak mülk kasdma nisbetîe cariyenin satın alınması konusundaharec (güçlük) genel olmuş olur; dolayısıyla o söz itibardan düşer. Eğer: "Sudan´dan alacağım her cariye..." derse, buradaki harec (güçlük) özel olur ve bunda ihtilâf bulunmaktadır Da­ha başka benzer meseleler de bulunmaktadır.

Cevap: Bu mümkündür ve onun sözünü yormak gereken en yakın ihtimal de bu olmalıdır Ancak bu ve benzeri meselelerde İmam Mâ-lik´ten itibara alınmayacağına; İmam Şafiî´den de itibara alınacağına dair belirtilen ihtilâfı, usûl ilmine değil de fıkıh (furû) ilmine nisbetîe tahkik etmek gerekir Bu durumda eğer aralarında ihtilâf bulunduğu ortaya çıkarsa, burada sözü edilen ihtilâftan da kasıt o olur. Usûl açı­sından ele alınması onun dediğini gerektirir. Çünkü genel olan harec (güçlük), insanın kendisinden kurtulmaya güç yetiremediği güçlük­tür. Daha önce geçen örneklerde olduğu gibi. Eğer, insanın kendisini kurtarması mümkün ise, o harece (güçlüğe) mutlak surette "genel" de­mek mümkün değildir. Ancak, sözü edilen güçlükten kendisini kur­tarmak için, bu kez daha başka fakat ondan daha hafif bir güçlükle karşılaşılabilir. Çünkü, insanların o konudaki halleri farklı olduğu için meşakkatsiz ondan kurtulmak mümkün değildir. Hem sonra, on­dan kurtulma meşakkatsiz olmadığı gibi; meşakkat var diye de o, atıl­maz. Bu açıdan harece iki bakış açısı vardır. Bu durumda meselenin , iki ucu bir de ortası bulunmaktadır: (1) Geçerli olan âdetlere ve gidi­şata nazaran kurtulma imkânı bulunmayan genel tarafı. (2) Meselâ, suyun sirke, zaferan vb. gibi bir madde ile değiştirilmesi gibi harecsiz ondan kurtulma imkânı bulunan ve genel tarafın karşısında yer alan özel (hâs) tarafı.(3) Her iki taraf arasında da gidip gelen ve netlik kazanmayan ortası; İşte bu konu da üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır ve içtihada açık bulunmaktadır. ALLAH en iyisini bilir. [195]

On İkinci Mesele:


Şeriat, teklif konusunda mutedil, orta yolcu; iki aşırı uca meyletmeksizin bir yol izlemekte; kulun gücü dahilinde ve meşakkatsiz olarak yapabileceği hükümler getirmekte, çö­zülmelere meydan vermemektedir. Onun getirdiği hükümler bü­tün mükellefler için son derece itidali gerektiren bir denge, orta bir nokta üzerinde bulunmaktadır. Meselâ, namaz, oruç, hac, cihad, zekât ve benzeri bunların teşrî kılınmasını gerektiren açık bir sebep olmak­sızın konulan yükümlülükler ile "Sana ne infâk edeceklerini soruyor­lar[196] "Sana içki ve kumarı soruyorlar"[197]âyetlerinde olduğu gibi amel için gerekli bilginin bulunmamasına dönük bir sebebe bağlı yü­kümlülükleri bunlara Örnek olarak verebiliriz.

Teşrî (yasama), mükellefin orta yoldan ayrılarak iki uçtan birisi­ne doğru sapması ya da sapma beklentisinin bulunması neticesinde konulduğunda göre, getirilen şeriatlardan amaç, mükelleflerin itidal haline ve orta yola çevirilmesi olacaktır. Ancak bunu yaparken, denge­yi kurmak için diğer tarafa meylettiği olmaktadır. Aynen çok merha­metli olan mahir bir doktorun, hastasını iyileştirmek için onun içinde bulunduğu haline, âdetine, gücüne-kuvvetine, hastalığına, bünyesi­nin zayıflığına bakarak tedavi uygulaması, ona şunu şunu yap, şunu şunu da yapma demesi, bunun sonucunda artık iyileştikten sonra sıh­hatini koruması ve bir daha hasta olmaması için onun bütün hallerine uygun gelecek bir tedbirler paketi hazırlaması gibi.

İşte bu noktadan hareketle Yüce ALLAH aşamalı bir hitap şekli getirmiştir: Dikkatediîecek olursa Yüce ALLAH, herşeyden önce kullara iyi, temiz, güzel ve faydalı şeyleri nimet olarak ihsanda bulunduğunu, bütün bunları insanların hizmetine sunduğunu ve yeryüzünde yaydı­ğını, böylece hayatlarının devamı ve düzene girmesi için gerekli olan hususların temin edildiğini; bu şekilde davranışlarının bir anlam ka­zanacağını anlatmakla işe başlamıştır. Bu türden olan hitaplara Ör­nek olmak üzere şu âyetleri hatırlayabiliriz: "O, yeryüzünü size bir dö­şek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi[198] "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürü­yen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren ALLAH´tır, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi vermiştir. ALLAH´ın nimetini sa­yacak olsanız bitiremezsiniz[199] "Yukarıdan size su indiren O´dur. Ondan içersiniz. Hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Al­lah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir.[200]

Bu birinci aşamadan[201] sonra, eğer iman ederlerse cennet nimet­lerine kavuşacaklarına dair va´dlerde; eğer bulundukları küfür hali üzere kalmaya devam ederlerse azaba uğrayacaklarına dair uyarılar-dabulunuldu. Sonra inadlık gösterip, nimetlere karşı nankörlükte bu­lunup, kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunda şüphe gösterin­ce, bu kez kendilerine söylenilen şeylerin doğruluğunu ortaya koyacak kesin hüccetler getirildi. Peşin dünya zevklerine karşı olan rağbetleri neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya hayatının gerçek yüzü kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şey olmadığı; çünkü mutlaka bir gün yok olacağı, onun aldatıcı olduğu ve fâniliği vurgulan­dı ve kendilerine misaller (mesel) getirildi: "Dünya hayatı gökten in­dirdiğimiz su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip birbirine karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin sahiplerinin bütün bunlara mâlik olduklarını sandıkları sırada gece veya gündüz buyruğumuz o yere gelmiş ve orayı hiçbir şey bitirmemişe çevirmişiz; bir gün önce birşey yokmuş gibi olmuştur.[202] "Dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadır[203] "Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat âhiret yurdundaki hayat­tır Keski bilseler![204]

İnsanlar iman ettikten sonra, bazılarında dünyaya karşı rağbet izleri gözükünce ve bu arzuların dünya nimetlerine duyulacak talep karşısında kendilerini itidalden uzaklaştıracağı sezilince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "Sizin hakkınızda endişe etti­ğim şeylerden biri de, dünya nimetlerinin yüzünüze gülmesidir.[205] Böyle bir endişenin belirmediği ya da ihtimalinin bulunmadığı bir or­tamda ise Yüce ALLAH: "De ki: ´ALLAH´ın kulları için yarattığı ziynet ve teiniz rızıkları haram kılan kimdir ´ ´Bunlar dünya hayatında ina­nanlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir´de[206] "Ey Pey­gamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin; doğrusu ben yaptı­ğınızı bilirim[207] buyurmuştur.[208] Müslümanlar hakkında da, zulümden[209] yasaklama ve bu sebeple şiddetli vaîd ve azap tehdidi gel­miş, Yüce ALLAH: "İşte güven; onlara inanıp imanlarına zulüm [210]ka­rıştırmayanlaradır, onlar doğru yoldadırlar"[211] buyurmuştu. Hz.Peygamber: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; vadettiği zaman sözünde durmaz; kendisine emanet edil­diğinde, hiyanet eder"[212] buyurduğunda, bu (ve yukarıda sözü edilen zulüme bulaşmama emri) müslümanlara ağır geldi. Çünkü hiçbir kim­senin bu gibi şeylerden kurtulması mümkün değildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bunların kâfirlere has olan yalan, sözünde durmama ve hiyanet olduğunu belirtmişti. (Nitekim, zulümden de kasdın şirk olduğunu [31/13] âyetini okuyarak açıklamıştı).

ayten
Mon 27 September 2010, 12:48 am GMT +0200
Aynı şekilde: "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de ALLAH sizi onunla hesaba çeker.[213]âyeti indiği zaman, bu onlara çok ağır gel­miş ve bunun üzerine de: "ALLAH kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler"[214] âyeti inmişti. Bazıları irtidad ve benzeri durumlara düşer gibi olmuşlar ve asla bir daha affedilmeyeceklerinden korku duymuş­lardı. Bu durtım Hz. Peygamber´e iletildiğinde bunun üzeri­ne: "De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! ALLAH´ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu ALLAH günahların hep­sini bağışlar"[215]âyeti inmişti. Dünya ve dünya metâını yerince, sahabeden bir grup uzlete çekilip ruhbanlar gibi yaşamaya; evlenme­meye, her türlü dünya lezzetlerini terketmeye, kendilerini tamamen İbadete vermeye karar vermişlerdi. Hz. Peygamber onların bu tutumunu reddetti ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir"[216] buyurdu. "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız bir fitne (imtihan)dır"[217] âyeti indikten sonra, insanlara ALLAH´ın çok mal ve evlat vermesi için duada bulunmuştur. Halbuki yerilen dünya, mal ve evlattan ibarettir. Hz. Peygamber, ashabın dünya malını toplamalarına ve onlar içerisinden helal olan şeylerle faydalan­malarına ses çıkarmamış, onlapn bu davranışlarını onaylamıştır. On­ları dünyadan el etek çekmeye teşvik etmemiş; zahidlik sürmelerini emretmemiştir. Ancak dünyaya karşı aşırı bir hırs ya da hakkını ver­meme gibi bir durum görmüşse, işte o zaman zâhidliği teşvik etmiş ve dünyanın terkini istemiş; ya da dünyadan tümden el-etek çekme du­rumunda ona yeteri kadar ilgi gösterilmesini istemiştir. Çünkü bu iki uç durumda, itidali bırakma durumu kendisini göstermektedir.

Şu mânâyı kim görmemezlikten gelebilir: Yüce ALLAH mü´minle-rin ahirette mükâfatlandırılacağından bahsederken, ´Yaptıklarının bir karşılığı olarak.[218]buyurmak suretiyle amelleri bizzat kendilerine nisbet edilmiş ve onların "Onlar için, başa kakılmayacak bir ecir vardır"[219] âyetiyle de minnet altında tutulmayacaklarını belirtmiş­tir.[220] Ne zaman ki bazı insanlar, yaptıkları işlerle Hz. Peygamber´! minnet altına almaya başlamışlar, o zaman da Yüce ALLAH: "Ey Mu-hammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak ister­ler. De ki: Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimseler iseniz siziimana eriştirmekle ALLAH sizi minnet al­tında bırakır"[221]buyurarak, onların bizzat kendilerinin Hz. Peygam-ber´i minnet altına almak istedikleri aynı hususta minnet altında ol­duklarını belirtmiştir. Çünkü bu makam, hakların kesiştiği ve her hakkı sahibine vermenin gerektiği bir yerdir. Yine bu âyette Yüce Al­lah, amelleri onlara nisbet etmeyerek "sizi imana eriştirmekle ALLAH sizi minnet altında bırakır" buyurarak bizzat kendisine nisbet etmiş ve buna mukabil minnetten de bahsetmiştir. Öyle ya, eğer ALLAH´ın hi­dayeti olmasaydı sizin ileri sürerek Hz. Peygamber´i minnet altına al-makistediğiniz şey zaten meydana gelmezdi. Buna benzer bir örnek de hadisten verelim: [Abdullah b. Zübeyr´in rivayetine göre Ensâr´danbir . adam (Humeyd) Rasûlullah´m huzurunda hurma suladıklar] Harre su yolları hakkında Zübeyr´den davacı olmuştu. Ensâr´dan olan zat: "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyr ise onun bu teklifine razı olmamış­tı. Derken Rasülullah´m huzurunda dâvaya çıktılar. 1 Rasûlullah, Zü-beyr´e bir iyilik yapması için: "Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal" buyurdu. Ensarlı kızmış ve; "Ya Rasûlallah! Bu adam halanın oğludur diye mi böyle yapıyorsun " demişti. Bunun üzerine Hz. Peygainber´in yüzünün rengi değişmiş ve: "Ya Zübeyrî Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurmuştur.

Zübeyr yeminle "Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiş­tikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü iç­lerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış ol­mazlar[222] âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.[223]

Şer´î veriler üzerinde düşünüldüğü zaman, onların hemen her yerde hep böyle ortamın dikkate alınarak geldiği görülecektir.İyi bir doktor da aynı şekilde davranır: Daha başlangıçta sıhhat ve itidal halini dikkate alır ve insanın vücut yapısını ve vereceği gıda­nın özelliklerini dikkate alarak, birbirine uyum gösterecek bir beslen­me şekli öngörür. Kendisine sorulan bazı yiyecek maddelerinin Özel­liklerini; onların bir gıda mı yoksa bir zehir mi... olduklarını bildirir. Vücuttaki dengenin bozulması sonucu bir hastalığa maruz kaldığında ise, hastalığa sebebiyet veren şeyin aksi istikâmetinde tedavi cihetine gider ve böylece vücuttaki sapma ve aşırılıkların ortadan kaldırılarak eski denge halinin ki aslî ve sıhhatli yapı olmaktadır tekrar sağ­lanması için çalışır. İşte onun bu tavrı gibi, şeriatın yaptığı da aynıdır; onun getirdiği yükümlülükler insanlık için son derece yerinde, ALLAH Teâlâ´nın kullarına olan şefkat ve merhametinin bir tezahürü, nimet ve ihsanının son noktası olmaktadır.

Fasıl:


Şer´î küllî bir esas görür ve üzerinde düşünürsen, onun mutlaka dengeyi koruduğunu görürsün. Buna karşı eğer iki uçtan birine doğru bir meyil görürsen, bunun da diğer tarafta mevcut ya da beklenti ha­linde bulunan bir duruma karşı alınmış bir tedbir olduğunu bilmeli­sin.

Teşdide (şiddet gösterme) başvurulması ki bu tamamen kor­kutma, sakındırma ve uyarma ile olur, dinde kendisini salıvermiş, çözülmeye yol tutmuş kimseler hakkında uygun olur.

Tahfif tarafı ise ki bu da tanıemen ümitlendirme, teşvik etme, ruhsatlar getirme yoluyla olur; dinde hep güç olanlara sarılmak ne­ticesinde sıkıntılarla karşı karşıya gelmiş ve zor duruma düşmüş kim­seler için iyi gelir. İki aşırı ucun bulunmadığı zamanda ise, orta yolcu yaklaşımın ortaya çıktığını, itidal prensibinin bütün açıklığı ile kendi­sini gösterdiğini göreceksiniz. İşte esas alman ve kendisine başvuru­lan prensip bu olmaktadır.

Buna göre, dinde yeri bulunan kimselerden nakledilen ve itidal prensibinden ve orta yolcu yaklaşımdan uzaklaşma eğilimi gösteren sözler gördüğünüzde, bunların mutlaka karşı tarafta mevcut ya da beklenti halinde bulunan bir unsurun dikkate alınması neticesinde söylenmiş olduğunu unutmayınız. Vera´, zühd ve benzeri konularla, bunların karşıtı bulunan konuların ele alınması işte bu esastan hare­ketle olmalıdır.

İtidal prensibinin ölçüsü, şeriat yoluyla bilinir. Bazen örf ve âdetlerle, sağduyu sahibi insanların kabulle karşıladıkları esaslarla da belirlenebilir. Aynen nafaka bahsinde savurganlıkla (israf) ve nor­malin altında kısma (pintilik) ölçülerinin tesbiti gibi. [224]


[1] Hanefîler ve Mutezilîler bu görüşte değillerdir.Onlara göre böyle bir yükümlülük aklen de mümkün değildir.

[2] Bakara 2/132.

[3] Münâvî, el-Mecmûul-fâik adlı eserinde zikretmiş ve bu şekilde meşhur ol­muştur demiştir. er-Râfiî, hadisi Huzeyfe´ye nisbet etmiştir. îmâmu´İ-Hara-meyn, en-Nihâye´de sahîh olduğunu söylemiştir. İbnu´s-Salâhise, mutemed hadis kitaplarında bulunmadığı gerekçesiyle, onu tenkit etmiştir.

[4] Buhârî, Meğâzî,18; Müslim, Cihâd, 136.

[5] Ayet, ölmeden önce müslüman olunmasını, ölüm anında îslâma girmenin bir faydası olmayacağını belirtmektedir. İkinci misal de istenilen şeyin Öncesiyle ilgilidir. Çünkü kişi ölmekle öldürmek arasında kalınca, durumu ALLAH´a havale ederek kendi ölmesini tercih etmesi ve kanı helal olmayan bir başkası­nı öldürmeye yeltenmemesi istenmiştir. Üçüncü misal de, yine ölümden önce ya da ölüm anında sürmekte olan zulüm halinden yasaklamaktadır. Mesela bir kimse başka birinin evini ya da elbisesini gasbeder ve bu gasb hali ölüm halinde de hâlâ sürmekte olur. İşte bu gibi bir kul hakkı bulunarak Ölümle karşı karşıya gelinmemesi istenilmektedir. Ebu Tafha´nm, sözün akışına uy­gun olarak "Sonra sana isabet ederler" diyecek yerde olumsuz olarak "Sana isabet etmesinler" demesi ne güzel bir ifadedir. O, müsbet bir ifâde ile mera­mını anlatmak istememiştir.

Bu zikredilen misaller içerisinde, asıl talebin istenilen şeyin sonrasıyla il­gili olduğu kısma örnek yoktur. "Kimgüzel bir çığır açarsa veya kim kötü bir çığır açarsa..." hadisini de bu kısma örnek olarak vermek mümkündür.

[6] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/107-108

[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/108

[8] Enbiyâ 21/37.

[9] Müslim, Birr, 111; Nihâye, 4/360. Şeytan Âdem´i karınlı yaratılmış görünce, onun yalnız başına kendine mâlik olamayacağım, şehvetlerinin önüne geçe­meyeceğini, bu hususta onun mutlaka doğruyu gösterecek birine muhtaç bu­lunduğunu anlamıştır. Bazıları hadiste geçen "lâ yetemâleku" ifadesinden kızdığı vakit kendini tutamayacağı manasım çıkarmışlardır. (Ç)

[10] bkz. Muvatta, Cihâd, 35.

[11] Aclûnî, Keşful-hafâ, 1/395. Ebu Naîm, Hilye´de, İbn Hibbân, Ravdatul-ukelâtta ve daha başkaları tarafından rivayet edilmiştir.

[12] Ahmed, 5/252.

[13] Bakara 2/132.

[14] Muvatta, Husnu´l-huluk, 16. Sevişmek elde olmayan bir şeydir. Ancak seviş­meye götüren ve varlık bakmmdan ondan önce olan hediyeleşme motifi ku­lun kudretindedir. Dolayısıyla "sevişin" şeklindeki bir talep motife yani hediyeleşmeye yönelik olmaktadır. (Ç)

[15] Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.

[16] Şu hadiste olduğu gibi: Bir kimse gelerek Hz. Peygamberden (as) kendisine Öğüt vermesini istemiş, Hz. Peygamber de, tekrar tekrar "Kızma!" buyur­muşlardır. (Buhârî, Edeb, 76...) Buradakryasak öfkenin sonuçlarına yönelik olur. Bu yüzden hadiste: "Öfkeden kaçınınız. Çünkü o Âdemoğlunun kalbi üzerinde bir kordur.... Kim öfke hissederse uzansın ve yerde debelensin." (Kısmen bkz. Ahmed, 5/152; Ebu Davud, Edeb, 3).

[17] Bunların emir ya da nehiy yolu ile teklîfi, aslında bunları ortaya çıkaran ve önceden işlenen amellere yönelik olmaktadır.

[18] Yani iki zıddm bir araya gelmeyeceği gibi zorunlu olarak bilinen şeylerden ise. (Ç)

[19] Yani kulun gücü dahilinde, kendi iradesiyle ortaya koyabileceği.

[20] Yani iki önerme varsa mutlaka netice de vardır. Burada da ulaşılmak isteni­len şey üzerinde mantıkî olarak düşünülmüş ve. önermeler konulmuşsa, bu­nun ayrılmaz sonucu olan netice (bilgi) de kendiliğinden var olacaktır. (Ç)

[21] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/108-111

[22] Müslim, îman, 25, 26; Ebu Davud, Edeb, 149; Tirmizî, Birr, 66; Ahmed, 3/23.

[23] Müellifbu varyantı getirmekle, bu niteliklerin fıtrî olduğunu, buna rağmen onlara sevgi ve buğzun taalluk ettiğini isbat etmek istemektedir. Bu tutum konu boyunca görülecektir.

[24] bkz. Muvatta, Cihâd, 35. Ayrıca Münâvî, el-Mecmûul-fâik adlı eserinde Ebu Ya´lâ´dan zikretmiştir.

[25] Tezkiretul-Mevdûât adb eserde, hadisin mevzu(uydurma)olduğu söylen­miştir.

[26] Buhârî, Enbiyâ, 2; Müslim, Birr, 159; Ebu Davud, 16; Ahmed, 2/295;Nihâye, 1/306. Bazıları, ruhların toplu yaratıldıklarım, sonra cesetlere dağıtıldığım, bundan dolayı tabiatları birbirlerine uyanların kaynaştıklarını, uymayanla­rın ise birbirlerine muhalefet edip dağıldıklarını söylemişlerdir. Daha başka getirilen izahlar da vardır. fÇ)

[27] Muvatta, Şi´r, 16; Ahmed, 5/229, 232, 236...

[28] Müslim, Kader, 84; îbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14; Ahmed, 2/366.

[29] Hadis, zahir mânâsı alınsa da fıtrî bir huy olan irade, sabır ve metanet açısın­dan güçlü olan mü´min şeklinde yorulsa idi, yine müellifin amacına yani sev­ginin fıtrî olan özelliklere taallukunun sabit bulunduğuna delâlet ederdi. An­cak o bedenen güçlü olan diye yapılan yorumu esas almıştır. Çünkü bedenen güçlülük daha açık fıtrî bir özelliktir. Böylece o, hadisle her iki hususa (hem bedenî, hem de ruh haliyle ilgili fıtrî özellikler) da birlikte istidlalde bulun­mak istemiştir.

[30] bkz. Acİûnî, Keşfu´i-hafâ, 1/284.

[31] Ahmed, 5/252.

[32] Enbiyâ 21/37.

[33] Mâide5/54.

[34] Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.

[35] Yani kişiyiyalmz ALLAH için sevmen manasınadır. Dolayısıyla sevgi zâta taal­luk etmektedir.

[36] Buhârî, îmân, 1; Ebu Davud, Sünnet, 2.

[37] Yani sevgi, bizzat ALLAH´ın ya da kulların zâtına bağlanmış, onların sıfat ya da fiillerine bağlanmamıştır. Sevilen şey bizzat ALLAH´ın ya da kulla­rın zâtıdır. (Ç)

[38] Nisa 4/148.

[39] Tevbe 9/46.

[40] Ebu Davud, Talâk, 3; îbn Mâce, Talâk, 1.

[41] Buhârf, Tefsir, 6/7, 7/1; Müslim, Tevbe, 32.

[42] Âl-i İmrân 3/134.

[43] Âl-i Imrân 3/146.

[44] Bakara 2/222.

[45] Lukmân 31/18.

[46] Âl-i îmrân 3/140.

[47] Beyhakî, Şuabul-îmân´da Ka´b´dan mevkuf olarak rivayet etmiştir. Hz. Ali´den de mevkuf olarak rivayet edilmiştir.

[48] Bir üçüncü ihtimal daha vardır. O da bu iki ihtimalin dışında sadece sıfat ol­maları değil de sevilen bir sıfat ya da hoşlanılmayan bir sıfat olmaları açısın­dan taalluk edebilir. Bu takdirde iki zıddm birleşmesi de meydana gelmez. Bu haliyle delil istidlal için yeterli olmaz.

[49] Burada şöyle denebilir: Sevap ve azap, nimet ve ihsanda bulunma (in´âm) ve intikamdan daha dar anlamdadır. Çünkü ilk ikisi sadece âhirette söz konusu iken, in´âm ve ihsan keza intikam âhirette olacağı gibi, aynı zamanda dünya­da da olur. Dolayısıyla in´âm ve ihsan ile intikamdan, dünyada olanlar kasde-dilmiş olabilir. Oysa delilin tam olabilmesi için, sözü edilen nimet ve ihsanda bulunma ya da intikamın bizzat sevap ve azabın kendileri olması gerekmek­tedir. Dolayısıyla delilde tartışmaya açık taraflar vardır.

[50] Müellif bunu bağımsız üçüncü bir delil yapmıştır ve daha önce geçen iki delil üzerine bina etmemiştir. Çünkü ilk iki delilde, sevgi ve buğzun, niteliklerin bizzat kendisine bağlanması esasından yürümüşken, burada bu niteliklerin neticeleri olan fiillere bağlanması esasından yürümüştür. Müellif bu yüzden de üslûbu değiştirmiş ve dahabaşta "üç durum/ delil" ifadesini kullanmamış­tır.

[51] Böyle bir neticenin niye doğacağı pek açık değildir. Herhangi bir hükümde, sevilen bir şeyle, sevilmeyen başka bir şeyin eşit tutulmasından, o sevilen şe­yin de sevilmez olması lâzım gelmez. Aksi de aynı şekildedir

[52] Kur´ân´ı okuduğumuzda musibetlerle deneme durumlarında gösterilecek sa­bır, metanet ve ALLAH´ın kaza ve kaderine teslimiyet ve rıza gösterme karşılı­ğında övgü ve sevap va´dinde bulunulduğunu görürüz. Aynı durumu hadis­lerde de görmemiz mümkündür. Meselâ bir hadiste şöyle buyrulur: "ALLAH bir kavmi sevdi mi, onları (çeşitli musibetlerle) dener. Kim rıza gösterirse Al­lah´ın rızasını kazanır. Kim de feveran eder, öfke ile karşılarsa, onlar da Al­lah´ın gazabını kazanır." (bkz. Tirmizî, Zühd, 57; İbn Mâce, Piten, 23). Bu duruma göre sevap ya da azaba sebep olan şey bizzat musibet ve felaketler değil, aksine bunlar karşısında gösterilen sabır, metanet ya da tahammül­süzlük olmaktadır. Bunların mükelleflerin gücü dahilinde olduğunda ve bunların şer´an istenildiğinde de şüphe yoktur. Bu durumda müellifin ortaya koymak istediği şey tam olmayacaktır. "Bunları bilip bilmemesi de farket-mez" sözü de bu şekilde daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü kişi musibetleri bil­mediği zaman, sevaba sebep olan rıza ve sabır göstermesi kendisinden bekle­nemez. Bu sözün tamamlayıcı kısmı birazdan gelecektir.

[53] Müslim, Selam, 125; Ahmed, 2/429.

[54] İslâm literatüründe "âdil" denildiği zaman, iyilikleri kötülüklerinden fazla olan kimse kasdedilir. Bu anlamda âdilin zıddı da "fâsık" olmaktadır. (Ç)

[55] Bu delil, sevap ve azap ile kendisine iyi ya da kötü karşılık verilen şeyin kişi­nin kudreti hatta bilgisi dahilinde olması arasında zorunlu bir bağlantı (telâzum) olmadığı şekliyle reddedilmişti.

[56] Yani, niteliğin kuvvetinin fazlalığından, fiilin de güzellik ya da kötülük bakı-mından güçlü olması gerekir. Bu durumda fiillereşit olmakla birlikte nitelik­lerde bir ihtilâf söz konusu olmaz ki, üçüncü delil sahih olsun.

[57] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/111-118

[58] Nahl 16/7.

[59] Buhârî, İman, 32, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfîrîn, 215, 221.

[60] Buhârî, Rikâk, 18; Ahmed, 2/514, 537.

[61] Murad, zorunlu olarak değil de ortaya çıkabilecek olan olmalıdır. Aksi tak­dirde üçüncü kısım hakkında söylediği "nefse alışılagelen işlerde bulunan mutat yorgunluktan daha fazla bir güçlük getirmeyen" ifadesine ters düşer.

[62] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/119-121

[63] A´râf, 7/157.

[64] Bakara 2/286.

[65] Âyet duadan ibarettir, bu itibarla delîli tamamlayan unsur bu hadis olmak­tadır.

[66] Ibn Kesir, 1/343.

[67] Bakara, 2/285.

[68] Bakara 2/185.

[69] Hac 22/78.

[70] Nisa 4/28.

[71] Mâide5/6.

[72] Ahmed, 6/116, 233, 5/266.

[73] Buharı, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 77, 78.

[74] Bu sadece günahların terkine has bir şey değildir. Bütün terklerde sözü edi­len durum vardır. Bu itibarla müellifin «. .."günah olmadıkça" diye kayıtlan­mıştır....» şeklindeki sözü pek açık değildir.

[75] Bu ifadeler aslında müstakil dördüncü bir delîl olmaktadır. Eğer müellif dör­düncü bir delil de şudur diye söz başı yapsaydı daha açık olurdu.

[76] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/121-123

[77] Bundan önceki meselede getirilen deliller, mutat olmayan yani ruhsat ve ha­fifletme konusu olan meşakkatlere yönelik bir kasıt bulunmadığı hakkında idi. Burada ise sözkonusu meşakkat mutattır. Konular farklı olunca, biri için getirilen delillerin diğerini de bağlaması gerekmez. Bu durumda bizim araş­tırmamız gerekecektir ve sonunda bazı âyetlerin buna delil olmaya elverişli olduğu görülecektir. Aynı şekilde bir Önceki dipnotta işaret ettiğimiz kısım da (ister birinci ister ikinci kısımdan olsun meşakkat, meşakkat olduğu için istenilmez, aksi takdirde şeriatta çelişki ve tutarsızlıklar meydana gelir gibi bir yaklaşımla) delil olarak kullanılabilir. Ancak ileride on birinci meselede "mutad meşakkatlerin meydana gelmesi istenilmiş olmadığı gibi, kaldırılmış olması da istenilmiş değildir" şeklinde açıklamalar gelecektir ve ■ o zaman son delil de delil olmaktan çıkacak, geriye delil olarak sadece bazı âyetler kalacaktır.

[78] Bakara, 2/285.

[79] Hac 22/78.

[80] Tevbe 9/120.

[81] Ankebût 29/69.

[82] Müslim, Taharet, 41; İbn Mâce, Taharet, 49.

[83] tbn Mâce, ´Pahâret

[84] Bakara 2/216.

[85] Tevbe 9/111.

[86] Mükellef, bazen müsebbebibilirfakatonu kastetmez, sadece kendi menfaati­ni gözetir, kendisinin mütecâvizkâr olması ve bir başkasına zarar vermesi durumunu dikkat nazarına almaz, Ancak böyle bir durumda Sâri´ onu, sanki müsebbebi kastetmiş gibi değerlendirir ve tecâvüzünün neticesi neyse onun­la sorumlu kılar. Bu durumda Sâri´, mükellefin sebebin işlenmesi durumun­da müaebbebin meydana geleceğini bilmesini, bizzat müsebbebi ortaya koy­maya yönelik kasdı mesabesinde tutar. Şâri´in buradaki durumu da aynen böyledir. Her ne kadar O, m aslahatın temini sırasında ortaya çıkacak mefse-detleri biliyor ise de, onlara yönelik bir kasıt bulundurmamaktadır.

[87] Buhârî, Merdâ, 3; Müslim, Birr, 46. İbn Hacer, Fethul-Bârî´de bu hadisin şerhi sırasında şöyle der: Bu hadis, İzzuddin b. Abdisselâm´m görüşünü çü­rütmektedir. O bu görüşünde şöyle diyor: "Bazı cahiller bir musibete duçar olan kimsenin sevap alacağım sanmışlardır. Bu açık bir hatadır. Çünkü se­vap ve azap sadece kesb karşılığında olmaktadır. Musibetler ise insanların kesbi dahilinde değillerdir. Ecir, sadece gösterilen sabır ve rızaya karşı ol­maktadır."

Hadisin onun bu görüşünü çürütmesi şöyle olmaktadır: Hadis, sadece musibetlerin bulunmasından dolayı ecrin bulunacağı konusunda açıktır. Sa­bır ve rıza ise, bunlar fazladan şeylerdir ve bunlar karşılığında musibet dola­yısıyla verilecek ecirden ayrı olarak fazladan sevap verilmesi mümkündür. Karâfî şöyle der: "Musibetler kesin olarak keffâret olmaktadır. İster rıza ile birlikte bulunsunlar isterse bulunmasınlar, farketmemektedir. Ancak bera­berinde rıza da bulunursa o zaman keffâret olma özelüği artar, rıza bulun­mazsa azalır. İşin esası şudur: Musîbet, karşılığında kendisine denk bir gü­naha keffâret olur, beraberinde gösterilecek rıza ile ise sevap alınır.

Bana (Naşir) göreyse, sanırım Karâfî´nin bu son sözü her iki söz arasını bulmaktadır. Keffâret olma, sevap ve azaptan başka bir şeydir. Bu duranı (fa keffâretin, mükellefin ortaya koyacağı bir amel (kesb) karşılığında olmama­sının bir mahzuru yoktur. Sevap ve azaba gelince, hem aklen hem de Kur´ân âyetlerinin delâletinden onların sabır^ rıza ve teslimiyete bağlı oldukları an­laşılmaktadır. Karâfî´nin bu sözü İzz´in sözüne de ters düşmez. Çünkü İzz, musibetlerin keffâret olacağını inkar etmiyor, sadece musibetler ´karşılığın­da sevap alınamayacağını belirtiyor ki, bu da güzel bir yaklaşım olmaktadır.

[88] Müslim, Mesâcid, 280.

[89] Müslim, Mesâcid, 278; îbn Mâce, Mesâcid, 15; Ahraed, 5/123.

[90] Burada sözkonusu ettiği Mescid´den uzaklık ve uzak evlerden oraya gidip ge­lirken maruz kalman meşakkat olmaktadır. Vâhid haberler işte bu husus et-rafinda gelmiştir. Îbnu´l-Mübârek´in naklettiği ve evliyanın halleriyle ilgili itiraza cevaplar ise birazdan gelecektir.

[91]

[92] Buhârî (Hac, 15) ve Ebu Davud´da belirtildiği üzere Hz. Ömer şöyle demiştir: Akîk vadisinde iken Hz. Peygamberi (as) şöyle derken işittim: "Bana Rab-bimden bugece bir haberci geldi ve: "Euvâdide namazkıl ve ´Hac içinde umre de!´dedi." Ebu Davud Mâlik´ten naklederek: Mâlik şöyle der: "(Haçtan) Me­dine´ye dönerken Muarras´ta konaklamadan ve orada iki rek´at ya da kılabil-diğince namaz kılmadan geçmesi yakışık almaz. Çünkü Hz. Peygamber (as) orada konaklamıştır." Burada sözü edilen konaklama yeri (Muarras) Medi­ne´ye altı mil uzaklıkta bir yerdir. (Ebu Davud, 2/219) Tirmizi hadisindeki "Selemeoğullan Medine´nin bir ucunda idi" ifadesinden, Akîk´in Medine´ye altı mil uzaklıkta oluşundan, Akîk´in Selemeoğulları yurdundan başka bir yeroiduğu anlaşılır. Bu böyle olunca, Akîk için sözkonusu edilen fazilet, Sele­meoğulları yurdu için sözkonusu edilen faziletten başka olacaktır. Bu da Se­lemeoğulları yurdunun fazileti, Medine için sanki bir ribat ve gözetleme yeri oluşundan kaynaklanmaktadır. Akîk´in fazileti ise öyle anlaşılıyor ki, taabbudîlik arzetmektedir. Ancak bu neticeye varmak için, ortada ayrı ayrı iki olay olduğunun isbatı gerekmektedir.

[93] Bu adam bir tür ibâdet tercihinde bulunmuş, meşakkat ise onun bir neticesi olmaktadır. Dolayısıyla bu örnekte meşakkate yönelik bir kasdm bulunabile­ceği ortaya çıkmaz. Ebu Musa´nın, kendilerine gemide öğütte bulunan ada­mın sözüne uyarak, oruç tutmak için fazla sıcak olmayan günleri değil de, şiddetli sıcak günleri araştırması örneği ise, sevabının daha büyük olması için nefsine meşakkat verme kasdmm bulunduğu konusunda açıktır. Bu iti­barla asıl cevabı teşkil eden kısım bundan sonra gelen kısım olmalıdır.

[94] Buhârî, Nikâh, 1´.

[95] Ahmed, 1/175, 3/158; Dârimî, Nikâh, 3.

[96] Buhârî,Eymân, 31; Ebu Davud, Eymân, 19; İbûMâce,Keffârât,690;Ahmed, 4/168.

[97] Müslim, İlim, 7; Ebu Davud, Sünne, 5.

[98] Hz. Peygamber (as) hutbe irad ederlerken, bir de baktılar ki, bir adam güneş altında ayakta dikili duruyor. Neyin nesi olduğunu sordular. Ashap da: "Bu Ebu israil´dir. Güneş altında dikilerek oruç tutmaya, iftar etmemeye, gölge-lenmemeye, konuşmamaya adakta bulundu" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (as): "Ona emredin, gölgelensin, konuşsun, fakat orucunu ta­mamlasın" buyurdular. (Buhârî, Eymân, 31; Ebu Davud, Eymân, 19; İbn Mâce, Keffârât, 690; Ahmed, 4/168.)

[99] Bakara 2/185.

[100] Buhârî, Savm, 32; Müslim, Sıyâm, 92; Ahmed, 4/299.

[101] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.

[102] Yani "Hangisi daim. faziletlidir Ruhsatla amel etmek mi, yoksa azimetle amel etmek mi " gibi soruların cevabı. Müellif (ra) bu konuda yeterince bilgi vermiştir.

[103] Bu ikinci kısma girebilir. Bu kısımda meşakkat mutat değildir fakat, ondan

dolayı kendisim; herhangi bir zarar gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçü­sünde bilmektedir. Ancak o kişiye ııisbetle bu tür meşakkatler mutat hale dö­nüşmüş olmaktadır.

[104] Bakara 2/45

[105] Yani her iki nev´i ile ikinci kısım ki, o ameîi işlediği zaman kendisine ya da ak­lına bir bozukluk gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi ol­maktadır.

[106] Hucurât 49/7.

[107] Müslim, Sıyâm, 177.

[108] Buharı, Terâvîh, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177.

[109] Müslim, Sıyâm, 177.

[110] Buhârî, Teheccüd, 18; Müslim, Müsâfirîn, 219.

[111] Buhârî, Edeb, 74; Salât, 178.

[112] Buhârî, Ezan, 61, 63; Müslim, Salât, 182, 185, 186; Etnı Davud, Salât, 124.

[113] Daha önce geçti. bkz. [1/343].

[114] Müslim, Nezir, 5; Tirenizi, Nüzûr, 11; Nesâî, Eymân, 26.

[115] Buraya kadar olan kısmı için bkz. Ahmed, 3/199.

[116] Hadisin son kısmı için bkz. Keşful-hafâ, 1/300.

[117] Buhârî, Savın, 50; Müslim, Sıyâm, 57-61-

[118] Yani yasağı gerektiren illet varaayasak hükmü de var, illetyoksayasak hük­mü do yok olacaktır. (Ç)

[119] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.

[120] Buhârî, Savm, 51, Edeb, 86; Tırmizî, Zühd, 64.

[121] Keşful-hafâ, 1/1 i 7. (Concordance aracılığı ile temel hadis kitapları içeri--sinde bulamadık.)

[122] Nesfiî, Nisfl, l;Ahmed, 128, 199,285.

[123] Buharı, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikîn, 79-81.

[124] Kadı lyâz, Şifâ´da şöyle nakleder: Abdullah b. Amr şöyle arılatır: "Yâ Kasulallah! Senden işittiğim her şeyi yazıyorum" dedim, O da: "Evet, benden duyduğun /tersiyi yaz" buyurdu. Ona: "Rıza ve ofko halinde de mi " dedim. O: "Kvi´l, çünkü ben bu konuda hakları baş/ı a bir şey söylemem" buyurdu. Sarihi Mufla Ali bu hadisin, Ahmed, Ebu Davud, Hâkim tarafından rivayet edildiğini ve l-fâkim tarafından ayrıca sahih bulunduğunu belirtir. (Aynen bkz, Kbu Davud, İlim,o; Dârimî, Mukaddime, 43; Ahmed, 2/162, 192, 207).

[125] Buhârî, Ahkam, i:i; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.

[126] Yani ge.ee hıc; uyumadan sabaha kadar ibadetle meşhut olmuşlardı. (Ç)

[127] Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akdiye, 16; Ebu Davud, Akdiye, 9.

[128] Nisa 4/29.

[129] Aynen gasbedilmiş yerde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi. Çünkü aynı amele yönelik hem emir hem de yasağın yönleri farklı olmaktadır ve bunlar arasında birinin olmasından diğerinin bulunması gibi bir gereklilik (telâzum) da yoktur ve bu konuda farklı görüşler vardır.

[130] Nisa 4/29.

[131] Enbiyâ 21/107.

[132] Buhârî, Savm, 51; Edch, 86; Tirmizî, Zühd, 84.

[133] Buhârî, Kzan, 60,61,63,65;Müslim,SR]ât, 182, İ8;\ İ86; Ebu Davud.Salât, 124.

[134] Buharı, Ezan, 6.5.

[135] Abdullah h. Anı r. yaşadıkça gündüzleri oruç tutacağın a, «geceleride namazla geçireceğine dair yemin etmişti. [Hz. Peygamber as) kendisine: "Bir gün oruç lut, birgiinye. Hu Davud´un (as/ orucu dur ve o en uygun ya da değerli oruç­tur" buyurmuştur. (Buhârî, Enbiya, 37; Müslim, Sıyâm, 181,182, 186, 192.

[136] Buhâri, İman, 29; Nesâî, İman, 28; Ahmed, 4/466; Tecrid, 1/47.

[137] Yani bir mendubu işlemesi sebebiyle bir hazzını terketmesi, şer´an mekruh bir şeye götürecekse, yahut daha büyük bir mendubun terkine sebebiyet ve­recekse, bu durumda o mendubu terkederek nefsinin haz duyacağı şeyi işle­mesi daha uygundur. Mesela, nafile namazla meşgul olması sebebiyle karı­sıyla ilişkide bulunamayan bir kimse, neticede kendisine; helal olmayan ka­dınlara bakmaya başlarsa, böyle birisinin bu durumda mendub olan nafile namazı bırakarak, nefsi için haz bulunan karısıyia ilişki içerisine girmesi da­ha uygundur.

[138] Müslim, Nikâh, 10. Kişinin karısıyla olan ilişkisi, onun şehvetini kıracak ve dolayısıyla yabancı kadınlara karşı arzu duymayacaktır

[139] Bu şer´an mekruh bulunan bir duruma götüren mendubun terkine Örnek ol­maktadır. Çünkü böyle sıkıntılı bir günde oruç tutmak, ibâdetten nefret et­meye ve usanmaya sebebiyet verebilir. Bundan sonraki misaller ise, terki du­rumunda daha büyük sevabı olan başka men duplann terkine sebebiyet vere­cek menduplarm terki ile ilgilidir. Ayrıca bu misallerden, Kur´ân okumanın oruç tutmadan daha sevaplı olduğu neticesi de çıkar. Bu iki misal daha önce geçen İbn Mes´ûd ile îbn Vehb hakkındaki rivayetlere aüf olmaktadır.

[140] Müslim, Sıyâm, 102; Ebu Davud, Savın, 42; Ahmed, 3/35.

[141] Buharı, Savm, 51.

[142] Buharı, Rikâk, 38; Ahmed, 8/256.

[143] Yani, hoşlamlmaması sebebiyle maksûd olmamakla birlikte, ebedî saadete ulaştırın olması sebebiyle istenilmektedir. Bu örnek sadece bir benzerdir, yoksa önce geçen örneklerin türünden değildir. Çünkü bu konu dünyevî yü­kümlülüklerle ilgisi olmayan bir durumdur!

[144] Bakara 2/194.

[145] Buna Arap edebiyatında "müşâkele" dfinilmektedir.(Ç)

[146] Bakara 2/15.

[147] Âl-i İmrfin 3/54.

[148] Târik 86/15-16.

[149] Enbiyâ 21/23.

[150] Daha önce de geçtiği gibi buradaki izinden vacip, mendup ve mubah kastedil­mektedir. (Ç)

[151] Burada vacip anlamında. (Ç)



[152] Yani müellifin de açıkladığı gibi, teklif aslında bir mübtelâhktır(ibtilâ, sıkın­tıya maruz kaîma). Bununla birlikte bu teklifte dikkate alınmamakta ve mü­kelleften istenilene uyma (imtisal) talep edilmektedir- Burada da aynı şekil­de mükelleften, kendi başına gelen hastalık vb. gibi mübtelâhğı ortadan kal­dıracak şey i yapması istenilmektedir. Başka bir dey işle, genel olarak yüküm­lülüğün başlangıcı ve aslı mübtelâhktır. Buna rağmen bu husus, o mübtelâlıktan kurtulma amacıyla amelde bulunma için o.yükümlülüğün mükelleflere yönelmesine mani değildir. Aynı şekilde burada da, meselâ aç­lık eleminden kaynaklanan özel birmübtelâhk halinin ortadan kaldırılması­nı isteyen bir teklif de, geçerli bir teklif olur. Mübtelâhk, teklifin mükelleflere yönelmesine bîr engel kabul edilmez.

[153] bkz. Buharı, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54; Ahmed, 1/347.

[154] Hadisin tamamı şöyle:Hz. Peygamber (as): "Üınnıetimdenyetmiş birikişi he­sapsız olarak cennetegireceklerdir" buyurmuşlardır. Ashap: "Kim onlar! Yâ Rasûlallah " demişler. Hz. Peygamber (as) de: "Onlar efsun yapmayanlar, teşe´um etmeyenler (uğursuzluk inancı taşımayanlar), vücutlarını (kızgın de­mirli´.) dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" buyurmuş­lardır. (Müslim, İman, 372).

[155] Ebu Davud, Tıb, 1; Tirmizî, Tıb, 2; İbn Mace, Tib, 1; Ahmed, 3/156.

[156] Müellif yedinci meseleyi, meşakkat lâfzının üçüncü anlamına tahsis etmişti, tik başlangıçta üçüncü anlamı üzerinde durdu ve mutat olarak me şakkat sayılanlarla, külfet içermesine rağmen mutat meşakkat sayılmaya güçlükler arasında ayırım yaptı. Sonra söz Şâri´in, yükümlülüklerde meyda­na gelen mutat meşakkatlere yönelik bir kasdımn bulunmadığı; nitekim mu­tat olmayan meşakkatlerin de aynı şekilde maksud olmadığı, aksine o fiilin, sadece mükellefe yönelik olmak üzere içermiş olduğu maslahat açısından is­tenildiği noktasına kaydı. Sonra bunun üzerine birinci fasılda, mükellefin daha büyük sevap alma amacıyla fiilin içermiş olduğu meşakkate niyette bu­lunması hakkının bulunmadığını açıkladı. Sonra ikinci fasılda, izin verilmiş (varib, mendup, mubah) amellerin işlenmesi durumunda bir meşakkat orta­ya çıkıyorsa, bu meşakkatin ya mutat ya da mutat dışı olduğunu belirttikten sonra, ruhsatların meşru kılınmasını gerektiren mutat dışı meşakkatlerle il­gili detay ve ası] başlıkla pek ilgisi bulunmayan bilgiler verdi. Sonra İkinci ve üçüncü fasıllarda amelden kesilme ya da ibadetlerden nefret etme korkusu için, ya da mükelleften istenilenyükümlülüklerin birbirine girmesi sebebiyle ibadetlerden neşet eden mutat dışı meşakkatler hak kında sözü uzattı. Sonra dördüncü fasılda izin verilmemiş fiillerin işlenmesi durumunda ortaya çıka­cak olan meşakkatler ile, ikinci fasih tamamlamak istedi. Sonra da mutlak anlamda meşakkat hakkında sözü tamamlamış olmak için beşinci bir fasıl açtı

Bu fasıllara şöyle bir baktığımızda, içlerinde meşakkatin üçüncü anlamı­na ait Özel bir fasıl bulamayız. Aksine bu fasıllarda da en çok üzerinde durdu­ğu husus, birinci ve ikinci anlamında meşakkatlerle ilgili olmuş; üçüncü an­lamında meşakkatle ona benzeyen yani mutat dışı meşakkat içermekle bir­likte, bazı özel kimseler için mutat hal almış bulunan güç. ameller hakkında fazla durmamıştır. En sonunda da "Buraya kadar olan kısımda, meşakkatin kullanıldığı anlamlardan üçüncüsü üzerinde durmuş ve sözü bitirmiş olduk" demektedir. Müellifin bu yaptığı şey, sistematik açıdan pek uygun değildir. Buna mukabil her bahsi ayrı ayn kendi başlıkları altında işlemesi ve böylece karışıklığa meydan vermemesi daha uygun olurdu.

[157] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/123-151

[158] Câsiye 45/23.

[159] Necm 53/23.

[160] Muhammed 47/14.

[161] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/151-152

[162] Burada dinin esasları (usûlü´d-dîn) kasdedilmektedir. Bunlar nefsin ve or­ganların dikkate alınmasından önceliklidir. Meselâ, dinin korunması canın ya da organların tehlikeye atılması gibibir durumu gerektirecek olsa, dinin korunması ilkesi öıie alınır. Bu yüzdendir ki, pek çok canın yok olması paha­sına da olsa dinin korunması amacıyla cihad farz kılınmıştır. Dinin esasları dışında kalan furû kısmına gelince, bilindiği üzere o konuda durum böyle de­ğildir. Pek çok yerde Sâri´, nefsi korumak için dînî yükümlülükleri düşür­müştür. Meselâ hastalık halinde bazı yükümlülüklerin düşmesi gibi. Bu du­rumda, dînî hususların her zaman ve her yerde nefsin, hatta malın korunma­sı ilkelerine takdim edildiği doğru değildir. Söz konusu genellemeyi dinin esasları ile ilgili konularda şeklinde kayıtlamak geı-ekir. Aslında bu konu da­ha geniş olarak ele alınmalıydı. Bu yüzden Tahrîr müellifi beş zarurî esasın korunması ile ilgili olarak şöyle den "Dinin korunması cihadın far , olması ve bid´at mezheplere dâîlİk yapan kimselerin cezalandırılması ile olur..." Hiç şüphe yoktur ki, bu sözü edilen husus dinin esasları ile ilgilidir. Onuncu me­selede, birisi dînî diğeri ise dünyevî olabilecek iki maslahat arasında tercihte bulunma gereği duyulacak durumlardan bahsedilecektir. Eğer dînî olanlar her durumda mutlak surette öne alınacak olsaydı, o zaman sözü edilen terci­he ihtiyaç gibi bir durum ortaya çıkmazdı.

[163] Yani dînî meşakkatler, dünyevî meşakkatlerden daha önce dikkate alınır.

[164] Yani, daha büyük meşakkat olmasına rağmen, dinin korunması için gerekli olan şeylerin, sırf dünyevî meşakkat içeren şeylerden öne alınması durumunda, mükellefin bu meşakkatlerin altına sokulması kasdedilme-mektedir. Ancak bu meşakkatler dinin korunması yolunda kaçınılmaz ola­rak ve onlara yönelik bir kasıt da bulunmaksızın ortaya çıkmaktadırlar.

[165] Çünkü bunlar da mutlak meşakkat kavramının genel çerçevesi içerisine gir­mektedir. Daha önce Sâri´ Teâlâ´ıım yükümlülükler sırasında her ne ka­dar onların ortaya konulması esnasında kaçınılmaz olarak ortaya çıksalar dameşakkatlere yönelik bir kasdmm bulunmadığı delillerle ortaya konul­muştu. İşte o deliller bu konu için de geçerli ve yeterlidir.

[166] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/152-153

[167] Burada sözü edilen meşakkat, daha önce bahsedilen meşakkatin dört çeşi­dinden ayrı bir tür teşkil etmektedir. Çünkü o meşakkatler, bizzat fiilin ken­disinden kaynaklanıyordu. Burada ise meşakkatlerin meydana gelmesi, mü­kellefe yüklenen görevlerin birbiriyle çatışması neticesinde olmaktadır. Mü­kellef, bu görevlerden bir kısmım.diğerlerine takdim ettiği zaman, hem ken­disi hem de diğerleri için, ya da sadece diğerleri için zarar doğmaktadır. Kaldı ki bu durumda yapılması istenilen fiilde, mutat dışı bir meşakkatin bulun­ması sözkonusu değildir. Meşakkat burada, daha imce geçen dört çeşidin ak­sine, fiilin işlenmemesinden kaynaklanmaktadır.

[168] Yani hükümde adaletsizlik dışında bazı işlere itebilir. Nihayet kadı masum da değildir. Bazen hükümde adaletsizliğe kadar iş ilerleyebilir. Bu durum, Ebu Haııife gibileri bu yüzden işkenceye maruz kalmalarına rağmen ka­dılıktan uzak durmaya itmiştir. (N)

Ebu Hanife´nin kadılıktan kaçınmasını bu şekilde izah etmek çok basit kalır. Onun bu makamı kabulden kaçınmasının asil sebebi, içten destekle­mediği yönetimi kabul ve ona meşruiyet verme anlamı taşımasıdır. Maruz kaldığı işkenceler de, onun bu tavrının, zamanının idarecilerince ne anlama geldiğinin gayet iyi bilinmesi neticesinde olmuştur. (Ç)

[169] Yani mutat dışı bir meşakkatin doğmasına sebebiyet veren bir amel de, biz­zat o meşakkate götürmüş olması açısından istenilmez, aksine içerdiği mas­lahat için talep edilir, ama kaçınılmaz olarak meşakkat de ortaya çıkar.

[170] Mesela kişinin kendi meşakkati ailesinin geçimi açısından olabilir. liu du­rumda ümmet onun bu yükünü omuzlar ve oda kadılık, ilim öğretmek ya da askerlik... gibi yapılmadığında ümmetin mutlak surette zarar göreceği işleri üstlenir. Böylece her iki maslahat birden gerçekleştirilmiş; bunların yoklu­ğunda ortaya çıkacak her iki meşakkat de ortadan kaldırılmış olur.

[171] Meselâ, bizzat kendisinin üstlenmesi kaçınılmaz olan bir kamu görevi ile, kendisinden kesin olarak istenmeyen dinî bir görevi ifa etmesi karşısında kalması gibi.

[172] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/153-154

[173] Bu meselede asıl üzerinde durulmak istenen husus işte burasıdır: Mutat meşakkatler de nisbî (göreli)dir ve onların anlaşılması her amelin bizzat kendisi üzerinde dikkatlice durmayı gerektirir. Aksi takdirde meşakkat türleri ve buna bağlı olarak da hükümler birbirine karışır.

[174] Fecir namazından sabahın sünneti kasdedilmeîidir. Çünkü kişi uykudan kalkacak, giyinecek ve abdest alacaktır. Sabahın farzında ise artık bu me­şakkatlere yeniden girmeyecektir. (Ç)

[175] Ankebût29/2.

[176] İman ve onun gereğini yerine getirmek, bazen beraberinde sabır ve metanet gösterilmesi gereken meşakkat ve fitneler getirebilir. Bunlar iman bahsinde ki iman teklif amellerinden biri olmaktadır mutat dışı meşak­katler sayılmaz.

[177] Ankebût 29/10.

[178] Bu âyette dini savunmak için konulan cihad meşakkatinden bahsedilmekte­dir. Cihadın zaten tabiatında bu tür meşakkatler bulunmaktadır ve bunlar her ne kadar as-îmda zor ise de cihad konusunda mutat dışı sayılmamaktadır. ALLAH´ın onları söz verdikleri konuda sadâkat göstermeleri yüzünden övmesi, bunun imanın bir gereği olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla cihad sırasın­da karşı karşıya gelinecek meşakkatlere iman gereği olmak üzere sabır ve ta­hammül gösterilecek, böylece din korunmuş olacaktır.

[179] Ahzâb 33/10.

[180] Ahzâb 33/23.

[181] Tevbe 9/118.

[182] Burada bir itiraz ileri sürülerek: "Bu onlara yönelik bir teklif değildir, aksine bir çeşit cezadır. Çünkü onlarla konuşmama emrine muhatap olanlar diğer insanlardı. Bunlar sadece son günlerde kadınlarına yaklaşmamakla emro-lunmuşlardı Bunda ise, mutat dışı bir meşakkat imajını verecek bir durum yoktur. Bu durumda, hiç kimse ile konuşmama cezasından kurtulmak için yapmaları mümkün olduğu halde yapmadıkları şey ne ki " denilebilir.

[183] Yani cariyelerle evlenmenin caiz olmaması konusunda, zinaya düşme korku­suna ulaşan meşakkate itibar edilmektedir. Bu noktaya gelmeden önce, on­larla nikâhlanmaya iten sıkıntıya ise, her ne kadar bir meşakkat olsa da iti­bar edilmemektedir. Ruhsata götüren meşakkat halinin bulunması duru­munda bile, onlarla nikahlanma konusunda sabır ve metanet gösterilmesi teşvik edilmiştir. Bu da gösteriyor ki meşakkatler, bizzat o mesele hakkında duyulan ihtiyaç ölçüsünde dikkate alınmakta; başka konularda bulunan ve dikkate alınan meşakkatlere nisbetle değerlendirilmemektedir.

[184] Nisa 4/25.

[185] Tevbe 9/41

[186] Tevbe 9/39.

[187] Muhammed 47/31.

[188] Hac 22/78.

[189] Bazıları buna şunu misal vermişlerdir: Yol arkadaşlarından ayrı düşen bir yoku, beraberinde bulunan külçe halindeki altını darphaneye getirir ve kül­çesi kadar onlardan altın para (dinar) alır ve onlara basma ücretini Öder. İmam Mâlik, buna belli bir şahsa ve belli bir durum a has cüzî bir maslahat ol­masına rağmen cevaz vermiştir.

Bu misal açık değildir; çünkü durumu bu şekilde olan her yolcunun hük­mü budur- Dolayısıyla bunda belli bir şahsa özellik yoktur.

[190] Bu illet ortadan kalkınca, ertesi senede kurban etlerini yiyebileceklerini ve hatta saklayabileceklerini belirtmiştir

[191] Mescid-i Haram, Medine mescidi ve Mescid-i Aksa. Hadislerde bu üç mesci­din diğer mescidlerden ayrıcalı oldukları, buralarda kılınan namazların di-ğeryerlerde kslınan namazlara göre çok daha seVaplı bulunduğu; ziyaret için ancak bu üç mescide yolculuk yapılabileceği... belirtilmiştir.(Ç)

[192] Suyun tabiatının değişmesi suyu temizleyici olmaktan çıkarır. Ancak toprak ya da yosun karışması gibi genel bir güçlüğün bulunması ve kaçınılması mümkünolmayan durumlarda hüküm ne olur Böylesi genel güçlüklerin bu­lunduğu durumlarda, güçlük nedeniyle değişikilik hükmü kaldırılır. Suya zaferan vb. karışması gibi kaçınılması mümkün olan özel güçlükler karşısın­da ise hüküm farklıdır ve bu konu ihtilaflıdır: Kimi âlimler bu özel güçlükleri de dikkate alarak suyun temizleyici olduğuna hükmetmişler, diğer bazıları da kaçınılması mümkün olduğu noktasından hareketle, bu tür özel güçlükle­ri dikkate almamış ve o suyun temizleyiciliğini kaybedeceğini söylemişlerdir. (Ç)

[193] Evleneceğim her kadın boş olsun denilmesi gibi. CÇ)

[194] Çünkü kişinin cariyeden başka hür kadmı nikâh etme durumu vardır. Mül­kiyet ise, cariyeden başkası ile gerçekleşmez. Dolayısıyla böyle bir söz sarfet-tiği zaman genel bir güçlük içerisine düşmüş olur ve genel sığanın gerektirdi­ği şey düşürülmek suretiyle kendisine bir genişlik getirilir. Bu durumda kişi mülk cariye edinebilir, ancak onları nikâhlayamaz. Bu birinci hükümde ge­nelliğin, ikincide de özelliğin bir gereği olur.

[195] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/154-162

[196] Bakara 2/215.

[197] Bakara 2/219.

[198] Bakara 2/22.

[199] İbrahim 14/32-34.

[200] Nahl 16/10-11.

[201] Aslında müellifin sözünü ettiği aşamalar doğrudur ve hakikaten Yüce ALLAH ilk önce insanların irşad edilmesi ve yaratılışları, varlık âleminde mevcut olan bütün nimetlerin kendileri için hazırlandığı ve yeryüzüne yayıldığı ko­nularına dikkat çekilerek onların akıllarının aydınlatılması yoluna başvur­muştur. Müellifin ileride Mekkî ve Medenî teşriin özelliklerinden bahseder­ken de söyleyeceği gibi iman ve külli esasların getirilmesi (altyapının hazır­lanması) dışında ilk aşamada yükümlülükler getirilmesi yoluna gitmemiş­tir. Yükümlülükler ancak altyapı hazırlandıktan yani aklın yükümlülükleri kabul edebilmesi için gerekli oian açıklamalar, irşadlar ve hazırlıklar yapıl­dıktan sonra getirilmiştir. Ancak burada anlaşılamayan şey, müellifin bu hu­susu delillendirmek için Medine döneminde inen birinci âyeti kullanması ve onun ilk inen hitaplar arasında bulunduğunu ileri sürmesi olmaktadır. Hal­buki aynı mânâyı içerecek Mekkî âyetler bulabilmesi mümkündü. Meselâ: "Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Al­lah´tır..." (Gâfır 40/79); "O, gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitir­dik..." (En´âm 6/99) âyetleri gibi. İkinci âyetin kullanılması ise yerindedir, çünkü o Mekkîdir. Müellif, "Sonra inadlık gösterince, bu kez kendilerine ke­sin hüccetler getirildi" demektedir. Bu da aynı şekilde Mekkî âyetlerde ol­muştur. Kâf sûresinde olduğu gibi. Bu konuda yani öldükten sonra tekrar di­rilmeye ve ALLAH´ın kudretinin büyüklüğüne getirilecek deliller hakkında Ib-nu´1-Kayyım´m Kitâbul-fevâicTine bakılabilir. "Peşin dünya zevklerine karşı olan rağbetleri neticesinde bu hüccetlere aldırış etmeyince, dünya ha­yatının gerçek yüzü kendilerine bildirildi ve onun aslında hiçbir şey olmadı­ğı; çünkü mutlaka bir gün yok olacağı vurgulandı ve kendilerine misaller {darb-ı mesel) getirildi." Bu sözünden sonra getirdiği iki âyet de Mekkî ol­maktadır. Mekkî yerine Medeni olsaydı, bir zararı da olmazdı. Şunu da söyle­yelim ki, bu üç aşamaya Medenî âyetlerde de rastlanması, burada söylenilen­lere ters düşmez ve o zaman bu tür Medenî âyetler hatırlatma ve pekiştirme türünden sayılır. Ancak bir nokta daha var: O da müellifin burada bu üç aşa­ma ile getirdiği ve sıra ile geldiğini söylediği âyetler, gerçekten nüzul sırasın­da da böyle bir sıra ile mi inmiştir Bu konuyu merak edenler âyetlerin nüzul tarihlerini araştırarak kesin bir bilgiye ulaşır ve böylece müellifin istidlali­nin tam olup olmadığını öğrenebilirler.

[202] Yunus 10/24.

[203] Muhammed 47/36.

[204] Rûm 30/64.

[205] Uzuaea bir hadisin bir parçasıdır, bkz. Buhârî, Zekât, 47; Müslim, Zekât,

161-163.

[206] A´râf7/31.

[207] Müminûn 23/51.

[208] Buradaki müellifin sözünden kasıt şudur: Gerek ALLAH ve gerekse Hz. Pey-gamber(as) muhatapların durumlarını dikkate almışlar ve onların durumu ne gerektiriyorsa ona uygun olarak buyurmuşlardır. Yoksa tarihî bir zaman sıralamasından bahsedilmemektedir. Çünkü A´râf âyeti Mekke´de inmiş; ha­dis ise minberde Medine´de söylenm iştir. Zaman itibarıyla âyet daha öncedir.

[209] Buradaki zulüm mutlak olup, hem şirki hem de diğer günahları kapsamakta­dır.

[210] En´âm6/82.

[211] En´âm6/82.

[212] Buhârî, Şehâdât, 28; Müslim, İman, 107, 109.

[213] Bakara 2^284.

[214] Bakara 2/286.

[215] Zümer 39/53.

[216] Buhârî, Nikâh, 1.

[217] Tegâbün 64/15.

[218] Vakıa 56/24.

[219] Tîn95/6.

[220] Ancak çoğu müfessirler âyette geçen "gayrıı memnun" kelimesine "kesinti­siz" anlamı vermişlerdir. Müellif, sözünü kileminen (minnet) anlamı üzerine kurmaktadır.

[221] Hucurât 49/17.

[222] Nisa 4/65.

[223] Buharı, Şirb, 6; Müslim, Fedâil, 129. Bu hadiste görülüyor ki; Önce durum Zü­beyr´in iyilik ve ihsanı gerektiren davranışta bulunmasını gerektiriyordu. Bu yüzden de Hz. Peygamber ilk önce bu doğrultuda talepte bulunmuştu. An­cak karşı taraf bunu bilmeyip de haddi aşınca, onu itidal noktasına getirecek bir tavır almak gerekiyordu. Öyle de yapılmış ve Hz. Peygamber Zübeyr´den iyilik ve ihsanda bulunma gibi bir davranışta bulunmasını değil de hakkını sonuna kadar kullanmasını istemişti. Zira onu ancak böyle bir davranış yola getirecekti. (Ç)

[224] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/162-167